Soru: Ramazan-ı Şerif, ülkemizin, içine çekilmek istendiği anarşi ve terör ortamından kurtulabilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilebilir mi?
Cevap: Ramazan-ı Şerif’in mutlaka bir bağlayıcılığı vardır. Bildiğiniz gibi, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” buyurmuştur. Evet, bu mübarek ayda, “merede-i şeytan” zincire vurulur. “Merede”, inatçılar, direnenler demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri kastedilmektedir.
Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat, bu Kur’an ayında mü’minlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeytanın elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.
Ramazan’ın Gücü ve Bereketi
Evet, Ramazan’da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında “Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim.” buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve hak indindeki değerini kavramak; ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükafatını vermeye Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfatın en önemli vesilesine de “Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor” sözüyle işaret etmiştir.
Ayrıca, bu kutlu zaman diliminde mü’minler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. “O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.” (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan’ı tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur’an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenât hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, “Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz’e gelip Kur’an’ı arz ederdi. O günlerde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert olurdu.” Mü’minler de o günlerde daha bir cömertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Hatta, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikafa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.
İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, “Zâtına kasem olsun, hepsini şirâzeden çıkaracağım!” demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan’ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytan durumunda olan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır–gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları. Ne var ki, görüldüğü gibi insanlar büyük ölçüde ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete açık yaşıyorlar. Allah’ın izni ve inayetiyle, Ramazan’ı sükunet içinde geçiriyor ve günahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeytan diyebileceğimiz o azgınlar gerçekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye çalışsalar da, Cenâb-ı Hak, azgın şeytanların önünü tıkıyor ve onlara geçiş izni vermiyor.
Öyleyse, Ramazan’ın insanlar üzerinde çok ciddi tesirleri olduğu gibi, anarşi havasını dağıtma ve huzur atmosferini hakim kılma hususunda da çok önemli katkıları olacağı söylenebilir. Çünkü, terörü çıkaranlar ya da en azından figüre edilen, kullanılan insanlar arasında da Allah’a inananlar vardır; onların bazıları da ehl-i imandır. Herhalde böyleleri, hiç olmazsa oruç tutuyorken o türlü olumsuz işlere girmeyi düşünmezler. Ramazan’ın kuşatıcı ve bağlayıcı gücü onların şer düşüncelerinin önünü de keser. Ayrıca, belki onlardan da “Hiç olmazsa Ramazan’da gideyim” diyerek camiye giden, namaz kılan, sohbet dinleyenler bulunabilir. Bütün bunlar şer duygularını bastırabilir, kötülük hislerini ezebilir.
Fakat, bazı hadiseler de vardır ki, bunlar çok güçlü kaynaklar tarafından çıkarılıp yönlendiriliyordur. Bazılarının “derin devlet” sözüyle ifade ettiği, kimilerinin “yeraltı güçleri” dediği, bir kısım insanların da “başkalarının emeline hizmet eden kuvvetler” diye tarif ettiği kesimler tarafından tutuşturulan fitne ateşlerini söndürmek çok kolay değildir. Bu hâdiseler onlar tarafından çıkarılmış ve bunlarla bir yere varılmak istenmişse; mesela, bunlar anti-demokratik bir kısım oluşumlar meydana getirmek için planlanmışsa ve provakasyonların bir arka planı varsa, zannediyorum bu insanlar, Ramazan’da da olsa hep şeytanın güdümünde kalacak ve kat’iyen onun tesirinden kurtulamayacaklardır.
Dolayısıyla, anarşinin, demokrasiye darbe vurmak isteyenlerin elinde bir silah olduğu; her kargaşayla milletin parlak geleceğinin biraz daha karartılmak istendiği; terör adına yapılan her şeyin başkalarının ekmeğine yağ süreceği ve dış dünyanın, bu durumu değişik şekillerde değerlendirmek için fırsat kolladığı akıldan hiç çıkarılmamalı; bugüne kadar kazanılmış olan şeylerin bir bir elden çıkmasına ve geride acı bir inkisar bırakmasına meydan verilmemelidir.
