Genel bir kabulümüz ve temel bir yaklaşımımız var: Dinin ruhuna aykırı olmadığı sürece, şimdiye kadar yapılan bütün işleri hep iyi görmeye, iyi değerlendirmeye, elimizden geldiğince de takdir ve tasvip etmeye gayret ettik. Hatta fenalığa yorulabilecek bazı olaylar için bile makul gerekçeler bularak onlardan olumlu manalar çıkarmaya çalıştık. Nahoş tavır ve davranışlar karşısında kendimizi müsamahalı olmaya zorladık. Teferruata dair meseleleri büyütmedik, ihtilaf sebebi hâline getirmedik. İnsanlarla yaka paça olmadık, eski kavgalardan kaçındık, yeni kavga zeminleri oluşturmadık. Bu tür tutum ve davranışları farklı kesimler arasında uzlaşma ve hoşgörünün sağlanması için önemli bir yol olarak gördük. Yıllardır süregelen ihtilaf ve ayrılıkların, kin ve düşmanlıkların toplum fertleri üzerindeki olumsuz etkilerini bildiğimiz için sevgi ve muhabbete zemin hazırlamak istedik. Topluma bir sevgi ve hoşgörü atmosferi kazandırabilmek için yeni yollar bulmaya çalıştık.
Allah’a binlerce şükür olsun ki kısa süre içinde bu ceht ve gayretlerimizin semerelerini de gördük. Şiddet ve hiddetle çözülemeyen problemler sevgiyle bir bir çözülmeye başladı. Birileri tarafından baskı ve dayatmayla hizaya getirilmeye çalışılan insanlar, asgari müştereklerde uzlaşma tekliflerini geri çevirmediler. Sertlik ve kabalığın açamadığı gönüllerdeki paslı kilitleri yumuşaklık açtı. Esasen ‘ahsen-i takvim’e mazhar olarak yaratılan ve fıtratı itibarıyla kemale müştak olan insanın yapılan iyiliklere kayıtsız kalması düşünülemez. Sevgi ve hoşgörü adına yapılan faaliyetler dün de bugün de insanlık açısından makbul çabalardı. Mevlâna Celaleddin Rumilerin, Hacı Bektaş Velilerin, Ahmed Yesevîlerin, Yunus Emrelerin yolunda yürüyüp sinesini herkese açan insanlardan kim, neden rahatsız olurdu ki! Müslüman ya da gayrimüslim fark etmeksizin, sadece insan olduğu için herkesi kucaklamak, gönlünü herkese açmak, varlığın mahiyetinin sevgi üzerinde filizlendiğini göstermek, İslâmiyet’in bir sevgi dini olduğunu vurgulamak… Bunlardan kime ne zarar gelir ki!
Bütün bunlar hem dün hem de bugün insanlar açısından makbul ve güzel davranışlar olarak görülüyorsa, bazıları neden bunlardan endişe ediyor, rahatsızlık duyuyor? Hazreti Mevlânâ’yı yere göğe sığdıramayan, Yunus’u dilinden düşürmeyen, Yesevî’yi övgüyle anan, Hacı Bektaş’ın mirasını gururla anlatan bazı kimseler, aynı ruhu bugün dünyanın dört bir yanında yaşatmaya çalışan insanları farklı ithamlarla yaftalıyorlar. Neden mi? Çünkü onların asıl derdi yapılan işler değil, onları kimin yaptığıdır! Eski insanlardan ve onların yaptıkları işlerden endişe etmeye gerek olmadığını düşünüyor ve bu yüzden onlardan övgüyle bahsetmekte bir mahzur görmüyorlar. Fakat kendi muasırları söz konusu olduğunda ölçüler değişmeye başlıyor. Yapılan işler ne kadar güzel olursa olsun bunları yapanlar farklı dünya görüşlerine sahip insanlarsa işte o zaman endişeler, paranoyalar devreye giriyor. Mevlânâ’nın, Yesevî’nin, Yunus’un dile getirdiği fikirleri aynı incelikle dile getiren, toplum fertleri arasında sevgi ve hoşgörü atmosferinin hâkim olması için çırpınan insanların davranışları tehlikeli ve zararlı görülüyor. Onların zamanla bir güç oluşturmalarından, elde ettikleri güçle kendilerini zor durumda bırakmalarından, oturup bazı meseleleri onlarla pazarlık yapma mecburiyetinde kalacaklarından korkuyorlar.
