Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konular üzerinde duruyor:
Bir Duygu Birliği Oluşturup Asgari Müştereklerde Buluşmalı!..
*“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır, anlaşabilir.” (Hazreti Mevlana) Dolayısıyla duygu birliği oluşturmak, en azından asgari müştereklerde buluşmak lazım: İnsanız hepimiz! Hepimiz Allah’ın sanatıyız; Kendini bizimle ifade ediyor; bizi varlığına, birliğine, esmâ-i İlâhiyesine, sıfât-ı Sübhâniyesine şeffaf birer ayna haline getiriyor; kalblerimizi tecelligâh-ı ilâhî yapıyor. Bunlar yetmez mi?!.
*Sinek kanadı kadar ayrıştırıcı hususlar var ve gördüğünüz gibi bunlar, fil kadar müştereklerin yerini alarak hükümlerini icra ediyorlar. Çok önemsiz şeylerden dolayı insanlar birbirleriyle adeta yaka-paça oluyorlar.
*Yaka-paça olma tabiat-ı insaniyede var. İnsan iman, İslam, ihsan şuuru, ihlas telakkisi, rıza yörüngesi ve Allah’a karşı aşk u iştiyak duygusu ile o olumsuz hisleri baskı altına alabilir; kurutabilir onları. Dolayısıyla da kurumuş bu çekirdekler, şeytandan gelen sinyalleri almaz artık. Fakat o duygular canlı ise, şeytandan gelen o türlü esintileri, sinyalleri duyarlar; onları deşifre edip çözerler ve sizin çok ulvi duygularınız üzerinde tesir icra etmeye başlarlar hafizanallah.
*Muktezâ-yı beşeriyeti inkâr etmeye kalkmamak lazım, tabiatımızda var! Fakat Allah Teâlâ o tabiatı tadil etmeye matuf Enbiyâ-ı İzâm’ı göndermiş; onlara kitaplar vermiş; sonra onları uygulatmış, bize yol yöntem öğretmiş. Hallerinde görmüşüz onları, Cenâb-ı Hak gerçekten görmeye muvaffak eylesin, temsillerinde şahit olmuşuz. Bu açıdan da, o olumsuz hisleri baskı altına almak için lazım gelen dinamiklerin hepsi mevcut.
En Azılı Düşman!..
*Bir dönemde dinsizle ve imansızla yaka-paça olursunuz. Doğrudan doğruya inancınıza ve Allah ile münasebetinize karşı cephe oluşturmuşlardır; Hazreti Rasûl-u Zîşân’a ve O’nunla münasebetlerinize karşı cephe oluşturmuşlardır. Bunlar -bir yönüyle- belki sizde bir kısım olumsuz gerilimler hâsıl eder. Onlar da size karşı olumsuz tecavüzlerinde sürekli metafizik gerilim içindedirler. Siz hiçbir şey yapmasanız, el kaldırmasanız, bir sözle mukabele etmeseniz bile, sözleriyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla sürekli sizi presler geçerler üzerinizden. Bir dönemde öyledir! Ama bunlar görünen düşmanlar olduğu için, bilirsiniz bunları; onlardan ne geleceğini de bilirsiniz. Akrebin ısırdığını bilirsiniz. Dolayısıyla yanınızda dolaşsa bile, kuyruğunu size sokmamasına dikkat edersiniz; problemi kuyruğundadır onun. Bazılarının problem olan yanları da ağızlarındadır, dişlerinin dibindedir; ısırırlar ve zehirlerini dökerler. Fakat bunların ikisi de mübarek mahlûktur, çünkü ne oldukları bellidir. Gördüğünüz zaman bunlara karşı hemen müdafaa vaziyetine geçersiniz.
