Soru: Mehmet Özyurt hocamız için “şehitlerin şahı” buyurduğunuzu duymuştuk. Bu zaviyeden merhumu anlatır mısınız? Onun iman ve Kur’an hizmetine kurban olduğu söylenebilir mi?
Cevap: Bu iman ve Kur’an hizmetine gönül vermiş bahtiyarlar arasında, zühdü, takvası, iffeti, ismeti, halktan istiğnası ve her zaman ötelere müteveccih yaşaması sayesinde sürekli yükselen; marifet, muhabbet, aşk ve iştiyakıyla kurbet ufkuna her an biraz daha yaklaşan kahramanlar tanıdım. Gönül pencereleri sonsuza karşı hep açık duran; esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan ayrı ayrı mesajlar alan ve bu mesajları çevrelerine de duyurmak için “gaye Allah rızası, vesile i’la-yı kelimetullah” deyip bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşan onlarca bahadırla tanıştım.
Her ruhu ebedî varoluşa taşımak ve herkese sonsuzluk iksiri sunmak gibi bir gâye-i hayale dilbeste olmuş bu Rabbânîlerin dimağlarında, ızdırap dalgaları birbirini kovalamakta; ruhlarında, ümit ve hüzün meltemleri arka arkaya esip durmakta ve gönül mızraplarından kopan türlü türlü sevinç-keder nağmeleri de çevrelerinde yankılanmaktaydı.
Onların her biri, yüce mefkuresi uğruna nefsanî arzularından, şahsî çıkarlarından ve gelecek endişelerinden bütün bütün sıyrılmış; kendini mensup olduğu toplum için nakış nakış saadet projeleri geliştirmeye adamış ve hafakandan hafakana girerek sürekli dertlerle iç içe yaşama pahasına çevresindeki insanların mutluluğunu sağlama iştiyakıyla şahlanmış nebî gönüllü bir diğergâmdı.
Hasbî İnsan
İşte, merhum Mehmet Özyurt Hoca’yı da bu mefkure kahramanlarından biri olarak tanımıştım. 1945 doğumlu olan Mehmet Hoca, nezih bir çevrede yetişmiş ve daha yedi yaşında hafızlığını tamamlamıştı. Askere gidene kadar dinî ilimler tahsili yapmış; daha sonra da ilk, orta ve liseyi bir-iki yıl gibi kısa sürede dışarıdan bitirmişti. O, Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarını kazanıp 1976 yılında Bornova’daki Büyük Cami’ye imam olarak tayin edildikten sonra ben de aynı camide vaiz olarak vazifeye başlayınca onunla tanışmak nasip olmuştu.
Mehmet Hoca’da çok farklı kemâlât emareleri gördüm. Öyleki, ondaki kemâlâtı her yâd edişimde Alvar İmamı ismiyle maruf Muhammed Lütfî hazretleri ile muhterem pederi Hüseyin Efendi’nin Hâcc Muhammed Pir-i Küfrevî Hazretleri’ni ziyaret edişleri aklıma gelir. Alvar İmamı ve muhterem pederleri, Pir-i Küfrevî hazretlerinin feyz dolu huzuruna çıkar; onun sohbetleriyle müşerref olurlar. Hazreti Pir, baba-oğul bu Hak dostlarına çok iltifatta bulunur ve dahası onları kendi halifeleri olarak tayin eder. Hazreti Pir’in mollaları bu durumdan rahatsız olur; hatta hafif bir kıskançlık tavrına girerler. Gece yarısı birden bire mollaların kaldığı odanın kapısı açılır; Hazret kapının sövelerini yerinden sökecekmiş gibi tutar ve “Mollalar, mollalar! Muhammed Lütfî efendinin ve muhterem pederinin bana ihtiyaçları yoktu, ruhlarındaki kemâlât ve fazilet onları buraya getirdi” der. İşte, Mehmet Hoca da Antakya’dan gelip İzmir’de İlahiyat okurken fakirin hiçbir dersini kaçırmamıştı; hep halkada bulunmuş, kamilâne bir hâl ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına asla girmemişti. Oysa ki, ufku itibarıyla o derslere çok ihtiyacı yoktu ama merhum, yüksek karakterinin gereği olarak kitabı elinden hiç düşürmemiş ve senelerce bizimle beraber satır satır ders takip etmişti.
