Sığlık, Durağanlık.. ve Tevbe

Sığlık, Durağanlık.. ve Tevbe

Soru: 1) “İnsan için biri umumiyetle gençlikte, diğeri de ekseriyetle yaşlılıkta kendisini gösteren iki tehlike vardır: Bunların ilki, nazarî bilgilerle sınırlı kalmak; ikincisi ise, her şeyi bir kültür şeklinde ele almaktır.” buyurulmuştu. Nazarîde kalmak ve kültür şeklinde yaşamak nasıl birer tehlikedir?



-Meselelerin nazarî yanında bir icmal ve düzlük mülahazası hâkimdir; matlup olan, onların amelî planda tafsile ulaştırılmalarıdır. Yalnız fikir hâlinde bulunan ve tatbik sahasına çıkarılmamış olan bir bilgi, inkişaf ettirilmedikçe, pratiğe dökülmedikçe ve fiilî olarak ortaya koyulmadıkça asıl tesirini icra edemez ve semeredâr olamaz. Nazarî bilgilerle yetinmek belki çocuklar ve mübtediler için makul görülebilir, kabul edilebilir ama hak âşıkları, hakikat erleri mutlaka amelî ilmin ve tahkîkî imanın peşinde olmalıdırlar. (01:30)

-Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp duyduğu gibi inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir ve sığlıktır. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da “ilm-i yakîn” bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit Müslümanları mukavemet edemezler. Bu itibarla, böyle kimselerin çoğu, cami gölgesinde ve sağlam bir toplum içinde neşet ettiklerinden dolayı müslüman olmuşlardır; fakat şayet bir kilisenin hariminde neşet etselerdi bu defa da öyle safderun birer Hıristiyan olurlardı. Bu açıdan da bazı Usulüddin uleması taklidî imanın makbul olmadığına hükmetmişlerdir. (02:20)

-İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Kant da, Saf Aklın Kritiği’nde, Allah’ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amel ve ibadetten mahrum bir insan, kütüphaneler dolusu kitap okusa da, vicdanında duyulması gerekenleri kat’iyen duyamaz; sadece delillere dayanarak kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. (06:15)

-Aslında, yaşa başa göre mama tebdili yaptığımız gibi, şartlara göre dozunu artırarak çocuklara ve gençlere ilim ve marifet adına vereceğimiz malumatta da bir ölçü ve denge gözeterek onları sürekli beslemeliyiz. Fakat bugün maalesef büyük çoğunluğu itibarıyla anne-babalar her seviyedeki akla göre gıda verecek seviye ve donanımda değiller. Dolayısıyla da evler bu önemli vazifeyi görmekten aciz. Anne-baba doyurucu ve geliştirici bir besleme programı uygulasa da, şayet sokak yuvayı takviye etmiyorsa, dahası mekteb ve mabed de çocuğun nazarî bilgilerini koruyucu, yaşa başa göre artırıcı, ağırlaştırıcı, düşündürücü, eşya ve hadiseleri hallac ettirici değilse, evde verilenler eriyip gidecek ve çocuk ya da genç asla tahkike, amelîye, derinliğe ulaşamayacaktır. (07:30)

-Nur Müellifi, “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir.” derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir. (10:30)

-Özü ihlâs, samimiyet ve ciddiyet olan dînî hayatın, bir kısım soğuk merasimlerle folklor haline getirilmesi ve bu işin figürleri sayılan gırtlak ağalarının ihlassız nağmeleriyle teselli aranması meseleyi diyanetten çıkarıp kültür şeklinde ele almak demektir ki bu da ciddi bir tehlikedir. Evet, bu tehlike münteha ile alâkalıdır; nazarîden amelîye geçmek ama zamanla o ameli folklora dönüştürmektir. Bir insan, belli bir noktada İsm-i A’zamın tecellilerine mazhar olsa ve başını kaldırdığı zaman İsrafil’in azametli heykelini görecek keyfiyete erse bile, şayet bir süre sonra meseleyi sadece kültürün bir parçasıymış gibi ele almaya başlarsa, onun karbonlaşması ve yıkılıp gitmesi kaçınılmaz olur. Sadece semayla, semahla, mevlitle, gazelle ve gırtlak ağalığı yapan bazı kimselerin ilahileriyle müteselli olma, bir kültür faslına ve sönme dönemine adım atma demektir. Karbonlaşmamak, yıkılmamak, sönmemek ve dinin amelî yanını kültüre kurban etmemek için İslam’ın her meselesini şuurluca ele almak lazımdır. (11:53)


Soru: 2) Dinî hayatı sadece bir kültür olarak ele alma hastalığı mutlak öldürücü bir maraz mıdır? Şayet, bu konudaki muvakkat bir rahatsızlığa rağmen, tedavi olup kalb ve vicdan ufkunu yeniden yakalamak mümkün ise, bunun vesileleri nelerdir? (16:25)