Bu paranoyak ruhlar Hz. Mevlânâ döneminde yaşasalardı onun da sesini kısmak hatta tehcir etmek isterlerdi. Veya Hz. Mevlânâ günümüzde yaşasaydı ve çevresinde her gün büyüyen bir halka oluşsaydı, bazı insanlar çağrısını makul bulup ona koşsalardı… o da büyük bir tehlike görülürdü ve bir kısım karanlık mahfillerde sesinin nasıl kısılabileceği planlanırdı. Günümüzde ağızlarını her açtıklarında, muhalif ilan ettikleri insanlar hakkında türlü iftira ve hakaretler eden şom ağızlar, Ahmed Yesevî hakkında da benzer şeyleri söylerlerdi. Etrafa yaydığı sevgi ve sempati ile insanları kendine cezbeden Yunus Emre’nin etkisini nasıl kıracaklarını düşünürlerdi. Hacı Bektaş-ı Veli’yi “hain” ilan eder, zindanlara tıkarlardı. Çünkü onların kendi iradelerinin dışında bir iradenin, kendi güç ve kuvvetlerinin dışında başka bir güç ve kuvvetin olmasına tahammülleri yoktur. Maalesef geçmiş dönemlerin militarizmi başka ad ve unvanlarla günümüzde de etkisini devam ettiriyor; kendi çizgisinde yürümeyenleri, kendi yol haritasına uymayanları iflah etmiyor.
Bu mantıksızlık ve tutarsızlık karşısında zaman zaman kuvve-i mâneviyenin sarsılması mümkündür. Böyle durumlarda, yapılan işlerin ya da arkadaşlarımızın ortaya koyduğu gayretlerin doğru olup olmadığına dair zihinlerde tereddütler oluşabilir. “Acaba yanlış bir şey mi yapıyoruz? Bu insanlar neden bizim aleyhimizde?” gibi sorular akla gelebilir. Oysa ortada yanlış bir şey yoktur. Yapılanlar, milimi milimine Hazreti Mevlânâ’nın yaptıklarının günümüze taşınmış hâlidir. Bugün çağın Mevlânaları, çağın Sultan Veledleri, çağın Yesevîleri, günümüzün Hakk’a adanmış ruhları, hasbî ve fedakâr gönüllüleri aynı çizgide yürümekte, aynı çağrıyı yeni bir formatta insanlığa duyurmaktadır.
Ne var ki bazıları yapılan işin güzelliğine bakmak yerine o işi yapan insanlara odaklanmaktadır. Çünkü onlar, bir kere bu insanları bir yere koymuş, onlar hakkında hükmünü vermiş, onları “öteki” ilan etmiş, onlara “kötü” damgasını vurmuşlardır. Yapılan güzel işler de onlara bağlı olarak “kötü” sayılmaktadır. Yani yapılan işin kendisine değil, kimin yaptığına bakılarak hüküm verilmektedir. “Bu insanlar yapıyorsa, o iş kötüdür.” Mantık bu kadar sığdır! Onlar insanları cennete götürseler, cehennemden korusalar, vicdanları imanla coştursalar, kalblerdeki o cennet çekirdeğini büyütüp yeşertseler, dünyada insanlara huzur ve itminan yaşatsalar… yine de yaptıkları işler kötü görülür ve onlar suçlu ilan edilir.! Çünkü baştan kabulleri böyledir: “Biz bu insanları öteki görüyor, yaptıklarını kötü sayıyoruz.” İşte mesele tam olarak budur.
