Bilginin Transferi ve Hakikat Aşkı

Bilginin Transferi ve Hakikat Aşkı

Soru: 1) Bilginin transferi, İslâmîleştirilmesi ve kendileştirilmesi başlıklarıyla üç önemli husus üzerinde duruldu. Bu üç merhale ile alâkalı düşüncelerinizi lutfeder misiniz? Bilginin transferinde meselenin kuru bir taklit olarak kalmayıp velûd bir vetire takip etmesi adına neler yapılmalıdır?



-Bilginin kaynağı Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır; bilgi O’nun eserlerinde aranmalıdır. O âsârın kavl-i şârihi (manalarını açıklayıp tefsir ve tarif edicisi) Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîha’dır. (00:55)

-İlk Müslümanlar ilim ufku, hakikat tutkusu ve araştırma aşkıyla varlık ve eşyayı didik didik etmiş, çağlar boyu birer kaynak olarak herkesin başvuracağı çok önemli tespitlerde bulunmuş, uğradıkları her yeri kendi engin zevklerine göre yeniden şekillendirmiş ve tıpkı Cennetlerin koridorları hâline getirmişlerdi. Fakat, maalesef, hicri beşinci asırdan günümüze doğru gelinirken o aşk u iştiyak yavaş yavaş söndü. O beyin fırtınaları tamamen dindi, her şey tersine döndü.. ve bu millette öldüren bir yorgunluk yaşanmaya başladı. Geçmişin oldukça cahil ve her zaman gözümüzün içine bakan çoban toplumları ilmî seviyeleri, araştırma ciddiyetleri, maddî terakkî ve teknolojik üstünlükleriyle bizi vesâyetlerine çağırır oldular. (02:20)

-O ilk dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, ilim dallarının hemen hepsinde, araştırma sevdalısı bir hayli mütefekkir, filozof ve kâşif yetişmiştir: Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî’den Kûfeli Cabir’e, Fârâbî’den İbn Sina’ya, İbn Yunus’tan Zehravî’ye, İmam Gazzâlî’den İbn Rüşd’e kadar daha yüzlerce deha… kimya, matematik, geometri, tıp, astronomi, mûsıkî, fıkıh, usul-i fıkıh, tasavvuf… gibi ilim dallarında sistemler geliştirmişlerdir. Bunların insanlığa armağan ettikleri eserler çağları aşacak nitelikte ve Batı Rönesansına öncülük yapacak mahiyettedir. Çoklarının dediği gibi; Batı Rönesansı’nın arkasında Endülüs’teki İslam medeniyeti vardır. (04:50)

-Son asırlarda pozitivist ve materyalist teoriler bilim ve düşünce hayatını tamamen baskı altına aldıklarından, kâinat ve hadiselerin yorumu tek bir tipe irca ile her şey belli bir anlayışa göre tefsir edilir oldu; hakikate ulaştıran yollar daraltıldı ve her şey, madde ve tabiatla irtibatlandırılarak, metafizik mülâhazalar bütün bütün devre dışı bırakıldı. Bunun neticesinde, özellikle Batı’yı anlamsız, izansız, idrak ve basiretten yoksun kör bir taklidin içine düşen Türkiye gibi bazı Müslüman ülkelerde “hakikat aşkı”nın yerini fantastik mülâhazalar, araştırma ahlâkının yerini de şablonculuk aldı ve topyekün bir düşünce hayatı modern dogmatizmin işgaline uğradı. Neticede gerçek ilim düşüncesi felç oldu; insanın aklı, fikri, ruhuyla çelişir hale getirildi ve insan ruhu, bu üst üste dayatmalar karşısında kendi enfüsî gerçeklerine karşı âdeta yabancılaştırıldı. Böyle bir dünyada, Şark’ta olduğu kadar Garp’ta da, pozitif bilimler, onca olumlu görülen neticelerine rağmen, temelde dine, diyanete, metafiziğe hep tezyifkâr baktığından materyalizmin ötesine geçemedi. (09:00)

-Zerreden seyyârâta her şeyin dayandığı/dayanacağı bir hakikat vardır ve onun kendine has evsâfıyla tanınması da her insan için bir vecibedir. İşte böyle bir vecibeyi derin bir iştiyak ve alâka ile takip etmeye “hakikat aşkı” denir. Topyekün varlık, eşya ve hâdiseleri hallaç ederek her nesnenin özüne, esasına, mahiyetine muttali olma hissi, heyecanı, cehdi, gayreti ve tutkusu da diyebileceğimiz böyle bir aşk, Hakikatler Hakikati’ne ulaşmanın da en emin yoludur. (12:30)

