Dünya Meyli ve Sadakatte Derinlik

Soru: Cuma sûresinin 11. âyet-i kerimesinin bize verdiği dersler nelerdir?

Cevap: Cuma, içinde duaların reddedilmediği eşref saatini saklayan mübarek bir gün olduğu gibi, o gün kılınan Cuma namazı da çok önemli bir ibadettir. Cuma namazı öyle farzlar üstü bir farzdır ki onun kılınmasıyla birlikte o günün öğle namazının farzı düşer. Bir farz başka bir farzı düşürüyorsa demek ki o, derece itibarıyla diğerinin üstündedir. Bir de Cuma namazını kıldıran, Cuma hutbesini okuyan kişi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ise bu namazın önemini, fazilet ve bereketini siz düşünün!

Bir seferinde, Allah Resûlü’nün hutbe irad buyurduğu esnada, şehre gelen bir ticaret kervanını karşılamak için bazı sahabîlerin mescidi terk etmeleri, işte bu âyet-i kerimenin nazil olmasına sebep olmuştur: وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِمًا قُلْ مَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ مِّنَ اللَّهْوِ وَمِنَ التِّجَارَةِ وَاللَّهُ خَيْرُ الرَّازِقِينَ “Onlar bir ticaret veya bir eğlence görünce oraya doğru sökün edip, seni hutbe verirken ayakta bırakıverdiler. De ki: Allah’ın nezdinde âhirette olan nasip, buradaki eğlenceden ve ticaretten elbette daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cuma sûresi, 62/11)

Konuyla ilgili rivayetlerde mescitten kaç kişinin ve kimlerin ayrıldığı üzerinde durulmaz, kalan kişiler hakkında bilgi verilir. Bu, sahabenin edep ve ahlâkını göstermesi adına oldukça önemlidir. Âyet-i kerimenin açıkça belirttiği üzere ticaret kervanının gelmesiyle birlikte bazıları Allah Resûlü’nün verdiği hutbeyi dinlemeyip mescidi terk etseler de Efendimiz’in mübarek konuşmasını, sözlerini, soluklarını her şeye tercih edenler orada kalmaya devam etmişlerdir. Biz sahabeye olan saygımızın gereği olarak mescidi terk edenlerin makul mazeretleri olduğuna inanırız. Onlar hakkında suizanna sebep olabilecek ifadeler kullanmaktan kaçınır, bu tür ifadelerin ahirette bizi mesul edeceğinden endişe ederiz. Belki de mescidi terk eden sahabîler henüz yeni Müslüman olanlardı; Cuma’nın kadr u kıymetini tam idrak edemedikleri gibi, Cuma namazının ve Cuma hutbesinin ne manaya geldiğini de yeterince kavrayamamışlardı. Çünkü o dönem dinî hükümlerin adım adım vaz edildiği teşri dönemiydi. Bazı konular hakkında yeterli bilgileri olmayabilirdi. Olsaydı zaten bunu yapmazlardı.

Rivayetlerde o senenin kıtlık senesi olduğu, ticaret kervanının dört gözle beklendiği ifade edilir ki bu durum onlar açısından bir mazeret teşkil edebilir. Onlar, Allah’a kulluğun anlamını ve dünya hayatının mahiyetini henüz tam manasıyla idrak edemedikleri için, ticaret kervanının geldiğini öğrenince ondan bir an önce nasiplenip acil ihtiyaçlarını karşılamak istemişlerdi. Kaldı ki o gün itibarıyla kullukla ilgili dinin bütün emirleri nazil olmamıştı.

Bununla birlikte Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma hutbesini verdiği minberde terk edilmesi hem Allah katında oldukça ağır bir vebaldi hem de Efendimiz açısından oldukça üzüntü vericiydi. Nitekim Allah Resûlü’nün bu olaya dair şu sözleri de bu gerçeğe dikkat çeker: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ تَتَابَعْتُمْ حَتَّى لَا يَبْقَى مِنْكُمْ أَحَدٌ لَسَالَ بِكُمُ الْوَادِي النَّارَ “Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki eğer hutbeyi terk etme hususunda birbirinize uysaydınız ve mescitte tek bir kişi bile kalmasaydı, vadi ateş olup üzerinize akardı.” (Ebû Ya’lâ, Müsned, 3/468; İbn Hibbân, Sahih, 5/184) Demek ki bazı kimselerin Allah Resûlü’nün yanında kalmaları Allah’ın büyük bir rahmetiydi. Allah, kalanlar sayesinde sahabe efendilerimizi gazab-ı ilâhîye düçar olmaktan muhafaza buyurmuştu. Allah’ın mescitte kalanlar sayesinde gidenlere azap etmemesi onların mazeretinin Allah katında kabul edilebilir olduğunu gösteriyordu.