Bütün bunlar kimseyi yıldırmamalı, kuvve-i mâneviyeyi sarsmamalı; aksine yapılan güzel işler katlanarak devam ettirilmeli. Gerçi arkadaşların ne yapacaklarını ne yapmaları gerektiğini en iyi kendileri bilir; benim bu konuda bir rehberlik iddiam yok, kimseye bir şey işaret etmeye de gerek yok. Fakat yine de şunları söylememe müsaade edin: Böyle durumlarda paniğe kapılmak doğru değildir. Zira panik, karşı tarafın hâli, tavrı ve paranoyasının bir yansımasıdır; her şeyden korkanlar onlardır. Öyleyse onları şaşırtacak adımlar atmaya devam etmek gerekir. Mesela bu yıl on bin insan gönlünün ilhamlarını muhtaç sinelere duyurabilmek için dünyanın değişik yerlerine açıldı diyelim; gelecek sene bu rakamı yüz bine çıkarmalı. İkinci sene iki yüz bin, üçüncü sene dört yüz bin, dördüncü sene sekiz yüz bin… Yapılan hizmetleri geometrik olarak büyüterek sürdürmenin yollarını aramalıyız. Size karşı tabya ve mevziler oluşturdukları, çıkartmalar yaptıkları yerlerde, siz sevgiye, diyaloğa, insanları kucaklamaya, müspet hareket etmeye matuf öyle adımlar atacaksınız ki elleri size ulaşamayacak. Sizi yakalamaya çalıştıklarında ancak arkada bıraktığınız tozu görebilecekler. Böyle olunca sizinle uğraşmakta ve yapılan güzel işleri engellemekte zorlanırlar. Kendi paranoyalarının altında ezilir, kendi korkularının ürettiği paniğin girdabında bocalar ve ortaya konulan güzellikler karşısında elleri ayakları birbirine dolaşır. Cazibe-i kudsiyenizle gönüller size yöneldikçe, yapılan işlerin makuliyeti kalabalıkları etrafınızda topladıkça, ışıktan rahatsızlık duyan yarasa ruhlar kim bilir belki de nefretten çıldırırlar.
Bunun yanında şunu da unutmayalım ki bizim onları çıldırtmak gibi bir gayemiz, bir derdimiz olamaz. Çünkü biz bedduaya ‘âmin’ demez, intikam peşinde koşmaz ve kimsenin kötülüğünü istemeyiz. Birilerinin yaşadığı paranoyadan dolayı beyin kanamasından gitmesi, cehenneme sürüklenmesi gibi bir derdimiz olamaz. Size belki on defa anlatmışımdır: Bu hizmete en büyük kötülüğü yapanlardan biri, yine hınç ve düşmanlıkla konuştuğu bir esnada içimden bir an için onun hakkında ‘cehennem!’ düşüncesi geçmişti. Bunda dışarıdan bakınca bir mahzur da görülmez. Çünkü Muhammed Bahauddin Nakşibendî, İmam Gazzâlî, Hazreti Pîr-i Mugân gibi büyük zatlar da zalimler hakkında cehennem ve azab-ı ilâhî talebinde bulunmuş, yaşadıkları ağır baskılar karşısında bununla teselli olmuşlar. Ama bu sadece aklımdan geçen bir düşünceydi. Odaya girerken gözlerim doldu, ağladım. “Hayır ya Rabbi!” dedim, “Bize kötülük yapan, Allah yolunda koşturan adanmışları yalan ve iftiralarıyla karalamaya çalışan insanları da Senin cehennemle cezalandırmanı istemem, isteyemem. Bu çok ağır bir istek olur. Eğer Senin bir muradın olacaksa o muradının onları hidayetle buluşturması şeklinde tecellî etmesini dilerim.”
İşte yedi cihan duysun; bizim sinemiz budur! Kimsenin paranoyasından, öfkesinden, huzursuzluğundan, psikosomatik sancılarından ölüp gitmesini istemeyiz. Böyle bir düşünce aklımızdan bile geçmez. Bizim tek duamız şudur: Cenâb-ı Hak herkese insaf ve izan versin, hakikati olduğu gibi, kamet-i kıymetine uygun olarak göstersin. Huysuzlukla, inatla, ötekileştirmeyle vakit geçireceklerine, yapılan güzel işlere sahip çıkarak sinelerde taht kursunlar. Zira bu milletin bağrı geniştir; kim olursa olsun, küçük bir iyiliğini gördüğü herkese sahip çıkar, onu başının üstünde taşır. Bizim hedefimiz bellidir; gönülleri fethetmek ve insanlık dünyasında umumi bir huzur tesis etmek suretiyle Allah’ın rızasını kazanabilmek. Kimsenin başka bir derdi yoktur. Dert varmış gibi dert icat edenler, asıl derdin kaynağıdır. Biz Mevlânaların, Yesevîlerin çocuklarıyız; bu yüzden kalbimiz insanlığa karşı sevgiyle atıyor. Kinle, nefretle, gayzla oturup kalkanlar ise başkalarıdır. Bizim ahd ü peymanımız var: Kimseyi “öteki” görmeyeceğiz. Bizi “öteki” görenlere bile bağrımızı açacağız. Hançerle üzerimize yürüyen birini görsek “Gel sevgili dost, sinemde senin de yerin var!” diyeceğiz.
Cenab-ı Hak, yolunda yürüyebilmeyi ve yapılan güzel işleri katlayarak devam ettirebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