-Allah’a giden yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır: İnsan, kâinat, eşya ve hâdiseleri okuyabildiği takdirde zamanla, uzak-yakın çevresindeki her şeyin dili çözülüverir; her nesne ona kendi konum ve mânâsıyla alâkalı çeşit çeşit kasideler sunmaya başlar; içini döker, Yaratan’a işaretlerde bulunur ve arkasındaki engin mânâlarla onun ufkuna ışıklar, gönlüne de inşirahlar salar: Elektronlar, atomlar, o harikulâde faaliyetleri, muntazam hareketleri ve baş döndüren âhenkleriyle; moleküller, kendi mini dünyalarında muvazzaf birer memur gibi çelik-çavak ve nizamî faaliyetleriyle; protoplazma, çekirdeği ve onu çevreleyen zarıyla tıpkı bir konak, bir saray mükemmeliyetindeki mahiyet ve işleyişiyle; kalb, mide, ciğerler ve böbrekler, ifa ettikleri yüzlerce vazifeleriyle; dimağ, ruha bağlı ve Yaratan’ın emriyle ortaya koyduğu binlerce aktivitesiyle; vicdan mekanizması, latîfe-i rabbâniye, zihin, irade ve şuur gibi farklı derinlikleriyle; insanoğlu, iman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk, kurbet, vuslat unvanları altında Yaratan’la münasebetleriyle; karada-denizde milyarlarca canlı, farklı farklı yaratılışları, yaşama serüvenleri, eko-sistem içindeki yerleri, kendi aralarındaki yardımlaşmaları, belli maslahatlar çerçevesinde sınırlı mücadeleleri, ama mutlaka umumî âhenge hizmetleriyle; yerküre, güneşle olan o hassas ve incelerden ince münasebeti, onunla arasındaki mesafesi ve bir zırh, bir sera gibi çepeçevre onu kuşatan atmosferi, bu havakürenin ihtiva ettiği farklı farklı nispetlerdeki gazları, yaşamaya müsait konumu, donanımı ve bağrından fışkırtılan vâridâtıyla; güneş, o ürperten görünümü, başları döndüren enerjisi, harareti, ziyası, arz üzerindeki canlı-cansız her şeyle alışverişi ve değişik dalga boyundaki şualarıyla; büyük-küçük bütün kâinatlar, aynı mânâ, aynı muhtevadaki azametli hâlleri, gönüllere ra’şeler salan derinlikleri ve gelip vicdanlara akan hikmet ve maslahatlarıyla herkese hakikat adına türlü türlü mesajlar sunmakta, hakikate ulaşma yolunda ruhları şahlandırmakta ve tefekkür edebilenlere doyulmaz dakikalar yaşatmaktadırlar. İşte, bütün bu mesajları duyup anlayabilmek için hakikat aşkı ve ilim iştiyakı lazımdır. (13:30)

-İnsanın ruh dünyasında böyle bir heyecan ve arzunun uyarılması ve onda her varlığın arkasındaki mânâyı anlama his, merak ve düşüncesinin harekete geçirilmesi, geçirilip azm u iradenin şahlandırılması, hakikat aşkı adına ilk kıpırdanışlardır ve bu hususlar ciddi bir rehabilitasyon gerektirmektedir. Daha ilk okuldan başlamak ve sonra da adım adım derinleşmek kaydıyla her insanın, âfâk ve enfüsü tam bir ibadet neşvesi ve ciddiyetiyle okuyup değerlendirmesi, yeni ilmî gelişmeler ve farklılaşan bakış zaviyeleri açısından varlık ve hâdiseleri bir kez daha gözden geçirmesi, bunları yaparken de karşılaştığı bütün sıkıntılara katlanması; kararlı tavırları, beyin sancısı; bir kısım muğlak ve mûdil meselelerle yüz yüze geldiğinde ye’se düşmemesi, panik yaşamaması ve ne olursa olsun hakikate ulaşmayı hayatının gayesi bilmesi için gereken eğitimin verilmesi icap etmektedir. (14:38)

-Bilgi transferi, gönüllerde hakikat aşkı ve ilim iştiyakı yerleşeceği ana kadar geçici ve acil çözüm olarak düşünülmeli; fakat kat’iyen onunla iktifa edilmemelidir. (16:11)

-Japonya ve Almanya gibi günümüzün gelişmiş ve müterakkî toplumları, bundan bir süre önce, şu anda bizim içinde bulunduğumuz aynı süreci yaşıyor, aynı bunalımlarla oturup kalkıyor ve aynı ızdıraplarla kıvranıyorlardı. Gün geldi, ilim transferi, sadece bilgi nakliyle yetinmeyip ileri ufukları yakalama azmi, araştırma iştiyakı, ilim aşkı, çalışma şevki; sonra da peşi peşine gerçekleştirilen başarıların azimleri coşturması, arzuları kamçılaması ve büyük ölçüde her muvaffakiyetin ödüllendirilmesi onlara yenilenme ve ilerleme kapılarını ardına kadar açtı. (17:35)

