Gerçek Haya

Gerçek Haya

Çay Faslından Hakikat Damlaları..

-Kulluk, bir şehrahta (büyük cadde, şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol, otoban) yürümek kadar kolay; bir patikayı aşmak, dar bir köprüyü geçmek kadar da zordur. (01:15)

-Yunus Emre’nin, “Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” sözleriyle anlattığı bu yolda rehbersiz gidilmez!.. (02:30)

-Ne hoş söyler Niyazi-i Mısrî: “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…” (04:40)

-Alvarlı Efe Hazretleri der ki: Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. (05:50)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur: “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır.” (07:04)

-Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer’i rüyasına misafir ediyor. Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer “İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!” diyor. (08:50)

-Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da, “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar. (12:46)

-Hazreti Ömer (radiyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. (17:20)

-Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır. (18:32)

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde Allah Teâlâ’dan hakkıyla haya etmek gerektiğini ifade buyuruyorlar. Hakkıyla haya etmiş olmanın şartları nelerdir? Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı yazıp çizerken ve konuşurken gözetilmesi gereken bir hayadan da bahsedilebilir mi? (19:00)

Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofîye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. (19:00)

-Allah Teâlâ’nın sıfatı olarak “hayiy” çirkinlikleri bulunmayan; bağış, nimet ve ihsanı terk etmeyen demektir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Allah hayâ, edeb sahibidir, (hayiyy) günahları, ayıpları örtendir; hayâyı, edebi, edep yerlerini örtmeyi sever. Biriniz guslettiği zaman avret yerlerini örtsün.” (19:44)

-Haya, Hazreti Suheyb’in fıtratına öyle nakşolmuştu ki, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onun hakkında şöyle buyurmuştu:

نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ

“Suheyb ne yüksek bir karakterdir; –muhalfarz– Allah’tan korkmasa da günah işlemez.” (20:22)

-Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselam) gerçek hayayı şu hususlara bağlamıştır:

اِسْتَحْيُوا مِنَ اللهِ تَعَالَى حَقَّ الْحَيَاءِ، مَنِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ فَلْيَحْفَظِ الرَّاْسَ وَمَا وَعَى وَلْيَحْفَظِ الْبَطْنَ وَمَا حَوَى وَلْيَذْكُرِ الْمَوْتَ وَالْبِلَى، وَمَنْ أَرَادَ اْلآخِرَةَ تَرَكَ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنّْيَا، فَمَنْ فَعَلَ ذَلِكَ فَقَدِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ

“Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.” (20:55)

Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan,

  1. Kafasını ve kafasının içindekileri kontrol altına alsın! (21:58)
  2. Batnını ve midesindekileri kontrol altına alsın! (26:15)
  3. Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! (28:33)
  4. Âhireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır. (29:50)

-Müslümanlık bir baştan bir başa bütünüyle edeptir; Allah’a karşı edep, Peygamber’e/peygamberlere karşı edep ve derecesine göre herkese karşı edep.. Kur’ân atmosferinde edep, Hak’tan halka uzanan çizgide, seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetine göre kuşatıcı bir durum arz eder. Onun buyrukları ve irşadları çerçevesinde her mü’min bir edep insanıdır ve her insanın bu edep örfânesinden de mukadder bir payı vardır: Anne ve babaya karşı edep, Allah takdiri; ulemâya, ümerâya saygı, Kur’ân fermanı; hak dostlarına, hak yolunda olan idarecilere, sonra bütün vatandaşlara hatta bir mânâda bütün insanlığa karşı saygı ve edep, kendi çerçevesinde Müslüman olmanın gereğidir. (32:22)

-Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur kaynağı, kâinatın ille-i gayesidir. Kâinat fabrikasının temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir. O’nun varlığı, bir yönüyle kâinatın mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi O’nunla başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla O, kâinat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir. Bu zaviyeden bakınca Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) çok şey borçluyuz. İşte bundan dolayı, her ne zaman O’nun adı anılsa salâvât getirmeyi vâcip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, her defasında “celle celâlühû” gibi bir ta’zim ifadesi söylemeye “vâcip” dememiştir. Zira O’nu hakkıyla zikretmek ve O’nun nimetlerine karşı layıkıyla senâda bulunmak mümkün değildir. O’nu hakkıyla zikretmek bizi aşkın olduğundan, bu vâcip görülmemiştir. (33:18)

-Cenab-ı Hakk’ın isimleri, sıfatları ve fiilleri söz konusu olduğunda, onları diğer varlıklar için anlaşılan mânâ, mikyas ve çerçevesiyle değil, o müteâl Zât’ın münezzehiyeti, mukaddesiyeti esasına göre ele alarak yorumlamak ve tenzih esprisine bağlı kalmak da Allah’a karşı edep ve saygının gereğidir. Bu cümleden olarak, muhâdaa, keyd, mekr, istihza, hizy ve emsali kelimeler mutlaka ulûhiyet hakikatine ve şe’n-i rububiyete uygun birer te’vil ve üslupla ifade edilmelidir. Mesela; Kur’an-ı Kerim’de şöyle ayetler mevcuttur:

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ

“Şüphesiz münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkıyorlar, hâlbuki Allah onların aldatmalarını boşa çıkarıyor (ve oyunlarını başlarına çeviriyor).” (Nisâ, 4/142)

وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرينَ

“(Düşmanlar) tuzak kurdular. Allah da tuzaklarını başlarına doladı. Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür.” (Âl-i İmrân, 3/54)

İşte, Cenâb-ı Hakk’ın bu âyetlerdeki mukabelesini, “Hâlbuki kötü tuzak, sahibinin başına dolanır.” (Fâtır, 35/43) çerçevesinde anlamak lazımdır. Çünkü kötü fiillerin Allah’a isnadı münasip olmadığı gibi apaçık bir saygısızlıktır. (36:42)

-Zât-ı Ulûhiyet yakışıksız sözlerle anılmamalıdır. Evet, O’nu her zaman yâd etmeliyiz; fakat, bunu ciddi bir lisan nezahati içinde yapmalıyız. En edibâne duygularımızı O’nu ifade ederken kullanmalı, O’nu anarken en güzel kelimeleri seçmeliyiz. (37:55)

-Allah’a karşı edepten sonra peygamberlere ve hususiyle de Peygamber Efendimiz’e (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) karşı edep gelir. Rasûl-ü Ekrem’e karşı edep, O’na itaatin Hakk’a itaat sayıldığının bilinmesi ve O’nun Allah’la münasebetleri örnek alınarak her konuda hedeflediği hususların takip edilmesi demektir. Daha sonra da anne-babaya, alimlere, Hak dostlarına, Hak yolunda olan idarecilere, bütün vatandaşlara ve hatta bir manâda bütün insanlığa karşı saygılı olmak gerekir. (38:38)

-(Bir gece yarısı Hocamızın elinde bir tomar kağıt, gözlerinde de yaş vardı. O, kağıtları yakmak için ateş arıyordu. “Ehadiyet-Vâhidiyet” yazısını yazmaya başlamış; birkaç gün süren fikir ve duygu fırtınasından sonra Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı yazının birkaç sayfasını tamamlamış; bir madenci tavrıyla altın arar gibi uygun kelime ve tabirler aramış; yanlış bir şey söylemekten korkarak, tir tir titreyerek bazı ifadeler kullanmış ve sonra çok ağlamış, yanımıza çıktığında da ağlamasına devam ediyordu. “Ya Rabbi! Yoksa, Ulûhiyet hakikatlarını çok mu hırpalıyorum? Kendi nefsimden mi konuşuyorum yoksa?” diyordu. Yazdıklarını, aldığı bütün notları, o bir tomar kağıdı ve üç-beş günlük emeği yakmaya niyetlenmişti.) O gecenin hatırlatılması üzerine Muhterem Hocamızın gözyaşları… (41:30)