Rüya, Keşif, İlham Değil, Esas Olan “Usûlüddîn”

Rüya, Keşif, İlham Değil, Esas Olan “Usûlüddîn”

Soru: 1) Usûlüddîn rehberliğinde konuşup hareket edenlerin yıllar önceki söz ve davranışları ile seneler sonraki beyan ve duruşları arasında asla tutarsızlık olmayacağını ifade buyurmuştunuz. “Usûlüddîn” tabirinden neler anlaşılmalıdır; Usûlüddîn’e göre konuşup yaşamak ne demektir?



-Lügat manası itibarıyla “dinin asıl kâideleri, temel disiplinleri” demek olan “Usûlüddîn”; Kitap, Sünnet ve bu iki ana esasa bağlı selef-i salihînin mütâlaaları çerçevesindeki inanç sisteminin adıdır. Dünden bugüne “Usûlüddîn” sözüyle genellikle Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfatlarından, nübüvvet ve itikada ait meselelerden İslâmî esaslar dairesinde bahseden “kelam ilmi” kastedilegelmiştir. Bununla beraber, ilk dönemlerde “isimsiz müsemma” şeklinde daha sonraki devirlerde de sistemli olarak ortaya konan İslam akâidi ile alâkalı esasların bütünü hakkında “Usûlüddîn” unvanı kullanılmaktadır. (00:58)
-Dinin temel kaynakları Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ve Sünnet-i Sahiha’dır. Bu iki temel kaynakta imana dair esaslar, ibadet ü taatin özüne taalluk eden hususlar ve muhkemâta râci meseleler vardır. İşte bu esas ve disiplinler üzerinde, nassın belirlediği çerçevenin dışında, herhangi bir yoruma gitmek, bir tevile kalkışmak söz konusu olamaz. Ancak hizmet-i imaniye ve Kur’âniye adına veya insanlarla münasebet ve içtimaî mevzular hesabına füruata ait bir kısım meseleler vardır ki tabiatında tefsir ve tevile açık bu meselelerde şartlar ve konjonktür söz konusu olduğunda belli farklılıklar ortaya çıkabilir. Yanlış anlaşılmasın, söylenen bu husus, tarihselcilerin anladığı mânâda hükmün menatını şartlar, konjonktür, maslahat… gibi hususlara bağlamak demek değildir. Çünkü hükmün menatında aslolan emr-i ilâhîdir. Aksini düşünmek, Allah korusun, insanı alıp hiç farkına varmaksızın değişik inhiraf vadilerine sürükler. Ancak temel disiplinlere bağlı kalmak şartıyla tâlî derecede edille-i şer’iye olarak kabul edilen maslahat-ı mürsele, istihsan, istishab… gibi delillerle tevil ve yoruma açık bir kısım füruata ait meselelerde farklı içtihat ve istinbatlarda bulunmak her zaman mümkündür ve bu durum, topyekün insanlığa hitap eden en son ve evrensel din olan İslâm’ın bir hususiyetidir. (03:50)

-Bir insanın, bir problemle karşılaştığında, Kitab’ı, Sünnet’i, icmaı, kıyası bilmeden ve bu mevzuda kütüb-i fıkhiyede, fukahanın ne deyip ne demediğini öğrenmeden kendi başına hareket etmesi, söz söylemesi kat’iyen doğru değildir. Doğru olmadığı gibi, bâlâpervâzâne böyle bir tavır, çok ciddi tehlike arzeden bir bidatkârlıktır: Düşüncede bidatkârlık, tavır ve davranışta bidatkârlık, ibadet ü taatte bidatkârlık, Kur’ân-ı Kerim’i anlamada bidatkârlık, Sünnet-i Sahîha’ya bakışta bidatkârlık, selef-i sâlihîni yorumlamada bidatkârlık, Sahabe-i Kiram’ı farklı telakkilerle ele almada bidatkârlık, Peygambere postacı nazarıyla bakmada bidatkârlık, “Allah şunu yapmaya, her işinde maslahata uymaya mecburdur.” demek gibi, Mutezile ve Cebriye’nin Zât-ı Ulûhiyet’e yakışıksız isnatları türünden sözler söylemede bidatkârlık… İşte bu bidatlardan uzak kalabilmek için, çözüm aranan bir mevzuda söz söylemeden önce usûl ve füruuyla temel kaynakların çok iyi bilinmesi gerekir. (06:22)

