Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bu sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:
*Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü’l-Esbâb’ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. İnsan bu hakikati hep hatırda tutmalı; en büyük muvaffakiyetlerinde bile tevazu ve mahviyetten ayrılmamalı; Hazreti Ali’nin ifadesiyle, insanlardan bir insan olarak kalmalıdır.
Terk Mesleği
*Mizaç, meşrep ve zamanın ilcaatına göre –temel esas ve disiplinler mahfuz– insanı Allah’a ulaştıran yollar farklılaşabilir. Meselâ Muhammed Bahâeddin Nakşibendî Hazretlerinin yolu anlatılırken, bildiğiniz üzere şu dört esasa dikkat çekilir:
“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.”
Yani Nakşibendî tarikatına göre dört şeyi terk etmek gerekir. Terk edilmesi gereken bu esaslardan birisi, terk-i dünyadır. Dünyayı terk etmek, hiç kazanmamak, mal mülk sahibi olmamak demek değildir. Elbette ki mü’min çok iyi çalışır, çabalar, kazanır; ama çalışıp kazanmasını sadece kendi rahatına, kendi yeme içmesine, dünyevî arzu ve hevesine bağlamaz ve hele elde ettiği imkânlardan dolayı asla gurura girmez, şımarıp küstahlaşmaz, servetinin altında ezilip kalmaz. Öyle ki o, yeri geldiğinde, elinde avucunda ne varsa hepsini Rabbisinin rızası istikametinde harcamaktan çekinmez.
*Dünyayı terk mevzuunda Hazreti Pîr’in verdiği ölçü dikkat çekicidir. O, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek gerektiğinden bahseder. Buna göre, mal mülk mevzuunda esas önemli olan, çalışıp kazanan bir insanın, kazandığı şeylerin kalbinde yer etmemesidir. Hazreti Üstad, dünyayı kalbe koymamanın ölçüsünü mealen şu şekilde verir: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ne de kaybettiği şeye mahzun olur.” Evet, o, dünyalık bir şey kazandığı zaman, Allah’a hamd eder ve kazandığı o şeyin hakkını nasıl vereceğini, onun şükrünü nasıl eda edebileceğini düşünür. Kaybettiği zaman da yine Allah’a tevekkül eder ve “Rabbime hamd olsun ki, dünyalık bu yükü benden aldı götürdü. Çok şükür ki, bu vesileyle o yükün altından sıyrıldık.” der.
*Terk-i dünyadan sonra terk-i ukbâ geliyor. Terk-i ukbâ ise, insanın yaptığı ibadet u taati uhrevî bir mükâfat ve bedele bağlamaması demektir. Allah’a kullukta bulunan, O’nun yolunda koşturan bir insanın, “Allah’ım ben bu kadar namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dine hizmet adına koşturuyorum. Benim bu kadar koşturmama karşılık Sen de Cennet’ini bana ver!” demesi, kendi konumunu bilmemesi, bir gaflet ve küstahlık içine düşmesi demektir. Zira Cennet Allah’ın fazlıyla insana lütfedeceği bir nimettir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü tahiyyat) bu hakikati ifade etme adına şöyle buyurur: “Hiç kimse ameliyle Cennet’e giremez.” Sahabe-i kiram efendilerimiz: “Siz de mi ya Resûlallah?” diye sorunca da şöyle cevap verir: “Allah rahmet ve fazlıyla sarıp sarmalamazsa ben de giremem.” (Buhari, Merdâ 19) Evet, Cennet Allah’ın fazlının neticesidir. Kulluk ve ubûdiyet Allah’ın hakkı, bizim ise vazifemizdir. Ukbâyı terk meselesi işte bu açıdan ele alınmalıdır. Yoksa ukbâyı terk, insan için, Cennet’i istememek ve Cehennem’den sakınmamak demek değildir.
İnsanın Benliğini de Terk Etmesi
*Nakşîlerin üçüncü düsturu terk-i hestîdir. Bunun mânâsı, insanın kendini nefyetmesi, kendini düşünmemesi demektir. Meselâ namazda, Allah huzurunda kullukta bulunurken, insanın kendinden sıyrılmaya talip olması, kendini bütün bütün silmesi terk-i hestîdir. Öyle ki, o insan, namaza durduğu esnada, âdeta “Acaba ben var mıyım, yok muyum? Şayet yoksam, nasıl oluyor da, dudaklarımdan niyete dair bu lafızlar dökülüyor. Demek ki varım. Hâlbuki O’nun var olduğu yerde ben nasıl var olabilirim ki? Bir yerde sonsuz varsa, onun karşısında sadece sıfır vardır. O hâlde bana düşen sadece sıfır olmaktır.” diyecek kadar, kendisinden sıyrılma gayreti içinde olmalıdır. Evet, terk-i hestî, insanın kendisini bütün bütün yok farz etmesi demektir. Bizim varlığımız O’nun varlığının ancak gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinden (…) ibarettir.
*Kendisini/nefsini terk edebilmiş insanları Allah Teâlâ kimseye nasip olmayan işlere muvaffak kılar; sadece kendi varlığını gören kibirlileri de alçalttıkça alçaltır. Bu cümleden olarak, Napolyon, Bilal-i Habeşî hazretlerinin yaptıklarının onda birini yapamamıştır.
