Bamteli: TALEBİN KIYMETİ VE NİYETTEKİ DERİNLİK

Bamteli: TALEBİN KIYMETİ VE NİYETTEKİ DERİNLİK

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.”

İşin içine zerre kadar nefsânîliği karıştırmamak lazım. En başarılı, en muvaffak işlerimizde, “Allah Allah! Cenâb-ı Hak, benim gibi birisine de bu türlü lütuflarda bulunuyor! Demek ki bazen Cenâb-ı Hak, böyle, termitlere kuleler yapma imkânı da veriyormuş! Evet, ben, O’nun kudreti karşısında, kemâl-i tazim ile eğiliyorum; ‘Bu ne büyük lütuf!.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ (Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Rabbimiz, Sana hakkıyla hamd edemedik.)’ diyor ve eğiliyorum!” demeli.

İşin içine nefsânîliği karıştırmamanın bir yanı da biri yakışıksız bir şey yaptığı zaman hemen mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamaktır. Çok tekerrür eden bir husus; söz, Üstad Bedîüzzamân’a ait fakat bu, Kur’an-ı Kerim’deki bir ayetin -bir yönüyle- manasının ortaya konmasından ibaret: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) 

Biri, size bir işkence ederse, bir azapta bulunursa, mukabelede bulunma hakkı doğar sizin için. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ İkab; ceza, haksızlık, kötü muamele demektir, nâ-sezâ, nâ-becâ söz demektir. Birisi incitici, ajite edici bir şey söyleyebilir. “Ben de aynıyla mukabelede bulunayım! O, bana ‘Vandal!’ dedi, ben de ‘Vandal!’ diyeyim. O, bana ‘Terörist!’ dedi, ben de ‘Teröristin tâ kendisi sensin!’ falan diyeyim.” “Yaptığın işten, icraattan belli…” diye bir de şerh düşeceğim buna, hâşiyeler ile meseleyi besleyeceğim: “Yaptığın icraata bakılınca, kendi resmini çiziyorsun!” falan… Bunları deme gibi ilaveten şeyler söyleme… Böyle mukabele-i bi’l-misil (misliyle, aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek) hakkınız olabilir. Fakat civanmertlik odur ki, o mukabele-i bi’l-misil hakkını bile kullanmamalı insan.

Çünkü Kur’an, onun arkasından diyor ki: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ Eğer sabrederseniz, dişinizi sıkar katlanırsanız o işe, mukabelede bulunmaz iseniz… Belki öyle bir şeyi savma adına “aktif sabır” esas olmalıdır. Üstad’ın tabiriyle “müspet hareket” ile onu savmaya gücünüz yetiyorsa, onu öyle savarsınız, sabırla… لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Dişini sıkıp o meseleye katlananlar için, bu daha hayırlıdır. “Hayr” kelimesi, “ism-i tafdîl”dir, “çok daha hayırlıdır” manasına gelir. Demek ki öbürüne dair bir şey söylemiyor ama buna gelince, “Bu çok hayırlı bir şey!” diyerek o hayırlı şey (sabır) ufkunu gösteriyor.

   Allah Rasûlü, Hazreti Cüleybib’in ardından “Benim bir kaybım var!” demişti; bugün de ne çok kaybımız var!..

Bir örnek -akla geldiği için- arz edeyim: İşin içine nefis karıştığı zaman, hemen ondan adım adım geriye çekilme mevzuu. Savaş yapılıyor, adam, sizi öldürmek istiyor… İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. “Ebedî Risâlet”inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir. Bunlar Siyer felsefesi açısından tahlil edildiğinde, bu kategoriye hepsi sokulabilir bunların. Savaş, savaşta insan öldürme… Hani şimdi de deniyor ya: “Savaşırken, yüz yetmiş, yüz seksen insan öldü!” Belki daha fazla öldü, belki daha fazla şehit oldular; inşaallah Cennet’e gittiler. İşin yapılması, yapılan işin keyfiyeti ayrı bir mesele… O insanların emir dinleyerek, o mevzuda denen şeyleri yaparken ruhlarını fedâ etmeleri, onları o şehadet kıymet-i harbiyesinden aşağıya düşürmez. Evet, bir realiteyi antrparantez ifade etmiş oldum burada.