Mehmet Hoca, Bornova’daki caminin yakınında bir ev tutmuştu. Her Cuma günü yemek hazırlar, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanları kendi evinde misafir ederdi. Yemek vesilesiyle bir de orada bazı hakikatlerin anlatılmasına zemin hazırlardı. O camide vaaz ettiğim sürece hutbeyi de hep bana bırakırdı. Bir gün, bazı şeylerden rahatsız olup da kürsüden indiğimi ve minbere de çıkmadığımı görünce Cuma hutbesini kendisi okumuş ve sözlerini evirip çevirip benim üzülmeme getirmiş, hissiyatımı tam paylaşarak duygularımı seslendirmiş, cemaate sitem ederek “Üzdünüz Hocamı” diye inlemişti.
Mehmet Hoca, öyle farklı bir çizgi takip etti ki, kendi kriterlerim açısından, tanıdığım onca insan arasında Allah’a onun kadar yakın pek az kimse gördüm diyebilirim. O, ufku engin bir alimdi; düşünce dünyasıyla aksiyonu atbaşıydı. Aynı zamanda, çok mütevazi ve başkalarını da kabullenen bir insandı. Yanında arkadaşlarının methedilmesinden rahatsızlık duymaz; birinin göklere çıkarılmasını kendisinin aşağıda ve altta kalması şeklinde değerlendirmez; bir arkadaşı hakkındaki takdirkar sözleri kendi methediliyormuş gibi kabul eder ve onun adına sevinirdi.
Mehmet Özyurt Hoca, 1988 yılında elim bir trafik kazasında dâr-ı bekâya irtihal etti. Urfa’dan Gaziantep’e giderken ve bir hizmetten diğerine koşarken yanındaki üç güzel insanla, Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Diyarbakır’lı bir müteahhitle beraber Allah’a yürüdü.
Şehitlerin Şahı
Malum olduğu üzere, şehitlik mertebesi çok yüksek bir mertebedir; onun üstünde olsa olsa Hazreti Ebu Bekir efendimizin de pâyesi olan, hâlis ve kâmil sadıkların “sıddıklık” mertebesi vardır. (Tabiî, Peygamberliğin diğer mertebelerle kıyaslanamayacağı hakikati mahfuzdur.) Fakat, bazen bir şehit hem şehit hem de sıddık olabilir ya da bir sıddık aynı zamanda şehadet şerbeti de içebilir. Evet, Cenâb-ı Hak, zirvede bulunan ve hakka’l-yakîn mertebesinin temsilcisi olan bir insanı bir de şehitlikle serfiraz kılabilir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) eğer Hayber’de aldığı zehirle irtihal-i dâr-ı bekâ buyurduysa, Cenâb-ı Hakk O’nu aynı zamanda şehitlik pâyesiyle ayrı bir derinlikle daha serfiraz kılmış demektir. O’nun başka bir büyüklüğe ve yeni bir derinleşmeye ihtiyacı var mıydı, denebilir. Oysa, Allah nezdinde terakkî nâmütenâhîdir. Allah Teala, o Zat’a öyle nâmütenâhî dereceler ihsan ediyor ki, artık kendisine, içten gele gele hamd etmekten başka bir mülahaza ortaya koymama mertebesi demek olan, “Makam-ı Mahmud” veriliyor. Demek ki, oraya kadar terakkinin yolu var; orası ise zirve.. artık orada oturacak hamd edecek, kalkacak hamd edecek; o makamda dudaklardan dökülen sadece Allah’a karşı hamd ü senâ olacak.
İslâm alimleri, şehitleri, kendilerine uygulanan dünyevî hükümler ve Allah katındaki durumları itibariyle üç kısma ayırmışlardır. İ’la-yı kelimetullah yolunda ve savaş meydanında vefat eden ya da malını, canını ve ırzını korurken haksız yere öldürülen kimseler hem dünya ve hem de ahiret bakımından şehittirler. Bu durumdaki şehitler yıkanmaz, üzerlerindeki elbiseler çıkarılmaz, öylece namazları kılınarak gömülürler. İnanmadığı halde müslüman görünen ve müslümanların yanında savaşırken öldürülen kimseler de dünyevî kıstaslar açısından şehit sayılırlar, yıkanmadan namazları kılınarak elbiseleriyle gömülürler. Fakat, bunlar, dünya hükümleri bakımından şehit sayılsalar da Allah katında şehit sevabı alamayacaklardır.
