Asimile Olmadan Entegre Olmak

Din ve iman adına korkunç bir tahribatın yaşandığı, temel değerlerimizin birer birer yıkıldığı, sosyal problemlerin güve gibi içten içe içtimai yapıyı kemirdiği bir dönemde, bu yıkımı tamir etmeye koyulan gönül mimarlarının çabaları bize ümit veriyordu. Birçokları beyin aktivitelerini yapılan güzel işleri yok etme istikametinde kullanırken, onlar müspetin ikamesiyle uğraşıyordu. Bu gönüllüler, toplumsal hayattaki kırık ve çatlakları onarabilmek için kafa kafaya veriyor, ortak akla müracaat ediyor ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışıyorlardı. Dünyada sulh ve huzuru temin edebilmek için diyalog köprüleri kuruyor, herkesle insanlık ortak paydasında buluşmaya çalışıyor, Hz. Pir’in müjdesini verdiği nesl-i cedit (yeni bir nesil) olma yolunda kararlılıkla yürüyorlardı.

Onların bu sa’y u gayretleri, ışığı sevmeyen bazı karanlık ruhları rahatsız etti. Ellerindeki güçle emek ve gözyaşı mahsulü nice kıymetli faaliyetleri baltaladılar. Başkalarının harmanına konan haramiler gibi bin bir emekle inşa edilmiş kurumlara çöktüler. Adanmış gönüllerin alın teriyle, karın ağrısıyla, şakak zonklaması ile elde ettikleri birikimlere olmadık zararlar verdiler. Yanan bütün meşaleleri söndürmek için uğraştılar. Neticede büyük kayıplara, tahribatlara yol açtılar. Ama bizler inanıyoruz ki meşaleleri bir kere yakan Allah, o meşaleleri bin kere daha yakar. Birilerinin “Bitti” demesiyle bu iş bitmez. Yeter ki biz dimdik duralım, yaşananları kendi kusurlarımızdan bilip ıztırar diliyle Allah’a yönelerek kendimize düşen sorumlulukları yerine getirelim. O zaman Allah, bu sisli dumanlı havayı dağıtır, bu sıkıntılı dönemin içinden ferah feza devranlara kapı açar, kapkaranlık geceleri upuzun aydınlık gündüzlere, karı buzu çözülmez sanılan kışları baharlara çevirir.

Mühim olan, Allah’ın bizimle olmasıdır. O bizimle olduktan sonra ne gam ne keder! O bizi olması gereken yere koyduktan sonra âlemin bizi nereye koyduğunun ne önemi var! Fakat gönüllerimizde O’nu yitirirsek işte asıl kaybı o zaman yaşarız. Allah bize şah damarımızdan yakın olduğu hâlde biz O’nun uzağına düşmüşsek, metastaz yapmış bir kanserden daha tehlikeli bir hastalığın pençesine düşmüşüz demektir. O’nu içimizde derinlemesine duyamamaktan, O’na karşı aşk u şevkle dolamamaktan, likaullah iştiyakına sahip olamamaktan daha büyük bir musibet düşünülemez.

Mevcut Fırsatların Değerlendirilmesi

Yapılan zulüm ve baskılar cebri (zorunlu) hicretlere yol açtı. Binlerce adanmış gönül dünyanın dört bir yanına dağıldı. Daha önceden angajmanların olduğu ülkeler güven vermediği için özellikle Batılı ülkelere göçler tertip edildi. Aslında geçmişte de hoşgörü ve diyalog temsilcileri olarak dünyanın farklı yerlerine açılmalar olmuştu. Ancak Batılı ülkelere bugünkü kadar büyük çaplı bir açılım gerçekleşmemişti. Bu ülkeler de çoğunlukla kapılarını açtı, destek oldu, oturum hakkı verdiler. Bunda da Cenab-ı Hakk’ın bir sevk-i Subhanisi vardır. O’nun her işinde bir hikmet gizlidir, abes fiil işlemez Allah.

