Soru: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem) için göz aydınlığı ve gönül süruruna vesile olan İnşirah Sûresi’nin ve
bilhassa bu sûre-i celilede beyan buyrulan “şerh-i sadr” meselesinin günümüz
mü’minleri için ifade ettiği mânâlar nelerdir? İzah eder misiniz?
Cevap: Esbab-ı nüzul açısından bakıldığında,
İnşirah Sûresi’nin, Duhâ Sûresi’nin akabinde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Duhâ
Sûresi’nin son ayetinde ise Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu
aleyhi ve sellem) hitaben: “
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
– Habibim! Şimdigel Rabbinin nimetini anlat da anlat!” (Duhâ Sûresi, 93/11) buyuruyor. Bu
âyet-i kerimede, bir taraftan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem)
vahiyle serfiraz kılınma gibi geçmişte nail oldukları nimetlerin beyanı, diğer
taraftan da inşirah-ı sadr (gönlün açılıp genişlemesi; darlık ve sıkıntıdan
genişlik ve feraha kavuşması; huzur, sükûn, itminan ve inbisata ermesi) gibi
daha sonra nail olacağı nimetlere önemli bir referans bulunmaktadır.
Bildiğiniz üzere, Duhâ Sûresi’nin nüzulünden önce vahiy bir süre inkıtaa
uğramıştı. Aslında bu ilâhî icraatta, Cenâb-ı Hakk’ın, İki Cihan Serveri’ne
(aleyhissalâtü vesselâm) ifade ve ifaze etmek murad buyurduğu hususlar vardı.
Öncelikle, kıblenin tahvilinde olduğu gibi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi
ve sellem), ıztırar ve ihtiyaç içindeki ruh haletiyle başını göklere dikip
beklemesi, bekleyip Allah’ın teveccühüne nail olması ve neticede Rehber-i Ekmel
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kazandığı o liyakat üstü liyakatin
herkese duyurulup gösterilmesi hususu vardır. Allah Teâlâ, vahyin kesildiği ve
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) dîk-ı sadra maruz
kaldığı böyle bir dönemde Duhâ Sûresi’ni inzal buyurmak suretiyle, Habib-i
Kibriya’sı üzerinde pek çok nimeti olduğunu hatırlatmış ve daha sonra indirdiği
İnşirah Sûresi’yle de bu nimetlerin en önemlilerden birisi olan inşirah-ı sadr
müjdesini vermiştir.
Stres ve Anguaz Değil Mukaddes Izdırap
İnşirah-ı sadr mevzuu, sadece bu sûrede değil, Kur’ân-ı Kerim’de daha başka
yerlerde de geçmektedir. Mesela En’âm Sûre-i Celilesi’nde şöyle buyrulur: “
فَمَنْ يُرِدِ اللهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ
وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا
Allah, iradesini iyiye kullananlardan kimin hidayetini murad ederse, onun
kalbine açıklık bahşeder, inşirah verir, İslâmiyet’e karşı akıcı hâle getirir,
gönlünde itminan yaratır ve o insanı huzura kavuşturur. İradesini kötüye
kullananlardan da kimin dalâletini murad ederse, o insanın gönlünü göğe
çıkıyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar, sıkar ve kalaklar içinde çırpınır hâle
getirir.” (En’âm Sûresi, 6/125) Aynı husus başka bir yerde ise şu şekilde
ifade edilmektedir:
أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ
رَبِّهِ
üzere değil midir?” (Zümer Sûresi, 39/22) Demek ki, Allah’ın bir insanın
sadrına inşirah verip kalbini açması onun için çok önemli bir nimettir.
İşte Cenâb-ı Hak, İnşirah Sûresi’nde,
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
– Biz, Senin sineni açıpruhuna genişlik vermedik mi?” (İnşirah, 94/1) buyurmak suretiyle, Kur’ân
mübelliği olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi efdaluttahiyyât ve
ekmelütteslîmât) sadrına inşirah verdiğini ve böyle bir inşirahla O’nun hakkında
ne denli büyük bir hayır murad buyurduğunu haber vermiş olmaktadır.
