Soru: İnanan insanların anne-baba olma konusundaki ısrarlı istekleri doğru mudur? Çocuklarının olmaması eşlerin hata ve günahlarından dolayı mıdır? Çocuk talebinde hangi esaslara dikkat edilmelidir?
Cevap: Mü’minler nazarında aile, toplumun en hayatî bir parçası ve milletin de ilk nüvesidir. Dolayısıyla o, ne bir kuluçka makinesi ne de cismânî arzuların tatmin vasıtasıdır. Aile, kutsal bir müessesedir; kutsiyetinin en belirgin çizgisi de nikahtır. İslam, “nikah” adı altındaki meşrû birleşmeyi sağlam bir milletin temeli ve esası kabul etmiştir. Bununla beraber, maksatsız, gayesiz ve gelişigüzel evlilikler meşrû sınırları zorlayacağından dolayı, yüce dinimiz, nikahı da bir kısım gaye ve hedeflere bağlamıştır.
İhtiyaç Ölçüsünde Talep
İzdivacın en önemli hedeflerinden biri, Allah’ı hoşnut edecek ve Rasûlullah’ın yüzünü güldürecek bir neslin yetiştirilmesidir. Kur’ân-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere bakıldığında, ekser nebîlerin ve sâlih kulların, aile kurmanın semeresi olarak tertemiz nesiller istedikleri ve hayırlı bir zürriyet talebiyle Cenâb-ı Hakk’a el açtıkları görülecektir.
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, “Evlenin, çoğalın; zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” hadis-i şerifi ve nikahla alâkalı sâir tavsiyeleri de izdivaçla göz nuru bir neslin hedeflenmesi istikametindedir. Şu kadar var ki, Kainatın Medâr-ı İftiharı’nın (aleyhissalatü vesselam) çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde makbul olan, rıza-yı ilahîyi kazanmaya teşne bulunan ve din-i mübîni hayatına hayat kılan bir nesildir. Bu itibarla da, çocuklarının terbiyesi üzerinde hassasiyetle durabilecek ve onları İnsanlığın İftihar Tablosu’nu memnun edecek şekilde yetiştirebilecek şuurlu mü’minlerin çocuk istemelerinde bir beis yoktur.
Aslında, çocuk, Cenâb-ı Hakk’ın bir nimetidir. Eşler birbirine Allah’ın emaneti ve nimeti olduğu gibi, yuvanın mevyesi çocuk da bir emanet ve nimettir. Dolayısıyla, fıtrat itibarıyla her nimete talip olan insanın Mevlâ-yı Müteâl’den çocuk nimetini istemesi de gayet tabiî ve fıtrîdir. Ne var ki, talebin keyfiyeti nimetin büyüklüğüne göre olmalıdır. Mesela, hayat da bir nimettir; fakat Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Allahım, hayat benim için hayırlı ise beni yaşat; şayet vefatım daha hayırlı ise o zaman can emanetini al!” diye dua etmektedir. Böylece bize, imandan sonra en büyük nimet sayılan hayat hakkında bile “hayırlı ise…” kaydıyla dua etmemiz gerektiğini öğretmektedir.
Bu açıdan, iman ve onun semereleri olan yakîn, marifet, ihlas ve ihsan gibi doğrudan Allah’ın rızasıyla alâkalı hususların dışında hiçbir şey hırsla taleb edilmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın rızasından ve o rızayı kazanmanın en önemli vesilesi olan Allah’ın yüce adını bir bayrak gibi dünyanın dört bir yanında dalgalandırmaktan başka hiçbir şey hırsla istenmemelidir. Evet, sadece rıza-yı ilâhî hırs ölçüsünde arzu edilmeli ve bu mevzuda ne kadar olunabiliyorsa o kadar hırslı olunmalıdır. Fakat, ne hayat, ne hayat arkadaşı, ne evlat ve ne de herhangi bir nimet Allah’ın hoşnutluğu ölçüsünde talep edilmemeli ve onlara Nâm-ı Celîl-i İlâhî’yi dünyaya duyurma nisbetinde bir kıymet verilmemelidir. Talepte aşırı gitmenin insanın başına pek çok dertler açacağı hususlardan biri de anne-baba olma arzusudur. Evlenme ve çocuk sahibi olma meselesi ihtiyaç ölçüsündeki bir talep çerçevesinde kalmalı; bu hususta aşırı gidilmemeli, “olmazsa olmaz” denilmemeli; izdivaç ve çocuk asla rıza-yı ilâhî ve i’lâ-yı kelimetullah gibi insan için zarurî ve hayatî olan mevzularla eşit tutulmamalıdır.