*Fakat bir de zehir saçan sinekler vardır; keneler vardır; çok küçük şeyler vardır. Her sene bir virüs, bir mikrop çıkıyor ortaya; mikroskopla ancak görebilirsiniz. Nereden geleceği, sizi nasıl vuracağı belli değil. Bunlar içinizde dolaşırlar böyle ve siz hiç fark edemezsiniz bunları. Çarparlar sizi, felç ederler, kolunuzu kanadınızı kırarlar. Bu açıdan da düşmanın açıktan açığa cephe teşkil edip üzerinize gelmesi kötü bir şeydir ama bir yönüyle savulacak bir tehlike olması itibarıyla çok da kötü değildir. Savabilirsiniz onu; bir cephe, bir mevzi, bir tabye oluşturursunuz; ona göre bir strateji geliştirirsiniz ve def edersiniz. Fakat kendi içinizde bir mikrop ya da virüs olursa -hafizanallah- bilemeyebilirsiniz. Zaaflarımız kuyruk diken akrep gibi aramızda dolaşırsa, yılan gibi diş gösterip dilini sarkıtarak üzerimize gelirse; içimizde olan, evimizde barındırdığımız hubb-u cah hissi, korku hissi, tenperverlik hissi, bohemlik hissi, makam mansıp hissi, servet hissi, rahatlık hissi, yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatma hissi gibi duygular benliğimizi sararsa, işte asıl böyle bir musibet çok tehlikelidir.
*Bu açıdan, öteden beri insanların başına hep belalar musallat olagelmiştir. Ondan ne enbiyâ kurtulmuştur, ne evliyâ kurtulmuştur, ne asfiyâ ne müctehidîn ne de müceddidîn kurtulmuştur. Çileye maruz kalmayan bir tane bile peygamber yoktur. Çekmeyenler akıbetlerinden endişe etsinler; çekmeleri öbür âleme ertelenmiş demektir. Doğru yolda iseniz çekersiniz; o işten kaçış yoktur. Şu kadar var ki, bazısı doğrudan doğruya preslenir; bazıları da o preslenmeyi görür, vicdan azabı çeker, içten içe ağlar, “Nasıl yapayım? Ben buna yardım etmeliyim ama yardım edemedim. Nasıl vefasız bir insanım?” der, o da öyle çeker. Herkes seviyesine, donanımına, insanî alakalarına ve derinliğine göre çeker.
En Zavallı Kimseler Mü’minken Zalimleşenlerdir!..
*Fakat kanaat-i acizânemce, bu çekmelere belki insan katlanabilir. Şu anda birilerinin sizi preslemeleri, alıp sağa sola savurmaları, insanî haklardan mahrum etmeleri, adalet gözetmeden hakkınızı yemeleri ve hukukunuza tecavüz etmeleri… Bunlar, zalimin, gaddarın, hainin yaptığı çok hafif şeylerdir. Ayrıca, zulüm zirve yaptığı zaman, Allah (celle celâluhu) cezalandırır. Dünyada en acınacak insanlar, hele bir de mü’min iseler, başkalarının hukukuna tecavüz eden zalimlerdir. Çünkü size zulmetmişlerse, çok yakın bir gelecekte, Allah (celle celâluhu) onları tepetaklak edecek ve cezalandıracaktır. Bu defa o mazlumlar (!) karşısında sizin içiniz cız edecek, acı duyacaksınız; çünkü insansınız! Zalim insanlığını yitirmiş; siz insanlığınızı yitirmediğinizden dolayı, insanlara karşı alaka duyacak ve acıyacaksınız.
*“Allah insanlara zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Yunus, 10/44) Zulmetmek suretiyle zulüm muamelesine çağrıda bulunuyorlar. Birilerinin hakkını yemek suretiyle, bir gün bütün haklarının ellerinden alınmasına kendilerini mahkûm ediyorlar. Olmazsa burada, çok yakın bir gelecekte.. can hulkuma geldiği halden başlayarak kabirde Münker ve Nekir’e cevap vermeye, ondan berzah hayatındaki ve mahşerdeki azaba kadar, çok yakın bir gelecekte.. öyle azaplara duçar olacaklar ki, orada, o ezilmişlik içinde şefkat dilenircesine, gözlerini sizin gözlerinizin içine dikecek, “Ne olur hakkınızı bize helal edin!” diyecekler.. ama geçmiş olacak artık o mesele!..