Bizler sahabe-i kirama saygımızın bir gereği olarak onlar açısından özür teşkil edebilecek hususlar üzerinde dursak da sinelerimize kendi sultanlığı ile oturmuş İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhissalâtu vesselâm) karşı ortaya konulan böyle bir hareketi hazmedemediğimi de belirtmeliyim. Canların kendisine kurban edilmesi gereken O yüce kâmet, hangi gerekçeyle olursa olsun bırakılıp gidilmemeli, O hiçbir yerde yalnız bırakılmamalıydı. Dolayısıyla nazil olan bu âyet-i kerimeyle bir taraftan sahabe ikaz edilmiş, onlara kulluk adabı öğretilmiş, dünyanın fâni yüzüne dikkat çekilmiş, diğer yandan da kalb-i pâk-ı nebevî taltif edilmiştir.

Âyette Allah katında olan şeylerin, ticaretten de dünyanın her tür zevk ve eğlencesinden de daha hayırlı olduğu bildirilmiştir. Âyet-i kerime, Allah katında olanların neler olduğunu zikretmez. Fakat işaret edilen husus şudur: Sahabe-i kiramın, eşref saatini avlamaları, Efendimiz’in lâl u güher beyanlarını dinlemeleri, Cuma’nın feyiz ve bereketinden istifade etmeleri, Allah’a yönelmeleri ahirette çok sürpriz nimetler şeklinde karşılarına çıkacaktır. Bunlar öyle büyük lütuflardır ki bu dünyadaki nimetlerle, rızıklarla, zevk ve eğlencelerle kıyas dahi edilemez.

Âyetin sonunda rızık verenlerin en hayırlısının Allah olduğu hatırlatılarak sahabeye şu mesaj verilir: “Siz ticarete, alış-verişe koşuyor, oradan elde edeceğiniz mallarla rızkınızı sağlamaya çalışıyorsunuz. Ama unutmayın ki rızkı veren yalnız ve yalnız Allah’tır. O’nun, kullarını nasıl rızıklandıracağı belli olmaz. Onları ahirette sürpriz nimetlerle serfiraz kılacağı gibi, bu dünyada da onlara farklı lütuflarda bulunabilir. Bu yüzden O’nun emri dairesinde hareket ediniz ve O’nun rızasına muvafık ameller işleyin. Rızkımızı temin edeceğiz diye kulluğa aykırı davranışlarda bulunmayın. Hayırlı bir işi bırakıp hayırsız olana koşmayın.”

Âyet-i kerimeyi, sebeb-i nüzulünü göz önünde bulundurarak o gün cereyan eden hâdise açısından özetle ele aldıktan sonra, konunun bize bakan yönüne geçebiliriz. Esasen bizim için önemli olan bu âyetlerin bize verdiği mesajlardır. Unutmamak gerekir ki sahabe döneminde yaşanan olayların benzerleri her dönemde yaşanabilir. İsterseniz daha sonra cereyan eden olaylara sebeb-i nüzul olarak zikredilen olayların izdüşümleri gözüyle bakabilirsiniz. Dolayısıyla bizler bu tür âyetlere bakarak hangi davranışların rahmet-i ilâhiyeye bir davet olduğunu veya nelerin gazab-ı ilâhîyi celbedeceğini anlayabilir ve buna göre kendimize çeki-düzen verebiliriz.

İştirak edilen bir sohbet-i Cânân’ı bırakıp bir eğlenceye gitmeye, Kur’ân ve Sünnet hakikatlerinin mütalaa edildiği bir ders halkasını terk edip film izlemeye geçmeye ya da toplu olarak insanların evrad u ezkâr yaptığı bir meclisten ayrılıp laf u güzafla vakit geçirmeye de aynı gözle bakabilirsiniz. Bu gibi davranışların hepsi derecesine göre âyet-i kerimedeki itaptan payını alır. Sırf dünyalık elde edebilmek veya eğlenmek için, ibadet vaktinde mescitten ayrılma, Cuma namazını terk etme ve Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) yalnız bırakma nasıl ki gazab-ı ilâhîyi celbediyorsa, nefse uyarak, dünyaya aldanarak Allah yolunda icra edilen hizmetleri terk etmek de zıllî planda aynı neticeyi hâsıl edecektir. Derslere, sohbetlere, toplantılara, hizmetlere iştirak etmeleri gereken yerde bunları bırakıp arzu ve heveslerinin peşine takılan kimseler âyetin ifadesiyle daha hayırlı olanı bırakıp hayırsız olanın arkasından gidiyorlar demektir.

