Kadın, Hizmet, Entegrasyon ve Asimilasyona Karşı Surlar

Kadın, Hizmet, Entegrasyon ve Asimilasyona Karşı Surlar

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kadın ve erkek bütün adanmış ruhlar bir seferberlik mülahazasıyla hizmet etmeliler!..

İçinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla, konjonktür itibarıyla, zannediyorum meseleyi seferberlik şeklinde ele almak lazım; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin yapabileceği şeyi yapması lazım.

Bizim dinimizin temel disiplinleri zaviyesinden bakacak olursak, bu (kadın erkek herkesin dine hizmeti) Asr-ı Saadet’te belki açıktı. Hani hadis ricâlini okurken görüyoruz: Âişe validemizden, ricâlden (hadis râvîsi erkeklerden) dünya kadar insan ilim alıyor; mübarek validemizden, beş bin kadar hadis rivayet ediliyor ki, o da (hadîsin şartlarına uygun bulunup) rivayet edilenler; bir de rivayet edilmeyen şeyler vardır. Sahih buldukları şeyleri alıp, kitaplarında, “Kütüb-i Tis’â” dediğimiz “dokuz kitap”ta (Buharî’nin Sahihi, Müslim’in Sahihi, Ebu Davud’un Süneni, Tirmizî’nin Süneni, Nesaî’nin Süneni, İbni Mâce’nin Süneni, Darimî’nin Süneni, İmam Mâlik’in Muvattâsı, Ahmet İbni Hanbel’in Müsnedi’nde) naklediyorlar. O dokuz kitapta, onun (radıyallâhu anha) o mübarek sözlerini, Efendimiz’den naklettiği şeyleri değerlendirmişler.

Tâife-i nisâ (kadınlar), hemşirelerimiz, bacılarımız, o günkü analarımız, zannediyorum erkekler kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda hizmet etmişlerdir. Fakat sonra mesele belli bir dönemde çığırından çıkmış; belli bir dönemde de meseleyi militarizm kontrol altına almış; dolayısıyla tâife-i nisâyı eve kapamışlar, tamamen hayattan tecrit etmişler. Çok nadir sahneye çıkan -Hürrem Sultan gibi, Kösem Sultan gibi- kadınlar olmuş. Osmanlı Devleti’nde böyle olduğu gibi, hani ben Abbasîlere de, Emevîlere de bakıyorum, daha ziyade ricâl istihdam ediliyor.

Kadınların bazı hususiyetleri var belki, dolayısıyla onlardan sınırlı bir şey beklemek lazım; erkeklerden beklenen şey, onlardan beklenmemeli; onlara mukavemetleri, güçleri kadar vazife yüklemeli. Hemen her günlerinin -bir yönüyle- aktif bulunmaya müsait olması, ayrı meseleler… Bu hususları birer realite olarak görüp gözetmeli; fakat bunun dışında onları da mutlaka hayatın içinde -devr-i Risâletpenâhi’de olduğu gibi- mütalaa etmek lazım. Ne var ki, edilemedi.

Cumhuriyet döneminde de onlar -esasen- sadece kadını sahneye sürdüler; kadını hemen her hususta figüre ettiler; bağışlayın, başkalarını baştan çıkarma, çok özür dilerim hemşirelerimizden, insanları bohemliğe atma mevzuunda onu öyle kullandılar. Meşrutiyet yıllarında bu yanlışlık başladı, Cumhuriyet’te devam etti, gırtlağa kadar devam etti.

Ama meşrû dairede, kendi disiplinlerimize sımsıkı bağlı kalarak, bunu (kadınların hayatın her birimine katılımını) devam ettirmek, zannediyorum günün şartları ve konjonktürün de gereği. Bu açıdan da “seferberlik” dedim bu meseleye; yani umumî bir hareket, kadın-erkek… Nasıl Ebu Süfyân, Yermük’e hanımı ile gitmiş; hanım orada o kılıcı çekmiş, kocanın yanında düşmana karşı savaşmış!.. Aynen öyle bir mantık, öyle bir felsefe ile kadın-erkek bir seferberlik içinde bu işi yapmaları lazım. Birinci mesele, bu; âcizâne, haddim değil, onlar benden iyi bilirler o meseleyi ama kendi duygularım, düşüncelerim çerçevesinde ifade ediyorum.

