Ben değişmem, Ben buyum

Ben değişmem, Ben buyum
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

O koca koca deryalar da, çağlayanlar da göklerden gelen
mini damlalardan oluşur. Daha rüyanın başında deryayı
görmek isteyenler, ömür boyu hep rüya görür dururlar.

Allah yaptığı işleri yaparken sizin markalarınızı basıyor
üzerlerine. Siz zannediyorsunuz ki, biz yaptık. Oysa
çok iyi bilmek lazım: her şey ısmarlama bir yerden çıkıyor.
Sahip çıkıp zulmetmemek lazım. “İnne’ş-şirke lezulmun
azîm-Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür”. Evet,
Allah’a ortak koşmak, icratında başkalarının tesirini
kabul etmek en büyük bir zulümdür. Oysa ki bizim davamız
tevhid davasıdır. Biz oturur kalkar “Allah birdir” deriz.
“Allah birdir” derken O’nun bazı icraatını kendimize
maletmenin alemi ne? Zimamını sahibine verin işler gürül
gürül devam etsin. Kendi elinize alırsanız, meseleyi
kısırlaştırırsınız. İğdiş adama evlat isnadı gibi bir
şeydir o.

Hz. Aişe validemiz, “Kendini muhsin (iyi ve hayırlı)
zanneden muhsin değildir; musi’ (kötü ve günahkar) dir.
Kendini musi’ zanneden de muhsindir.” diyor. Bu mübarek
söz, üzerinde arîz ve amik durulması, tahlil edilmesi
gereken bir vecîzedir. Evet, kendini ehl-i ihsandan
zannetmek; umumi manada, her halini, kalbi, içi-dışı,
davranışları ve düşüncelerini güzel kabul etmek; ya
da ıstılahi mana açısından ele alacak olursak; kendisini,
Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapan veya bu duyguyu
yakalayamamışsa bile Allah’ın onu gördüğü şuuruyla davranan
hayırlı bir insan bilmek demektir. İşte kendini bu manada
bir insan zanneden şahıs aslında musi’dir. Böyle düşünen
bir insan temelde isaet (kötülük) yoluna girmiş sayılır.
Çünkü böyle bir insan kusurunu görmez. Ve dolayısıyla
hiç farkına varmadan ihsan yolundan ayrılır, isaet yoluna
girer. Ama ne olursa olsun insan kendisini Üstad hazretlerinin
onikinci notada “hem musi’, hem de müsinn; hem günahkar
hem de yaşlı” dediği gibi sürekli mücrim, musi’ görüyorsa,
böyle bir insanın tedarik duygusu, telafi düşüncesi
olur; “isaetten nasıl kurtulurum, nasıl ruhi ihsana
ulaşırım” der ve bir cehd ortaya koyar. Yoksa kendini
zirveye çıkmış zanneden bir insanın bunun daha ötesinde
zirveleşme cehdi, gayreti söz konusu değildir.

Soru: Bazılarına yanlışlıkları gösterildiğinde “Ben
değişmem, ben buyum. Benim fıtratım bu.” şeklinde mazeretler
söylüyorlar. Bu mazeretlerin doğruluk payı var mıdır?

Cevap: Öncelikle, “Ben değişmem, ben buyum”
diyen kimse hiç değişmez. Çünkü değişmeye niyeti yoktur.
“Ben değişmem, ben buyum.” sözü bir bakıma doğrudur.
İnsanlar hiçbir zaman bütün bütün değişmezler. Çok ciddi
presten geçseler bile kendi hususiyetlerini hala üzerlerinde
barındırırlar. Yani üzümün şırası üzüm şırası olur..
kayısının ki kayısı şırası. Arpanın ki de boza olur.
Hepsi de sıvıdır, hepsinin ekşi, az buruksu tatları
vardır. Birbirine benzerler ama yine de kendilerine
ait bazı hususiyetleri vardır. İşte bu söz “herkes kendidir”
manasına bir bakıma doğrudur. O kastediliyorsa, bu,
insanın ruh haletiyle, psikolojik durumuyla alakalıdır.

Fakat, insanlar bütün bütün değişmez de değildir. “Hiç
değişmez” derseniz peygamber göndermenin bir anlamı
olmadığını da iddia etmiş olursunuz. Çünkü onlar, potansiyel
insanı mükemmel insan haline getirmek için gönderilmiştir.
İnsanın içindeki bir kısım istidatları ateşleme, fitilleme
maksadına matuf gönderilmişlerdir. Onlar, insanları
terbiyeye tabi tutarlar. Rehabilite ederler. Böylece
sadece dış görünüş itibariyle, zahiren insan görünen
fertler hakiki insan haline gelir. Ama herkes kendi
istidatı çerçevesinde kalır; kendi kemâlât arşına ulaşır;
daha ötesine gidemez. Herkes bir ölçüde yine eskilerin
heyüla dedikleri kaderî programa -kaderî çerçeve, kaderî
kalıp demek daha uygun- göre şekillenir, ona göre kalır,
değişmez ama belli ölçüde işe yarayacak hale gelebilir.
Evet, her fert terbiye ile işe yarayacak hale, cennete
ehil hale gelebilir. Her insan cehennemden kurtulabilecek
seviyeye yükselebilir. Herkes insanlara faydalı olabilecek
dereceye çıkabilir. Enbiyanın gönderilmesi buna delalet
eder. Allahın Kuran-ı Kerim’de değişik yerlerdeki emirleri,
fermanları onu gösteriyor. İnsan potansiyel olarak ahsen-i
takvim (en güzel suret) üzere yaratılıyor. Fakat âlâ-yı
illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasında mahiyet-i insaniye
ibresinin oynaması söz konusu. O arada bir yerde durabilir.
İşte o durma meselesi insanda şart-ı âdî mahiyetinde
kabul edilen insan iradesine bağlanmıştır. Meşiet-i
Sübhâniye esas olsa bile –Matüridi’ce bir mülahazayla
yaklaşıyoruz meseleye- insan iradesine Allah o kadar
değer veriyor ki, bu kainatları var eden o müthiş, o
muhteşem, baş döndüren kudret ve iradesini bir yönüyle
ona göre hareket ettiriyor. İnsan iradesine değer verme..
İster siz ona Üstad’ın Kader risalesindeki yaklaşımıyla
bir meyelân deyin, isterseniz meyelândaki tasarruf deyin
(iki tarafı eşit olan iki noktadan bir tanesi hakkında
seçiminizi kullanma şeklinde bir tasarruf) onu o küllî
iradesinin tecellisine ve illet-i tamme diyebileceğimiz
şeyin tezahürüne vesile yapmış. Onunla insan ala-yı
illiyyîn-i kemâlâta çıkar. Ahsen-i takvime hakikî mazhariyetini
gösterir. Bu şekilde, potansiyel olarak ahsen-i takvîme
mazhar olan insan realite planında da ahsen-i takvîme
mazhar olur.