Tüp Bebek ve Çocuk İsteğiyle Dua
Dinimize göre, diğer bütün nimetler gibi çocuk da Allah vergisidir. Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle beyan buyurmaktadır: “Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir, yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar. Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi mükemmel bilir, istediği her şeyi yapmaya kadîrdir.” (Şûrâ 42/49-50) Evet, dilediğine erkek veya kız, tek ya da ikiz, üçüz, dördüz çocuk veren, dilediğini de kısır bırakan Hâlık-ı Kerim’dir. Şu kadar var ki, Allah Teâlâ yarattığı her şeyi bazı esbâba bağladığı gibi, çocuğun dünyaya gelmesini de bir kısım sebep ve şartlara bağlamıştır. Meşrû bir arzuyu gerçekleştirmek için uygun sebeplere sarılmakta ve sonra da Müsebbibü’l-Esbâb’a teveccüh edip ondan hayırlı neticeler istemekte bir sakınca yoktur.
Öyle ki, teknik ve teknolojinin oldukça ilerlediği günümüzde, tabiî yoldan çocuğu olmayan aileler için istisnaî bir çözüm ve tedavi şekli de geliştirilmiştir. Çok saygı duyduğum Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kıymetli üyeleri ve İslam aleminde sözü makbul olan bazı alimler, tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi olmakta dinen bir mahzur bulunmadığı hükmüne varmışlardır. Genel kabul gören bu fetvaya göre; döllenmenin üç unsuru olan sperm, yumurta ve rahimin her üçü de nikahlı çifte ait olursa, tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi olmak dinen mahzurlu değildir. Şu kadar var ki, böyle bir uygulama, ancak normal yolla çocuk sahibi olamayan eşler için bir tedavi mahiyetindedir. Bununla beraber, sunî döllenme ve tüp bebek tekniğinde bu şeklin dışına çıkılıp araya yabancı bir unsur sokulduğunda, yani sperm, yumurta ve rahimden biri evli çift dışındaki bir şahsa ait olduğunda bu uygulama da câiz olmamaktadır. Binaenaleyh, sübjektif kulluk anlayışımdan ve bazı tereddütlerimden dolayı meseleye hemen “evet” diyemesem de, kanaat-i vicdaniye açısından bir problem yaşamayan insanların, hürmet ettiğim bir kurumun ve kıymetli ilim adamlarının fetva verdiği bu tedavi şeklini fiilî bir dua olarak görmelerine ve o yola başvurmalarına da itiraz etmeyeceğim.
Ne var ki, bir kadın ve erkeğin, çocuklarının olmamasını büyük bir problem saymalarının ve bu hususta aşırı tehâlük göstermelerinin kulluk edebine yakışmadığını ifade etmeden de geçemeyeceğim. Evet, duada büyük bir güç vardır; gönülden yapılan dua karşısında esbâb sukut eder. Müsebbibü’l-esbab, isterse en olmayacak şeyleri oldurur ve dilediğine fevkalâdeden ihsanda bulunur. Cenâb-ı Hak, evlat isteyen kimselerin samimi dualarına da icâbet edip onlara istedikleri çocuğu lutfedebilir. Fakat, bu konudaki aşırı istek maksadın aksiyle tokat yemeye de sebebiyet verebilir. Mesela, ısrarlı talep neticesinde öyle bir çocuk dünyaya gelir ki, âsî mi âsî, anarşist mi anarşist olur ve anne-baba için büyük bir hüzün sebebine dönüşür. Hatta onlara, “Ah ölse de kurtulsak!” dedirtecek kadar şerli bir insan halini alır. Bundan dolayı, kadın ve erkek, çocuklarının olmayışını hemen mutlak şer olarak görmemeli ve Allah Teâlâ’dan haklarında hayırlı olanı dilemelidirler.