   Üslupta Hataya Düşmemeli!..

İkinci mesele: Bu mevzuda, yanlışlıklara düşmemek, üslup hataları ile insanları kaçırmamak. “Toplayalım, cem’ edelim; Allah’ı (celle celâluhu), Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirelim!” mülahazası taşırken üslup hataları ile insanları kaçırmamak için meseleleri mutlaka müzakere ve müşavere süzgecinden geçirmek lazım. Öyle bir kalibrasyona tâbî tutmadan, herkes bildiği gibi konuşur ise, çok kırılmalar olabilir. Yemek yemenin de bir usulü var ise şayet, evvela çorba geliyor ise, salata geliyor ise, bunun dışında diğer yemekler geliyor ise, sonra börek geliyor ise, sonra kadayıf geliyor ise, baklava geliyor ise… Bu, çok ciddî meselede, Allah’ı, Peygamberi sevdirmede, dinimizi sevdirmede, ona imrendirmede, en azından kendi dünyamız içinde onun şehbal açması ve dalgalanması istikametinde bir şey yaparken, mutlaka meseleyi “ortak akıl” gücüne havale etmek lazım, emanet etmek lazım. Aksi halde, yanlış yapabiliriz; hani kör hâkime “Kör hâkim!” demek gibi ki bazen yanlışlık yaparak öyle diyebiliriz.

Şimdi asıl meselemiz, derdimiz nedir? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı, Allah’ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin!” Şöyle bir rivayet yok: حَبِّبُوا رَسُولَ اللهِ إِلَى أُمَّتِهِ وإِلَى اْلإِنْسَانِيَّةِ، يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ Onu da diyeyim, o da -mana itibarıyla- doğru olur: “Allah Rasûlü’nü ümmetine, insanlığa sevdirin ki, Allah Rasûlü de sizi sevsin!” Bu mesele, doğru; bu bir esastır, bir usuldür, bunu yapmak lazım, herkesin vazifesi; bu, herkese düşen bir sorumluluktur. Gücü, takati, aklı, mantığı, muhakemesi, branşı, hayat içinde aktif olma disiplinleri açısından farklılık arz etse de temelde mesele, herkes için aynıdır. Tâife-i nisâ, hemşirelerimiz, bacılarımız, annelerimiz için de öyledir; erkekler için de aynı şey, öyledir.

Evet, Efendimiz’i sevdireceğiz. Diyelim ki bir Hristiyan ile, bir Yahudi ile karşılaşıyorsunuz, bir Budist ile, bir Brahman ile, bir Konfüçyüsist ile karşılaşıyorsunuz; hemen Efendimiz’i öne sürdüğünüz zaman, onlara O’nu sunduğunuz zaman, tepkiye sebebiyet verebilirsiniz. “Neden Buda değil, Brahman değil? Neden Upanişad değil?!.” falan derler. Bu açıdan da üsluba dikkat etmelisiniz.

