Gönüllüler Hareketi ve Sevgi Mahrumları

Gönüllüler Hareketi ve Sevgi Mahrumları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Bir hadis-i şerifte “İnsanların en hayırlısı,
diğer insanlara faydalı olandır.” buyurulur. İslam’da
“hayır” tabirinin, insanlara zarar verebilecek
yoldaki bir taşı kaldırmadan, iktisadî hayattaki faydalı
teşebbüslere, ondan da herhangi bir eğitim müessesesi
kurmaya kadar çok geniş ve şümullü bir çerçevesi vardır.
İlimle insanların dimağlarını, kalplerini aydınlatanlar;
onlara değişik istihdam imkanları hazırlayanlar, fakir-fukarayı
zekat ve sadakasıyla destekleyenler, insanların en
hayırlısıdır.

İşte, her mü’min gibi ben de, ömrüm boyunca hayırlı
bir insan olmanın ve bu suretle Allah’ın rızasını
kazanmanın yollarını aradım. Sürekli, insanımıza faydalı
olma, onların dertlerini paylaşma ve problemlerine
çözüm bulma aşk, şevk ve heyecanıyla yaşadım. Cehalet,
fakirlik ve ihtilaf gibi milletimizin yolunu kesen
hastalıklara karşı çareler bulmaya uğraştım. Fakat,
benim fakir-fukaranın imdadına koşacağım bir sermayem,
okul binaları yaptırıp maarifimizin emrine verebileceğim
maddi imkanlarım hiç olmadı. Öyle olunca da, bulduğum
her fırsatta, dilimin döndüğü, gönlümün elverdiği
kadarıyla, eğitimin önemini, iktisadî kalkınmada fert
fert herkese düşen görevleri ve dost olma, dost kalma,
hoşgörü ve diyaloğa açık yaşamanın zaruretini anlattım.
Hem yazı hem de konuşmalarımda herkesi eğitim faaliyetlerine
katkıda bulunmaya teşvik ettim.

Bu teşviklerim fedâkar insanımızın gönlünde hüsn-ü
kabul gördü. Mesela, Aydınlı Hacı Kemal zengindi,
yedi sülalesine yetecek zeytinlikleri ve bir de elmas
madeni vardı. Bir-kaç defa eğitimle alakalı konuşmalarımı
dinleyince dükkanlarını ve hatta evini bile sattı..
talebeye burs verme, okullar açma gayretine girdi.
Doğru mu ettim bilemiyorum ama bir gün ona, “Hacı
Kemal, seninle benim ev sahibi dahi olmamamız lazım.
Gel, bir kulübeciğimiz bile olmadan yaşayalım bu dünyada.
Bu hayırlı işleri dünyalık menfaatler için yapmadığımıza,
Allah’ın rızasını aradığımıza halimiz şahit olsun.”
dedim. Ve bu fedâkar ve cömert insan hayatı boyunca
kiralık bir evde, bir okulun mütevazi odasında yattı
kalktı, dünya namına arkada birşey bırakmadı.

Bir devir geldi, Hacı Kemal gibi kendini millete
adamış insanların hali güzel bir misal olarak çokları
tarafından benimsendi. Hem bir eğitim seferberliği
ve hem de herkese hoşgörüyle yaklaşma ve dostça yaşama
gayreti başladı. Ve millet olarak hemen hepimiz, yakın
geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz
sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sînelerimizdeki
düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde
ümitle, iştiyakla durmadan koştuk. O günkü televizyon
ekranları ve gazete sütunları birbirini senelerce
düşman bilmiş insanların karşılıklı uzatılan dostluk
ellerini gösteriyordu. Bu ülke insanı bir kere daha
birbirine zeytin dalı uzatıyordu.

Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki
enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.!
Fakat, maalesef, Türkiye’deki bu dostluk tablosundan
hoşlanmayan dış mihraklar ve onların içimizdeki piyonları
önce, toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı
güvenlerini sarstı; milletin değişik kesimleri arasına
sûizan ve kuşku tohumları saçtı; sonra da eğitim ve
hoşgörü temsilcileri hakkında akla–hayale gelmedik
iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını
dahi evirip–çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere,
hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundakladı.
En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyardı; diyalog
adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar aradı;
en yararlı sözleri, beyanları sağa–sola çekti, böldü,
parçaladı, montajlarla farklı kalıplara ifrağ etti
ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiledi.

İşte bu şeytanî gayretler, millet çoğunluğu üzerinde
müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete,
kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey
düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetti.
Ayaklandılar ve “hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “herkesi
kendi konumunda kabul etme” ve “kavgasız bir dünya”..
gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Yüreklerdeki
ümitleri sarstı, insanların birbirine karşı güven
ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine
bağlayan esasları yerle bir ettiler.

Mesela, sürekli “Değirmenin suyu nereden geliyor?”
gibi sorularla milletin zihninde şüpheler hasıl etmeye
çalıştılar. Oysa herkes biliyordu ki; bu hizmetler
İstiklal Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka
şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleriydi ve
kaynağı da onların yürekleriydi. Türkiye’nin bütün
köy, kasaba, ilçe ve illerindeki hayırsever insanların
desteği vardı bu okulların arkasında. Ülkemizin en
gözde üniversitelerinden mezun olarak burs miktarı
bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alınteri
vardı.

Aslında, yurtdışındaki bir okulun öğretmenlerinin,
devlet yardımı olarak verilen patatesle altı ay yaşadığını
bu soruların sahipleri de biliyorlardı. Belki onlar,
o patatesi pişiren aşçının kendi yemeğini evinden
getirdiğini de biliyorlardı!.. Parasızlık nedeniyle
üç aile bir evde kalanlardan, düğününü yapar yapmaz
gerdeğe girmeden okuluna koşan, destanlara malzeme
teşkil edecek Anadolu’nun yağız delikanlılarından
onlar da haberdardı.

Kaldı ki, devletin istihbarat organları böylesine
göz önünde ve sayıları yüzleri aşan eğitim kurumu
adına bir başka yerden gelme para iddiaları için bugüne
kadar tek bir belgeye, ya da örneğe ulaşamamıştı.
Çünkü milletin helal katkılarından başka herhangi
bir kaynak yoktu.. değirmen fedakarlık, alınteri,
gözyaşı ve fedakar Anadolu esnafının hayır duygusuyla
dönüyordu.

Dünyanın değişik yerlerinde konuyla ilgili yapılan
ilmî çalışmalara şöyle bir göz atılırsa, sosyal ve
siyasal bilimcilerin şu kanaatte birleştiği görülecektir:
Bu “Gönüllüler Hareketi”, hiçbir dış güce bağlı
olmayan bir sivil toplum hareketidir.

Evet, yerli bir kaç kurumu ya da yabancı bir devleti
arkasına almadan bir şey yapmaktan aciz olanlar, halkın
teveccühünden ve Allah’ın inayetinden başka hiçbir
güce dayanmayan bu gönüllüler hareketini anlamakta
zorlanabilir. Almadan vermesini bilmeyenler, başta
kendi milleti olmak üzere tüm insanlığa hizmet için
fedâkarlık yapma duygusunu idrak edemeyebilir. Fakat
görülen o ki; benim sadece müşevviki bulunduğum bu
gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin
suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini
aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu
pınarını istedikleri yöne akıtamayanlar kıskançlık,
haset ve kinle onu kurutmaya çalışıyor.

Hayret Ediyorum ve Kırgınım!..

Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş
ve gayretin baltalanmasını, ihlasla vatana-millete
hizmet eden samimi insanların birer parya muamelesi
görmesini ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini
ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman
aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor
ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya
çalışıyorum. Ben, kalbimde sıkışmalar hâsıl eden,
tansiyonumu yükselten, vücudumda yerleşmeye karar
vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü
hayallerden ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine
de bu hayaller birer zehirli ok gibi kalbime saplanıyor..
inliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabbime
el kaldırıyor, “Rabbenâ feracen ve mahracen…” deyip
sızlanıyorum.

