İlahi Vahye Sahip Çıkma

Soru: “Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve Nebi’nin Sünneti.” hadisini, İslâm’ı yaşamak, tebliğ etmek ve bir medeniyete dönüştürmek açısından tahlil eder misiniz?

Cevap: Bahsi geçen hadis-i şerif, en sahih hadis kaynaklarında birbirine yakın lafızlarla rivayet edilir. Bazı rivayetlerde “Sünnet” yerine “Ehl-i Beyt” kaydı yer alır. Ondan murad da yine Sünnet-i Seniyyedir. Zira Ehl-i Beyt, cibillî bir alaka ile sünnet-i seniyyenin temsilcileridirler. Onlar Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine sadece bir vazife şuuruyla sahip çıkmaz, aynı zamanda ona dedelerinin bir hatırası gözüyle bakarlar. Tabiatlarının gücünü de arkalarına alarak onu destekler ve müdafaa ederler. Belki hepsi için bunu diyemeyiz. Ama cibillî yakınlıklarını Allah Resûlü’ne ait hususiyetlerle koruyanlar ve onun atmosferi içinde bulunanlar böyledir.

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu beyanından da anlaşılacağı üzere Kitap ve Sünnet, insanların ferdî, ailevî ve içtimai hayatlarını tanzim etmede birinci ve temel kaynaklardır. Usul-u fıkıhta icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha da eklenerek edille-i şer’iyye-i asliyye (dinî hükümlerin dayandığı temel kaynaklar) dörde çıkarılır. Hatta bunlara maslahat, istihsan, ıstıshab, örf, bizden önceki ümmetlerin şeriatı, sahabe kavli gibi daha başka deliller de eklenir ve bunlara da edille-i şer’iyye-i fer’iyye (dinî hükümlerin dayandığı ikincil kaynaklar) denir. Bunların tamamı meşruiyetini Kur’ân ve Sünnet’ten alır, en başta da Kur’ân’dan. Zira vahy-i metluv, Kur’ân’dır. Vahy-i gayr-i metluv olan Sünnet ise Kur’ân’ın izah ve yorumunu yapar, âyetlerin nasıl anlaşılacağını bize öğretir, yani o da Kur’ân’a hizmet eder. Dolayısıyla bütün delilleri bir yönüyle Kur’ân’a irca etmek mümkündür.

Bu açıdan dinini öğrenmek isteyen bir mü’minin öncelikle yoğunlaşması gereken kaynak, Kur’ân-ı Kerim olmalıdır. Kur’ân âyetlerini anlamada birinci kaynak, yine Kur’ân’ın kendisidir. Zira onun bir kısmı diğer kısmını tefsir eder. Kur’ân’ı bize tefsir ve tevil eden, beyan ve şerh eden ikinci kaynak ise Sünnnet-i Seniyye’dir. Bunların yanı sıra saff-ı evveli teşkil eden sahabe-i kiram efendilerimizin ve onlardan sonra gelen selef ulemasının Kur’ân-ı Kerim’den anladıkları manalar da bizim için fevkalâde önemlidir, yol göstericidir. Allah onlardan ebeden razı olsun ki Kur’ân’ın hem lafzını bin bir ihtimamla muhafaza etmiş ve bir harfini bile değiştirmeden olduğu gibi bize intikal ettirmişler hem de onun müphem, müşkil ve mücmel lafızlarının (manası zor anlaşılan kapalı ifadelerin) nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bize rehberlik yapmışlar.

Başta sahabe-i kiram efendilerimiz, sonrasında da tâbiîn ve tebe-i tabiîn uleması dinin muhafazasına fevkalâde önem vermişlerdir. Bunu şuradan anlayabiliriz. Mesela bize mucizeler çok önemli gelir. Fakat çoğu mucize bir veya birkaç sahabe tarafından haber-i vahid olarak rivayet edilir. Bu tür rivayetler en fazla meşhur hadis derecesine çıkar. Sahabe efendilerimiz, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) elinden sâdır olan bu tür harikulâdelikleri hıfzetme, öğrenme, rivayet etme işine çok fazla önem vermemişlerdir. Fakat onlar, dinin en küçük meselesini öğrenme adına can atmışlar, olağanüstü bir gayret göstermişlerdir. Tek bir hadis-i şerifi öğrenebilme adına her tür meşakkate katlanarak günlerce süren yolculuklar yapmışlardır. Neden? Çünkü onlar açısından asıl önemli olan konu, arz ve semanın Rabbinin bizden ne istediğini, O’na nasıl kulluk yapılacağını öğrenmektir. Bu sebeple onlar, dinin temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’e dair her şeyi en ince teferruatına kadar muhafaza etmiş ve bizlere doğru bir şekilde intikal ettirmişlerdir.

Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı bir yönüyle Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) beyan ve uygulamalarıyla, sahabe-i kiramın bu konudaki gayret ve çabalarıyla açmış, şerh etmiş, bilinir ve anlaşılır bir kitap hâline getirmiştir. Şayet Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı onu açıklayıp tatbik eden bir elçi vasıtasıyla değil de doğrudan herkese indirse ve “Bunu okuyun, anlayın ve gereğine göre amel edin.” buyursaydı, onu şu andaki enginliğiyle, evrensel hüviyetiyle, mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle anlayamazdık; idrakimiz buna yetmezdi. Bu itibarladır ki öncelikli olarak bizim Kur’ân’ı, Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun bir şekilde doğru anlama niyet, hedef ve gayretimiz olmalı. Bunun yolunun da yine Kur’ân’dan, Sünnetten ve selef-i salihinin anlayışından geçtiğini bilmeliyiz.

Kur’ân’ın bizim için ne ifade ettiği çok önemlidir. Kur’ân câmi bir kitaptır. Sadece bizim ibadet hayatımızı düzenlemekle, Allah’a nasıl kulluk yapacağımızı göstermekle kalmaz. Aynı zamanda ailevî, içtimaî, iktisadî, hukukî ve idarî hayatımızı da düzenler. En küçük daireden en geniş daireye kadar hayatın her alanını kuşatan hükümler ortaya koyar. Evlenme ve boşanmaya dair hükümler vazettiği gibi, devletler arası münasebetlere, harp ve sulh kurallarına dair de düzenlemeler yapar.

Ayrıca Kur’ân’da yer alan ahkâm-ı ilâhiye bizlere her alanda insanca yaşamanın yollarını gösterir. Kur’ân, insanı terbiye eder, onu insanî kemâlâta sevk eder. Güzel ahlâkın usûl ve kaidelerini vazeder. Dahası o, -Üstad Hazretlerinin de işaret ettiği üzere- yüzümüzü varlık dünyasına çevirir ve bize kâinat kitabını tefsir eder. Kur’ân’a bu genişlik içinde bakmak ve onun alanını daraltmamak gerekir. Onun nuranî sahasının dışına çıkanlar kendi alanlarını daraltmış ve kendilerini onun nurundan mahrum etmiş olurlar.

Tıpkı Kur’ân gibi sünnet-i seniyye de hayatın her alanında bizlere yol gösterir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca ferdî hayatımızdan içtimai hayatımıza, en küçük adab-ı muaşeret kuralından devletler hukukuna kadar çok geniş bir dairede bizlere rehberlik etmiştir. En basitinden, eğer sizin sokaklarınız, caddeleriniz, şehirleriniz temiz değilse dinin temizliğe dair hükümlerini ihmal ediyorsunuz, Allah Resûlü’nün, “Temizlik imanın yarısıdır.”  (Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 86) hadisini hayatınıza uygulamıyorsunuz demektir. Temizlik kurallarına dikkat etmeyen, mikroplara yenik düşen ve pislik içinde yaşayan insanlar, dinlerinin bir yanını ihmal ediyorlar demektir. Aynı şekilde tıp ilmiyle meşgul olmak dinin dışında görülemez. Nitekim Kur’an ve Sünnet’in mesajını çok iyi anlayan âlimlerden biri olan İmam Gazzali Hazretleri daha beşinci asırda, tıp ilmiyle meşgul olmanın ve tababete ait meseleleri öğrenmenin farz-ı kifaye olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla eğer bir zümre bu alanda ihtisas yapmıyor, bu işi başkalarına bırakıyorsa bütün Müslümanlar günahkâr olur. Şayet bazı kimseler sadece ilimlerle meşgul oluyor ama imanı, ibadet ü taati ihmal ediyorsa onlar da Allah’a karşı vazife ve sorumluluklarını yerine getirmiyorlar demektir.

Batı’da çok erken dönemlerden itibaren kartezyen düşüncenin de etkisiyle din ile ilim ayrımına gidilmiş, bunlara mahsus olmak üzere alanlar tahsis edilmiş ve alan ihlâli yapmamaları için din adamlarına baskı uygulanmıştır. Bir kısım Batılı felsefe ve ideolojilerin etkisinde kalan bazı akl-ı evveller, aynı şeyleri Müslümanlık için de düşünmüş ve uygulamaya çalışmışlardır. Kur’ân’ın alanını daraltmak, onu hayatın dışına çıkarmak, dini sadece vicdanlara ve mabetlere hapsetmek istemişlerdir. Bunun için bizim içimizden de Martin Luther’ler, Kalvin’ler çıkması ve bunlar vasıtasıyla dinde reform yapılması gerektiğini dile getirmişlerdir. Oysaki Din-i Mübin-i İslâm “ekmeltü (Dininizi kemale erdirdim)” ve “etmemtü (Nimetimi tamamladım)” mühürleriyle mühürlenmiş ve bu mühürlenmeler de rıza-ı ilâhîye bağlanmıştır. Yani Allah Teâlâ, dini tamamladığını bildirmiş ve rızasını da insanlığa gönderdiği ilahî vahyin bütünüyle yaşanmasına bağlamıştır. (Mâide sûresi, 5/3) Kur’ân’ın bir deliği, yırtığı, çatlağı, eksiği, gediği yoktur ki tamire, tashihe, restorasyona ihtiyaç duysun. Dine kartezyence bir mantıkla yaklaşmak, ona belli alanlar tahsis ederek onu hayatın dışına çıkarmak, dini temelden sarsma ve tahrif etme demektir ki böyle bir tahrip ehl-i kitabın kütüb-ü sâlifeyi (Kur’ân’dan önceki kitaplar) tahrif etmeleri kadar büyük bir cürümdür. Kur’ân’ın bıraktığı boşlukların zamanın şartlarına göre yine ilâhî vahyin ışığında yapılacak semavî içtihatlarla doldurulması ise ayrı bir konudur.

