Vicdanın Rükünleri ve Takvâ Münasebeti

Vicdanın Rükünleri ve Takvâ Münasebeti

Soru: 1) Eserlerde, vicdanın her bir rüknü için bir gayetü’l-gâyâttan bahsediliyor; iradenin, ibadetullah; zihnin, mârifetullah; hissin, muhabbetullah ve lâtifenin, müşahedetullah ile münasebeti anlatılıyor. Takvâ denilen ibadet-i kâmilenin bu dördünün beraberliğiyle olacağı vurgulanıyor. Vicdanın rükünleri ile takvâ arasındaki münasebeti lutfeder misiniz?


-Hazreti Üstad’ın veciz mütalaasıyla ifade edecek olursak: İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun, lâtife-i rabbaniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâsseleri sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır: İradenin ibadetullah, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, lâtife-i rabbaniyenin de müşahedetullahtır.. ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir. (01:09)

-Lügat mânâsı itibarıyla dileme, isteme, ihtiyâr etme, mütesâvi iki şeyden birini tercihte bulunma anlamlarına gelen “irade” kelimesinden söz edilince, hâl ehli ondan, sıdk, ihlâs, vefa, Hak rızası ve i’lâ-yı din… gibi hususlarla alâkalı temayül, niyet, azim ve kararlılığı anlamışlardır. Dinin emirleri arasında nice zor görülen mükellefiyetler vardır ki, aslında onların her biri ebedî saadetin birer vesilesidir. Meselâ, insanı nefisle mücadeleye alıştıran, kalbî ve ruhî hayata yükselten, onu uhrevîleştiren ve ahirete ehil hale getiren ibadetler çok küçük bir meşakkat taşısalar bile aynı zamanda insana çok büyük mükafat kazandırırlar. Dolayısıyla, insanların dünyevî ve uhrevî saadeti için vaz’ edilen bu mükellefiyetler birer külfet olarak görülemez. Abdest, namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetler, zahirî bir külfete bedel, hem Allah’a karşı kulluğu ifade eder hem de Müslümanın hayatını zapt u rapt altına alırlar. Ne var ki, o zahiri külfetleri ve küçük meşakkatleri aşıp ibadetleri yerine getirmek ancak iradenin hakkını vermekle mümkün olabilir. (03:00)

-Zihin, anlama, bilme, belleme melekesi ve şuur aktivitesinin bir havzı, bir kütüphanesi ve âdeta bâtınî bir laboratuvardır. Şuuraltı-şuurüstü müktesebât zihin disketine akar, hafızaya dökülür, işlenir, sonra da tedayi kodlarına bağlanarak dışa vurmaya hazır bir hâl alır ve aktif beklemeye geçer. İradesinin hakkını verip cehd ve gayret ortaya koyan bir insan, şuur kanallarıyla beslenir ve böylece o kişide tasavvur, taakkul, tedebbür ve tefekkür sistemleri bir bir harekete geçer ve şuurdan zihin laboratuvarlarına, bu laboratuvarlardaki tahlil ve terkip imbiklerine yerleşik bilgiler akmaya başlar ve derken latîfe-i rabbaniyenin rengine, iradenin desenine göre yeni yeni komprimeler ortaya çıkar. Bununla beraber, zihnin gerçek gayesi mârifetullahtır. Bundan dolayı, onun sürekli Allah’a ulaştıran yollar, o yollardaki handikaplar ve bu handikapların aşılması için gereken nazarî bilgilerle meşgul olması; sonra da bu nazarî bilgileri tatbik edebilme iradesine sevkedecek malumatla beslenmesi gerekir. (04:45)

-Marifet olmadan muhabbet olamaz. İnsan ancak bildiğini sever. Bu itibarla da önce zihin vazifesini yapmalıdır ki muhabbete yol açılsın. (06:52)

-Kendi dışındaki nesneleri duyma ve sezme hâli diyeceğimiz his, hiss-i zâhir ve hiss-i bâtın olmak üzere ikiye ayrılır: Kuvve-i bâsıra (görme duyusu), kuvve-i lâmise (dokunma duyusu), kuvve-i sâmia (işitme duyusu), kuvve-i şâmme (koklama duyusu), kuvve-i zâika (tatma duyusu) gibi zahirî kuvvelerin yanında, hayaliye, iradiye, musavvire, mutasarrife, müdrike, müfekkire, vâhime, zâkire.. gibi bir kısım bâtınî lâtifeler de vardır ki, bunların hemen hepsi vicdanın diğer rükünleriyle koordinasyon içindedirler ve her lâtife kendini alâkadar eden hususlara kendi boyasını çalar, –hayatiyetini devam ettiriyorsa– onları kendi ufkuna yönlendirir ve yaratılış gayelerine göre bir hedefe bağlar. Zâhirî ve bâtınî şubeleriyle hissin yaratılış gayesi de her şeyden önce muhabbetullahtır. (09:03)