Düşünün, antrparantez arz ediyorum: Efendimiz, Mekke’de Peygamberliğinin ilk yılları esnasında, sokaklarda dolaşınca, her karşılaştığı insana قُولُوا لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، تُفْلِحُوا diyor; “Allah’tan başka Ma’bûd-i bi’l-hak, Maksûd-i bi’l-istihkak yoktur deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Bakın Kendi adı yok; oysaki işte orada (tabloda) لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ bittiği yerde مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ var. Zayıf bir rivayette, Hazreti Âdem, kırk sene başını semaya kaldırmadı, hicabından dolayı, “zelle”den dolayı. Bir sürçmedir o sadece; yürüdüğü yer buz idi, farkına varmadan bir adımını atarken isabetli atamadı. İçtihad; dolayısıyla sürçtü. Ama kırk sene başını -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesi olarak semaya çevirmedi. Hep رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ dedi. “Allah’ım! Havva ve Ben, kendimize zulmettik. Yarlığamaz isen, mağfiret ve merhamet buyurmaz isen, hüsranda, ziyanda, kaybedenler içinde oluruz.” dedi, yalvardı. Bir zaman sonra aklına geldi bu; Cennet’ten uzaklaştırılırken, O’nu görmüş idi orada. “Yâ Rabbî, Hazreti Muhammed hürmetine beni bağışla, yarlığa!” dedi. Cenâb-ı Hak, O’na dedi ki, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” “Ben, Cennet’ten ayrılırken, baktım o Cennet’in kapısı -işte, kale kapısı gibi, enbiyâ-ı izama açık o kapı her neyse- üzerinde, Cennet kapıları üzerinde -levhalarda olduğu gibi- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı. Baktım iki isim yan yana. Anladım ki nezd-i Ulûhiyetinde O’ndan daha kıymetli biri yok: Onun için O’nu şefaatçi yaparak Sana teveccüh ediyorum, Beni bağışla!” Bağışlanması adına o yalvarışlara bir kafiye koymak lazımdı; bu kafiyeyi koyunca, o da Cenâb-ı Hakk’ın o engin rahmetine, mağfiretine mazhar oluyor. -Antrparantez idi bu, arz ettim.-

Fakat bu insan, o ilk Mekke müşriklerine on üç sene “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Esasen burada zımnen o nübüvvetini ifade ediyor. Sen kim oluyorsun, hangi salahiyet ile böyle “Şunu deyince insanlar, Cennete girer!” diyorsun?!. Şimdi bu mevzuda Sen, semaların bir vazifelisi, O’nun bir vazifelisi değil isen, bunu söyleyemezsin ki!.. Zımnen bunu diyor fakat karşı tarafta enâniyet âbideleri var. Günümüzün insanının her birisi bir enâniyet âbidesi kesildiği gibi, birer egoist, egosantrist kesildiği gibi, o günün o putperestleri, “Lât”çıları, “Menat”çıları, “Uzza”cıları, “İsaf”çıları, “Nâile”cileri de her birisi âdeta bir put; herkes, kendisine tapılsın istiyor. Günümüzdeki bazı kimseler gibi, “Dokunursan, ibadet olur!” deniyor, bayılıyor adam ona. “Sana tapıyorum!” deniyor, bayılıyor ona. “Bakara, makara!” deniyor… Bayılıyor onlara, hiç birine itiraz etmiyor. Bu, enâniyete yenik düşme, nefse yenik düşme, hevâya yenik düşme… Onlar, hevâlarına yenik düşmüşler; kalkar derler ki, “Abdulmuttalib’in torunu, yetim aynı zamanda, anasız-babasız büyümüş bir çocuk, kalkmış bize diyor ki: Muhammedun Rasûlullah! Ben, Allah’ın elçisiyim, semaların sözcüsüyüm; burada ben ne dersem, ona uyulması lazım!” Böyle derler. Fakat üslup, bu.

Esas nedir orada? لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Anahtar, o; işin içine girişin anahtarıdır. Açılmaz kilitleri, o anahtar açar ve insan, öbür âleme yürürken de onu söylediği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle kurtulur. Kabre o anahtar elinde, onun ile girer ise şayet, Münker-Nekir de belki bakar ona, sadece sûret-i haktan söylerler: مَنْ رَبُّكَ، وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ “Rabbin kim; Peygamberin kim?” O da zaten diyeceğini biliyordur. Fakat o anahtar kelimenin -bir yönüyle- dişlerinden birini -o ilk dönemde- söylemiyor Allah Rasûlü; oysaki o, iki dişli bir anahtar orada: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Fakat onların enâniyetine dokunduğunuz ve üslup açısından hata ettiğiniz zaman, antipatiye sebebiyet verirsiniz.

   “Umumun ızdırabını duyuyorum!..”