Nitekim, Hazreti Zekeriyya (aleyhisselam) da Cenâb-ı Hak’tan evlat istemiştir ama “Lütf u kereminden öyle bir oğul nasib et ki, bana da, Yâkub hanedanına da vâris olsun. Onu, razı olacağın bir insan eyle ya Rabbî!” (Meryem, 19/6) demiştir. Kur’an-ı Kerim, Hazreti Zekeriyya ve Hazreti İbrahim gibi peygamberlerin ve Rahman’ın sevgili kullarının çocuk taleplerini anlatırken, onların behemehal bir çocuk sahibi olmak için değil, nübüvvetin ağır yükünü omuzuna alıp götürebilecek keyfiyette bir vâris yetiştirmek için dua ettiklerini de nazara vermiştir. Onların dua cümlelerine mefhum-u muhalif açısından bakılınca “Ya Rabbi! Şayet hayırsız ve şerru’l-halef olacaksa, öyle bir çocuk istemiyoruz.” dedikleri görülecektir.
Evet, Kur’an-ı Kerîm, evlat talebi ile alâkalı ayetlerinde her zaman iki hususa dikkat çekmektedir: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, çocuk nimetini verenin Müsebbibü’l-esbab ve Hâlık-ı Kerim Cenâb-ı Allah olduğu hakikatidir; ikincisi de, çocuğun sâlih ve hayırlı bir insan olması için niyaz edilmesinin gereğidir. Bu itibarla, bir kadın ya da erkek illâ eş veya çocuk isteyecekse, Rahman’ın hâlis kulları gibi “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan et, bizi müttakîlere önder eyle!” demelidir. Mealini verdiğim bu dua, Furkan suresinin yetmiş dördüncü ayetinde yer almaktadır. Bu ayette özellikle çocuklar için “kurretu ayn” ifadesi kullanılmıştır ki, bu tabir “göz bebeği gibi kıymetli, göz aydınlığı, gönül süruru” manalarına gelmektedir. Bu söz, anne-babasının maddî-manevî beklentilerini karşılayıp onların yüzlerini ak edecek, dünyada ve ukbâda gönüllerine inşirah vesilesi olacak ve her zaman takvâ dairesinde bulunacak bir nesil talebinin ifadesidir.
Mukarrebînin Evlatla İmtihanı
Bu itibarla, mutlak manada bir hayat arkadaşı ya da mutlak manada bir çocuk istemek kat’iyen doğru değildir. Öyle ki, izdivaca doğru yürüyen kadın ve erkek, birbirinin yüz güzelliğine, üstüne-başına, kılık ve kıyafetine, asalet ve servetine değil, ruh güzelliğine, namus ve ahlâk anlayışına, fazilet ve karakter yüksekliğine bakmış ve çok isabetli karar vermiş olabilirler. Fakat, böyle bir durumda bile, şayet “ille de olsun” mülahazasına girer, meselenin üzerine dolu dizgin gider ve hırs gösterirlerse, bugün olmazsa yarın, kendileriyle değilse çocuklarıyla mutlaka bu hırslarının cezasını çekerler.
Çünkü, izdivacın ve çocuk arzusunun da hırsa tahammülü yoktur. Sadece mal-mülk kazanma, makam-mansıp sahibi olma mevzularında değil, eş ve evlat edinme hususunda da hırs sebeb-i hasârettir. Hususiyle de adanmış ruhlar, Cenâb-ı Hak’la münasebetleri açısından bu konuda kalb istikametini korumak zorundadırlar. İzdivaca ve yuva kurmaya giden yolun her adımını büyük bir temkin içinde atmalı, her zaman Mevlâ-yı Müteâl’e sığınmalı ve O’ndan her şeyin hayırlısını dilemelidirler. Sebepleri yerine getirip vazifelerini yaptıktan sonra da samimi bir gönülle Allah’a tevekkül etmeli ve O’nun takdirlerine bin can ile razı olmalıdırlar.
Unutulmamalıdır ki, bir insanın marifet ufku onun mükellefiyet çizgisinin belirlenmesinde mühim bir unsurdur. Bundan dolayı, Ehlullah, “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn – Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Bu söz, eş ve çocuk isteme mevzuunda da önemli bir ölçüdür. Sıradan bir insan, şiddetli evlat arzusundan dolayı mazur kabul edilebilir; fakat, gözlerinin içine yabancı bir hayal bile girmemesi gereken mukarrebîn, böyle bir istekten dolayı mutlaka hesaba çekilir ve hatta bazen kurbet ufkuna göre cezalandırılır. Bu hususta, Hazreti İbrahim ve Hazreti Zekeriyya’nın çocuk sahibi olma arzuları ibretâmiz birer misaldir.
