Dert Çok Derman da Çok

Müslümanların asıl problemi, Allah’ı bulmuş gibi göründükleri hâlde O’ndan uzak yaşıyor olmasıdır. Dillerde O’nun (c.c.) vird-i zebanı olsa da gönüller büyük ölçüde O’na karşı kör, sağır ve dilsiz durumda. Okunan, bilinen şeyler marifetullaha dönüşmüyor, marifet muhabbetle taçlandırılmıyor, oradan aşk u iştiyak ufkuna yürünmüyor. Din adına, inanç adına büyük iddialar dile getirilse de O’nun yolunda ancak emeklemeler yaşanıyor. Herkes için olmasa da genel tabloya bakıldığında gecelerin derinlemesine ihya edildiğini söylemek çok zor. Bir devran ışıksız gecelerin, heyecansız günlerin elinde perişan. Kalbler suskun, latife-i rabbaniye ölgün. Bu tabloya göre dindarlığımız adına hedefe gitmekte çok zorlanan düşe kalka bir hayat yaşadığımızı söylesek yeridir.

Latife-i Rabbaniye sustuğu, kalb dilsizleştiği, şuur ve his mefluç hâle geldiği ve aşk u heyecan söndüğü içindir ki meydan iki dudağa ve dile kalıyor ve o da bu boşluktan istifadeyle her lakırdıyı ediyor, her konuda bir şeyler mırıldanıyor. Kumandayı ele alan dil, yalan söylüyor, tezvirata giriyor, ona buna iftira atıyor, mesnetsiz isnatlarda bulunuyor, lağviyat u lehviyatla meşgul oluyor, bâtılı tasvir ediyor, kimseye faydası olmayan fuzulî sözler sarf ediyor. Gönülle bağını koparan zihinler, fikir ve düşünceler kirleniyor ve dolayısıyla onlardan sâdır olan yazılar ve sözler de etrafa levsiyat saçıyor. İsterseniz günümüzün yazılı ve sözlü medyasına bir göz gezdirin, neşredilen haberleri izleyin, yazılan yazıları okuyun, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Zannetmeyin ki dinle imanla alâkası olmayan kimseler hakkında konuşuyorum. Müslümanım diyen, günde beş defa Allah’a karşı arz-ı ubudiyetini ortaya koymak üzere mabede giden, O’nun karşısında el pençe divan duran, iki büklüm olan, başını yere koyan insanlardan bahsediyorum. Maalesef vicdanlar öldüğü, kalbler katılaştığı, gönüller çoraklaştığı içindir ki çokları gevezeliğe açık yaşıyor, dile ait bütün potansiyelleri negatiflik istikametinde kullanıyor. İnsanın, bunları gördüğü zaman “kuruyası diller” diyesi geliyor. Zira hak ve hakikati seslendirmesi gereken yerde bâtılın sözcülüğünü yapan diller kurumayı hak ediyor demektir. Bu tür Müslümanların âleme verecekleri, Müslümanlık adına ortaya koyacakları çok fazla bir şey yoktur.

Bugüne kadar hep ümitle yaşadık. Kendini iman ve Kur’ân hizmetine adayan fedakâr gönüllerin bu problemleri halledeceği, dinî duygu ve düşünceyi canlandıracağı ve hayata mâl edeceği beklentisi içinde olduk. Bir yerde örnek bir oluşum gerçekleşir, bu yapı kendine has bir hüviyet, bir desen, bir şive kazanırsa onların ses ve soluğunun başkalarını da cezbedeceği ümidini taşıdık. Allah bizi bu konuda inkisara uğratmasın ve hüsn-ü zannımızda yanıltmasın.

Ne var ki bir kısım zorbalar, zalim ve müfsitler bu bir avuç insanın oluşturduğu müspet havadan rahatsız oldu ve onu baltalamak istediler. Kendilerine muhalif gördükleri kimselerin hürriyetlerini ellerinden aldılar. Onları en temel insanî haklarından mahrum ettiler. Çocuklarıyla, eşleriyle, en sevdikleriyle imtihan ettiler. Yüksek konumları ihraz etmiş insanları sağa sola savurdular. Yarım asırdan beri ortaya konan hayırlı hizmetleri tahrip edebilme adına bütün güçlerini sarf ettiler. Yıkmayı şiar edindiler. Hayatlarını başkalarını bitirme, yok etme, köklerini kazıma gibi şeytanî bir mülâhazaya bağladılar.

Allah’a şükürler olsun ki düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevrelerin senelerden beri tahrip adına bütün dinamikleri kullanmalarına rağmen Allah onları menhus emellerine ulaştırmadı. Allah’tan öyle ümit ediyoruz ki geçmişte olduğu gibi bugünün zalimlerinin heveslerini de kursaklarında bıraksın, hedeflerine ulaşamasınlar. İnşallah öyle de olacaktır. Zira Allah’ın yaktığı meşaleyi kimse söndüremez.