Yine farklı, küçük bir meseleyi arz edeyim: Hep kendi kendimi sorgularken diyorum ki: “Geçmişte şunu şöyle yapsaydık, bunu böyle yapsaydık… Herhalde yapamadık, idrakimiz o ufukta değildi. Dolayısıyla bazı hatalar yaptık. İçlerinde hazımsızlık taşıyan insanlar, hazmedemediler; bu şekilde zâlimâne, hâinâne, hâsirâne üzerimize geldiler. Dünya kadar insanı zulme uğrattılar, gadre uğrattılar, azlettiler. Türkiye’nin elli-altmış seneden beri kazanılmış elit sınıflarını tamamen yok etti, kendilerini cehalet çağlayanına saldılar. Şu anda öyle… Acaba onlara -“kemik” demeyelim de, insan nihayet onlar da- böyle ballı-kaymaklı bir lokma ekmek atsaydık… Falan… Hani bunu derken ne demek istediğimi anlarsınız siz; bir sürü müessese vardı; bir misyon, bir fonksiyon onlara da verilebilirdi; “Alın, bir ulufe gibi bunu da siz alın!” denebilirdi. Hani padişahların ulufeleri vardır, liyakati olmayan insanlar da bazen gelirler, tufeylî gibi oraya sığınırlar. El-Kulûbu’d-Dâria’da bu tabiri kullananlar var; çok, evliyâullahtan. İyi-kötü tefrik etmeden orada herkese mutlaka bir şey veriliyor. Siz de öyle bir şey verseydiniz, acaba!..

Ama arkadaşlarım diyorlar ki: Hiç onlara kanaat etmezlerdi. Tamamen inhisâr-ı fikir var; tahabbüb-i nefisten geliyor; nefislerine öyle tapıyorlar ki, kendilerinden başka kimseye teveccühün olmasına tahammülleri yok. Çekememezlik ve hased içinde yürüyorlar. Çekememezlik ve hased öyle bir hastalık ki, Üstad hazretleri de diyor: “Hâsid, herkesten evvel kendini yakar.” Hasan Basrî hazretleri de diyor ki: “Ben, hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” Hâsidden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim çünkü kendine ediyor esasen, huzurunu kaçırıyor. Evet, diğer bir ifade ile şöyle diyebilirsiniz: Bu çekememezlik, hazımsızlık öyle bir maraz ki, psikiyatri kliniklerinde bile tedavi edilemez, tımarhanelerde bile tedavi edilemez.

Şimdi insanlar, böyle bir ruh haleti taşıyorlar ise, ille hep “Ben!” diye Ramazan davulu gibi ses çıkarıyorlar ise, zannediyorum ne verirseniz veriniz onlara, hiçbir zaman seslerini ney sesine çevirmeyeceklerdir bunlar. Hep güm güm bir ses duyacaksınız onlardan. Bu; arkadaşlarımızın genel düşüncesi, bu.

Fakat ben kendimi sorgulamadan edemiyorum. Hani herkes kendi yakını, bildiği-ettiği adına, annesi-babası adına ızdırap çeker. Fakat Fakir; bir yönüyle hakkım olmadığı halde, ircâ’ mahalli olması itibarıyla el-âlem meseleyi size bağlıyor. Hani sizin adınıza “terör” dediler, falan… Dolayısıyla şöyle-böyle sizinle irtibatı olanları, iltisakı olanları derdest edip götürüyorlar. Hiç olmayacak şeylere müebbetler veriyorlar. Ve öyle oldu; çok kıymetli insanlar, çok elit insanlar şu anda o cendere içindeler. Bütün bunları birden düşününce, kendimi affetmiyorum. Neredeyse günümün yarısında bunlar benim kafamı meşgul ediyor. Bunu şikâyet mahiyetinde demiyorum. Hiç uyuyamadığım gün oluyor; yatakta deniyorum, yastığı bir öyle bir böyle koyuyorum, oturarak uyumaya çalışıyorum, ağzıma bir tane pastil alıyorum belki o bir şey yapar… Ama bir türlü bunları kafamdan atamıyorum. Onları kafamdan atamama neticesinde, kelâm-ı nefsî ile, iç konuşma ile bu defa onlara cevap vermeye başlıyorum; hep onu düşünüyorum, “Al sen de ağzının payını, al sen de ağzının payını!” diyor, gereksiz şeylere giriyorum; israf-ı zaman ediyorum, uykumu kaçırıyorum, gündüz yapacağım şeyleri de yapamıyorum; mesela, iki aydır ben kalemi elime alıp müsvedde kağıtlarımı önüme koyup bir yazı yazamadım, düşünün burada! Bunlar, benim zaafımdan, yetersizliğimden, güçsüzlüğümden belki, kadere rızasızlığımdan… Cenâb-ı Hak, beni de size bağışlasın, inşaAllah..