-Allah Rasûlü bir hadislerinde “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ demek suretiyle yenileyin.” buyurmaktadır. Bu hadis, kelime-i tevhidi sadece dil ile söylemeye hamledilmemelidir. Ehl-i hakikate göre bu mübarek kelimeler dille telaffuz edilirken, vicdanlarda duyulmuyorsa bir mânâda yalan söyleniyor demektir. Yani, “Lâ ilâhe illallah deyiniz” demek, “Bu kelimeleri vicdanlarınızda hissediniz, her gün din ve iman adına bir yenilik peşinde olunuz, devamlı kendinizi yenileyiniz, yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli yollarda olunuz” demektir. Malum olduğu üzere her lâhza zaman ve mekân değişmektedir; bu itibarla insan da, bu değişimler içinde her an kendini aydınlatmalı, yenilemeli ve ruhta yeni bir dirilişe geçmelidir ki, hayatını teşkil eden karelerden hiçbiri karanlık kalmasın. Mü’mindeki bu yenilenmenin onun tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmesi için devamlı surette imanını derinleştirmesi ve onu hayatına aksettirici temrinatla bezemesi gerekmektedir. İnsanda ruhen böyle bir yenilenme isteği, kavlî olarak “Lâ ilâhe illallah” demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam ederek mârifetin muhabbeti, muhabbetin aşk u şevki, aşk u şevkin de cezb u incizabı netice vermesiyle en ileri seviyeye ulaşabilir. (16:47)

-Az önceki sözlerimden dolayı Mevlid, Regaib, Mirac, Berat ve Kadir gecesi gibi mübarek gün ve gecelerin farklı programlarla kutlanmasının aleyhinde olduğum zannedilmesin. Hayır.. ben aşksızlığın, şevksizliğin ve heyecansızlığın karşısındayım. (19:19)

-Ayetü’l-Kübra risalesindeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli durağanlıktan uzak olmanın ve derinleşmede sınır tanımamanın en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu, kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kâinat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yine de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli “Hel min mezîd – Daha yok mu?” deyip durur. İşte, o seyyah gibi “Hel min mezîd” insanı olma çok önemlidir. Evet, Peygamber meclisine erdiği ve Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede ettiği zaman bile “Daha yok mu?” diyecek kadar derin ve durağanlıktan uzak bir mü’min olmak lazımdır. (20:15)

-Bazı latîfeler (ince ve hassas duygular), ruh ve kalbin direği ve esası durumundadır. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunlar, pek çok yaralar alsalar, pörsüyüp solsalar da ölmezler. Evet, insan, bir aralık tökezlese, günahlara girse ve bazı latîfelerini soldursa bile belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaralanan, sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tevbeyle tekrar yeşerir, boy atar ve meyve verir. (24:19)

-Bazı latîfeler de vardır ki, işlenen bir kısım günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölür. Ama zannediyorum bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildir. Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor. Evet, bu latîfelerden bazıları söner, kurur ya da ölürse, insan ancak o latîfenin ayağıyla alabileceği mesafeleri artık alamayabilir. Mesela, bir insanın hissi sönmese, şuuru ölmese, iradesi felç olmasa bile latîfe-i rabbâniyesinin kolu-kanadı kırılmışsa, o insan Zât-ı Ulûhiyete karşı rasathanelerini yıkmış olur ve latîfe-i rabbâniye ayağıyla ulaşılan mertebelere o ulaşamaz. (26:48)


Soru: 3) Her tevbe, şer istidatlarının hayır kabiliyetlerine inkılâp etmesine vesile olur mu? Şerre açık kabiliyetlerin hayra tebdîline vesile olan bir tevbenin hususiyetleri nelerdir? (28:09)



-Hazreti Üstad, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” demektedir. (28:26)

-Şayet mü’minler günahları ruhu öldüren/öldürecek olan birer virüs gibi görür ve onlardan uzak durabilirlerse; ezkaza bulaştıklarında da hemen -seviyelerine göre- tevbe, inâbe, evbe kurnaları altına koşarak ciddî bir arınma gayreti gösterirlerse,

فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ

“Allah onların seyyielerini haseneye tebdil eder.” (Furkan, 25/70) ve şer kabiliyetlerini hayır istidatlarına çevirerek onlara yeniden dirilme fırsatı verir. (29:15)

-Nefis; kibir, gurur, bencillik, haset, haksızlık, düşmanlık… gibi ruhun kolunu-kanadını kıran/kıracak olan şeytanî hususiyetlerine rağmen, özünde ruh refakatine yükselecek seviyede kıymet ifade eden önemli bir potansiyeli de hâizdir. Hazreti Üstad’ın Furkan suresinin 70. ayetini tefsir ederken dikkat çektiği üzere, eğer insan günahlarına tevbe edip onlardan uzak kalır ve mâhiyetindeki potansiyel fenalık hislerinden ötürü Rabbine sığınırsa, Cenâb-ı Hak sadece kulunun tevbesini kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda onun kötülüklere sebebiyet veren şer kabiliyetlerini hep iyiliklere vesile olan hayır kabiliyetlerine çevirir ve ona artık sürekli hayır işleme fırsatları verir. (32:14)

-Muhterem Hocamızın sohbetin sonunda okuduğu ve normal zamanlarda da çokça tekrar ettiği istiğfar ve dua, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği şu duadır:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allah’ım, muhakkak ben nefsime namütenahî zulûmde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Ulûhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.” (34:44)