Benim, şimdiye kadar bütün duam, bütün ızdırabım,
insanların Allah’ı bulması, O’na inanması yolunda
oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: “Allah’ım,
ne olur, bahtına düştüm!” diye sızlanıyor ve
“Ne olur Allah’ım, insanlar Seni tanısın, Sana
inansın!” diyorum. O kadar ki, bunun için her
gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu
anlamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun
hasıl ettiği zevk-i ruhanîyi tatmamış olanlar, Cennet’in
lezzetini, Cehennem’in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler,
insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış
olanlar kalkıyor, sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı
başka mecralarda görmek istiyorlar… devletmiş, hükümetmiş,
siyasetmiş… maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını
bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar,
iman adına, Kur’an adına çekilen ızdırapları da aynı
kategoride değerlendiriyorlar.

Bizim, hiçbir zaman terörle, anarşiyle, yolsuzlukla,
gayr-ı kanunî herhangi bir işle de alâkamız olmadı.
Beni, Türkiye’yi ele geçirmeye çalışmakla suçladılar.
Ben, dünyevî hiçbir şeye talip değilim; dünyanın sultanlığını
teklif etseler, gözümü o tarafa çevirip bakmam. Bu
türden suçlamalar karşısında, “Yâ Rabbi”
diyorum, “acaba Sana kullukta, Sen’in rızan istikametinde
bir şeyler yapmaya çalışırken hata mı ettim; ihlâsta
kusurum mu oldu da, hayatımda hiç düşünmediğim, rüyalarıma
bile girmemiş ve hülyasını bile kurmadığım gayelerle
beni suçluyorlar?!”

Fakat, bu suçlamaların arkasında, böylesi ithamlarla
resmî makamları aleyhimize kışkırtanların arkasında,
cinnî şeytanlardan ders alan bir takım insî şeytanlar
var ki, onlar, hem İslâm’a düşmanlar, hem de yolsuzluklardan
sıyrılmış, meselelerini halletmiş ve dünya muvazenesinde
gerçek yerini almış bir Türkiye istemiyorlar. Türkiye’nin
şu an içinde bulunduğu durumda olması, kendi maksatlarını
gerçekleştirmede onlara daha muvafık geliyor.

Onları bir ölçüde anlıyor ve “Kendi fıtratlarının
gereğini sergiliyor; kötü tabiatlarını ortaya koyuyorlar.”
diyorum. Fakat, milletimizin gelişip büyümesini
istemeyen bazı dış güçlerin piyonluğunu yapan bu zavallılara
kanıp onların ardına takılanları anlamıyorum.. marjinal
bir grup tarafından kandırılıp Türkiye’nin aydınlık
geleceğini karartma hususunda onlarla beraber çalışanlara
hayret ediyorum.. ve belli senaryolarla ortaya konan
milyonda bir ihtimali dahi değerlendirip bu hizmetlerin
altında menfi garazlar aramalarına rağmen önlerindeki
binlerce güzel örnekten hiçbirini görmeyen, bir kere
bile olsa müsbet düşünmeye yanaşmayanlara şaşırıyor
ve gönül koyuyorum. Kendi kendine “Acaba onbinlerce
kilometre uzakta İstiklal Marşı’mızın okunması, siyahî
çocukların bile Türkçe konuşması kimlerin hoşuna gitmez;
millî kültürümüzün tanıtılması ve temsil edilmesi
kimleri rahatsız eder?” sorusunu bir kerecik olsun
sormayan ve vicdanındaki cevabı dile getirmeyen kendi
insanımıza kırgınım. Geleceğin sosyal tarihçileri
tarafından da yadırganacak olan bu insanların bu umursamaz
ve hatta bazen aleyhte tavırlarının körlük değilse
de nankörlük olduğuna inanıyorum.

