İltifat

Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Günümüzde bazıları, hüsnüzan ettikleri,
mensub oldukları, düşünce ve aksiyonlarına çeşitli seviyelerde
destek verdikleri şahıslara İslami kaidelerle izahı
imkansız bir şekilde medh u senada bulunuyor. Bu türlü
şeyler şöyle-böyle, haklı-haksız, az veya çok onu çekemeyen
insanları tahrik eder. Siz böyle yaparsanız günaha,
suizanna sevkedersiniz onları. Sonunda onlar da kaybeder,
siz de. İnsanlarda bir damar vardır, hocası aynı halkada
beraber oturduğu ders arkadaşını biraz methettiğinde
dahi içinde bir şeyler olur ona karşı. Halbuki arkadaşıdır.

Bazen etrafı tarafından medh u sena
edilen kişiler buna destek verir, halî ve kavlî olarak.
Bu durumda tabir caizse musibet ikileşmiş ve önü alınmaz
bir hale gelmiş veya geliyor demektir. İslam Tarihine
bu gözle baktığınızda bu türlü yaklaşımlar, tesiri günümüze
kadar uzanan menfi oluşumlarda çok önemli rol oynamıştır.
Safevi ve Fatımî devletlerinin kuruluşunun arkasında
Hazreti Fatıma’nın torunu olduğunu iddia eden -nesebi
olarak olabilir- kerameti kendinden menkul insanlar
ve onları göklerde uçuran kişiler vardır. Haşhaşiler
ve Murabitin olarak tarihte yer alan oluşumlar da bu
kategoriye dahildir.

Büyük büyük şeyler iddia edenler çıkmış
bunlar arasında. Göklerde meleklerin önünde namaz kıldırdıklarını
iddia edenlerden tutun, Cennet’in ve Cehennem’in anahtarlarını
ellerinde bulundurmaya kadar. Çok ağır şeyler bunlar.
Niye insanlar Cenab-ı Hakkın kendilerini yarattığı ahsen-i
takvim çizgisinde, ayakları yerde, mütevaziyane kulluğa
razı olmaz da böyle yüksek payelere gözlerini dikerler
acaba? Ne kazanırlar veya ne kazanacaklarını düşünürler?

Evet, sadakat önemlidir. İnsanın davasına,
dava arkadaşlarına, örnek aldığı insanlara sadık olması
gerçekten önemlidir. Ama sadakat körü körüne bağlılık
demek değildir. Şeyhini meleklerden üstün gösterme hiç
değildir. Sadakatin bir çok yönü var. Mesela, birisi
şahsi günah işlemişse, günahı kendisine fakat ben yeri
geldiğinde usulünce ikaz ederim onu. Doğru yoldan saptığı/sapacağı
yerde -hafizanallah- elinden tutarım onun. İşte sadakattır
bu. Yanlış konuştuğu yerde usulünce tashih ederim. Sadakattır
bu. Onu hiç bir şeye feda etmeme, gücüm yeterse mahşerde
de onun yanında olma, sadakattır bu. Unutmayın, Efendimiz’i
(sallallâhu aleyhi ve sellem) alâ-yı illiyyîn-i insaniyete
çıkaran sadakattır.

Aslında Ehl-i Sünnet uleması çok erken
dönemlerde ciddi ölçüler ortaya koymuşlar. Sağlam
bir Kur’an anlayışı ortaya koymak için herkes adeta
insanüstü gayret göstermiş. Allah özel istihdam buyurmuş
onları. Ama bazıları onların büyüklüklerini anlamıyorlar
günümüzde. Bulundukları yer oldukça aşağıda olduğu için,
tiz perdeden konuşmak suretiyle seslerini duyuracaklarını
zannediyorlar. Halbuki onların böyle bir dertleri yoktu.
Durduğu yerde konuşunca herkes duyuyordu onları. Bakın
aradan 14 asır geçmiş, sesleri hala kulaklarımızda çınlıyor.

“Ey İnsan! Kendini Oku!”