*Son olarak terk-i terk geliyor. Bunun mânâsı ise, dünyayı terk eden, mülâhazalarını ukbaya da bağlamayan ve kendisini de terk eden bir insanın, “İşte ben böyle bir târikim” mülâhazasına da kapılarını kapatması, böyle bir mülâhazanın bir kir hâlinde hayaline gelip konmasına dahi meydan vermemesi ve bütün bu terkleri de terk etmesi demektir. Yani terk-i terk, insanın, aklının köşesinden dahi: “Maşaallah, ben dünyayı da, ukbayı da, kendimi de terk ettim!” şeklinde bir düşüncenin geçmesine fırsat vermemesidir. Öyle ki, birisi gelip ona: “Sen şunu terk ettin, bunu terk ettin!” dediğinde, o, “hatırlamıyorum” diyecek kadar, bu terkleri düşünmekten uzak, onları unutmuş ve zihninden silmiş olmalıdır.
Acz, Fakr, Şevk ve Şükür Yolu
*Fakat günümüzde, özgüven mülâhazasıyla benlik, enaniyet ve ego öne çıkarılmış ve bu durum sâri ve öldürücü bir hastalık gibi yayılmıştır. Bu sebeple, Hazreti Pîr, günümüzün bu realitesini göz önünde bulundurup meseleyi mâkul bir mesnede dayandırdıktan sonra çağın insanına şöyle seslenir:
“Der tarik-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz.
Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz.”
Evet, enaniyetin çok ileri gittiği, kabarıp köpürerek âdeta damla iken derya hâline geldiği günümüzde, mâkul mesnetlerini ortaya koymadan, bütün bütün enaniyeti terk oldukça zordur. Bundan dolayı Üstad Hazretleri, mesnet ve gerekçelerini ifade ve izah etmek suretiyle günümüz insanını acz u fakr, şevk u şükür yoluna çağırmaktadır.
*Bu yolda, ilk olarak insanın acz u fakrını kabul ve itiraf etmesi gerekir. Çünkü insanın kendisini muktedir gördüğü yeme, içme gibi en basit hareket ve davranışlarda bile, kendi payına düşen iktidar yok denecek kadar azdır. Zira daha başta, mükemmel bir sistem hâlinde işleyen vücudu insana veren Allah’tır. Evet, bu baş döndürücü sistemi başta O kurmuş, O bahşetmiştir. Aynı zamanda, bu mükemmel sistemin işleyişi de, O’nun kudret, irade, tasarruf, inayet ve riayeti altında cereyan etmektedir. Bu kadar aciz ve muhtaç durumda olan insanoğlunun diğer taraftan hayat, sıhhat, ebediyet, Cennet… gibi sınırsız ve sonsuzluğa uzanan arzu ve emelleri vardır. İşte insan, varlığı itibarıyla, bu kadar acizdir. Onun hamuru âdeta aczden yoğrulmuş gibidir.
*Aynı zamanda o, muhtaç olduğu şeylerin yüzde birine sahip olamayacak kadar da fakirdir. İşte Üstad Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” diyerek bize bu hakikati anlatmış ve bu hakikatle ortaya çıkan yolu göstermiştir.
Arkadaşlarımdan Rica Ediyorum!..
*Cenâb-ı Hak, alın teriyle kazanan zengin fedakârların civanmertliği ve hizmet erlerinin de ona mukabil istiğnalarıyla dünyanın 160 ülkesinde size müesseseler açıp hizmet etme imkânı vermiştir. Allah’ın lütfettiği bu güven kredisinin devam etmesi için o müesseselerde vazife gören adanmış ruhların fakir kalmaları elzemdir. Evet, fakir kalalım bizler. Vefat ettiğimiz zaman, Ebu Zerri’l-Gıfâri gibi, “Acaba bir kefen bulabilir miyiz buna?” desinler. Ben arkadaşlarımdan bunu rica ediyorum. İtibarımızın korunması buna bağlıdır. O türlü şeylere gönül kaptırmayalım. Allah adamı Allah varken başka şeye gönlünü kaptırmaz. O işi ikâmeye gönül vermiş insan başka şeylerle meşgul olmaz.
*Diğer taraftan acz u fakr şuuruyla bezeli bir mü’min için, Cenâb-ı Hakk’ın öyle teveccühleri olur ki, bakarsınız Allah (celle celâluhu), hiç olmayacak şeyleri ona yaptırtır. Her şey öyle yerli yerindedir ki, dehrin hâdiseleri karşısında birilerinin onu kurtarmak için müdahale edip by-pass yapmasına ihtiyaç kalmaz. Bu durumu gören fert, olup bitenler karşısında “Ümitsizlik ve yeise düşecek ne var?” diyerek şevkle hareket eder. “Niçin şükür duyguları içinde O’nun yolunda koşturup durmayayım ki!” der, şevkle şahlanır. Daha sonra da sağanak sağanak başından aşağıya yağan nimetler karşısında sürekli tahdis-i nimet mülâhazasıyla gerilime geçer ve bir ömür boyu hız kesmeksizin yoluna devam eder.
*Üstad Hazretlerinin, insanı şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlaka ulaştıran acz u fakr mülâhazası kısaca budur. Yoksa buradaki fakirlik ve acziyetten kasıt, maddî fakirlik, insanın dünya adına hiçbir şeye malik olmaması demek değildir. Evet, Hazreti Pîr’in ortaya koyup anlatmak istediği acziyet ve fakirlik, insanın, insanî realiteler içinde neye malik olduğunu ve ne kadar aciz olduğunu görüp idrak etmesi demektir. İşte bu yapılabildiği takdirde kalbdeki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat tam duyulup hissedilecek ve böylece insan, kendini Hakk’a ulaştıran, Allah’la münasebetini derinleştiren kestirme bir yola girmiş bulacaktır.
*Bediüzzaman Hazretleri ortaya koyduğu alternatif yolun dört esasına ilave ve tekmile olarak şefkat ve tefekkür disiplinlerini de saymıştır. Zira diğerlerinin tam anlaşılıp uygulanabilmesi için bu iki dinamik de lazımdır.