Bazıları da vardır ki, Allah katında şehittirler ve şehit mükâfatı alacaklardır; ancak bunlar, diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılınarak defnedilirler. Peygamber Efendimiz, şöyle buyurmuştur: “Şehitler beştir: Vebaya tutulanlar, iç hastalıklarına yakalananlar, suda boğulanlar, göçük altında kalanlar ve Allah yolunda canından olanlar.” Ayrıca, aile ve çocuklarının geçimini sağlamak için helâl yoldan çalışıp kazanırken ölen kimseler ve ilim yolunda can verenler de ahiret şehidi sayılmışlardır. Doğum esnasında ölen mü’mine kadın ve karın ağrısından ya da apandisit sancısından ölen bir mü’min de şehit kabul edilir.
Biz, ancak zahire göre hüküm verir; insanları dış görünüşleri ve bize yansıyan halleri zaviyesinden değerlendirebiliriz. Dolayısıyla, imana ve Kur’an’a gönül vermiş, dilbeste olduğu dava çizgisini senelerce hiç değiştirmemiş; dünyevî ve hatta uhrevî hiçbir beklentiye girmemiş, kendinden bahsedilmesini ve methedilmeyi asla hoş karşılamamış, bencilliğin semtine bile uğramamış ve hep bu hal üzere i’lâ-yı kelimetullah için koşmuş; başka mülahazalar dile getirilince, “Hayır! Rızâ-yı İlâhî bana yeter. Allah razı olmuşsa benim için her şey var demektir. Önemli olan O’nu bulmaktır. O’nu bulmak dışında kurtuluş yoktur” deyip yola revan olmuş ve hizmete giderken de bir yerde bir trafik kazasıyla ötelere yürümüş bir insan hakkında “O şehittir” hükmünü verebiliriz. Hele bir de o insanı yakînen tanıyorsak, onu duygu ve düşüncelerimiz itibarıyla “Şehitlerin Sultanı” Hazreti Hamzaların peşine takabiliriz. İşte bu duygularla ben de Mehmet Hoca hakkında “Şehitlerin Şahı” demiş olabilirim ki bu söz o büyük insan hakkında hüsn-ü zannımın ifadesidir.
Ayrıca, yanarak ölme meselesi de çok önemlidir; bir sancıdan ölen ya da yıkık altında kalıp öteye giden kimseler ahiret şehidi kabul edildiğine göre, yanarak ölen de şehitlik mertebesine ulaşmış olabilir. Vakıa, o dört arkadaşımız kaza yaptığı sırada onların ardındaki arabada bulunanlar bana telefon etmişlerdi. Oradaki manzarayı anlatmışlar; hepsinin “Allah, Lailahe illallah” diyerek ahiret koridoruna girdiklerini nakletmişlerdi. Vefat ettiğinde Mehmet Hoca’nın ve diğer bir arkadaşın işaret parmağı hâlâ yukarıdaydı, O’nu işaret ediyorlardı.
Evet, şehitlik, mertebe, ilerde olma, Allah’a yakınlık kazanma.. gibi hususların aslını sadece Allah bilebilir; biz hiç kimseyi tezkiye etmeye salahiyetli değiliz. Ne var ki, emarelere bakarak ve hüsn-ü zanlarımıza sığınarak “Onlar şehit oldular, canlarını hizmet-i diniyeye kurban ettiler” dememizde de bir sakınca olmasa gerektir…
İman Davasının Bir Kurbanı
Diğer taraftan, “Bir âlimin ölümü âlemin ölümü demektir” sözü hadis olarak rivayet edilmektedir. Kur’an-ı Kerîm başta olmak üzere Peygamberimizin hadislerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslamî ilimlerden de haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşan; diğer bir ifadeyle, h akikat bilgisiyle donanmış, marifete açık ve bilinmesi gerekli olan şeyi olduğu gibi bilen birisine “âlim” denir. Arap dilinde, bildiğiyle amel etmeyene âlim denmez; çok şey biliyor olsa da, o insana câhil denir. İlim, bilim olmadığı gibi, bilgin de, âlim değildir; bunlar birbirinden farklıdır. İşte, hakiki bir âlimin ölümü, âlemin ölümü olarak görülmüştür ve insanlar için büyük bir musibet kabul edilmiştir.