En Ağır İmtihan: Dava Arkadaşlarının Birbirleriyle Yaka Paça Olmaları
*İşte bütün bunlardan daha kötü bir tehlike var: Bir gün bütün dünyanın size açılması.. hizmet eden bazı arkadaşların, kendi ettikleri hizmetin altında kalmaları.. hizmetlerine bakarak “ben” demeleri.. “Bana da şu denmeli! Ben de şöyle gösterilmeliyim! Ben de bir yerden geçerken, millet bana kıyam etmeli, tazimde bulunmalı!..” mülahazaları.. Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesi karşısında herkesin kendine bir pay çıkarması.. kendine nispet ettiği şeylerden dolayı bir beklentiye girmesi.. ve aynı dava, aynı daire içinde bulunan insanların birbiriyle yaka-paça olmaları… Bu öyle ağır bir musibettir ki; Bedir’deki savaştan daha ağırdır; Uhud’daki savaştan daha ağırdır; Huneyn’deki savaştan daha ağırdır.
*Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye adına en çok korkulacak husus şudur: Bir gün -hafizanallah- bazılarının -bugün bir kısım kimselerin yaptığı gibi- bazı kazanımlarını kendi refahları, huzurları, mutlulukları, saadetleri adına kullanırken rakip saydıkları insanları ezmeyi de haklarıymış gibi görmeleridir. Öyle olmasın inşaallah!.. İçimizde o duygu varsa, kuyruğunu dikip bizi zehirlemeden evvel, Cenâb-ı Hak emanetini alsın, öbür dünyaya götürsün!..
*Meşru dairede, ticaretle, yatırımla kazandığımız şeyleri kazanmış olabiliriz. Fakat Kur’an’a, imana gönül vermiş insanlar olarak, giderken arkada bir dikili taş bırakmadan gitmeye Cenâb-ı Hak hepimizi muvaffak eylesin!.. Varsa imkânlarınız -şurada burada sakladığınız bir kefen parası hariç- vasiyetnamenize yazın, onu da mutlaka bir hayır müessesesine vakfedin, hibe edin, bağışlayın. Tâ öbür tarafa öyle saray maray, kapıkulları, halayık, şöhret, debdebe, ihtişam, değişik giysiler… gibi hesabının altından kalkılamayacak şeylerle gitmemeye bakın!..
*İç çekişmeler bitmeyen çekişmelerdir, sonu gelmeyen çekişmelerdir; ona düşmemek için bizim rehabiliteye, kalbî ve rûhî hayata yönlendirilmeye çok ihtiyacımız var. “Dünya bir pislik yığınıdır. Onun arkasından koşanlar da kelblerden başkası değildir!” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ticaretiyle, yatırımıyla, içte ve dışta yaptığı işlerle meşru dairedeki kazanımlar müstesnadır bu mevzuda.
Tek Arpanın Hesabıyla Öbür Tarafa Giderseniz…
*Fakat kendini hizmete adamış, “Ben milletime hizmet ediyorum!” diyen ve bu kategoride olan insanlar, öbür tarafa giderken -Allah’ın izni ve inayetiyle- öyle kalbî ve ruhî bir hayat seviyesinde bir ufukla gitmelidirler ki üzerlerinde tek bir arpanın hesabı bile olmasın. Düşünün, tek bir arpa!.. Gayr-ı meşru dairede ağzınıza tek bir arpa koydunuz mu? Koydu iseniz, kime aitse, ta Fizan’da bir insan da olsa, gidin elini öpün onun, o arpadan dolayı “Hakkını helal et!” deyin.
