İrşat Yolu ve Önündeki Engeller

İrşat Yolu ve Önündeki Engeller
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: İrşat ve tebliğ yolunda, inayet-i ilâhiye
vesilesiyle, pek çok muvaffakiyete mazhar olan bir fert, o yolu bırakıp dünyevî
meşgaleler peşine düştüğünde umumiyetle büyük fiyaskolarla karşı karşıya
kalıyor. Bu tespit ışığında; insanın irşat ve tebliğ yolunda bulunurken, ekstra
istidat ve kabiliyete mazhar kılındığı; ancak başka sahalarda kullanılması
hâlinde de o tür mevhibelerin elinden alındığı söylenebilir mi? Bu mevzuda
dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?


Donanım ve kabiliyeti,
bulunduğu konumun imkân ve müsaadesi ölçüsünde her mü’min irşat ve tebliğ
vazifesiyle mükelleftir. Evet, inanan bir insan, inanıp iman ettiği Allah ve
O’nun Resûlü’nü insanlara anlatmak, gönüllere duyurup sevdirmek, hâl diliyle
dinini temsil etmek ve her hâlükarda, her şartta dinin yaşanır olduğunu
göstermekle vazifelidir. Vâkıa, bazı coğrafya ve mahallerde açık bir şekilde
irşat ve tebliğ vazifesi yapılamayabilir, durum ve şartlar o işe imkân ve fırsat
vermeyebilir. Öyle ki inanan bir insanın orada kendi mevcudiyetini muhafazası
dahi çok güç olabilir. Fakat o coğrafya veya mahalde bulunmak umumun hukukunu
ilgilendiren bir mecburiyet olarak görülüyorsa, kimi insanlar fedakârlık yapıp
oralarda duygu ve düşüncelerini kendi içlerinde yaşamayı düşünebilirler. Evet,
köşe başlarını tutmuş gulyabanileri göz önünde bulundurarak, kendi milleti ve
insanlığın geleceği hesabına sükûtîliği tercih edenler olabilir. Kim bilir,
onların bu sessiz hâli, samimiyetlerinin derecesine göre, en talâkatli
hutbelerden bile daha fasih bir beyan çağlayanına dönüşebilir. İşte bu gibi
hususi durumları istisna edecek olursak, irşat ve tebliğ vazifesi camideki imam,
vaiz ve müezzin için bir vecibe olduğu gibi, teker teker her bir mü’min fert
üzerine de terettüp eden bir mükellefiyettir.


Özel Donanımlı Müstesna Kametler


Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın yüce mesajını insanlığa duyurmak için,
hususi olarak seçip tavzif buyurduğu, öyle bir misyona memur kıldığı seçkin
kulları da vardır. Bunların başında enbiyâ-i izâm efendilerimiz (alâ nebiyyinâ
ve aleyhimüssalâtü vetteslîmât), daha sonra da asfiya-i kirâm hazeratı gelir.
Bunlar tekvînî ve teşriî emirleri çok derince duyan, engin bir ufukla
değerlendirme kabiliyeti bulunan, her şeye mahrutî ve bütüncül bir nazarla
bakabilen hususi donanımlı insanlardır. Öyle ki bizim sebep ve sonuca bakarak
arayıp bulabileceğimiz münasebetleri onlar halk ifadesiyle “şipşak” tespit
ediverirler. Bu, onlara bahşedilmiş hususi bir lütuf, hususi bir ufuktur.
Meselâ, Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) hayat-ı seniyyelerine
atf-ı nazar edip, O’nun eşsiz fetanetiyle çözüme kavuşturduğu problemlere
baktığımızda, söylediğimiz bu hususu açık ve net bir şekilde görebiliriz.
Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi, karamsar bir feylesof olan Schopenhauer
bile Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, “İnsanlığın üst
üste problemler yaşadığı böyle bir dönemde insanlık, yağdan kıl çeker gibi
problemleri çözen Hazreti Muhammed’e ne kadar muhtaçtır.” demektedir. Evet,
İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) ilâhî mesajın aydınlatıcı
tayfları altında, fetanet-i uzmasıyla, dehaların değişik alternatiflere
başvurmak suretiyle çözüm bulmaya çalıştıkları; bulamayıp çaresizlik ve acziyet
içerisinde düşünüp durdukları problemleri, –onlar düşünedursunlar– hemen
çözüvermiştir. Öyle ki, O Şanı Yüce Nebi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem)
huzuruna getirilip de çözümsüz kalmış tek bir mesele gösterilemez. Evet, O;
ferdî, ailevî, içtimaî, dünyevî, uhrevî, iman, amel ve muamelatla alâkalı bütün
problemleri hususi donanım ve eşsiz fetanetiyle bir hamlede çözüme
kavuşturmuştur. Asıl konumuz olmadığından, mevzuyla alâkalı müşahhas misal ve
delilleri ilgili yerlere havale edip geçmek istiyorum.