Ama tabiî böyle bir dönemde Efendimiz’in mukavemetini düşününce, saldım kendimi!.. Dedim: “Ben, Sen değilim ki yâ Rasûlallah! Sen, Cenâb-ı Hakk’ın hususî matmah-ı nazarısın, O’nun te’yîdi altındasın sürekli; hep Sana moral veriyor, ediyor, arkanda olduğunu söylüyor. Mesela, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا diyor, Sevr sultanlığında: “Dostum, tasalanma! Allah, bizimle beraberdir!” إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا “Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi.” (Tevbe, 9/40) diyor. Ben de öyle çok duygulanarak, “Ama ben Sen değilim ki!..” dedim. Bu açıdan da konumumu da bilmem lazım, zaafımı bilmem lazım, aczimi bilmem lazım. Burada ne kadarına dayanabileceksek, dayanmalıyız ona.

   Bir Kere Daha Aktif Sabır

Durağanlığa girmemek lazım; günümüzü ifade için, günümüzdeki sabra “aktif sabır” diyoruz zaten. Falan-filan kötülük yapmış, zulüm etmiş, haksızlıkta bulunmuş; ee bir şey deme, katlan sen de ona ama durağanlık içinde… Hayır, öyle değil!.. Esasen şimdi bu şartlar, benim durumum, bu konumum, konumlandırıldığım bu durum neler yapmaya müsait ise, onları yapmalıyım. İşte, sizin -Allah’ın izniyle- yaptığınız şey de o; hem erkekler ile, gençler ile, hem bu hemşirelerimiz ile, sizin annelerimiz dediğimiz anneleriniz ile…

Bir gün bu mesele tabii bir hal alınca -belli bir dönemde o himmetlerin, o okul açmaların, o üniversitelerin, o üniversiteye hazırlık kurslarının, bu insanların ablaları ile, bunların ağabeyleri ile gerçekleştirildiği gibi, realize edildiği gibi- bunların da daha büyük şeyleri realize edeceklerine inanıyorum. Şu anda dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiş olma mevzuu, esasen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem bir isteğinin, hem de bir gâye-i hayalinin realize edilmesi açısından önemli bir adım gibi geliyor bana. Madem Allah saçtı, savurdu; işte üslupta hata etmeden, anlatacağınız şeyleri anlatmalısınız; bu pozisyonu iyi değerlendirip anlatmanız lazım. Herkes duydu, bu bir fırsattır. Dolayısıyla nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin -Kendi buyurduğu gibi- ism-i şerifleri, güneşin doğup-battığı her yerde bir bayrak gibi dalgalanacak.

Evet, böyle bir gâye-i hayale insanın kendini salması lazım; Allah, onu mutlaka deryaya ulaştırır. Sonra o da yolunu bulur oradan, bu defa buhar olur havaya çıkar damlalar halinde; pozitif-negatif yan yana gelir, yine yağmur damlalarına dönüşür, yine yerin bağrına akar; yine insanlığın imdadına koşar, nebatatın imdadına koşar, yine çağlayan olur, yine deryaya akar… Hani tıpta bir tabir vardır: “Fâsid daire”; şimdi “kısır döngü” diyorlar. Buna karşılık biz de buna “sâlih daire” diyoruz, “doğurgan döngü”; evet öyle bir şeye vesile olur, Allah’ın izni-inayeti ile.