“Ey İnsan, Kendini oku!” enfüsî tefekküre
çağrıdır. İslam alimleri enfüsü iki ayrı çizgide ele
alıyor. Birincisi: insanın ruhu, nefsi, vicdanı, kendi
iç derinlikleri, hissi, şuuru, iradesi, latife-i Rabbaniyesi,
bir başka tabirle “Ben” yani egosunun etrafında şekillenen
nefis; ikincisi de anatomik ve fizyolojik yönüyle nefis.
Alexis Carrel’in “İnsan Bu Meçhul” kitabında meseleye
yaklaştığı gibi meseleye yaklaşacak olursak bunların
ikisine de enfüs denir.

Enfüs denince bazıları sadece insanın
anatomik ve fizyolojik yönünü anlarlar. Oysa ki insan
sadece ondan ibaret değildir. Tabir caizse o bir heykel-i
hayvanidir. Esas onu değerler üstü değerlere yücelten
ve asıl mahiyet-i insaniye diyebileceğimiz şey, nefha-i
İlahi olan ruhudur. Evet, insan ancak ruhu ile insandır.
Nitekim üç-dört tane materyalist filozof istisna edilecek
olursa, genelde filozoflar meseleye böyle bakmışlardır.

Kaldı ki bence felsefeye de çok fazla
takılmamalı. Feylesoflar metafizik alemle alakalı ancak
Allah ve Peygamberleri tarafından bildirilebilecek hususlarda
fikir beyan ettiklerinden dolayı yanılgıya düşmüşlerdir.
Halbuki aklın yürüyeceği bir yol değil o. Mesela, Yaratıcı’yı
bildiniz diyelim, nereden ve nasıl bileceksiniz, O’nun
Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrade, Kudret, Kelam, Tekvin,
Vücud, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün li’l-havadis
gibi sıfatlarını? Nereden ve nasıl bilecekler -İbrahim
Hakkı’nın sözleri ile ifade edelim- O’nun “Ne cism u
ne ârazdır, ne cevher ne mütehayyiz / Yemez, içmez,
zaman geçmez, beridir cümleden Allah.” ya da “Tebeddülden,
tagayyürden, elvân u eşkâlden muhakkak O müberrâ” olduğunu.

Öte yandan ta kadimden bu yana veya
sistematik felsefeyi ilk defa kendisi ile tanıdığımız
Tales’den bu yana bazı feylosoflar maddeye esas teşkil
edecek bir şeyden bahsetmişler. Mesela, Tales “su” demiş.
Acaba o su derken ne kastediyordu? Ona göre ruhun esası
acaba “su”muydu? “Allah’ın arşı “amâ” üzerindeydi.”
hadisindeki amâ ile Tales’in su dediği şey aynı şey
olamaz mı? Anaxogoras ise “akıl” diyor doğrudan doğruya.
Hem de müslümanca düşünceye çok yakın bir akıl anlayışı
var onun. Diyor ki; “Kainatta esas hâkim, yönlendiren,
tevcih eden, şekillendiren bir akıl var. Fakat kainatın
içinde değil o, kainattan başka, kainatın cinsinden
de değil.” Siz şimdi Anaxogoras’ın izahını yaptığı bu
akıl yerine Zât-ı Uluhiyet’i, Kudret-i Nâmütenâhî’yi
koyun ve insan planında da O’nun bir tecellisi, nefha-i
Sübhanîsi olan ruhu koyun, çok fazla galat sayılmaz.
Bana göre bu kadarcık galattan dolayı da aklı mazur
görmek lazım. Çünki bu alan, aklın sahası değil, onu
aşkın bir alan.

Şimdi konumuza tekrar dönecek olursak,
“Ey İnsan! Kendini oku!” sözünde Üstad’ın nazarları
yönlendirdiği nefis, birinci kategoride yer alan nefistir.
Yani insan dediğimiz zaman maddi-manevi bütün sistemlerini
müşterek mütalaa ettiğimiz, Rabbimizle münasebetini
içine alan çerçevedeki nefis. İşte bunun okunması çok
önemli.

Neden “Kendini oku” diyor Üstad? Sokrates’in
okulunun girişinde “Kendini bil” yazısının bulunduğu
bir levhanın asılı olduğunu söylerler. Hadis diye rivayet
edilen “Men arefe nefsehü, fekad arefe Rabbehü – Nefsini
bilen Rabbini bilir.” sözü de aynı mülahaza etrafında
söylenen sözlerden. Neden? Çünki âfâkın doğru okunması,
enfüsün doğru okunmasına bağlıdır. Enfüs bu mevzuda
çok önemli bir kitaptır, bir fihristtir adeta o. İnsan
bu fihriste bakarak kainatı okuyabilir. Yoksa, kainatın
en uzak çöllerine ışık hızıyla açılma imkanı bile olsa
onu okuyamaz. Dolayısıyla kainatta bütüncül nazara ulaşamaz,
her şeyi göremez.