Biz kendi açımızdan meseleye bakarken, yaşanan zulümlerin birer “şefkat tokadı” olduğunu düşünür ve bunu da Cenab-ı Hakk’ın bugüne kadar bize ihsan ettiği konum ve durumun hakkını veremeyişimize bağlarız. Veya O’nun bugüne kadar başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdırdığı eltâf-ı ilâhiye karşısında şükürle gerilmemiz, tahdis-i nimette bulunmamız ve bütün güzelliklerin kaynağı olarak O’nu görmemiz gerekirken bu konuda zühul ettiğimizi, gaflete daldığımızı düşünürüz. Ya da meseleyi yol yorgunluğuna düşme, başarı sarhoşluğu yaşama, muvaffakiyet zehirlenmesine maruz kalma gibi hususlara bağlarız. Dolayısıyla içine düştüğümüz bütün sıkıntılar karşısında kendimizi muhasebeye çeker, bunları kendi açımızdan bir ikaz olarak görür, Allah’ın bu sıkıntılar vasıtasıyla bizi terbiye ettiğini düşünür, yaşananlardan ders ve ibret almaya çalışırız. Yaşadığımız zorlukları da başımıza gelen türlü türlü felâketleri de birer cebr-i lütfi olarak görür ve ona göre bir tavır alırız.

Fuzuli böylesi durumlar için şöyle der:

Dost bî vefa, felek bî rahim, devran bî sükûn
Dert çok, hem-derd yok, düşman kavi, talih zebûn.

Ben son ifadeyi değiştiriyor ve şöyle diyorum: “Düşman kavî olsa da talih zebun (zayıf, aciz) değil.” İtikadımız gereği öyle inanıyoruz ki her şeyin arkasında Allah var. Şayet -tabir-i caizse- tokat vuran, kulak çeken, ikaz eden O (c.c.) ise bizi güzel ve hayırlı bir şeye yönlendirmeyi murad ediyor demektir. Her şeyin bir vakt-i merhunu, yani bir miadı vardır. Vakti gelince Cenab-ı Hak öyle lütuflarda bulunur, sizi öyle sevindirir, içinize öyle inşirah salar ki, “Demek ki çekilen çileler bunun içinmiş. Allah bir dönemde muvakkaten ağlatmış ama nihayetinde güldürmek içinmiş. Bunca lütfa mazhar olmak çekilen her şeye değermiş.” dersiniz. Size bunları dedirten Cenab-ı Mevlâ, yapmadık zulüm bırakmayan zalimlerin de ellerini, kollarını, kanatlarını kırar, onları felç eder.

Şunu unutmamak gerekir ki bizler başka bir âlem için yaratıldık, bu dünyada yaşadıklarımıza ve tecrübe ettiklerimize göre ahirete uygun bir keyfiyet kazanacağız. İnsanın ahirette nasıl bir şekil alacağını, bu dünyadaki amel ve davranışları belirleyecektir. Allah öbür taraftaki âkıbetimizi burada çizdiğimiz resme göre şekillendirecektir. Bu dünyada yapılan her şey ahirete yansıyacak, bizim oradaki hâl ve keyfiyetimizi tayin edecektir. Esasen maruz kalınan belâ ve musibetler karşısındaki tavır ve duruşumuzla veya namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerimizle ahirette nasıl bir hayat yaşayacağımıza bir manada kendimiz karar veriyoruz. Bu itibarla bu dünyada yapılan her şeye öbür âleme göre şekillenmenin temrinleri olarak bakılabilir. Buna göre kimisi Cennet’e ehil hâle gelip oraya uçacak, kimisi Araf’ta kalacak, kimisi de Cehennem’e yuvarlanacaktır.

Bu yüzden inanmış bir mümin, fâni âlemin zorluklarına aldırmadan kendini ahirete göre hazırlamalı, bütün benliğiyle ahiret insanı olmaya çalışmalı, Allah yolunda yaptığı amellerini kesintiye uğratmadan koşturup durmalıdır. Mağduriyet üstüne mağduriyetlerin yaşandığı, zulümlerin zulüm doğurduğu, birçok insanın gadre ve zulme uğradığı, ırzın çiğnendiği, namusun pâyimâl olduğu bir dönemde, zulme uğramış bütün mü’min kardeşlerimiz adına kalbimiz titreyerek alnımızı yere koymalı, gözyaşlarımızı ceyhun etmeli, Allah’a yalvarıp yakarmalıyız. Ümmet-i Muhammed’in yaşadığı bütün mahkûmiyet, mazlûmiyet ve mahrûmiyetlerin ızdırabını da içimizde duyarak gönülden Allah’a dua etmeliyiz. Biz bir damla gözyaşıyla O’na teveccüh ettiğimizde, O deryalarla mukabelede bulunacaktır. Bizim zerre kadar amellerimize güneşlerle karşılık verecektir. Bizim Allah’a arz edeceğimiz ameller kendi küçüklüğümüz ölçüsünde olsa da bu amellerin geriye dönüşü O’nun büyüklüğü nispetinde olacaktır.