Bu durumda yukarıdaki sözü, onu söyleyen insanın durumuna,
karakterine, haline göre değerlendirmek lazım. Fakat
genel manada “Ben değişmem, mahiyetim bu, Allah beni
böyle yaratmış” diyen insan kendine mazeret arıyor demektir
ve bu söz katiyen doğru değildir. Ama “herkes kendi
karakterinin gereğini ortaya koyar” şeklinde bir anlayışı
seslendiriyorsa, bu doğrudur. Şâh-ı Geylani de büyüktür,
Muhyiddin ibn-i Arabî de. Hasan Şazeli de büyüktür,.
İbn Beşiş de. Diğer aktab-ı kiram efendilerimizin hepsi
de çok büyüktür. Fakat herkesin mahiyeti bir yere kadar
o kimseye yer verir. O şahıs da kendi arş-ı kemâlâtına
kadar; kendi varış ipini göğüslediğinden daha ilerisinin
olmadığını zannederek, “dahası yok” diyebileceği noktaya
kadar yükselir ve öyle der. Ve artık sanır ki onun yükseldiği
noktadan daha ileri giden olmamıştır.
Dava-yı nübüvvetin varisleri belli ölçüde payelerini
bilirler; çünkü onlar pek çoğu itibariyle, mahviyete
kilitlendiklerinden dolayı “Benim üstümde daha çok mesafe
var.” derler. Onlar hakkında ikram-ı ilahî ve ihsan-ı
ilahî, Allah’ın nasip ettiği pek çok lütfu gizli tutması,
ikramları ketmetmesi şeklinde tecelli ettiğinden; şu
zamanda yaşayan bir arkadaşımızı Şah-ı Geylanî’nin yanına
koysalar, Efendimiz’in huzurunda aynı rahle-i tedriste
oturtsalar, yine o der ki “Benim önümde çok yol var;
ben yolun başındayım.” O hep mebdei (başlangıcı) görür.
Allah onu Münteha’ (neticede varılan son nokta) ya muttalî
kılmaz. Hatta bazen öyle bir ittila olsa bile o “Bu
galiba benim için bir imtihandır.” der. Mesleğimiz itibarıyla
böyle olması da gereklidir. Bu “hiçbir mazhariyetleri
yoktur.” demek değildir. Belki mazhariyetlerin aldatmayanı
vardır. Hele hususiyle günümüzde pek çok insanın öyle
rüyalarla, yakazalarla aldandığı bir dönemde bence en
büyük ihsan-ı ilahî odur: insanın kendini sürekli mebdede
görmesi. İnsanın kendini yolun başında, başlangıçta
görmesi onda sürekli gerilim hasıl eder; tırmanma azmini
çoşturur, şahlandırır. Aynı zamanda onu fahirden, kendini
beğenmeden, bir şey olma mülahazasından da uzak tutar.
Böylece o başka şeylere de talib olmaz. Allah onu müşîr
(general) yapar da fakat o hiç farkında değildir; kendini
nefer olarak görür. Önüne bazen ekstradan çerezler saçılan
bir nefer gibi görür. Halis olduğu zamanlar da “ben
bunları istemiyorum” der. İnsan her zaman ihlasa bağlı
olabilse bile bazen çok hâlisâne zamanlar yakalayabilir.
Öyle ki, insan, dünyada verilebilecek en büyük payelere
karşı dahi kapanır ve “O’nun rızası dışında hiçbir şey
istemiyorum, hiçbir şey” der. Cennetin kapılarını açsalar,
hurileri gösterseler de “istemiyorum” der. Bunu bizim
gibi mübtedîler bile bazen hissedebilir. Çünkü vicdan
bunları hissedebilecek mahiyette yaratılmıştır. Tamamını
her türlü dünyevî renk ve desenin dışında kavrama müntehîlere
mahsustur.

Ben halimden memnunum. Mübtedîlik hoşunuza gidiyorsa
siz de dilekçe verir orada kalırsınız. Dualarınız birer
dilekçe olsun, “Allahım mebde’de, müntehadakilere mahsus
halisane amele bizi muvaffak eyle; fakat, -bahtına düştük-
bizleri kalben hep mebde’de tut.”