Bu açıdan, herhalde bu mevzuda biraz daha kararlı durmak lazımdır. Özellikle, medyanın ve diyanet mensuplarının kararlı durmaları; topyekün insanlara îmânî duyguları açısından seslenmeleri icab etmektedir. Türkiye’nin doğusundan batısına kadar her yerde, hususiyle de anarşiye açık duran bölgelerde bu mevzuda ciddi tahşîdat yapılmalı ve camiden okula kadar her mekanda bu hususa dikkat çekilmelidir. Özellikle, Diyanet İşleri Başkanlığı mensupları, Milli Eğitim Bakanlığı çalışanları ve üniversite hocaları gibi, düşünen, yazan ve konuşan insanlar her platformu değerlendirerek insanların vicdânî enginliklerine seslenmeli ve şer meyillerinin önünü almaya çalışmalıdırlar. Kısacası, bu mesele bir devlet politikası olarak ele alınmalı ve ne yapılıp edilmeli, şeytanların bile belli ölçüde zincire vurulduğu günlerde dahi şeytanlık peşinde olanlara asla fırsat verilmemelidir.
Soru: Şahsî hayatımızda eksik bıraktığımız ya da ihmal ettiğimiz şeyleri tamamlama ve önemli bir ahiret yatırımı yapma açısından önümüzdeki Ramazan’ı nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Biz ibadet ü tâati, hem Yüce Yaratıcı’nın hakkı hem de bize ait bir vazife kabul ediyoruz. Ayrıca, onu Allah’a yaklaşmanın bir yolu sayıyor ve Allah’a daha yakın durmaya vesile addediyoruz. Bu zaviyeden, Ramazan-ı şerifte yaptığımız ibadetlerin de katlanarak geriye döneceğine inanıyoruz.
Bakara sure-i celilesinde de ifade edildiği gibi, bazen ibadetler, toprağa atılan bir tohum misali yedi verir, bazen yetmiş verir, bazen de yediyüz verir. İşte, kılınan her namaza, okunan her Kur’an harfine ya da verilen her sadakaya bire on, bazen bire yüz, belki bire bin mükâfatla mukabele edildiği ve Cenâb-ı Allah’ın ziyade lütuflar yağdırdığı bir sürprizler ayıdır Ramazan.
Sürprizler Ayı
Evet, bu ay, çok sürprizlerin olduğu bir aydır; fakat, bu sürprizlerin çoğu burada müşahede edilemeyebilir. Onlar, belki burada sadece kalbde bir inşirah bırakır geçer; gönlü ümitle coşturur, ileriye ümitle bakma duygusunu harekete geçirir; insanın içine bir sevinç atar, gider. Ne var ki, sürprizin esas kendi olarak sunulması öbür âlemde olacaktır. Zaten, Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste, “Salih kullarıma öbür âlemde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” buyurmaktadır. Bu konuda insan idraki ancak fiziki âleme göre bir kısım değerlendirmeler yapabilir. Onun değerlendirmeleri bu âlemin kıstaslarına göredir. Fakat, aşkın şeyleri insan burada tam tasavvur edemez. Yani, kudretin hâkim olduğu, insanın aklına gelen şeylerin hemen oluverip insana sunulduğu ve semavî sofralar halinde arz edildiği bir dünyayı insan tasavvur edemez. Biz ancak fizik âlemini düşünebiliriz. Diğer âlem ise, maddesi farklı, metaı farklı, konumu farklı ve her şeyiyle bu dünyadan çok farklı bir âlemdir. Bu açıdan da onunla alâkalı şeylerin çoğunu ihata edemeyiz ve kavrayamayız. Aslında, o âlemin bir saatlik hayatı, bu dünyanın mesut ve mutlu geçen binlerce senelik hayatına mukabil gelecek derinliktedir. Cenâb-ı Hakk orada cemâlini gösterecektir. Yerde ve gökteki bütün güzellikler, güzelliğinin çok perdelerden geçmiş bir gölgesi, hatta gölgesinin de gölgesi sayılan Zât-ı Ecell ü A’lâ, kendi cemâlini müşahede nimeti bahşedecektir.. sonra da hoşnutluğunu ifade sadedinde, “Ben sizden razıyım” diyecektir. Öbür âlem hususiyetlerine göre böyle Rabbanî bir teveccüh de değişik dalga boyunda bir meltem esintisi gibi mü’min kulları saracak ve salihlere en mutlu anları yaşatacaktır. Evet, bunlar öyle sürprizlerdir ki, insan onları kat’iyen tasavvur edemez. Belki konunun sadece başlıklarıyla alâkalı şifre gibi bazı şeyler anlayabilir. O bile aslında insanın içine inşirahlar salmaktadır. İşte, Ramazan-ı şerif, ibadet ü tâatın böyle katlandığı, ahiret hayatı adına birlerin bin olduğu, sürprizlerle dolu bir aydır.