*Bu daire içinde bulunanlar, Hazreti Rasûl-ü Zişan’a iktida edenler, Hazreti Pir-i Mugan’ın arkasından gidenler, tek bir arpanın hesabıyla öbür tarafa giderlerse, benim olmasa bile birinin iki eli onların yakasında olacaktır. Tek bir arpa!.. Hizmete adanmış ruhların zerre kadar dünyayla irtibatları olmamalıdır!..
*“Hikmet-i dünya ve mâ fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya ve mâ fîhâ nedir.” (Fuzuli) Öbür tarafa öyle gitmeli ki, Münker Nekir kabirde baktıkları zaman “Ne soracağız buna, adamın hiçbir şeyi yok ki?” desinler. Bu bizim yolumuz. Bu duygu inşaallah sizi bir araya getirecek ve bu duygu etrafında kümelenen sizleri dünyaya ait hiçbir cazibedar güzellik koparamayacaktır. Varsın başkaları gırtlağına kadar dünyaya gömülsün, hayatlarını debdebe içinde sürdürsün, Karun gibi yaşasın; dünya onların olsun, Allah bize yeter, Rasûlullah bize yeter. Rasûlullah’ın yolunda olanlar bize yeter!..
Dünyada Sıfırlamak Yetmez, Öbür Aleme Giderken Hesapları Sıfırlamış Olmalı!..
*Varsın başkaları sizi saraylarda yatıyor ediyor zannetsinler. El-âlem biliyor, kendimize göre kirasını veriyor, burada öyle duruyoruz. Onu da kitaplardan gelen telifle ödüyoruz. Fakat hırsızlar herkesi kendileri gibi hırsız zannederler; çalanlar herkesi kendileri gibi çalıyor zannederler. İki huyları vardır onların: Eğer onlara “hırsız” derseniz, hemen sizi hırsız gibi yakın takibe alırlar. Bir de âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi; herkesi de kendileri gibi çalıyor çırpıyor bilirler; bir elleri balda bir elleri kaymakta, işte ona göre yiyip içip hayvan gibi kulakları üzerine yatıyor zannederler.
*Oysaki biz:
“Râyete meylederiz kâmet-i dilcû yerine / Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
Heves-i tîr-u keman çıkmadı dilden, asla / Nâvek-i gamze-i dil-dûz ile ebrû yerine
Severiz esb-i hüner-mend-i sabâ reftârı / Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine”
Yani; gönül alıcı (sevgilinin) boyuna değil biz sancağa meylederiz. Hoş kokulu kâkül yerine tuğa gönül bağlamışız. Sevgilinin kalbe saplanan gamze oku ile kaşlarına bedel ok ve yay hevesi bizim gönlümüzden asla çıkmadı. Gözleri ceylana benzeyen peri suretli bir sanem yerine, rüzgâr gibi giden hünerli atı severiz. (Gazi Giray)
*Cennetin hurileri gelse -vallahi, billahi, tallahi- ayağımın ucuyla iterim ben onları. Mesleğim, davam, ruh-u revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması, dünyada bana bin tane Cennet’ten daha leziz geliyor. Ve şimdiye kadar hayatımın büyük kısmı garibane medreselerde geçti; yirmi yaşlarında cami penceresinde üç senem; sonra iki metrelik tahta kulübede altı senem geçti. Bazen üç dört gün ekmek bulamadığım da olmuştur. Ben bunlarda hiç olumsuzluk görmedim. Olumsuzluğu şunda gördüm: Bir gün o talebeler için açılan çeşmelerden abdest almışsam, ben ondan dolayı korkarım. Bir lokma yemeklerini ağzıma koymadım ve orada yedi-sekiz saat mesai yapıyorum diye bir kuruş para da almadım.