Hastalıklarla sarmaş dolaş yaşadığım, hayatı bir
yük gibi omuzumda taşıdığım şu günlerde tek dileğim;
milyonda bir ihtimali bile değerlendirip bu hayırlı
işlerin altında başka gayeler arayanların bir kere
de binlerce güzel misalden hiç olmazsa birini görmeleri
ve birkaç dakikalığına da olsa müsbet düşünmeleri..
Ben, dünya namına bir şeye sahip değilim ve Hacı Kemal’le
sözleştiğim gibi kendime ait bir evim bile olmadan
ötelere yürüme muradındayım. Bir başka münasebetle
dediğim gibi, “Kendime ait bir zeytin dalım bile
yoktur. Eğer olsaydı, onu da barış namına onlara uzatırdım.”

İşte ölümü ruhunun derinliklerinde her zaman duyan
ve dünyevî bir beklentisi de olmayan birisi hiçbir
şeyden korkup çekinmez. Daha önce de değişik münasebetlerle
ifade ettiğim gibi; şahsen, zillete, hakarete, kötü
söze asla tahammülüm yoktur. Çocukluğumda bile, değil
bu ölçüde maruz kaldığım yalan, tezvir, itham ve iftiralara,
en küçük bir hakarete dahi tahammül edemezdim; yine
de edemem. Hiç çekinmeden kalkar, mahkemeye de çıkar,
bütün dünyanın duyacağı şekilde bana yapılan hakaretleri,
yapanların yüzlerine vurabilirim. Ne var ki, bugün
yapılması gereken bu değildir. Herkesin kavgaya kilitlendiği,
ülkemizin ve dünyanın her zamankinden daha çok sulhe,
sükûna, iç huzura, devlet-millet kaynaşmasına muhtaç
olduğu bir zamanda, nefsimize yapılanlar ne olursa
olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim.
Bir reh-i sevdaya girmişiz ve “bize ar-namus lâzım
değil” demişiz; milletimizin bugününü de geleceğini
de düşünmek mecburiyetindeyiz.

“Sevgi” Sözümüz Var!..

Üzüntüm, sitem ve serzenişim kat’iyen kendi nefsimle
alakalı değildir. Ben, kendilerine hizmet madalyası
verilmesi gerekirken bir cânî muamelesi gören Hacı
Kemal gibi adanmışlar, vatandan uzakta milletinin
kültür elçiliğini yapan fedakar öğretmenler adına
üzülüyorum. Sadece bir müşevvik olmama rağmen şahsıma
nisbet edilen o insanların ve hayırlı hizmetlerinin
ademe mahkum edilmesinden dolayı ızdırap duyuyorum.

Ama herşeye rağmen biz, bundan önce olduğu gibi bundan
sonra da hep karakterimize saygılı olmaya çalışacağız.
Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak,
kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve herkese
sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize
karşı münasebetlerimizde hep bir büyüğün şu sözlerine
bağlı kalacağız: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ
ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım
musîbetler, hepsi de helâl olsun!. Seksen küsur senelik
hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm
harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket
hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim.
Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana
zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü
türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda
bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.”

Evet, ben de bir mü’min olarak, bu duyguları paylaşacağıma
söz verdim. Kimseye küsüp darılmayacağıma söz verdim..
ölümü gülerek karşılayacağıma, celâlden gelen cefayı,
cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz verdim.
Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir
haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz verdim.

Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları
yürünmez birer patika hâline getirse de, hâlâ her
tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde
yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî
duygularıyla diyaloğa açık sîneler; el sıkışmasını,
kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını
devam ettiren gönül insanları; günahını bilen vicdanlar,
hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık
ve muhâkeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini
devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan kısımlarını
yeniden derleyip toparlayacak ve “yeni baştan” deyip
herkesi sevmeye devam edeceğiz.