Marifet Mertebeleri ve Nurlu Bir An

Marifet Mertebeleri ve Nurlu Bir An

Çay Faslından Hakikat Damlaları: Şühûd, Vücûd ve Sahabe Mesleği

*İrfan yolculuğu için yakînsizlik, taklid, nazarî bilgi, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn duraklarından bahsedilebilir. Bu yolculuk, bir manada, Hazreti Pîr’in “Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyerek tembihte bulunduğu hedefe ulaştıran bir seyahattir. (00:36)

*Hazreti Üstad’ın şu sözü kalb ile kafa izdivacı açısından da çok enfestir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (01:57)

*Bir insan, istidadı ölçüsünde ilme’l-yakîn merdiveninde yükselir; ilme’l-yakînin de belki yüz basamağı vardır. Bu basamakların hepsini aşabilirse, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka’l-yakîne geçerek marifetini derinleştirebilir. Hak dostları dünyadayken hakka’l-yakîne ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu cümleden olarak, İmam Rabbânî hazretleri Mektubât’ında önce bu hayatta hakka’l-yakîne ermenin mümkün olmadığını söylemişse de daha sonraki dönemlerde, ihtimal seyr ü sülûkunun ileri seviyelerinde, dünyada da hakka’l-yakîne erişilebileceğini ifade etmiştir. (03:53)

*Merhum Mehmet Akif “Durmayalım” şiirinde der ki:

“Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine!”

Evet, yol yorgunluğuna ve uyku derdine asla düşmemek lazım. (04:50)

*İlâhî esrara âşina olanlar, kendi ruh aynalarının kabiliyeti nisbetinde varlığı temâşâ ederken kâh İmam Rabbânî hazretleri gibi “şühûd”dan bahsederler, kâh Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi “vücûd” mülahazalarını seslendirirler. Herkesin bir kemâlât arşı vardır ve herkes istidadı ölçüsünde zirvelere yükselir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Anonim) Herkes vicdanının enginliği ve inkişafı ölçüsünde esrâr-ı ilahiyeyi farklı şekilde duyar ve zevk eder. İmam Rabbânî hazretleri “Ben vücud rasathanesini çok gerilerde bıraktım, geçtim onu!” der. Bir başkası ise, “Ben o şühûd mertebesini de çok gerilerde bıraktım, geçtim; asıl meslek sahabe mesleği ve Kur’an mesleğidir” diyebilir. (07:50)

*Bir yönüyle “ihsan” anlayışına dayanan “vahdet-i şühûd”, her şeyi bir görme hâlidir ki, İmam-ı Rabbânî’yle başlı başına bir ekol hâline getirilen bu mülâhaza, sahabî telâkkisine vahdet-i vücûddan daha yakındır; fakat, yine de bir sekir ve gaybet hâli ve vecd ü istiğrak meâlli olması açısından, onun temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul edilen sahabî mülâhazasıyla tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. (10:08)

*Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd, seyr u sülûk-i ruhânîde, mârifet ufku itibarıyla belli seviyeye ulaşmış, bazı mizaç ve meşreplerin mazhar oldukları hâl açısından duyup zevk ettikleri, sezip değerlendirdikleri hususî bir kısım imtisas ve ihsas ürünüdürler; bu açıdan da bu iki yol sübjektif olan ve bağlayıcılığı bulunmayan birer meslek olarak görülmüştür. Objektif ve bağlayıcı olan yol ise, temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul edilen sahabe mesleğidir. (11:55)

Soru: 1) “Ne şühûd ne de vücûd; asıl meslek, sahabe yolu ve Kur’an mesleğidir” mülahazası İmam Rabbânî ve Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi büyükleri tahfif manasına gelir mi? Ayrıca, günümüzün şartları düşünüldüğünde, zikredilen marifet mertebelerini birer birer aşmak ve hep ihsan şuuruyla yaşamak için bu çağın insanları nasıl bir yol takip etmelidirler? (15:00)

*Şühûd ve vücûd diyen Hak dostları da belki hayatlarının sonuna doğru ya da seyr ü sülûk-i ruhanîlerinin ileri mertebelerinde sahabe yoluna ulaşmışlardır. (15:35)

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Benim ve Raşid Halifelerin yolunuhiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz. (15:58)

*Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radiyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimizin herhangi birini görmezlikten gelmek öyle bir körlüktür ki, Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, âhirette de kördür, hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir. (İsra, 17/72) ilahi beyanında ifade edildiği üzere, bu körlük, sahibine öbür tarafta da körlük yaşatır. (17:08)

*Seyr u sülûk-i ruhanîde; letâif-i aşere (on lâtife) veya yedi nefis mertebesine bağlı olarak kalbî ve ruhî hayat derecesini elde etme, erbabınca müteâref bir yöntemdir ve çile disiplini dahil bugüne kadar insan-ı kâmil olmanın biricik yolu kabul edilegelmiştir. Ancak, hem seyr-i ruhânî hem de onun içinde önemli bir yer işgal eden çile vasıtasıyla kazanılmış mertebe, derece, mevhibe ve vâridata ulaşmanın başka alternatiflerinin bulunduğu da bir gerçektir. Bu alternatifler arasında, bir mânâda peygamberlik hakikatinin tecellîsi ve sahabî mesleğinin inkişaf ettirilmesi yolu da diyebileceğimiz farklı bir yöntem vardır ki Bediüzzaman Hazretleri’ne göre; “acz, fakr, şefkat, tefekkür, şevk ve şükür” esaslarına bağlı bu yol, daha kestirme, daha selâmetli, daha emin ve mevcut şartlar açısından günümüz insanına daha uygundur. (18:30)