Cenab-ı Hakk’ın muradını, bizden ne yapmamızı istediğini öğrenebileceğimiz, ilâhî maksatlara muttali olabileceğimiz en muteber kaynak, O’nun insanlığa gönderdiği ilâhî vahiydir. Kur’ân’a bu gözle bakmalı, safi bir kalble ona yaklaşmalı, onu kendi bütünlüğü içinde anlamaya çalışmalıyız. Maalesef modern dünyanın ideoloji ve felsefeleri zihinleri bulandırabiliyor, Kur’ân’ı doğru anlamanın önünde engel olabiliyor. Başta Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), sonrasında da sahabe-i kiramın, büyük medeniyet merkezlerinin uzağında neş’et etmelerinin ve bir yönüyle “ümmî” olmalarının arkasında yatan en önemli hikmetlerden biri, Kur’ân’ı tertemiz bir zihinle doğru bir şekilde anlayabilmeleriydi. Cenab-ı Hak onları çeşitli medeniyet merkezlerinden uzak bir muhitte neş’et ettirerek, zihinlerinin başka kültürlerin, başka bilgilerin artıklarından etkilenmesine ve bunlarla kirlenmesine müsaade etmemişti. Dolayısıyla onlar, mantık ve muhakemelerde hiç açık bırakmayan Kur’ân’ın büyüleyici beyanı karşısında teslim-i silah etmiş, bütün himmetlerini Kur’ân’ı anlamaya vakfetmiş ve onun aydınlık iklimine açılmışlardı.

Daha sonraki dönemlerde İslâm’la şereflenen milletler, Kur’ân ve Sünnet’i bir bütün olarak kabullendikleri ve hayata taşıdıkları için temeddün etmiş (ilerlemiş, medenileşmiş), ihtişamlı medeniyetler kurmuşlardır. Biz günümüzde medeniyet dediğimizde daha çok şehirli olma, şehir hayatı yaşama, yaşam tarzı olarak modern dünyaya uyum sağlama gibi şeyleri anlıyoruz. Ne var ki esasında medeniyeti, insanın ahlâkında, faziletinde, erdeminde aramak gerekir. Bu yönüyle çölde, kırsalda yaşayan nice insanlar vardır ki tavırları, davranışları, incelikleri, nezaketleri, insana saygıları itibarıyla şehirlerde yaşayanlardan çok daha fazla medenidirler. Nitekim günümüzde en lüks mahallelere, en medeni gibi görünen semtlere bakıyorsunuz, kabalık ve hoyratlığın bini bir para. Şimdi bunlar sahralarda, çadırlarda yaşayan bedevilerden daha bedevi değiller midir? Ahlâkî olgunluğa ermiş, yardımlaşma ve dayanışma düsturunu işleten, fakr u zaruretin önünü alan, adaleti ikame eden, müstakim bir hayat süren insanlar çadırlarda da yaşasalar medeni sayılırlar. İşte Kur’ân’ın insanlığa getirip sunduğu değerler de bunlardır.

Din hayatın her alanında bir şeyler ifade etmek için gelmiş bir sistemler mecmuasıdır. Bizler de hayatın her alanında yer almalı ve eldeki bütün imkânları kullanarak kendi düşünce dünyamıza çağrıda bulunmalıyız. Kur’ân ve Sünnet’e ait değerleri benimseyen, hayatına yansıtan, inançlı, ümitli, faziletli, erdemli insanların, sahip oldukları duygu ve düşünceleri her yerde gürül gürül anlatmaları, başkalarını da kendi ufuklarıyla tanıştırmaları yine Kur’ân’ın emridir. Dolayısıyla bütün iletişim vasıtalarını en verimli şekilde kullanarak ve çağın şartlarını göz önünde bulundurarak sahip olduğumuz değerleri, güzellikleri herkese ulaştırmaya çalışmalıyız. Şayet bizler sadece imamlık, müezzinlik, hatiplik, müftülük gibi sınırlı bazı alanlarla meşgul olur ve başka mesleklere karşı alakasız kalırsak değerlerimiz adına hayat-ı ictimaiyenin birçok yanını ihmal etmiş oluruz. Din adına yapılan bu büyük ihmalin vebali de ağır olur, Allah onun hesabını bizden sorar.

Not: Bu yazı 5 Kasım 2007 tarihli sohbetten hazırlanmıştır.