   Beslenme kaynaklarımıza bir kere de günümüzün şartları ve ihtiyaçları açısından odaklanmalıyız!..

Belki zaruretler karşısında “Yahu biraz daha dişimizi sıkıp bazı şeyleri mütalaa etmemiz lazım; Siyer felsefesine bakmamız lazım; Efendimiz’in hayat-ı seniyyesini bir kere daha gözden geçirmemiz lazım; Risaleler’e bir kere daha baştan bakmamız lazım; bu asrın, bu çağın sözcüsü; dolayısıyla çağın derdini en iyi keşfeden insanlardan birisi, o.” demeliyiz. Günümüzün nesilleri de o türlü şeyleri mütalaa etme zaruretini hissedeceklerdir; sorumlulukları, o insanları bu türlü şeylerde derinleşmeye sevk edecektir, zorlayacaktır; kendilerini mecbur hissedeceklerdir.

Ben bunu Komünizmin revaçta olduğu belli bir dönemde, Türkiye’de hep yaşadım. O kürsülerdeki o konuşmalara şahit olmuşsunuzdur. O gençler, bazıları abdestsiz-mabdestsiz, camiye gelirlerdi; böyle hep sorular sorarlardı; irticali, verilen cevaplardı onlar. Ee şimdi de, buradaki insanların dertleri, problemleri nelerdir? Dolayısıyla onlara makul ve onları ürkütmeyecek-kaçırmayacak şekilde cevap vermek için fikir cehdi ortaya konmalı. Günümüzde düşünen insanlar ne demişler, tabii onlara müracaat edeceğiz, bakacağız. Esasen zaman, şartlar, konjonktür, o insanları, bir yönüyle yaptıkları işe kendilerini ehil hale getirmeye zorlayacaktır. Bazılarının belki arkadan ittirmeye ihtiyaçları olur: “Kabiliyetin var, donanımın var, maşallahın var; maksadını da çok rahat ifade ediyorsun; böyle Firdevsî’yi okuyormuşsun gibi geliyor konuştuğun her şey, insanı bayıltıyor.” Böyle kabiliyetler var ise, bunları pozitif şeylere biraz arkadan ittirmek lazım, dürtmek lazım.

Dünyanın, bu sesi-soluğu duymaya ihtiyacı var. Çünkü eskiden beri bazıları zaten Müslümanları terörist görüyorlardı; şimdi dünyanın değişik yerlerinde Müslümanlığı, onun kaderini temsil eden insanlar, ona doğrudan doğruya “terörist” dedirttiler, Müslümanlığa “terörist” dedirttiler. Onun böyle olmadığını, onun esasen hümanizmin üstünde çok önemli semâvî bir din olduğunu anlatmak lazım. İnsanların o mevzuda kendi ihtiyarları ile seçeceği bir yolu seçmiş oldukları, kendi ihtiyarları ile yaşayacakları şeyleri yaşıyor bulundukları anlatılmalı. Hepsi, bu; hür irade ile, adalet mülahazası ile, hürriyet düşüncesi ile yapıyorlar. Bunun için, sistem ona göre sergilenmeli, adeta bir ütopya oluşturulmalı.

   Entegrasyon

Bunda da belki en başta gelen şey, entegrasyon. Bulunduğumuz ülkede, kılığımız ile, kıyafetimiz ile, saçımız ile, sakalımız ile bir farklılık arz ederek din-i mübînin emirleri çerçevesinde yapacağımız şeyleri yaparız; hemşirelerimizin şu anda yaptıkları gibi, sizin yaptıklarınız gibi.

Fakat, hatta belki böyle bir şey (cübbe) ile görünme… Beni böyle görseler, yadırgamazlar veya burada mâbed gibi bir yerde görünce yadırgamazlar ama hayatın içinde böyle olduğunuz zaman yadırgayabilirler. Bence detaya ait bu meselelere takılıp kalmamak lazım; yoksa usulde kayba uğrarsınız.