İşte Nebiler Serveri başta olmak üzere, bütün enbiyâ-i izâmın asliyet
planındaki vazifeleri hep irşat ve tebliğ olmuştur. Bunun dışında kalan her şey
bir yönüyle onlar için tâlî bir meseledir. Bu müstesna kametler, bütün bir
insanlığa rehber, beşeriyete imam olmaları hasebiyle dünya ile iştigal gibi
görünen bir kısım iş ve vazifeler de yapmışlardır. Meselâ Hazreti Davud ve
Süleyman (alâ nebiyyinâ ve aleyhimesselâm) gibi peygamberlerin ve belki onlardan
sonra gelen evlatlarının hükümdarlık gibi bir konumları da olmuştur. Fakat
onların bu tür vazifeleri, aslî vazifeleri olan peygamberliklerinin yanında hep
tâlî derecede kalmıştır. Onlar hem masum hem de masundurlar. Dolayısıyla
hükümdarlık gibi insanın başını döndürüp bakışını bulandıracak bir konumda dahi
Allah, onları inayetiyle teyit ve sıyanet buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onlara
yaptıkları işlerde hata işletmemiş ve peygamberlik misyonuna halel getirecek bir
duruma asla düşürmemiştir. Hâsılı, ilk peygamberden Hatemü’l-Enbiyâ Efendimiz’e
kadar gelen bu hakiki mürşidlerin, başka bir ifadeyle bu irşat âbidelerinin
asliyet planındaki vazifeleri hep Cenâb-ı Hakk’ın mesajını insanlığa duyurmak
olmuştur. Zahiren irşat ve tebliğ vazifesinin dışında gibi görünen bazı hâlleri
ise, biraz önce ifade ettiğimiz gibi, muhataplarına göstermeleri gerekli olan
rehberliğin hakkını vermeye matuftur. Öyle ki, onların izdivaç ve ailevî
münasebetlerinin arka planında bile mesajlarını insanlığa duyurma maksadı
vardır.


Yol ve Yön Değiştirmeyen İrade Kahramanları


Cenâb-ı Hak, zılliyet planında enbiyâ-i izâmın dışında bir kısım büyük
kimseleri de –hem de başları döndürüp bakışları bulandıracak hükümdarlık, devlet
başkanlığı gibi bir konumda olmalarına rağmen- irşat ve tebliğ vazifesinde
istihdam etmiştir. Meselâ Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz hazretleri,
Abbasi halifelerinden Hazreti Mehdi ve Harun Reşid ve özellikle Fatih Sultan
Mehmet Han Hazretlerine kadar olan Osmanlı Hükümdarları söylediğimiz bu hususa
misal olarak verilebilecek şahıslardır. Bunların her biri kutup seviyesinde
insanlar olmakla beraber, kendilerinin veli, kutup olduklarını iddia etmek şöyle
dursun, basit ve sıradan bir insan olduklarına kendilerini inandırmış ve bu
anlayışlarıyla veli ve kutup olmalarına apayrı bir derinlik kazandırmış büyük
kâmetlerdir. Siz, bir insanın içinizi okumasından, bakışınızdan hareketle
kalbinizin derinliklerini keşfetmesinden ve daha başka hususiyetlerinden o zatın
evliyaullahtan biri olduğunu hissedip anlayabilirsiniz. O zat da bu durumun
farkında olabilir. Fakat gavsiyet ve kutbiyeti bilmeyen, kendilerini hiçbir
zaman öyle bir konumda görmeyen yukarıda isimlerini saydığımız insanlar ise, şu
anki Türkiye gibi otuz devletin başında bir devlet başkanı olmalarına rağmen,
mahviyet, tevazu ve hacalet içinde kendilerini sıfırlamasını bilmiş insanlardır.
Meselâ Sultan Ahmed Camii yapılırken, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi
salâtin ve selâm) kadem-i pâkini sorguç gibi tacına takan Sultan Ahmed
cennetmekan aleyhir-rahmetü ve’l-gufran hazretleri de, “Allah’ım Ahmed kulunun
günahlarını mağfiret buyur” dua ve niyazları içinde, eteklerine taş doldurup
işçi ve ırgatlarla beraber taş taşımaktaydı. Görüldüğü üzere padişahlık bu
insanların başını döndürüp bakışlarını bulandırmamış ve hangi konumda olurlarsa
olsunlar mahviyet, tevazu ve kulluk şuuru içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.