Diğer taraftan, bu mübarek ayda Allah’a kalkan eller de boş dönmez. Bu açıdan da eğer bu ayı kıymetlendirme ve değerlendirmeyi düşünüyorsak, Cenab-ı Hakk’a gönülden yönelerek, sık sık ellerimizi kaldırmalıyız. Hem kendimiz, hem ülkemiz, hem milletimiz, hem de topyekün insanlık için O’ndan ekstra lütuflar dilemeliyiz. Zaten insan, şayet Ramazan-ı şerifin hakkını veriyor; namaz kılıyor, teravihe gidiyor ve oruç tutuyorsa, o ibadetlerin çağrıştırmasıyla sürekli duayı da telaffuz edecektir. İftar ederken el kaldıracak, imsak ederken duaya duracak, camiden içeri adımını atarken yine dua edecek, namaz kılarken mülahazalarıyla bir kere daha niyazda bulunacak ve hep dua dua yalvaracaktır.
Vicdan Genişliğinin Duaya Yansıması
Hakk’a el kaldırma çok önemli olduğu gibi, el kaldırırken himmet darlığı içinde olmama da pek mühimdir. Allah Teâlâ’nın lütfu çok geniştir; dolayısıyla insan, isteklerini şahsıyla sınırlandırmamalı, sadece ferdî taleplerini sayıp dökerek dualarını daraltmamalıdır. Evet, insan duada bile bencil olmamalı; diğergam davranmalı ve diğerkâm olmalıdır. Başkalarının çıkarlarını, menfaatlerini düşünmeli ve onların kederleriyle de inlemelidir. Bugün hem Efendimiz’e inanan insanların oluşturduğu dünyada hem de Türkiye’mizde bir ölçüde iyi bir noktaya gelinmiş ve güzel şeyler yapılmıştır. Fakat bunu hazmedemeyen insanların bulunduğu da bir gerçektir. Maalesef, içte ve dışta çekemeyen bir hayli kimse vardır. Bunların bir kısmının da tahribat yapmaları ihtimal dahilindedir. İşte, buna meydan vermemek için çok dua etmek ve yalvarmak da Ramazan ayının değerlendirilmesi hesabına göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.
Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Üd’ûnî estecib leküm-Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Bu, ne bizim ne de başkalarının mesajı; doğrudan doğruya O’nun kendi beyânı.. “Dua edin icabet edeyim.” diyen –hâşâ– bir âciz değil, her şeye gücü yeten, Kâinatın Sultanı.. “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) mealindeki ayet de ayrı bir dua çağrısı. Böyle olunca, Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine ve davetine binaen biz de ellerimizi açıp sürekli O’na dua etmeliyiz. Dua ederken de, himmetimizi âlî tutarak, yakın çevremizden başlayarak inananları ve bütün insanlığı kucaklamalıyız.
Kur’an-ı Kerim, Hazreti İbrahim’i anlatırken, “İnne İbrahime kâne ümmeten – Muhakkak ki İbrahim bir ümmet idi.” (Nahl, 16/120) buyurmaktadır. Zira, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir ümmettir.” Bir insanın tek başına bir millet olması, bir milletin himmeti genişliğinde himmet taşıması manasına gelir. “Vicdan genişliği” sözcüğüyle de dile getirdiğimiz bu engin himmet, bütün insanlığı kucaklama, geniş bir vicdanla bütün insanlık için Allah’a yönelme ve bütün insanlığın hidayetini, mutluluğunu isteme âlicenaplığıdır. Bu vicdan genişliğinin temsilcisi olan bir insan, bir fert iken adeta bir millet haline gelir; bilhassa Allah nazarında bir millet kıymetine ulaşır.