-Usûlüddîn’e bağlı kalmak şartıyla çağın şartlarını ve zamanın tefsirini de gözetmede bir mahzur söz konusu değildir; fakat, Kur’an, Sünnet ve Selef-i salihînin yorumları çerçevesinde herhangi bir tetkik ve tahkikte bulunmadan, “Burada şöyle de hareket etsek olur.” demeye de hiç kimsenin hakkı yoktur ve olamaz. Evet, dine ait meseleler öyle ulu orta üzerinde söz söylenecek konular değildir. Dediklerinizin mutlaka Kitab’a, Sünnet’e, ümmühâta ve muhkem disiplinlere uygun düşmesi gerekir. (08:50)

-Bugün dünyanın dört bir tarafına gidilmiş ve insanımız yeni inkişaflara, yeni açılımlara vesile olmuştur. Tabiî bu da farklı toplum ve coğrafyalarda yeni yeni meselelerle karşılaşmak mânâsına gelmektedir. İşte bu noktada adanmış ruhları bazı tehlikeler beklemektedir: Başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışırken hiç farkına varmadan dini değerleri görmüyormuş gibi davranma, muhataplara sadece zatlarından dolayı alâka duyup onların rızalarını esas alma, onları müslümanlara tercih etme ve şirin görünmek için o kültürün insanlarına benzer şekilde yaşama gibi hatalar bu tehlikelerdendir. İnanmış bir gönlün, başkalaşma yoluna sülûk etmek bir yana, değişme ve başkalaşmanın bir keresine bile müsaade etmeme kararlılığı içinde olması ve temel disiplinler itibarıyla hep sabitkadem olarak yerinde sapasağlam durabilmesi çok önemlidir. Çünkü değişme veya başkalaşma temkinsizce buzda yürüme gibidir. İnsan orada her an kayıp düşebilir. O hâlde hiç bir meseleyi küçük görmeksizin giyim-kuşamdan şekil ve şemaile kadar her hususta kendimiz olarak kalabilme yollarını bulmalı ve o yolda kararlı bir tavır sergilemeliyiz. (11:00)

-Gönüllüler hareketi Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun en uç sınırındaki ülkelere, Güney Amerika’dan Kanada’ya kadar dilleri, dinleri, kültürleri farklı olan değişik toplumlarla beraber olmaktadır. O hâlde bu tablo karşısında dikkat edilmesi gereken husus, meseleleri sunuşta üslup kusuruna düşmemektir. Muhatap olunan toplum iyi okunmalı; tek tip yaklaşımla değil de, farklı coğrafya ve kültür ortamlarında bulunan insanların hissiyatları hesaba katılmalı ve ona göre hareket edilmelidir. Muhatap olunan bu insanlar neye “evet”, neye “hayır” derler; neye sinelerini açar, neye kapatırlar, bütün bunları hesaba katarak meseleleri sunma basiretle hareket etmenin ifadesidir. (14:27)

-İnsanların gönüllerine girmek ve onlara şirin görünmek için onların büyük gördükleri kimseleri yüceltirken de ciddi bir hataya düşme tehlikesi vardır. Evet, Rasûl-ü Ekrem (sallalahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de kendisini Hazreti Musa ile karşılaştırıp yüce kâmetini ve üstünlüğünü dile getirenleri ikaz sadedinde “Beni, Musa’ya tafdil etmeyin.” buyurmuştur. Yine “Balığın yoldaşı olan zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) ayeti nazil olunca, ihtimal bazı sahabiler, “Acaba Hazreti Yunus ne kusur işledi?” diye düşünürler mülahazasıyla, Rasûl-ü Ekrem hemen “Beni, Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin…” demiştir. Hazreti Mesih’i yeni bir dirilişin mimarı olarak göstermiştir. Fakat, Allah Rasûlü’nün beyanlarının Kur’an’da, gerçek hayatta ve onun eşsiz ahlakında bir yeri mevcuttur. Ne var ki, Kur’an, Sünnet ve Selef-i salihîn tarafından faziletlerine işarette bulunulmamış kimseler hakkında sırf şirin görünmek için takdirkâr ifadelerde bulunmak doğru değildir. Muhatapların damarlarına basmak hata olduğu gibi, İslam’ı basit ve tâbi gibi göstermek de büyük bir yanlıştır. (16:57)