Entegrasyon çok önemlidir. Aklı başında olan insanlar, genç nesiller, kadın-erkek hepsi, şebâben ve şuyûhen (genciyle ve yaşlısıyla) entegrasyonda kusur etmemeliler. Öyle ki o insanlar, “Bunlar bizden!” falan demeliler. Ancak konuştuğunuz zaman “Yahu siz, bizden değilmişsiniz!” falan diyebilmeliler. Bunun gibi…

Fakat bir diğer taraftan da bu kadar yakın durduğunuz zaman, bir asimilasyon yılanı, çıyanı baş gösterebilir bu mevzuda. Bu da daha ziyade -zannediyorum- böyle bir kısım hevâ-i nefsine uymuş gençler için, çocuklar için tesirli olur.

   Asimilasyona Karşı Surlar

Buraya gelen Amerikalı akademisyenlerden birisi -Efendimiz’i de tanıyor, “Peygamber” olarak biliyor, “Muhammedun Rasûlullah!” diyor, sallallâhu aleyhi ve sellem- bize yalvarırcasına dedi ki: “Aman hocam, ne olur, Allah aşkına!.. Bakın, buraya gelmişsiniz; erimeyin bu toplum içinde!.. Ne iseniz, öyle devam edin!” Siz de duydunuz, değil mi? Evet, yalvardı, yalvarırcasına konuştu; arkadaşlar da şahit burada. “Sizden evvel gelenler, değişik yerlere dağıldılar; fakat immün sistemleri zayıftı, mukavemet edemediler; o çağlayana kendilerini saldılar, bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamadılar.” Yalvardı bize burada.

Şimdi onun için de esasen, birinci mesele, entagrasyon; ikincisi de asimilasyona karşı seralar oluşturma.

Bunun çâre-i yegânesi; mümkünse kabiliyetli, donanımlı, idealist, esasen kendini bu işe adamış insanları yönlendirmek, tayin etmek. Bizim bulunduğumuz bölgede/ülkede yok ise, başka yerlerde olan insanları transfer etmek lazım; kabiliyetli, donanımlı o adanmış insanlara, o işi yaptırmak lazım.

Bütün bunların yanında bir de bir araya geldiğimiz zaman, “Sohbet-i Cânân”. “Keşke sevdiğimi sevse, kamu halk-i cihan / Sohbetimiz her zaman sohbet-i Cânân olsa.” dediği gibi şâirin. Bence mesele Allah ile, Peygamber ile başlamak, dinimiz ile başlamak, “şartlandırmak” o insanları… Âdetâ onları duymaya içlerinde hâhiş uyarmak, istek uyarmak, hepsini teşne hâle getirmek… Öyle ki, keşke şu ufka ulaşılsa: “İstanbul’u fethedecekmişiz!” Bu tâlî derecedeki bir iş, ne olacak!.. Esas önemli olan şey nedir? Cenâb-ı Hakk’a imanı, Efendimiz’e imanı gönüllerde ihya etmektir. Gerçek diriliş, odur, gerçek “ba’s-u ba’de’l-mevt” odur. Üstad Necip Fazıl, o tabiri kullanırdı, “ba’s-u ba’de’l-mevt” tabirini kullanırdı. Ba’s-u ba’de’l-mevt… Bütün dünyevî meseleleri tâlî bir mesele haline getirmek; onda öyle yoğunlaşmak ki, gönlü tamamen ona bağlamak…