-İlmin İslamlaştırılması, İsmâil Râci el-Fârukî’ye ait bir tabirdir. Şayet böyle bir tabir kullanılacaksa “İslâmîleştirilmesi” demek daha doğru olsa gerektir. Ne var ki, öyle demektense, meseleye teşriî ayetlerle tekvînî emirlerin örtüştürülmesi açısından yaklaşmak daha isabetli olacaktır. Diğer bir ifadeyle, bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah’ın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Bundan başka, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır ki, Allah (celle celâluhu), bu Kitabı’yla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân’la ifade eder. İnsan ise, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. İşte gerçek ilim bunların birleşik noktalarını araştırıp bulmaktan ibarettir. (18:05)


Soru: 2) Fen ve teknoloji alanlarındaki bilginin nakli ile sosyal bilimlerin transferi birbirinden farklı bir hususiyet arz eder mi? (21:58)



-İster fen ve teknoloji alanlarındaki bilginin naklinde isterse de sosyal bilimlerin transferinde kendi kaynaklarımızın, değerlerimizin ve temel kıstaslarımızın esas alınması lazımdır. Aksi halde, ya natüralizme ya pozitivizme ya da materyalizme gidip saplanmak kaçınılmaz olur. (22:10)

-Farklı cereyanların oluşmasına sebebiyet veren husus; bazı müminlerdeki duygu, düşünce, inanç, dünya görüşü ve hayat felsefesinin oturmuş olmamasıdır. (22:50)

-Okuma-yazma bilmeyen ve zihni, annesinden doğduğu gibi saf ve temiz kalan kimseye “ümmî” denir. Allah Rasûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) hem Kur’an, hem de ondan anlaşılması gereken manalar vahyediliyordu; Allah Rasûlü de o vahiyleri aynıyla ümmetine tebliğ ediyordu. Farz-ı muhal, Efendimiz’in zihninde dışarıdan bazı şeyler yer etmiş olsaydı, zihindeki esneklik ve elastikiyet o vahy-i gayr-i metluvu (lafzı okunmadan mana olarak bildirilen vahiy) sağa-sola çekebilirdi ve dolayısıyla yorumlarda farklılık olabilirdi. Fakat, Efendimiz ümmî idi, başka felsefe ve kültürlerin tesirinde hiç kalmamıştı ve O’nun zihni saftı, dupduruydu, Allah’ın inayet ve hikmetiyle fıtrat-ı selime üzere, tertemiz olarak korunmuştu. Sahabe Efendilerimiz de ümmî idiler. Fakat, onların ümmiyeti, yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamındaydı. Onlar, Roma ve Fars medeniyetlerinin o gün için çok baskın kültürlerine karşı korunmuşlardı; dolayısıyla zihinleri temiz ve duruydu. (23:07)

-Bugün bizim kendi temel kaynaklarımıza yönelerek, onları zamanın idrakine göre sistemleştirmemiz ve herkesin istifadesine sunmamız icap etmektedir. Bataklıklarda gül arayacağımıza, öz değerlerimize müracaat ederek, kendi gülşenlerimize âb-ı hayat akıtmamız ve oralarda çeşit çeşit güller yetiştirmemiz gerekmektedir. Mesela eğitim sahasında, her şeyden önce Kitap ve Sünnet bizim pedagoglarımız, psikologlarımız ve muallimlerimiz tarafından sağılmalı ve onlardan süzülebilecek manalar sayesinde terbiye kurallarımız belirlenip bazı rehber kitaplar yazılmalıdır. Fakat maalesef, bugün, ekser eğitimciler, fantezilerin ve lükslerin akıntısına kendilerini salmış vaziyettedirler; dolayısıyla da çokları birer Jean-Jacques Rousseau hayranı kesilmişlerdir ve Emile peşinde sürüklenmektedirler. Oysa, topluma küs yaşamış ve maneviyata hiç inanmamış bir insanın sosyal bilimler adına söyleyeceği sözler kendi dar dünyasına göre olacaktır. (26:10)

-Sosyal meselelerin kalıcı çözümleri, problemleri insanda halletmeye bağlıdır. Seyyid Kutup en son yazdığı zindan hatıralarında der ki, “Biz problemi anlayamamışız; asıl mesele insanlıkta iman meselesiymiş.” Evet, insanlar imanda kayba uğramışlarsa, o büyük boşluğu başka bir şeyle doldurmanız mümkün değildir. Bu itibarla, acil ve hususi meselelerle alâkalı ilmî nakillere başvurmak muvakkaten kabul edilebilir olsa da, bilhassa sosyal bilimlerde, problemleri çözmenin yolu, filtresiz bilgi transferi değil, toy Faust’u uyarıp Mefisto’nun oyununa bir daha gelmemesini sağlamaktır. (31:05)