Fakat inşirah-ı sadr meselesinin doğru anlaşılması için öncelikle, İnsanlığın
İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi ufku, kendi seviyesi
itibarıyla muvakkaten yaşamış olduğu dîk-ı sadr yani gönlün sıkışması
meselesinin doğru anlaşılıp doğru değerlendirilmesi gerekir. Hemen ifade
etmeliyim ki, dîk-i sadr mevzuunu, –hâşâ–, Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu
aleyhi ve sellem) stres veya anguaz türünden bir halet-i ruhiyeye maruz kaldığı
şeklinde düşünüp değerlendirmek kesinlikle doğru değildir. Evet, değil
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) ben sıradan
bir mü’minin bile stres, anguaz gibi ruh hâlleri yaşayacağına inanmıyorum;
inanmıyorum çünkü stres ve anguaz gibi şeyler Allah’a, haşr ü neşre, kadere, her
şeyin Allah tarafından takdir edilen bir plana göre cereyan ettiğine inanmayan
rehbersiz insanların maruz kaldıkları/kalacakları iç sıkıntı ve tedirginlik ruh
hâlleridir. Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) yaşadığı ise, hak
duygusunun o muzdarip gönülde hasıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve
düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayretinden başka bir şey değildir.
İştiyakla Beklenen Vahiy Sağanağı
Vahyin inkıtaa uğradığı böyle bir dönemde Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi
ve sellem) kendi muhasebe ufku açısından, içine, “Acaba vahyin kesilmesini
netice verecek bir şey mi yaptım?” veya benzeri bir mülâhaza gelmiş
olabilir. Diğer taraftan müstesna bir yaratılışa sahip bulunan Peygamber
Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) insanlığı kurtarma adına vahiy
sağanağına, o semavî sermaye ve donanıma öyle ihtiyaç duyuyordu ki, onsuz
yollarda yürünemeyeceğini, onsuz insanlara tam mânâsıyla bir şeyler
anlatılamayacağını ve onsuz insanların gözünün hakikate açılamayacağını çok iyi
biliyordu. Evet, fetanet-i uzma sahibi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm
(aleyhissalâtü vesselâm) kendi büyüklüğü nispetinde bu hususun şuurundaydı. Bu
açıdan da, senelerce üzerlerine yağmur yağmayan insanların istiska duasında
gözlerini semaya dikip yağmur bekledikleri gibi, O da Cenâb-ı Hak’tan sürekli
mahz-ı rahmet olan vahiy sağanağını bekliyordu. Hem öyle bir iştiyakla
bekliyordu ki, bir gün Cebrail Aleyhisselâm’a şöyle demişti: “Ey Cibrîl!
Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel olan
nedir?” (Buhari, Tefsir, Meryem/2) Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil
olmuştu: “
وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلاَّ بِأَمْرِ رَبِّكَ
– Biz ancakRabbinin emriyle ineriz.” (Meryem Sûresi, 19/64).
Sûrenin devamında “
وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ الَّذِي أَنْقَضَ ظَهْرَكَ
–Senin belini çatırdatan o ağır yükünü üzerinden indirmedik mi?”
(İnşirâh Sûresi, 94/2-3) buyruluyor ki, âyette geçen “vizr” ifadesini mânevî bir
yük ve sorumluğunun ağırlığı şeklinde anlayabiliriz. Yani Resûl-i Ekrem
Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), insanlara yol gösterip rehberlikte bulunması
vazifesiyle tavzif edilmişken, en önemli sermayesi olan vahyin, kendisine
tattırılan bu semavî nimetin kesilmesi hakikaten dîk-ı sadra vesile olabilecek
bir husustu. Öyle ki bir taraftan insanlığı kurtarma ve onlara yol gösterme
mesuliyeti ve bu mesuliyetin sırtı çatır çatır çatlatan ağır sorumluluk yükü
vardı. Diğer taraftan kendisi için bir kuvve-i mâneviye, sırtını dayayabileceği
sağlam bir dayanak; başkalarını kurtarma yolunda, bir fener, bir ışık kaynağı,
bir projektör konumunda bulunan vahy-i semavinin kesilmesi endişesi bulunuyordu.