Ancak bu kapıların açılması, zihinlerde size karşı hiçbir tereddüt ve şüphenin olmadığını göstermez. Zira dimağların buğulandığı, anlamakta zorluk çektiği sisli dumanlı bir ortamdan ayrılıp geliyorsunuz. Üstelik hakkınızda kafa karıştıracak türlü yayınlar hız kesmeden devam ediyor. Bu yüzden bu ülkelerin yeni gelenlere karşı bazı şüphelerinin olabileceğini unutmamak gerekir. Esasen bu kucak açmanın arkasında sizi dinleme ve daha yakından tanıma niyeti de olabilir. Acaba siz kimsiniz? Temel düşünceleriniz nelerdir? Aslında bu dikkat ve sorgulama bizim için dezavantaj değil, tam aksine kendimizi doğru ifade edebilmemiz için önemli bir fırsattır. Bize düşen, bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek, değerlerimizi en güzel şekilde temsil etmektir.

Bu noktada doğru temsil her şeyden önemlidir. Siz, duygu ve düşüncelerinizi Firdevsî gibi en güzel ve dokunaklı kelimelerle ifade etseniz bile şüpheleri gideremeyebilirsiniz. Ama meseleyi temsil ve hâle emanet ederseniz, gönülleri fetheder; Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı şâd, Allah’ı hoşnut edersiniz. Zaten asıl maksadımız da bu değil mi?

Biz kendimizi bu ülkelerin insanlarına duyurabilmek ve tanıtabilmek için servetler harcasaydık belki bu kadar görünür olamazdık. Kimileri sizi çirkin sıfatlarla duymuş, hakkınızda kötü sözler işitmiş olabilir. Bunlara takılmayın. Hakkınızdaki yalan ve iftiralarla oyalanmak yerine önünüze, işinize bakın. Elinize geçmiş bu imkânı en verimli şekilde değerlendirmeye çalışın. Madem bir şekilde sizden haberdar oldular; şimdi iş, anlatmak istediğinizi doğru üslupla anlatmaya kaldı. Hümanist bakışınızı, insan sevginizi, gönlünüzün insanlık için attığını hâl ve tavırlarınızla herkese hissettirin. Kimseyle kavga etmeye değil, herkesle köprüler kurmaya geldiğinizi, birlikte yol yürünebilir insanlar olduğunuzu gösterin.

Başkalarıyla ilişkilerimizi sevgi çizgisinde, sevgi yörüngesinde götürmeliyiz. İnsan, sevilmek için yaratılmıştır. O, Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim ve irade fırçasından çıkmış, ‘ahsen-i takvim’e mazhar kılınmış mükemmel bir varlıktır. Bu yüzden melekler onu bir mihrap gibi kabul etmiş ve karşısında iki büklüm olmuşlardır. Böylesine âbide bir şahsiyettir o! Bize düşen de sırf insan olduğu için herkesi sevmek, herkese saygı duymaktır. Bazıları kendi düşünce ve kültür dünyalarını başkalarına kabul ettirebilmek, onları kendi bünyelerinde eritebilmek için baskı ve zorlamaya başvurdukları için belki size de bu gözle bakabilirler. Bizim böyle bir derdimizin olmadığını çizgimizi koruyarak herkese göstermeliyiz.

Sağlam Bir Entegrasyon

Gittiğimiz yerlerde ses ve soluğumuzun herkeste aynı etkiyi yapmasını beklemek gerçekçi değildir. İnsanlığa sunduğumuz mesajı semadan inen rahmet yağmurlarına benzetebiliriz. Mesajımız bazen bir çiy tanesi gibi birkaç yaprağı besler, bazen çiseleyen bir yağmur olur, bazen sağanak gibi toprağı diriltir, bazen de kar olup toprakta birikir. Hizmetlerin meyve vermesi, bir yönüyle gittiğimiz toplumla sağlam bir entegrasyon kurmamıza bağlıdır. Bu konuda kusur etmemeliyiz. Yaşadığımız yerlerde tavır ve davranışlarımızla yadırganmamalıyız. İnsanlar bizi gördüklerinde kendilerinden biri gibi hissetmeli, onların içinde iğreti durmamalıyız. Detaya ait mevzulara takılıp kalmamalı, bunların kavgasını vermemeliyiz. Hâl ve hareketlerimizle kimseyi endişelendirmemeli, kimsenin nefretini üzerimize çekmemeliyiz.