Soru: 2) Usûlüddîn’i bilmeyen mürşid konumundaki bir insanın -duyguda ve düşüncede samimi bile olsa- dine ve takipçilerine zararı söz konusu mudur? Hidayet ve istikâmet üzere yaşama hususunda -ilham, rüya, keşif ve kerametten ziyade- Usûlüddîn’e bağlı kalmanın önemini lutfeder misiniz? (22:00)



-Umumî mânâda mürşid; irşadla alâkalı bütün esasları ruhunda toplamış bir hakikat dellâlı, bir mânâ kahramanı ve gönüllere Hak nefehâtını duyuran bir peygamber vârisidir. Bir insan, atalarından tevarüs ederek ya da başka yollarla bir irşad makamı elde edip bir mürşid, bir şeyh veya bir dede olabilir. Fakat, Usûlüddîn’i gereğince bilmeyen bir insan -hangi konumda olursa olsun- her zaman şeytanın güdümüne girebilir. (22:25)

-Tıpkı kâhinlerin bir tane doğru söyleyip yüz tane yalanı yutturdukları, bir doğrunun ardına yüz tane kizb sakladıkları gibi, şeytanlar da dinin esaslarını iyi bilmeyen ve temel disiplinleri gözetmeyen mürşit görünümlü kimselere önce bir doğru fısıldar, ardından doksan dokuz yalana onları inandırır ve kandırırlar. Böyleleri kendileri aldandıkları gibi takipçilerini de şaşırtır ve saptırırlar. Niyazi Mısrî bu hakikati şu hoş sözlerle ifade eder:

“Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakka’l-yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…”
(23:52)

-Usûlüddîn’e saygılı bir insan şöyle düşünür: Ben vahiyle müeyyed birisi değilim. Kulağıma fısıldanan veya gözüme aksettirilen ya da kalbime duyurulan, ihsaslarıma seslenen bir şey varsa, ben onu Kitap ve Sünnet-i Sahiha ile test ederim. Allah’ın Kelamı’na, Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Sahihasına ve selef-i salihînin bu esaslardan çıkarıp ortaya koydukları kural ve kanunlara uyuyorsa, baş göz üstüne.. yoksa, ona itibar etmem. (25:10)

-Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, bir gün geç vakitte evine döndüğünde, mübarek hanımı, “Efendi, bizim kız bu gece rüştünü idrak etti.” der. Hazret, hemen kalkar, ders verdiği veya müritlik münasebetiyle kendisine bağlı bulunan talebelerin medreselerini dolaşır. Gece yarısı herkes uyurken, medresede Alaeddin Attar Hazretlerinin odasının ışığının yandığını görür. İçeriye girdiğinde de onu güzel bir hâl içinde bulur. Ona, “Oğlum, benim kızım bu gece rüştünü idrak etti. Onu seninle evlendirmek istiyorum.” der. Öyle bir sultanın kerime-i muallasıyla izdivaç mazhariyeti, daha sonra silsile-i zehebin önemli halkalarından birini teşkil edecek olan Alaeddin Attar Hazretlerine nasip olur. (26:00)

-Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri’ne göre; bir insan, “ulûm-u âliye” (gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi âlet ilimleri) ve “ulûm-u ‘âliye” (tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi dini meselelerden bahseden ilimler)’den mezun olmamışsa, ona irşat vazifesi verilmez. (27:33)

-İmam Rabbanî Hazretleri’nin “Ben, İbn Mesud’dan, Muavvizeteyn’in Kur’ân’dan olmadığına dair rivayeti görünce, bu sûreleri farz namazlarımda okumamayı tercih ettim. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların Kur’ân’dan olduğuna dair ihtar aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım.” sözüne dair değerlendirme.. ve ilham, keşif, keramet meselelerinde Usûlüddîn’in belirleyiciliği… (29:50)

-Çorap üzerine mesh eden iki ilahiyatçının gördüğü rüya.. Çorabı mest olarak kullanmanın hükmü.. mest için aranan şartlar.. ve rüya ile amel etmenin dindeki yeri… (32:32)