*Elden geldiğince öbür âleme hesapları sıfırlayarak gitmek lazım. Meseleleri dünyada sıfırlamak yetmiyor; çünkü onu Allah görüyor, maşeri vicdan ona şahit oluyor, günümüzde kaydeden şeyler onları kaydediyor. Siz bugün onları baskı altına alsanız da yarın tarihin sayfalarına simsiyah dökülecek ve her satırıyla bir kere lanet okunacak onlara; “Lanet olsun bu insanlara!..” denecek. Bunu dedirtmemek lazım; birer yâd-ı cemîl olarak, arkada çok hayırlı şeyler bırakarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, yüz ak alın açık Allah’ın huzuruna çıkmaya bakmak lazım.
İşkenceler ve Boykot
Soru: Muhterem efendim! İlk Müslümanların türlü işkencelere maruz bırakıldıkları, açlık ve susuzluğa mahkûm edildikleri boykot yılları, günümüze bakan yönleriyle nasıl okunmalıdır? Ashâb-ı Kirâm efendilerimizi o zor şartlara rağmen dimdik ayakta tutan ve ümitlerine fer veren vesileler neler olmuştur?
*Bunların hepsi Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç sene sonra oldu ki bi’setin sekizinci senesinde de boykot bitiverdi. Fakat mesele sadece o boykottan ibaret değildi; o Müslümanlara karşı işkencenin sadece bir türüydü. Bazıları güneşin altında adeta çarmıha geriliyordu; bazıları taşa tutuluyordu; bazıları yetmiş-seksen derece hararetin olduğu o sıcak kumda -ki öyle yerde beyin kaynar, öyle bir beyin kaynamasında insanlar delirirler, felç olurlar- vücutlarından daha ağır kayalar üzerlerine konuyordu ve bu her gün tekerrür ediyordu. “Dininizden dönün ve ‘La ilahe illallah Muhammedun rasûlullah’ demeyin!” emir ve tehditlerine karşı o babayiğit insanlardan geriye dönen olmuyordu. Bazıları Hazreti Ammar, babası Yasir ve onun hanımı Sümeyye (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi fakir fukara insanlardı. Belki günümüzde olduğu üzere bir kısım kimselerin parayla satın alınması o dönemde de söz konusuydu. Bir taraftan cazibedar şeylerin kendilerine teklif edilmesi, beri taraftan da işkenceden işkenceye hayatın cehennem-nümun hale getirilmesi onları inançlarından vazgeçiremedi.
*Ashâb-ı Kirâm’ın işkenceler karşısında boyun eğmediğini ve sayılarının her gün artmakta olduğunu gören müşrikler, “Bunlar birbirleriyle ve başka insanlarla Mekke’de temas ediyorlar; vifak ve ittifakları yeni iltihaklara vesile oluyor.” diye o boykot hadisesini sonradan şeytanca bir mülahazayla düşündüler. Rasûl-ü Ekrem ve O’na inananlara karşı korkunç bir boykot ilan edildi. Haşim oğullarından kız alınıp verilmeyecek; çarşıda, pazarda onlarla ticaret yapılmayacak; onlara panayırlardan istifade ettirilmeyecek; hatta sokakta gezinmelerine dahi müsaade edilmeyecekti… Bu hususları muhtevi bir metin, bir avuç müslümanın üzerine hücum edip köklerini kazımanın ilanı olarak kudsileştirilip Kâbe’nin duvarına asılmıştı. Bunu yazan kimse kolu kuruyup mefluç hale gelmişti ama hadise çok ağırdı, müslümanlar fevkalade sıkıntı çekiyorlardı.
İlk Müslümanlara da Denmişti: Size Su Bile Yok!..
*Boykot yaklaşık üç sene sürdü. İzdivaç yok; gökte yağmur, yerde nebat yok; alışveriş yok, yardım yok, yiyecek yok, ilaç yok… Müslümanlar sabır ve metanetle güneşin doğacağı ânı bekliyorlardı.