İşte bütün bunların sinesini daralttığı bir zamanda, Allah (celle celaluhu), bu
âyet-i kerimelerdeki temsilî ifadeyle, o ağır yükleri kaldırdığını beyan
buyurmuştur.
Nimet-Şükür Salih Dairesi
Bir sonraki âyet-i kerimede ise: “
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
– Nam-ı celilini, yâd-ıcemil yapacak şekilde yükselttik ha yükselttik.” (İnşirâh Sûresi, 94/4)
ifadeleriyle nimetler silsilesindeki ayrı bir nimet zikredilmiş, ayrı bir
tebşirde bulunulmuştur. Allah (celle celaluhu), Peygamber Efendimiz’i her
hamlesiyle farklı bir lütuf ve ihsana mazhar kılmıştır. İki Cihan Serveri
(aleyhi ekmelüttehâyâ), her bir nimet karşısında şükürle gerilip gürlemiş, hamd
ü sena duygularıyla dolup dolup boşalmıştır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da O’nun
üzerine sağanak sağanak rahmetini indirmiş, her defasında farklı bir rıza ufkuna
erdirmiş ve ilâhî hoşnutlukla ayrı bir inşiraha ulaştırmıştır. Evet, öyle bir
salih daire oluşmuştur ki Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve
sellem) içine inşirah saçmış, O Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-i Kevn ü Zaman da
bu inşirahı O’na ulaşma istikametinde değerlendirmiştir. Böylece sûrenin sonunda
ifade edildiği gibi, “usür”de “yüsr”ü yaşamış, zorlukları kolaylıkla
aşmış; “yüsür”de de “usür”leri aşma adına metafizik gerilimle dolmuş,
ferağdan iştigale, iştigalden ferağa yönelmiş; bütün bunların mukabilinde
Cenâb-ı Hak da, O Ferid-i Kevn ü Zaman’ın içine inşirah çağlayanları akıtmıştır.
Bu inşirah hâli, Peygamber Efendimiz’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeni bir
azim, yeni bir cehd, yeni bir gayret ve yeni bir heyecan uyarmış; bunun
karşılığında O da, bu heyecanın hakkını vermiş ve hayatında hiçbir boşluğa yer
vermeden, bütün bir ömür boyu tasavvurlar üstü bir gayret, bir performans, bir
kulluk ortaya koymuştur.
Benzer bir mukabeleyi, İnşirah Sûresi’nden önceki iki sûre olan Duhâ ve Leyl
sûrelerindeki ilgili ayetlerde de görebiliriz. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak, Leyl
Sûresi’nin son ayetinde: “
وَلَسَوْفَ يَرْضَى
–Yakında o razı olup hoşnutluğaerecek (Leyl Sûresi, 92/21) buyurmaktadır. Bu âyeti, Duhâ Sûresi’nde geçen,
“
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
– DoğrusuRabbin, sana vereceklerini öyle bir verecek ki, hem O’ndan hem de verdiklerinden
tam razı olacaksın.” (Duhâ Sûresi, 93/5) âyet-i kerimesiyle beraber
düşündüğümüzde, karşılıklı mukabeleyi görebiliriz. Evet, Allah (celle celâluhu)
razı olursa insanın içinde de rıza duygusu şahlanır. Diğer yandan, bir insan
esbab-ı adiye planında iradesiyle rıza-yı ilâhî peşinde olur, Cenâb-ı Hak’tan
gelen her şeyi gönül hoşnutluğuyla karşılarsa, Allah da (celle celaluhu) o
insandan razı olur.
Kendine Hitap Ediyor Gibi Oku
Meselenin bize bakan yönüne gelince: Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem) kendi ufku seviyesinden yaşadığı muvakkat bir sıkıntı ve
müdayakadan sonra inşirah-ı sadra nail olmuştu. Bizler de maruz kaldığımız
değişik sıkıntı, hafakan, kırgınlık hatta köpürme ve taşkınlıklarımızda –ki
bütün bu zaaf ve boşluklar bizim için söz konusudur, mezkur hâllerin İnsanlığın
İftihar Tablosu hakkında kesinlikle düşünülemeyeceğini biraz önce ifade
etmiştik- bir uzaklaşma ve kopukluk yaşayabiliriz. Mânevî hayatımızda bir inkıta
olabilir, iç âlemimiz ışıksız, karanlık bir atmosfere bürünebilir. İşte böyle
bir zamanda, Allah’ın lütf u inayetiyle eğer hâlâ çizgimizi koruyabiliyor ve
dönüp tekrar Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunabiliyorsak, zılliyet planında biz
de inşirah-ı sadra mazhar olabiliriz. Allah (celle celâluhu) bizim sadrımıza da
inşirah verir, kalbimizi açar, gönlümüzü coşturur ve bizi yeniden şahlandırır.