Entegrasyon, diyalog köprüleri kurmak ve güven telkin etmek açısından da önemlidir. Toplumun bir parçası olursak, bize daha kolay güvenir; “Bunlarla yol yürünür.” derler. Hatta kendinizi doğru ifade etmenize göre bazıları, “Bunlar zinde dimağlar, bunlardan istifade edilebilir.” düşüncesine sahip olurlar. Biz de alacağımızı alır, vereceğimizi veririz. Alacağımız şeylerin vereceklerimizi verme adına bir yol açacağını, bir zemin oluşturacağını biliriz. Unutmayalım ki -sosyal tarihçilerin de dediği gibi- genel olarak fatih milletler, mağlup milletlerden verdiklerinden daha fazla şey almışlardır.

İçinde yaşadığımız toplumun fertleriyle yakın temaslar kurmalıyız ki herkes birbirini doğru tanısın. Gerekirse onların düzenlediği ve dinimizin özüne aykırı olmayan etkinliklerine katılabiliriz. Mesela kutsal mekânlarında bulunabilir, tören ve âyinlerini izleyebilir, özel günlerinde yanlarında olabiliriz. Bu tavır, gönülleri bize ısındırır ve kimseyle bir derdimiz olmadığını gösterir.

Asimilasyona Karşı Kararlı Duruş

Yabancı kültürlerle içli dışlı olmak, farklı dünya görüşlerine sahip insanlarla yakınlıklar tesis etmek asimilasyon tehlikesini de beraberinde getirebilir. Özellikle çocuklar ve gençler bu etkiye daha açıktır. Onlar, yeni olan her şeyi daha cazip görebilir ve etkilenebilirler. Bu yüzden onları böyle bir tehlikeden korumak için seralar oluşturmalı, beslenme kaynaklarıyla irtibatlarını güçlü tutmalıyız. Kabiliyetli ve donanımlı rehberleri gençlerin yetiştirilmesinde istihdam etmeli, onlara kendi değerlerimizi sevdirmeliyiz. Kendi değerlerine yürekten bağlı, onlarla gurur duyan nesiller yetiştirmeliyiz.

Tatil dönemleri bu iş için büyük fırsattır. Genel terbiyemize uygun şekilde erkek ve kız çocukları için ayrı alanlar hazırlanabilir, onlara yardımcı olacak rehberler tayin edilebilir. Sahip olduğumuz değerlerin onların tabiatlarının bir buudu hâline gelmesi için imana dair eserler birlikte müzakere edilebilir, bu konuda dersler yapılabilir, kitaplar okunabilir. Bu sayede çocukların manevi bağışıklık sistemi güçlenir ve yabancı etkilere karşı direnç kazanırlar. Böylece onların başkalaşmaları ve öz benliklerinden uzaklaşmaları engellenmiş olur.

Bizi ziyarete gelen bir Amerikalı akademisyen yalvarırcasına şöyle demişti: “Aman hocam, Allah aşkına bu toplumda eriyip gitmeyin. Ne iseniz öyle kalın, hayatınıza öyle devam edin. Sizden öncekiler değişik yerlere dağıldı, kendi değerlerini unuttu ve asimile oldular. Sakın siz aynı hataya düşmeyin. Bu topluma katkınız kendiniz olarak kalabilmenize bağlıdır.”

Evet, bir taraftan yaşadığımız toplumun bir parçası olacağız ama öte yandan kendimiz olarak kalmayı asla bırakmayacağız. Bu ikisi çelişiyor gibi görünse de ikisi de bizim için hayati önemdedir. İçinde yaşadığımız topluma entegre olmamız, kendi değerlerimize ölesiye bağlı kalmamıza, onları burnumuzun kemikleri sızlarcasına derinlemesine duymamıza engel değildir.