*O dönemde -günümüzde olduğu gibi- yaş kuru tefrik edilmeden, değmiş değmemiş demeden herkese çektiriliyordu. Mesela, Ebu Talip ve hanımı da orada çekiyorlardı. Benî Haşim’den kim varsa ve inanan ne kadar insan bulunuyorsa, çölde aç-susuz, kendilerinin tedarik ettiği çadırlar ve çardaklar içinde yaşamaya mecbur bırakılıyordu. Nereden su bulacaklar, nerede ihtiyaçlarını görecekler, nereden nasıl gıda tedarik ederek geçimlerini sağlayacaklar? Bunlar hiç düşünülmüyordu. Günümüzde nasıl binlerce insan dışarıya atılıyor, memuriyetten dışlanıyor, “Bak başının çaresine!” denilerek bir sindirme, bir algı operasyonu yapılıyor; aynı zulüm o dönemde müşrikler tarafından yapılıyordu.
*Sahabe efendilerimizde öyle bir mukavemet sistemi vardı ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, onların her biri tam insibağa mazhardı. Her biri adeta bir Mehmetçikti.
*Bazıları Mekke’yi de terk ediyorlardı. Mesela; Cafer bin Ebî Talip bazı arkadaşlarıyla Habeşistan’a hicret ediyordu. Bir dönemde Kâbe’yi tahrip etmeye gelen insanların memleketine hicret ediliyordu. İçlerinde bazı zayıflar, kadınlar, çoluk-çocuk olduğundan dolayı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kapıyı açıyor; Hazreti Cafer bin Ebî Talip gibi babayiğit bir insanın vesayetinde onları oraya gönderiyordu.
*Tecrit (boykot) döneminde Kâbe’nin duvarına astıkları fermanla, üç sene aç-susuz bırakılıyorlar ve orada çokları hastalanıyor, maddeten zayıf düşüyordu. Nitekim Hatice Validemiz oradan sıyrıldıktan sonra ruhunun ufkuna yürüyordu. Efendimiz’e kol kanat geren Ebu Talip de hem yaşlılık hem de oradaki işkence, bakımsızlık, görümsüzlük yüzünden vefat ediyordu; onun da mukavemet sistemi yeterli olmadı, o da ruhunun ufkuna yürüdü. İnşaallah bizim bildiğimiz anlayışın çok üstünde bir gidişle öbür tarafa gitmiştir, her zamanki niyetim -Hazreti Ebu Bekir’inki gibi- budur. Efendim’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere ayakkabısını çevirene canım kurban olsun. O bir kere değil, ta çocukluğundan itibaren O’nu bağrına basmış, büyütmüş, nübüvvette kollarını germiş, O’na gelen tehlikelere karşı “burası çıkmaz sokak” demiş. Onu da öyle bilmeli.
*Sonunda boykot ilan edenlerin içlerinden üç tane insaflı insan kılıçlarını sıyırdılar, Kâbe’ye yürüdüler. İlk defa anayasa gibi Kâbe’nin duvarına asılı o kirli fermanı aldılar, kendilerine mani olmak isteyenlere karşı da dik durdular ve böylece o boykota son verildi.
Cesur Münevverler Çıkmadı, Bari Bugün de Bir Emile Zola Olsaydı!..
*Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus Davası’ndaki Emile Zola’nın yiğitliği gibi -ki aslında bizim tarihimizde öyle binlercesi vardır ama bu konu açılınca ilk planda batıya bakmanın neticesi olarak o akla gelir- bir yiğitliği gösterenler olsaydı. İnsan ne kadar arzu ederdi, alnını yere koyan, secde eden insanlardan bir kaç tanesi, en azından Mekke’deki müşrikler gibi, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce insanı vazifelerini yaptığından dolayı gadre uğratan zalimler güruhuna karşı “yeter artık” falan deyip entelektüelce bir tavır sergileseydi, samimi bir ses yükseltseydi, herkes dilsiz şeytanlık durumuna düşmeseydi, keşke!.. İnsan ne kadar arzu ederdi!.. Ahiretlerini kurtaracaklardı. Maalesef aynı cürmün cezasını paylaşacaklar; birileri cürüm işleyerek, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak o cürme iştirak ettiklerinden dolayı, o cürmün cezasını müşterek olarak çekecekler öbür tarafta. Ve yine bizim canımız yanacak, onları öyle gördükçe, yüreğimiz sızlayacak; ciğerimize zıpkın saplanmış gibi bir acı duyacağız. Cenâb-ı Hak tez zamanda aklını yitirmiş kimselerin tutulmuş akıllarının zincirlerini, bağlarını çözsün, doğruyu göstersin, hakiki imana ulaştırsın, zulümden vazgeçirsin.
*O üç insanla boykota son verildi ama işkence ve çileler bi’set-i seniyyenin on üçüncü senesine kadar öyle devam etti. “Acaba algı operasyonlarıyla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya… kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat hiçbir Müslümanı sindiremediler .
*Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere boyun eğmedi zira onların insibağı çok güçlüydü. Sanki Allah (celle celaluhu) İnsanlığın İftihar Tablosu’nu hususi bir donanımla gönderdiği gibi, O’na hakiki ümmet olabilecek o babayiğitleri de hususi O’nun için hazırlamış. Bu açıdan da sahabeyle kimse boy ölçüşemez. Cenâb-ı Hak bizi onların arkasından yürüyenlerden eylesin.
Bin Tanemizi Öldürseler de Bu Kervan Yine Yürüyecek!..
*Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru’n-Nedve” denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Müşrikler İslam’ın boy atıp intişar edişini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, Allah Rasûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere bir araya gelmişlerdi. Evet, Necidli bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların aralarına katılmıştı. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? İşte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu. Sonunda “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı.
*İnanın günümüzde de aynı şeyler yaşanıyor. Burada ısrarla “Amanın o ahşap binada durmayın, problem var!” falan dediler. Bu kadarını açayım, bilin. Oysaki biz kim oluyoruz?!. Vifak ve ittifak içinde yürekleri çarpan, bu davaya gönül vermiş milyonlarca insan var. Bir buçuk seneye yakın bir zamandır, sürekli baskılar altında preslendikleri halde, hizmetlerinde bir duraklamaya girmeyen babayiğitler var. Bizim bin tanemiz ölse bile Allah’ın izni ve inayetiyle o kervanı durduramayacaklar.
*Bir kimse Allah için olur ve O’nun teveccühünü, yakınlığını, dostluğunu, muhabbetini, maiyyetini, korumasını ve yardımını gönülden dilerse, Allah onu katiyen hasımlarına teslim etmez, himaye ve sıyanet buyurur. Himaye ve sıyanet buyuruyor! Himaye ve sıyanet buyuracaktır, endişe duymayın. Şayet ille de endişe duyacaksanız, belli bir dönemde mabette sizinle beraber namaz kıldıkları halde yanlış bir yola girmiş, yanlışlığın dili ve tercümanı olmuş ve birileri de dilini yutmuş, sessiz şeytanlığı tercih etmiş kimselerin su-i akıbetleri adına endişe duyun. Öylelerinin bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, bir su-i akıbete maruz kalacaklarında hiç şüpheniz olmasın! Dünyadaki bütün eşrar, füccar, mekkar, küyyad ve a’danın da aynı şeye maruz kalacaklarında hiç tereddüdünüz olmasın!
*Allah (celle celaluhu) inâyetini, riâyetini, kilâetini bizimle beraber eylesin. İnsafsız zalimlere insaf ihsan eylesin. Yanlış yolda yürüyerek doğru bir yere varacaklarını zanneden o insanları Cenâb-ı Hak yanlışlarından döndürsün, sırat-ı müstakime hidayet eylesin. Vesselam…