-“Fuâd” da diyeceğimiz lâtîfe-i rabbâniye, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî varidâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Lâtîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lâmbada fitil ve Arz’da Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o lâtîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca… gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. İnsan, bu lâtîfe gözleri ile (basiret) her şeyi olduğu gibi dupduru görür; doğru yorumlar ve yorumlarından da yanıltmayan sonuçlar çıkarır. Onun vesayetinde insan mükâşefe ve müşahede ufuklarına açılır, onunla sır ufkunun tabanını deler, hafâ ve ahfâ şahikalarını tahayyül etmeye başlar. (13:11)


Soru: 2) Hazreti Üstad’ın hemen herkese müttakîler arasına girme ümidi veren “ferâizi eda, kebâirden ictinab” şeklindeki takvâ tarifi, objektif bir tarif; vicdanın her bir  rüknünün gayetü’l-gâyâtını cem etme ise subjektif mükellefiyete ait bir tarif olarak görülebilir mi? Mezkur iki tarifle hedeflenenler neler olabilir? (15:57)



-Takvâ; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. (16:25)

-Hazreti Pir’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, telyin edici bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Mesela bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pir’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakiki mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. (16:50)

-Üstad Hazretleri bir taraftan, özellikle mübtediler ve İslam’ı yaşamanın zor olduğu yerlerde bulunanlar için de yaşanır kılma adına meseleyi bu şekilde arz etmiş olsa da, diğer taraftan başka risalelerinde âzamî takvaya işarette bulunmuş ve ona talip olunması gerektiğini söylemiştir. Yani iman ve Kur’an dairesi içine henüz adımını atmış mübtedileri kaçırmamak ve meseleleri takdimde üslûp hatasına düşmemek için daha objektif bir çerçeve sunulmuş; fakat diğer yandan insanların önüne kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip âzamî takvaya ulaşma adına bir ufuk ve hedef konulmuştur. (18:06)

-“Objektif yükümlülük”, usûlüddin mizanlarıyla sınırları belirlenen, dinin özündeki kolaylık prensibine dayanan ve herkes için geçerli olan vazife ve sorumlulukların; “subjektif mükellefiyet” ise, her ferdin, şahsî duyuş, hissediş, idrak ve değerlendirmeleri neticesinde kendi üzerine aldığı vazifelerin ve vicdanî ölçüler çerçevesinde kendisi için belirlediği mesuliyet çizgisinin unvanıdır. Evet, bir insanın marifet ufku da onun mükellefiyet çizgisinin belirlenmesinde çok önemli bir unsurdur. Hak dostları, “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn – Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Bu söz de, -füruat açısından- şer’î kıstasların bazı insanlara göre değişiklik gösterebileceğini ifade etmektedir. Bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar. (19:33)

-İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletlidir.” (22:40)


Soru: 3) Âyât-ı tekvîniyeyi sürekli tefekkür ederek Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun davranmak da takvânın önemli bir buudu olarak anlatılıyor? Takvânın bu kanadı sadece dünyaya mı bakmaktadır; yoksa onun, vicdan mekanizmasının sıhhati ve terakkisi ile alâkalı bir yanı da var mıdır? (23:03)



-Takvâ, vikâye kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir; aynı zamanda, hem maddi hem de manevî musibetlere karşı Cenab-ı Hakk’ın himayesine sığınma manasına gelmektedir. Bu açıdan, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek de takvanın önemli bir buududur. Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah’a karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi. Fakat, harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah’a sığınma, O’nun vikayesine girme de takva demektir. (23:38)

-Tekvînî ayetleri sürekli tefekkür etmek ve Allah’ın kâinatta câri sünnetini gözetmek insanın iman dünyasını zenginleştirir ve kalbi hayatına çok şey katar. Hazreti Üstad, aynı hakikatin iki yüzünden ibaret olan Kur’an-ı Kerim ile Kainat kitabı arasındaki münasebeti ne hoş ifade eder: “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler.” (25:29)

-Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la ifade eder. İnsan ise, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. İşte gerçek ilim bunların birleşik noktalarını araştırıp bulmaktan ibarettir. Şayet müslümanlar ilk asırlarda yaptıkları gibi ilim aşkıyla bu hakikatlerin peşine düşer, o yolu işletip bir güzergah haline getirirlerse, bir faikiyet kazanır ve diğer milletleri gözlerinin içine baktırırlar ki bu da kendi değerlerinin kendi kıymetlerine göre kabulüne vesile olur. (27:23)

-Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri kendi değerlerinizin saygı görmesi açısından çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, size saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizin-bizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet, İslâm’a ve Kur’ân’a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi çok önemlidir. (28:11)

-N. Tepedelenlioğlu’nun, “Dün Batılılara bakarken bıyıklarımızı kesme lüzumunu duyuyorduk; bugün ise, onları görebilmek için kaşlarımızı kısaltmaya mecbur kalıyoruz!..” sözü ve halimiz… (30:30)