Yanlış anlaşılmasın, buradaki maksadımız pikniğe, tiyatroya, sinemaya, geziye veya daha başka eğlencelere katılmanın haram olduğunu ifade etmek değildir. Bilakis meşru daire aşılmadığı sürece bunların da kendilerine göre bir yeri vardır. Aynı şekilde işe gitmek, çalışmak, kazanmak, ticaret yapmak da dinde kınanan değil, övülen davranışlardır. Önemli olan, bunların yerini, zamanını, konumunu, dozajını doğru ayarlayabilmektir. Daha da önemlisi, bunlar yüzünden Allah’a kulluğu, O’nun yolunda yapılan hizmetleri terk etmemek; birinin hakkını öbürüne yedirmemektir. Allah katında hayır ve değeri sabit olan işleri bırakıp bunların aşağısındaki şeylere tenezzül etmemektir. Dünyaya ait zevk ve lezzetler yüzünden, Zât-ı Ulûhiyetten bahisler açma, Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) başkalarına anlatma gibi Cennet nimetlerinden bile daha lezzetli şeyleri terk etmemektir.

Esasen şu âyet-i kerime de bu konuda müminlere önemli bir ölçü verir: رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ “Oralarda, sabah akşam O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne alışveriş ne ticaret onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekatı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten hâlden hâle döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler.” (Nûr sûresi, 24/37)

Bu âyet-i kerimede, mişkât-ı ilâhiyeye dilbeste olan, o nura koşan, o şem’aya pervane olan yiğit oğlu yiğitlerden bahsedilir; ticaret ve alışverişin onları Allah’ı anmaktan alıkoymadığı ifade edilir. Demek ki onlar ticaretle, alış-verişle meşgul olurlar. Allah’a kul olmak, dünya ile meşguliyete mâni değildir. Fakat onlar, durmaları gerekli olan yerde dik durmasını bilir, dünyayı evvelen ve bizzat maksat hâline getirmezler. Yanlış tercihte bulunmaz, neye öncelik vermeleri gerektiğini bilirler. Hayatlarını, enerjilerini, imkânlarını büyük ölçüde Allah yoluna sarf ederler. Allah’ı anar, hakkını vere vere, hudû ve huşû içerisinde namazlarını ikame eder ve kazandıklarını Allah yolunda infak ederler. Onların kalbleri imanla öyle dopdoludur ki kalblerin ve gözlerin döneceği ahiret gününü hatırladıklarında tir tir titrerler. O gün selâmette olabilmek için bu dünyada iken kendilerine manevi zırhlar ve sıyanet seraları hazırlarlar.

Kur’ân-ı Kerim daha başka âyet-i kerimelerde de dünyanın “lehv ve laib” (oyun-eğlence, boş, faydasız, anlamsız şeyler) olduğu, asıl hayatın, asıl dikkate alınması gerekli olanın ahiret olduğu üzerinde durur ve dünya karşısında aldanmamamız için bizi uyarır. (Bkz. En’âm sûresi, 6/32; Ankebût sûresi, 29/64) Başka bazı âyetlerde ise dinlerini oyun ve eğlenceye kurban edip dünya hayatına aldananların kötü akıbetlerinden bahseder. (Bkz. En’âm sûresi, 6/70; A’râf sûresi, 7/51)

Hâsılı, genel anlamda ifade edecek olursak bir mümin, dünyanın fani güzelliklerine karşı kararlı bir duruş sergilemeli ve ciddiyet içinde bir hayat yaşamalıdır. Onun yaptığı her şey, ahireti adına bir anlam ifade etmelidir. Bütün söz ve amellerinin ahirette nasıl geriye döneceğini hesaplamalıdır. Şurası bir gerçek ki bir yerde hoplayıp zıplamanın geriye dönüşüyle, evrad u ezkâr okumanın geriye dönüşü çok farklı olacaktır. Bunlardan hangisini tercih edeceğimiz ise bize bağlıdır. Cenab-ı Hak herkese isabetli tercihler yapabilmeyi nasip eylesin!