İşte, duada da böyle bir genişlik söz konusu ise, insan onu daraltmamalı ve dualarını sadece şahsî talepleriyle sınırlandırmamalıdır. Her fert Allah’ın rahmetinin enginliğini düşünerek Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli; şahsî kurtuluşunu ve kendine değişik lütuflarda bulunmasını O’ndan istediği gibi bütün insanlara da aynı lütuflarda bulunmasını dilemelidir. Böyle biri, bir Bediüzzaman, bir Mevlana enginliğiyle, bir ayağını kendi akidesi ve kendi düşünce dünyası adına merkeze koyarken, öbür ayağıyla 72 millet içinde dolaşmalı ve herkesi kucaklamaya hazır bulunmalıdır. Bunu ister vicdan genişliği ister himmeti âlî tutma olarak dile getirin, bu duygu bencillikten uzak bulunmanın ifadesidir. Bencillere Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü söz konusu değildir; Allah bakmaz onların yüzüne.. egoistlerin Allah’ın lütuf ve rahmetinden istifadesi mümkün olmaz. Öyle ise, hiç olmazsa Ramazan’da başlamak suretiyle benlikten sıyrılarak biraz başkalarını da düşünmeli, artık başkaları için yaşamalıyız. Belki daha hoş bir ifadeyle, yaşamadan daha çok hayatımızı yaşatma duygusuna bağlı götürmeye çalışmalıyız. Hiçbir şeyi kendi darlığımıza mahkum etmemeli; Allah’ın istediği ve hoşuna gittiği ölçüde, her meseleyi genişçe ele almalı ve himmetimizi âlî tutmalıyız.
İbadet ü taat ve duada bencillikten uzak kalma, himmeti âlî tutma ve bütün akrabayı, dostları, arkadaşları düşünerek, herkesin hayrını isteme.. hatta çerçeveyi daha da genişleterek, yeryüzünde ne kadar insan varsa, hepsinin kalbini imana, İslam’a, ihsana ve Kur’an’a yönlendirmesi için Allah’a yalvarıp yakarma.. bunlar bize bir şey kaybettirmez. Belki de Allah öyle olmasını istiyor ve duaları o mevzuda vesile kılıyordur. Zaten, Efendimiz de öyle istiyor ve diyor ki, “Benim nâmım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak..” Bu sözü, “ulaşmalı” ya da “ulaştırın” şeklinde de anlayabilirsiniz. Çünkü onun insanlığa kazandıracağı çok şey var. Madem istenen şey bu genişliktir, biz de o genişliğe hep açık durmalı ve oturup kalkıp meselelerimizi sürekli o genişlikte Allah’a sunmalıyız.
Soru: Bir hadis-i şerifte, “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” buyrulurken “imanen vehtisaben” kaydı konuluyor. Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?
Cevap: “İmanen” kelimesi; inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alakalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükafat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.
Evet, biz Allah’ın kullarıyız; Allah da bizim ma’budumuzdur. Bizim O’na karşı yaptığımız şeyler O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da, O’nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdardır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye dönecektir. Ayrıca, ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; “O eller geriye boş olarak dönmeyecektir.”
Cenâb-ı Hakk’a karşı teveccüh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun kullarını gördüğüne, dualarını işittiğine ve istekleri yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, “Verirse verir, vermezse vermez” gibi bir manaya gelir ki, bunun bir saygısızlık olduğu ve öyle birinin çağrısına icabet edilmeyeceği bellidir. O, lütfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz “vermez” diye kestirip atamayız. Fakat, O’nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O’na inanmaktır. İnanacaksın ki; samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş çevirmez, yüzünü kara çıkarmaz, seni mahçup etmez; aksine, o kapıya bir daha yönelmene vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte, “imanen” kaydı böyle bir inanmayı ifade etmektedir.
Mükafatımız O’ndandır!..
“İhtisap” kelimesi de sevabın Allah’tan beklenmesi manasına gelmektedir; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme ve mükâfatı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm’alara girilmemelidir. Hiçbir amel insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yani, yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerçi, Sahabi anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah’tan istemeliyiz.. arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Allah’tan dilemeliyiz. Ancak, kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Ma’bud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; O’nun hakkı olduğu için kulluğumuzu O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, vazifemiz olduğu için onları eda etmeliyiz.
Haddizatında, Cenâb-ı Hak’tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O’nun lutfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki, o hakları Kendisine karşı kullanmamıza müsaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, “Siz Bana kullukta bulunun, ibadet ü taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de, öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; “Kulluğunuzu yaparsanız Benim üzerimde hakkınız olur” demiştir. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkanı bahşeden de Allah’tır.
Yoksa, bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kaç paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden müntehaya kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, “ihtisap” tabiri de bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükâfatı O’ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.
Hâsılı; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Men sâme Ramadâne îmânen vehtisâben gufira lehu ma tekaddeme min zenbihi” buyurmuş; Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının dahi affedileceğini müjdelemiştir.