Şimdi eğer, enbiyâ-i izâm ve onların yolunu takip eden bu büyük zatlar, irşat
ve tebliğ vazifesini hayatlarının gayesi bilmiş, duygu ve düşüncelerini hep o iş
etrafında örgülemiş, gözlerinin içine başka hayallerin girmesine asla müsaade
etmemiş, hep doğru düşünmüş, doğru karar vermiş ve doğru hareket etmişlerse, o
zaman, zılliyet planında onların takipçileri olan günümüz mürşitlerinin de,
mefkûrelerine hep sâdık kalmaları, yüzlerine gülen dünyanın cazibedar
güzellikleri karşısında asla yol ve yön değiştirmemeleri gerekir. Aksi takdirde
dine hizmet şerefiyle serfiraz kılınan bir fert, asıl vazifesini unutup dünyanın
cazibedar güzellikleri peşinden koşarsa, maksadının aksiyle tokat yer ve
hayatını fiyaskolar fasit dairesi içinde sürdürür durur. Meselâ günümüzde, vira
bismillah deyip ilim ve irfan hayatımız adına okul, üniversite, hazırlık kursu
ve kültür lokalleri açan, dünyanın dört bir yanına hicret ederek bu işin
rehberliğini yapan insanlar, Allah’ın rızası ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi
ve sellem) teveccühünü kazanmayı bir tarafa bırakıp, kendilerince başka dünyevî
işlerin peşinde olurlarsa, peşinden koştukları o işlerde başarısız olur, künde
künde üstüne devrilebilirler. Evet, bidayette çok yüksek ideallere talip ve
dilbeste olan bu insanlar, bunu bırakır, çok küçük şeylere tenezzül eder,
dünyevî bir kısım projelere girerlerse, ahiret projelerindeki vazife ve işlerini
karıştırırlar. Böyle olunca da, Cenâb-ı Hak, peygamberlik mesleği olan irşat ve
tebliğ vazifesini, bu büyük mânevî nimeti onların elinden alacağı gibi, dünyevî
işlerinde de onları muvaffak kılmaz. Hatta bir kısım başarılar söz konusu
olursa, bunu bir mekr-i ilâhî bilmeli ve bu ağır günahın cezasının öteye havale
edildiği düşünülmelidir.


Allah’ım Bizlere, Bizi Aşan İstidatlar Ver!


Elbette ki inanan insanlar içinde de ticaretle uğraşan, çalışıp çabalayan,
para kazanan, maddî imkân ve servetlere sahip bulunan insanlar olacaktır. Fakat
kader-i ilâhî tarafından bir insan bir yere sevk olunmuş ve sevk olunduğu o
konum bir nefer misali kendine ait hiçbir şeyi düşünmeksizin sırf millet
hesabına çalışıp çabalamayı gerektiren bir makamsa, insanın bu mazhariyetin
farkında olup ona göre hareket etmesi gerekir. Evet, kâhir bir kudret tarafından
bir vazife taksimi yapılmış ve buna göre herkese bir yer düşmüştür. Bazıları
ticaretle uğraşıp sanayi ile iştigal ederken, bazıları da bir yerde memur olup
öğretmenlik, rehberlik veya idarecilik yapmaktadır. İşte öyle vazifeler, öyle
konumlar vardır ki, o vazife tam bir adanmışlık içinde, irşat, tebliğ ve temsil
dışında başka hiçbir şey düşünmemeyi gerektirir. Dolayısıyla herkes bulunduğu
yerin hakkını vermeye, bulunduğu o konumda rantabl olmaya çalışmalıdır.