*Öyle ifritten bir dönemde yaşıyoruz ki, böyle bir zamanda dinî hayatı ekmeliyet ve etemmiyet üzere götürmek zorlardan zor. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Üstad bir dönemde “sadık talebelerim” diyerek dua ediyor; fakat daha sonra dua mecmuasından “sâdık” kelimesini sildiğini, çünkü o ağır şartlar altında herkesin sadakate muvaffak olamayabileceğini ifade ediyor. Hareti Pir’in “takva” tarifine getirdiği yumuşatıcı yorum da aynı düşüncenin neticesidir. (19:50)

*Şartlar ne kadar zor olursa olsun, mü’minler hayatın her alanında bulunmak mecburiyetindedirler; zira, mevcut olmayınca mefkûd avlanamaz. (21:08)

*Bir kaşıkla o örfâneye iştirak etmeye talip olduk; kazanlarla gidenleri kabul etmenin yanında, bir kaşıkla giden yaramazlara da lütfedebilirler. Hep öyle gördüm. Bazen “tahiyyat”ta Cenâb-ı Hakk’ın selamını “Esselamu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekatühu” derken, böyle kendimi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun arkasında kuyruğunu sallayan bir köpek gibi O’nun ayaklarına süründüğümü tasavvur ediyorum. (24:00)

*İnsanların ümidini bütün bütün kırmamak ve ikaz ederken bile bir ümit vermeyi de unutmamak lazımdır. Tergîb (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb (sakındırma, uzaklaştırma), tebşîr (müjdeleme, imrendirme) ve tenzîr (uyarma, ikaz etme) Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ehemmiyetle üzerinde durulan bir terbiye usûlüdür. İnsanlara her zaman sarılabilecekleri bir kulpun bulunduğunu, Allah’ın rahmetinin sonsuzluğunu sürekli hatırlatmak lazımdır. (25:21)

Soru: 2) Kurbet ve maiyyet atmosferindeki zamanın kıymetini ifade sadedinde

لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌلاَ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ

beyanıyla işaret edilen keyfiyet, bir hal ya da bir makam mıdır? Bu keyfiyet, hasâis’ten (Peygamber Efendimize özel) midir, yoksa, başkalarına da müyesser olabilir mi? (27:00)

*Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz,

لِي مَعَ اللهِ وَقْتٌلاَ يَسَـعُنِي فِيهِ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلاَ نَبِيٌّ مُرْسَلٌ

“Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnada Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz.” buyuruyor.

*Bu mübarek sözde bir hâl nazara verilmektedir. Hâl, mutlak irâdenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecellilerdir; bu tecellîlerin yayılma sahası kalb ufku, avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları dinmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hâl, yüksek takdirlere bağlı gel-gitlerin ağında, her zuhûr bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip-kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bu sözde ifade ettiği de Miraç’taki ve vahiy geldiği zamanki gibi bir haldir. (28:40)

*Allâme Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi; Allah Rasûlü öyle donanımlı bir insandır ki yerde bizim gibi ayakları üzerinde durduğu aynı anda semalar ötesi alemlerle münasebete geçiyor. Sanki O’nun bir ayağı gökler ötesinde diğer ayağı da bizim içimizde. Bir melek-i mukarreb bile böyle bir mazhariyeti haiz değildir. (30:00)

*İnsan-ı kâmilin beden ve cesedi dahi ruhaniyet televvünlüdür. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın keramet mebde’li mi’râc hâdisesinde, cesed-i mübarekleri de ruhlarının yedeğinde seyahat-i semaviyede bulunmuştur. İsterseniz siz ona ruhun emriyetinin, cismin halkiyetine galebesi de diyebilirsiniz. Üstad hazretleri, Efendimiz’in ruhuyla beraber mi’râca yükselen mübarek vücudunu “cesed-i necm-i nurânî” tabiri ile ifade etmektedir. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” tabiri ise; “iki yay aralığı kadar ya da daha yakın” demektir ki bu tabir; esasında Efendimiz’in Mi’râc münasebetiyle Allah’a yakınlığının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceğimiz “ev ednâ”, tamamen Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a mahsus bir payedir. Demek ki Allah Rasûlü, hiç kimseye müyesser olmayan bir ikrama, hem de bedeniyle, cismaniyetiyle mazhar kılınmış ve bu mucize, başka değil O’nun kulluğuna bir armağan olarak verilmiştir. (31:10)

*Hasâis: Kelime manasıyla sadece belli şahıs ya da nesnelere özel olan haller, durumlar, özellikler demektir. Istılahta bu tabir, Peygamber Efendimiz için kullanıldığında, O’nda bulunup da başkasında olmayan özellikler manasına gelmektedir. Soruya esas teşkil eden söz ve o sözde bahsedilen hal de kâmil manada sadece Efendimiz’e aittir. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç’ta öyle bir noktaya ulaşıyor ki, Cibril-i Emin, “Ben bir adım daha atsam yanarım” diyor. Şayet sübühat-ı vech şuaatı, sıfat-ı sübhaniye ve esma-i ilahiyeyi de yakıp kül ediyor ve o noktada Zât-ı Baht’tan başka hiçbir şey kalmıyorsa, Cibril-i Emin’in dahi ona tahammül etmesi mümkün değildir. Fakat işte bu noktada dahi insanlık âlemi olarak İftihar Vesilemiz, İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) yürüyüp yoluna devam ediyor. (32:35)

*Kurbet ve maiyyet atmosferinde geçen saniyelerin, hatta anların bereketi zılliyet planında Hak dostlarına ve seviyelerine göre mü’minlere de müyesserdir. Nitekim İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Mesela, Allah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle “Allah’ım, bir saniyecik Sen’in maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!..” dersiniz. Bu öyle bir haldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için Cemal’in de, Rıdvân’ın da esası haline geldiğini müşahede edersiniz. (33:35)