Haddizatında, bu kutlu peygamberlerin evlat talebini, tertemiz bir şecereden tevarüs ettikleri ilâhî gerçeği temsil edebilecek bir sürgün arama cehdi şeklinde değerlendirmek daha doğru olacaktır. Çünkü, Enbiyâ-yı İzam, evlad ü ıyâle onların zatlarına bakan yanlarıyla kat’iyen iltifat etmemişlerdir. Onlar, geride miras olarak bırakacakları nübüvvet hakikatinin kendi sulblerinden gelecek temiz nesiller tarafından temsil edilmesini arzu etmişlerdir. Bu itibarla, peygamberlerin o husustaki istekleri de peygamberâne olmuştur. Şu kadar var ki, bizim gibi düz insanlar için böyle talepler dava yörüngeli olunca belki de bir fazilet sayılır; fakat, o iki peygamber mukarrebîndendir ve mukarrebîn için o türlü istekler –Allah’a yakınlıkları ve seviyeleri itibarıyla– bir yönüyle dünya arzusu manasına gelir.
İşte, Hazreti İbrahim ve Hazreti Zekeriyya’nın çocuk sahibi olma istekleri, peygamberâne bile olsa, zahirî yanı itibarıyla dünyayı talep olduğundandır ki, her ikisi de çocukları yüzünden ciddî imtihanlara tâbi tutulmuşlardır. Hazreti İbrahim (aleyhisselam), belki isteğini içinde tuttuğu için, çocuğunu ıssız bir yere terketme ve belli bir yaşa gelince de onun boynunu kesme emrine muhatap olmuş; muvakkat firaka katlanmak zorunda kalsa da İsmail’ini kurban etmekten kurtulmuştur. Hazreti Zekeriyya (aleyhisselam) ise, açıktan çocuk talep ettiği için, ancak peygamberlerin tahammül edebilecekleri bir imtihana uğramış ve hem kendisinin hem de oğlunun başı vurulmuştur.
Hakkımızda Hayırlı Olanı İstemeli!..
-Hâşâ- bu yorumla, Enbiyâ-yı İzamı sorguladığım zannedilmesin; onları sorgulamak haddim olmadığı gibi, haklarında su-i zanna sebebiyet verebilecek en küçük bir ifadeyi bile edepsizlik sayarım. Meşru bir istekten dolayı öyle müthiş imtihanlarla karşı karşıya kalmaları da onların büyüklüğünün ayrı bir delili ve bulundukları kurbet ufkunun işaretidir. Fakat, ortada ilahî bir gerçek ve değişmeyen bir sünnet-i ilâhiye vardır: Kur’an-ı Kerim’in bazen sarih anlattığı, bazen de ima ettiği hakikatler ve görüp duyduğumuz, okuyup dinlediğimiz binlerce hadise de gösteriyor ki; Cenâb-ı Hakk’ın rızasından ve i’lâ-yı kelimetullahtan başka hiçbir mevzuda şiddetli arzu ortaya koymak doğru değildir; böyle bir arzu mutlaka insanın başına değişik gâileler açmaktadır.
Allah Teâlâ, nereye ne ölçüde himmet sarfetmemiz gerektiğini ve neye ne nispette hırs göstermemiz icap ettiğini belirlemiştir. Çocuk talebi gibi hırs gösterilmemesi gereken meselelerde ısrarlı istekler çoğu zaman maksadın aksini netice vermektedir. “Olsun da nasıl olursa olsun!..” düşüncesini ve ısrarını sürdüren anne-babalar ekseriyetle çocuklarından çok çekmektedirler. Kimi çocuklar bedenlerindeki arızalarla ve hastalıklarıyla, kimileri huysuzlukları ve şirretlikleriyle, kimileri de kalb-kafa yapılarıyla ve hayat tarzlarıyla anne-babalarına yudum yudum zehir içirmektedirler.
Nitekim, Kur’an-ı Kerim, çocukların birer nimet olduğunu ifade ettiği gibi, onların imtihan vesilesi olduklarını da belirtmiştir. “Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız, sadece birer imtihan unsurudur. Büyük mükâfat ise, âhirette Allah nezdindedir.” (Enfal, 8/28) buyururken, çocuklar için “fitne” tabirini kullanmıştır. Çok değişik manalara gelen ve Kur’an-ı Kerim’de de farklı farklı manalarıyla zikredilen “fitne” kelimesi bu ayet-i kerimede imtihan vesilesi demektir.