Hani, vasıta sahiplerinin kullandıkları benzini bitirip tükettikten sonra bir
istasyona yanaşıp depolarını yeniden benzinle doldurdukları gibi, Cenâb-ı Hak da
enerjileri bitip tükenen hakikat yolcularının vasıtalarını semavî bir enerji ile
yeniden doldurur. Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki, asliyet planında
Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm) için söz konusu olan inşirah-ı sadr
meselesi, zılliyet planında ümmet-i Muhammed için de her zaman söz konusudur.
Zira O Aleyhissalâtü Vesselâm, hangi sofraya oturmuş, Allah’ın hangi
nimetlerinden istifade etmişse, gözü o sofrada olan peyrevlerini de o
nimetlerden mahrum bırakmamış, onlar için de kapıyı ardına kadar açık
bırakmıştır.
Evet, hepimizin Cenâb-ı Hak’tan böyle bir istek ve dilekte bulunmaya hakkı
vardır. İsterseniz bu isteğinizi, “Allah’ım ‘Elem neşrahleke’ sûresinin sırrıyla
beni serfiraz kıl!” şeklinde ifade edebilirsiniz. Eğer ısrarla bu şekilde duaya
devam ederseniz, öyle inanıyorum ki, Allah da (celle celaluhu) hakikatleri
kavrama, değerlendirme, analiz ve sentez yapma, tahlil ve terkipte bulunma
mevzuunda size fevkalade istidatlar bahşeder.
Ancak bu tür bir mazhariyete nail olmak için ilmî bir altyapının olması da
çok ciddi bir önem arz eder. Zira, Allah (celle celâluhu) insanların bilgi ufku
ve o ufuk istikametinde talep edilenlere göre lütufta bulunur, nimet bahşeder.
Mesela bir çoban kendi iş ve meşguliyeti çerçevesinde böyle bir talepte
bulunursa, onun bu türden isteklerine karşı Cenâb-ı Hak da ona, koyunlarını
nerede güdeceği, otlak yerleri ve temiz suları nerede bulabileceği, sürüsünü
yırtıcı hayvanlara kaptırmamak için alması gereken tedbirlerin neler olduğunu ve
benzeri hususları ilham eder. Buna karşılık bir ilim erbabı da, mârifetullah ve
muhabbetullah istikametinde dua ve talepte bulunmuşsa, Cenâb-ı Hak da, o şahsın
elde ettiği ilim ve müktesabatı, onun için bir meşale, fener ve projektör yapar
ve ona hakikate giden yolları açar, gönlünü irfanla doldurup dilinden hikmet
pınarları akıtır. Bundan dolayı, her bir mü’min İnşirah Sûresi’ni kendisine
hitap ediyor gibi okumalı; okuyup ondaki esrarı duyup hissetmeye çalışmalıdır.
Yoksa günümüzde yaşayan bir mü’min, ezelden gelip ebede giden Kur’ân-ı
Mu’cizu’l-Beyan’ı, geçmişte bir dönem indirilmiş ve sırf o dönemin insanlarını
muhatap alan bir kitap nazarıyla ele alır; O’nu mütalâa ve müzakere ederken
sadece geçmişteki âlimlerin dediklerini mütalâaya koyulursa, Kur’ân’ın hep
başkalarıyla alâkasını görür ve farkına varmadan kendisini onun o ışıktan
atmosferinden dışlamış olur. O hâlde bize düşen Fatiha Sûresi’nden Nas Sûresi’ne
kadar baştan sona bütün Kur’ân-ı Kerim’i asliyet planında olmasa da zılliyet
planında kendimize hitap ediyor gibi okuyup mütalâa etmektir.