Evet, insan bir numunedir, misal-i
musağğardır. Bir yönüyle kainattan daha ulvidir, bütün
hakikatlari hâvidir. Hazreti Ali’ye isnad edilir: “Ve
tez’umu enneke cirmun sağîrun / Ve fîke’ntave’l-âlemu’l-ekber”.
“Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / Muhakkar
bir vücudum! dersin ey insan fakat bilsen / Senin mahiyyetin
hatta meleklerden ulvîdir / Avâlim sende pinhandır,
cihanlar sende matvîdir.” sözleriyle Mehmet Akif bunu
terceme eder. Evet, kainat hakkında külli ve isabetli
hükümlere varabilmek nefsi iyi okumaya bağlıdır.

Bazıları meseleyi terakki usulü ile
ele almaz, tedelli yolunu tercih eder. Yani önce makro,
sonra normo, ardından mikro alem der, der ve âfâkta
boğulur gider. Ulaşması gereken enfüse bir türlü ulaşamaz.
Aksi olursa, Üstad’ın yaklaşımıyla enfüste derinliklere
ulaşırsa, kainata yapacağı geziden değişik polenlerle,
kovanlarla, peteklerle döner ve balını yapmaya başlar.
Ama temelde okunması gerekli olan fihristi okumadan
kitabın tafsilatına girerse dağılabilir.

Öte taraftan eğer insan okunacak şeye
okuması gerekli olan yerden başlamaz ve okumada takip
edilmesi gerekli olan üsluba riayet etmezse bir yere
varamaz. İnsan kainat genişliğindeki meselelere -ki
Celâlî tecellinin veya Üstadın yaklaşımıyla Vâhidî tecellinin
ifadesidir- dalarsa efkarının dağılmaması ve kendini
iyi okuyabilmesi zordur. Eğer insan eğri okuyacaksa
hiç okumaması daha iyidir.

1980 öncesinde vazifem gereği İzmir
bölgesinde gezici vaiz olarak dolaşırken Turgutlu’da
bir doktor, bir Batılı’nın sözünü aktarmıştı; “Duran
saat yanlış işleyen saatten daha iyidir, çünkü günde
iki defa doğruyu gösterir.” İşte aynen bunun gibi, insan
yanlış okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir. Zira yanlış
okuyan insan yanlış yorumlar. Yanlış okumuş, yanlış
yorumlamış, yanlış kanaatlar edinmiş insana istikamet
kazandırmak çok zordur. Nitekim bu bizim Türkiye’de
canımıza okudu. Siz hiç köy halkından devlete baş kaldıran,
anarşiye karışan insanlar gördünüz mü? Maalesef, neler
olduysa yanlış okumadan oldu. Bu, cehalete değil, doğru
okumaya teşviktir.

Zat-ı Zülcelal ve Zülkemal

Cenab-ı Hakkın Zat-ı Uluhiyetinde
hem celâliyet, hem cemâliyet vardır.Onun için O’na Zat-ı
Zülcelâl de, Zât-ı Zülcemâl de diyebilirsiniz. Lafz-ı
Celâle her ikisini de muhtevidir. Bediüzzaman Hazretlerinin
yaklaşımına göre Rahman ismi Cenab-ı Hakk’ın Celâlî
yanına bakar ve vahidî tecelli söz konusudur. Ama ehl-i
tahkik Celâl’in arkasında ehadî, Cemâl’in arkasında
da Vâhidî tecelliyi görürler. Bu farklılığı bilmemizde
yarar var. Çünkü Üstad’ın herhangi bir mevzuda bir fikir
beyan etmeye hakkı varsa, Muhyiddin İbn Arabi’nin, İmam-ı
Rabbani’nin fikirlerini yemeye hakkımız yok. Bediüzzaman
haricinde genelde mutasavvifûn ehadî tecellîyi öne almışlardır.