Evet, çocuk, zatı itibarıyla bela değildir; fakat, anne-babanın imtihan olacağı bir unsurdur. Mal-mülk gibi, evlad ü ıyâl de insanın gönlünü çelip onu günaha ve belaya sokabilir. Şu halde insan ne mala, ne evlada, ne de başka bir dünyalığa meftun olup da aldanmamalı, aldanıp ahiretteki büyük ecirden mahrum kalmamalıdır. Nice anne-babalar vardır ki, burada çocuklarından dolayı dizlerini dövdükleri gibi, ötede de onları görünce “Keşke sen hiç olmasaydın!” deme durumunda kalacaklardır. İşte, netice itibarıyla böyle bir pişmanlığa da sebebiyet verebilecek olan bir meselede, insan asla hırsa kapılmamalı ve “illa olsun” ısrarında bulunmamalıdır. Dünya adına ne isterse istesin, “Allah’ım hakkımızda hayırlı olanı ihsan eyle!” demelidir.
Ayrıca, Cenâb-ı Hakk’ın insanlar hakkında hususî muameleleri vardır. Bunlar bir bakıma atâdır, yani hususî birer ihsan ve özel birer lütuftur. Atâ-i ilahî herhangi bir sebebe ve kanuna bağlı değildir. Çocuk, bazı insanlara ilâhî bir atâ olduğu gibi, Allah Teâlâ’nın hayır murad ederek bir insana evlat vermemesi de bir bakıma onun için özel bir lütuftur. Neyin hayırlı ve neyin şerli olduğunu sadece Allâmü’l-guyûb bilir. Bundan dolayıdır ki, hususiyle bu zamanda, bir kimse yanıma gelip de evladı olmadığından bahsedince ve çocuk talebini dile getirince, “Keşke bu meselede bu denli tehâlük göstermeseniz!” duygu ve düşüncesini içimden geçiririm. Fakat o kişinin ruh haletini ölçtüğüm ve bu konuda şiddetli ısrarını hissettiğim zaman, kırılmaması ve moralinin bozulmaması için, “İnşaallah biz dua edelim, siz de Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunun; Allah size sâlih evlat lutfetsin.” demekle iktifa ederim.
Evlat Halinde Tecessüm Eden Günahlar
Diğer taraftan, soruda, “Çocuklarının olmaması eşlerin hata ve günahlarından dolayı mıdır?” denilmektedir. Hayır, insanın evlat sahibi olamaması behemehal bir hataya bağlı değildir. Aksine, belki insanın bir hatası vardır ve o hata, evlat halinde tecessüm edip dünyada ve ukbâda onun başına bela olmuştur. Öyle kimseler vardır ki, kendileri mü’mindir ama pek çok günah işlemişlerdir; neticede cürümleri evlat halinde ya da evladın taşkınlıkları şeklinde karşılarına çıkmıştır. Günahlarının zakkum-misal semereleri, çocuklarında azgınlık olarak tezahür etmiş ve göz nuru olması gereken çocuk onlar için dünyada çetin bir imtihan unsuruna dönüşmüştür; ahirette de büyük bir elem sebebi olarak karşılarına dikilecektir.
Evet, bugün binlerce çocuk, millet ve memleket için zararlı durumları itibarıyla, her gün anne ve babasını ağlatmaktadır. Evlat, çoğu zaman yapıp ettiklerinden müteessir değildir. O içine düştüğü bataklıkta ayakta kalmasını öğrenmiş, yolunu yöntemini bulmuş; bitevî sarhoş gibi de olsa, hayatından memnun bir şekilde yaşamaktadır. Ancak esas ızdırabı iliklerine kadar duyan ve gerçekten müteessir olan ebeveyndir. Onlar, çocuklarının üzerinde hep kendi günahlarının tecessüm ettiğine şahit olmaktadırlar. Şayet, bir de çocuk, o hal üzere yıkılıp ahirete giderse, Cenâb-ı Hak ahirette anne ve babasının gözleri önünde onu tazib buyururken, asıl acı ve ızdırabı anne ve baba zakkum gibi yudumlayacaklardır. Allah’a ve ahirete inanan peder ve valide için en büyük azap, hata, kusur ve günahlarının çürük meyvesi olan o çocuğun, ötede dinsiz ve imansız bir cehennem mahluku gibi karşılarına çıkması olacaktır; anne ve baba işte o zaman en büyük azabı yüreklerinde derinlemesine duyacaklardır.