Aslında çok küçük musibetler bile birer ikazdır. Hatta çay içerken düşürüp kırdığınız bir bardak da bir musibettir ve bir sinyaldir. O türlü meselelerde teşe’üme girmemeli; onları ölümcül bir hadisenin sinyali görerek paniğe kapılmamalı; fakat, hiçbir hadisenin başıboş olmadığı da hatırdan dur edilmemelidir. Sizi de, sizin davranışlarınızı da yaratan Allah’tır ve her hadisenin bir sinyal yanı gerçekten vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah’a teveccüh eder, bir tasaddukta bulunur ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah’ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def’ edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim, bir hadis-i şerifte, “Müslüman’ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.” denmekte; bir başka nebevî sözde de miktarı az bile olsa sadakanın belaları def’ edeceği söylenmektedir.
Bir Hak dostunun ve bir Kur’an hâdiminin Allah yolunda vefat etmesi meselesi de bu zaviyeden değerlendirilegelmiştir. Öyle ki, bir dönemde hizmet-i imaniye ve Kur’aniye aleyhine planlanan bir komplo ya da mefkure kahramanlarının başına gelecek bir büyük musibet vardır.. Cenâb-ı Allah, Hak dostlarından bir tanesini almak suretiyle, hem diğerlerini teyakkuza sevk eder, hem de geride kalanların gönüllerini yumuşatır, gözlerini yaşartır ve Kendisine teveccüh etmelerini temin eder. Geride kalanlar, incelmiş ve yumuşamış gönüller olarak Allah’a teveccüh eder ve yalvarırlar: “Allahım, Sen bütün ihtiyaçları giderme ve belaları defetme kudretine sahip Rabbimizsin; bizim ihtiyaçlarımızı da karşıla ve başımızda dönüp duran belaları def eyle.” derler. Böylece, çok büyük zararlara sebebiyet verebilecek kocaman musibetleri bir kurban vermekle aşmış olurlar.
Takdir-i ilahî olarak, bir davaya kurban olacak başyüce insanlar zaten belli seviyenin kahramanlarından seçilir. “Allah’ım, bu iman ve Kur’an hizmetine bir tevakkuf gelecekse ve kudsîler bir belaya maruz kalacaksa, öyle bir musibetin def’i için ben kurban olmaya hazırım; canımı al ama Kur’an davasını ve o davanın temsilcilerini muhafaza buyur” diyerek Hazreti İsmail gibi boynunu uzatan fedakar ruhlar, canlarını bu uğurda vermeye âmâdedirler. Şu kadar var ki, onlar iradî olarak asla kendi canlarına kıyamayacakları gibi, -değil başka insanların- bir karıncanın bile yaşama hakkına müdahale etmekten de uzaktırlar; onların dünyasında intihar komandoluğuna, canlı bombalığa, toplu infazlara ve kan dökmelere kat’iyen yer yoktur. Fakat, bazen bir vesileyle, Cenab-ı Allah, “Rabbim, yeter ki davam bakî kalsın; istersen bedel olarak beni her gün elli defa öldürebilirsin!” diyerek kurbanlık bir koç gibi sırasının gelmesini bekleyen bu hasbilerden birinin canını alır.. alır ve bir kurban karşılığında Hazreti İsmail’i bağışladığı gibi onu da bela ve musibetlerin selametle savılması için fidye ya da keffaret olarak kabul eder.
İşte, Mehmet Hoca da –Allahu A’lem– böyle bir kurbanlık gibi gitmiştir ötelere.. gidişiyle de pek çok musibete keffaret olmuştur.. hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’nin bir kurbanı olarak Allah’a yürümüştür.
Merhum Mehmet Özyurt’un uçup gidişinin ardından çok ağladım. Efendimizin Hazreti Hamza’ya ya da Hazreti Cafer’e ağladığı gibi ağladım. O kadar ki, ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim. Yanılmıyorsam, bir hafta sonraydı; rüyama misafir oldu. Rüyada, onun öbür âlemden geldiğinin farkındaydım. “Seni çok özlüyorum; arasıra ziyaret etsen olmaz mı?” dedim. “Tamam, yine gelirim” deyip ayrıldı. Aynı gün, belki de aynı anda yakaza halinde kendi evine de gitmiş, ailesini de ziyaret etmişti. Kısa bir süre sonra da, söz verdiği gibi yine rüyama misafir olmuş, hasretime su serpmişti. Belli ki, o büyük bir mertebenin insanıydı; Allah nezdinde bir hususiyeti vardı. O bizim bildiğimiz usullerle değil, fakat başka bir yolla “bekabillah maallah” ufkuna ulaşmıştı.
Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü, onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hikayelerinin yazılması lazımdır.