Meselâ, idareci, rehber, öğretmen konumunda bulunan bir insanın omuzları
üzerinde, okumada farklı yöntemler geliştirme, farklı terkip ve tahlillere
ulaşma, konuları daha renkli ve daha farklı formatlarla sunma ve böylece kalb ve
zihinleri aydınlatma gibi önemli bir vazife bulunuyorken, bütün bunları bırakıp
dünyevî bir kısım emeller peşinde koşması; koşup kalb ve zihin dağınıklığına
düşmesi ne ölçüde doğrudur; sizlerin iz’an, insaf ve vicdanlarınıza havale
ediyorum. Bu açıdan, Allah bazılarını bu istikamete sevk etmişse, o tâli’liler,
artık hedefe kilitli bir hâlde, başka hiçbir arayışa girmeden, sağa-sola
bakmadan, herhangi bir inhiraf yaşamadan yollarına devam etmesini bilmelidirler.
Eğer onlar bu mevzuda hedef ve gayelerinden sapmaz, safvet ve samimiyet içinde
sa’y u gayretlerini devam ettirirlerse, Cenâb-ı Hak da onlara ekstra lütuflarda
bulunur ve onlara çok önemli hizmetler, o hizmetlerde çok önemli muvaffakiyetler
nasip eder. Zira unutulmamalıdır ki, Allah’ın bidayette lütfettiği kabiliyet ve
istidatlar, ne kaderi ne de Cenâb-ı Hakk’ın atâsını bağlayıcıdır. Cenâb-ı
Hakk’ın kaderinin yanında kazası, yani onun infaz edilmesi ve aynı zamanda o
infazı önleyecek bir de atâsı vardır. Buna ekstradan veya fevkaladeden lütuf
diyebilirsiniz. Meselâ sizin hakkınızda bir camide müezzinlik veya vaizlik
yapacağınıza dair bir takdir vardır. Siz bu imkân ve fırsatı değerlendirir,
söylediğiniz her şeyi kalbinizin sesi olarak söyler, duygularınızı, kalbinize
bir mızrap vuruyor gibi seslendirir, dilinizden dökülen her kelimenin gönlünüzün
sesi olmasına dikkat edersiniz. Allah’ı duyurma, O’nun gönüllerde iz bırakması
ve heyecan uyarması mevzuunda ölesiye bir gayret sarf edersiniz. Kendinizi
anlatmaz, kendiniz adına milletin takdirlerinden bir şey kotarmaya
uğraşmazsınız. Kürsüye çıkmadan evvel; “Allah’ım ne olur, bahtına düştüm. Senin
rızana muhalif bir şey söyleyeceksem beni burada konuşturma. Dilim dolaşsın,
mahcup bir şekilde ineyim aşağı ama Senin rızana muhalif bir söz ağzımdan
çıkmasın!” diyecek kadar samimi ve yiğitçe davranırsınız. İşte siz
söyleyeceklerinizi hep bu şekilde ihlâs ve samimiyet içinde söylerseniz, Cenâb-ı
Hak da ekstra istidatlar bahşedip mevcut kabiliyetinizin çok üstünde size
muvaffakiyetler ihsan eder. İsterseniz Alvar İmamı’nın şu ifadelerine bir de bu
açıdan bakabilirsiniz:



Sen Mevlâ’yı seven de
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak
rızasın vermez mi?


Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah
ecrin vermez mi?


Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini
sormaz mı?


Zaten biz dualarımızda, “Allah’ım Bizlere, bizi aşan istidatlar ve o
istidatlarda inkişaflar ver!” demiyor muyuz? Evet, bizim şu an sahip olduğumuz
istidat ve kabiliyetlerimiz Allah’ın nâmütenâhî kudret ve takdirini bağlamaz.
Siz öyle bir adım atar, öyle samimane bir gayret ortaya koyarsınız ki, siz hiç
farkına varmadan, Cenâb-ı Hak atâsından ekstra lütuflarda bulunur. Şimdiye kadar
hiç düşünemediğiniz, kalbinize gelmeyen şeyleri ilham eder, aklınıza getirir.
Evet, ufkunuzu öyle bir açar ki Cenâb-ı Hak, uzaktan yakından alâkanız olmadığı
ve aklınızın ermeyeceği plan ve projeleri sizin vesilenizle hayata taşır ve bu
durum karşısında sizler de şaşırır kalırsınız.


Bu açıdan, kabiliyetleriniz ne seviyede olursa olsun, siz hakka dilbeste
olunca, Allah da (celle celâluhu) sizi yarı yolda bırakmaz ve sizi yüz üstü terk
etmez. O zaman gelin, kabiliyet ve istidatlarımızı Allah’ın rızasını kazanma ve
nâm-ı celîl-i sübhanisini insanlığa duyurma istikametinde santimini zayi
etmeksizin kullanalım; kullanalım ki, Cenâb-ı Hak da istidat ve
kabiliyetlerimizi olduğunun üstünde inkişaf ettirip azları çok, birleri bin
etsin. Âmin!