Binaenaleyh, valideynin günahları, çocuklarının olmaması şeklinde değil de, mü’minlerde çok defa dünyaya gelen çocuklarının maddî-manevî hastalıkları ve ahlakî boşlukları şeklinde tezahür eder. Şahsen, pek çok mü’min muvahhid insanın çocuklarının şirazeden çıkmış olmasını, bu ilahî hikmete bağlıyorum. Öyle inanıyorum ki, mü’minin cürümleri toparlanıp bir evlat halinde zuhur etmektedir. Aslında, inanan kimseler hata ve kusurlarının farkına varıp onlara keffaret arama cehd ü gayretinde bulunurlarsa, şerli bir çocuk da âkıbet itibarıyla onlar için hayırlı olur; çünkü mü’min, dünyada işlediği cürümlere terettüp eden cezaları evladıyla çeker ki, ahirete bir şey kalmasın.
Bir Çocuğa Bedel Binlerce Talebe
Bu açıdan da, insan, evladının olmasını ya da olmamasını mutlak hayır veya mutlak şer kabul etmemelidir. O, beşerî bir ihtiyaç olarak evlenip dinin meşru kabul ettiği çerçevede aile hayatına devam etmeli; sonra da “Elhayru fî mahtârahullah – Hayır, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır!” deyip, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğuna inanmalı ve takdir-i ilahiye gönülden teslim olmalıdır. Şayet, yuvasında illâ çocuk sesi duymak ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in iftihar edeceği insanlar yetiştirmek istiyorsa, o zaman da yine dinin çizdiği sınırlara bağlı kalmak şartıyla evlat edinme yoluna gidebilir.
İslam’la alâkalı bir meseleden bahsederken, başka kültürlerin temsilcilerinden misal vermem ne kadar doğru olur, bilemeyeceğim; fakat, mevzu ile irtibatlı gördüğüm için Gandi’nin başından geçen bir hadiseyi hatırlatarak sözlerime devam edeceğim: Gandi’nin hayatını okuduğum zaman, onun derin bir insan olduğunu, o derinliğini hayatının her karesine yansıttığını ve bazı tavırları itibarıyla tam bir muvahhid gibi yaşadığını görmüştüm. Nakledildiğine göre; Müslümanlar ile Hindular arasındaki çatışmaların kızıştığı günlerde, Hindu çocuklardan biri de çarpışmaların ortasında kalır ve hayatını kaybeder. Çocuğun babası, Müslümanlardan bir çocuk öldürerek intikam almak için yemin eder. Bunu haber alan Gandi, adamı çağırır ve ona niçin masum bir çocuğu öldürmek istediğini sorar. Hindu adam, “Onlar benim yavrumu öldürdüler, ben de onlardan bir çocuk öldürerek öcümü alacağım” der. Gandi’nin mukabelesi düşündürücüdür; der ki, “Birini öldürmen, senin ölmüş çocuğunu geri getirebilir mi? İlle de çocuğunun yerini doldurmak istiyorsan, onlardan bir çocuğu evlatlık edin, onu kendi öz oğlun gibi bağrına bas ve güzelce yetiştir.”
Evet, şayet evdeki boşluğun mutlaka doldurulması isteniyorsa, bu, dinin cevaz verdiği şekilde bir evlatlık alarak onu yetiştirme ve topluma kazandırma şeklinde de yapılabilir. Nitekim, Hazreti Bediüzzaman ve İmam Nevevî gibi Hak dostlarının hiç çocukları olmamıştır; fakat, Cenâb-ı Hak onlara öz evlattan on kat daha fedakarca hizmet edecek binlerce talebe lutfetmiştir.
Hâsılı, ister kadın isterse de erkek, inanan bir insan, çocuk talebi konusunda ısrarcı olmamalı ama illâ isteyecekse, salih ve muttakî evlat istemelidir. Meşru dairede esbâba riâyet ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın takdirine rıza göstermeli ve her hususta olduğu gibi anne-baba olma mevzuunda da “Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten – Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.” (Bakara, 2/201) diye dua etmelidir.