Hakikaten gönlümüzü ona bağlamalıyız; böylece bir gün belki biz de onu tabiatımıza mal ederiz. Buyuruyor ki Efendimiz: “Sizin cismanî hazlardan lezzet aldığınız gibi, Ben, Rabbime karşı teveccüh ve ibadetten lezzet alıyorum!” Bu, işin tabiata mal olması; insan tabiatının, manevî anatomisinin bir buudu/derinliği haline gelmesi demektir. “Manevî anatomi” nedir? İnsanın vicdanı, kalbi, hissi, ihsasları, iradesi, şuuru, idraki; bu, “maddî anatomi”mizin yanında. Bunun bir derinliği haline getirmek lazım onu; bir yönüyle sürekli -o “dürtü” tabirini bu büyük şeylerde kullanmak doğru değil fakat karşılığında başka kelime bilemediğim için- o dürtü ile hareket etmek lazım. Yani, delillere bakarak değil artık; tabiatımıza öyle sinmiş, öyle içtenleştirilmiş ki… Mesela namaz vakti olunca, ezan-ı Muhammedî’yi duymadan hemen harekete geçmeli; hep kalbimiz, kulağımız mâbette olmalı; “Yahu bir gelseydi, şu; bir secdeye kapansam, içimi bir kere daha Rabbime dökseydim!” falan demeli. Bu hale getirme meseleyi…

Bu, birden bire olmaz. Meselenin tâlibi/râgıbı olursanız, bir gün o zirveye ulaşırsınız. مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir insan, bir şeyin arkasına düşer ve ciddiyet ile onu takip ederse, talep ederse, mutlaka umduğuna nâil olur.” Diğer bir söz, atasözü yine, Arapça: مَنْ جَالَ، نَالَ “Bir insan, kendisini cevelana salar ise, bir şeyin arkasına takılır ise, sürekli küre-i arzın güneş etrafında dönüp durduğu gibi, o gâye-i hayâlin etrafında döner-durur ise, mutlaka bir gün umduğuna, hayal ettiği şeye -Allah’ın izni ve inayeti ile- ulaşır.”

Bu açıdan özellikle o tatil aralıklarını genç nesillere karşı, kadın-erkek çocuklara karşı bu surette değerlendirmek suretiyle, burada bir kayıp yaşamayız, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir taraftan entegrasyon gerçekleşmiş olur; bir diğer taraftan da başka zeminlere kaymanın önünü bizim oluşturduğumuz seralar ile engellemiş oluruz, Allah’ın izni-inayetiyle.

Fakat, bunlar ara vermeden yapılmalı!.. En kötü şartlarda, hatta darbelerin olduğu dönemlerde, -arkadaşlar bilirler- arkadaşları rehabilite etme adına, belki moralize etme adına hep kamplar yapılıyordu. Askerler basıyorlardı o kampları ama günümüzdekiler gibi insafsız değillerdi. Basıyorlardı, bir şey değil, götürüp istintak ediyorlardı; bazen hemen bırakıyorlardı, bazen de belki bir-iki ay yatan oluyordu. Böyle “müebbed” filan yoktu o zaman. Evet, o tehlikeli günlerde dahi hakikaten okuma kampları, programlar artırıldı; zannediyorum bütün Türkiye’ye de yayıldı, her yerde yapılmaya başlandı. Sonra o mevzuda da modernizasyona geçildi, bu defa otellerde-motellerde yapılmaya başlandı.

Kim bilir, gelecek, bu gidişle, daha neler vadediyor; şimdiden kestirmek mümkün değil. Burada öyle donanımlı yetişmiş, aynı zamanda immün sistemi gelişmiş nesillerle… Mukavemeti gelişmiş, artık her türlü mikroba karşı vücudunun bir mukavemeti var; mikrop, kendini vücuda salınca, kendi kendini tehlikeye atmış oluyor; âdetâ sürekli antibiyotik alıyor gibi bir şey oluyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

Burada yetişmiş nesiller öyle mukavemetli olacak. Bunu göreceksiniz!.. Biz gideriz öbür tarafa da geldiğiniz zaman sorarım ben size, “Nasıl oldu diye!” İnşaallah. Cenâb-ı Hak, beni size bağışlasın, orada bir araya getirsin inşaallah.

Evet, bu da meselenin diğer bir yanı idi; burada kendimizi, neslimizi korumak için bunları dedim. Sözü uzattım, baş ağrıttım; hakkınızı helal edin.

Cenâb-ı Hak, içtenliğiniz ile, vicdan enginliğiniz ile sizi pâyidar eylesin! Çok önemli hizmetlere vesile kılsın, Hizmet’te birlerinizi bin eylesin!..