Savaşın hususiyeti; o, onu öldürür, o onu öldürür, o da onu öldürür. Siz, kılıcınızı çeker, bir yere gidersiniz; orada şehit olmak da vardır. Hani bir yerde, herkes kendi medfûnunu, şehidini söylüyor, “Benim, bu; benim, bu; benim, bu!” Buyuruyor ki Allah Rasûlü: “Benim de bir şehidim var!” Ve geliyor başına onun. Yedi-sekiz tane insanın hakkından gelmiş; sonra o yedi-sekiz insan mukabelede bulunarak, onlar da onun ruhunun ufkuna kanatlanmasına sebebiyet vermişler. Onun öbür tarafa gidişi böyle bir gidiş; berikilerin gidişi de Gayya’ya yuvarlanış. Hazreti Cüleybib (radıyallâhu anh). Savaşta böyle bir ölme/öldürme de var; o onu öldürecek, o da onu. Geliyor biri, senin koluna bir kılıç indiriyor; diğer kolun duruyorsa, sen de ona mukabelede bulunacaksın.

Şimdi arz edeceğim misal farklı: Seyyidinâ Hazreti Ali işte böyle bir savaşta… Hazreti Ali gibi, ihkâk-ı hak eden, kılı kırk yaran bir insan… Hatta Hendek’te Amr İbn Abd-i Vüdd (veya Vedd) ile karşılaştığı zaman, evvela ona hamle yapma imkânı veriyor. Bu, büyük insanlardaki bir hususiyettir. Seyyidinâ Hazreti Musa (aleyhisselam) da sihirbazlara demiyor mu? “Ne marifetiniz/hüneriniz varsa, sergileyin de ondan sonra Ben yapacağımı yapayım!” Evet, büyük insanlara düşen şey, budur.

Küçük insanlar da, yapacaklarını yaparlar… Bir şey var mı yok mu; esasen onu dayandırdıkları bir mesnet söz konusu mu değil mi?!. Sonra derler ki: -Efendim, bu modern hukukun temel disiplinlerindendir (!)- “Sen, pâk olduğunu ispat et!” Bakın; görüyor musunuz hukuk disiplinini?!. Şimdiye kadar demek ki Hukuk Felsefesinde bu mesele yanlış anlaşılıyormuş: Suçu ispat etme esastır, bir insanı mücrim hale getirmek için… “Ben, evvela şöyle-böyle bir ihtimalden dolayı tutar seni atarım içeriye; sonra sen, temiz olduğunu anlat orada!” Ee ne diyecekler, ne edecekler; o, belli değil.

İşte orada Amr İbn Abd-i Vüdd için bile kendi hamlesini yapma fırsatını veriyor. Menkıbelerde anlatıldığı üzere, Hazreti Ali’nin kalkanına kılıcını indirince o kalkanı yarıyor. Sonra Hazreti Ali de kılıcı tepeden aşağı indirince, onu atından aşağıya indiriyor. Hendek vakasında vuku bulan iki üç vakıadan birisi bu. Böyle bir insan, Hazreti Ali…

   “Bana tükürdün, hiddete geldim; nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.

Hazreti Ali, bir savaş meydanında, yatırmış bir adamı yere. Yoksa adam onu öldürecek, şehit edecek. Hazreti Üstad, değerlendiriyor o meseleyi. Kılıcını çekip adamı tam öldürüleceği zaman, o, Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Küfrünün muktezası; isterseniz buna “küfür onuru” diyebilirsiniz. “Onur” da Türkçe değildir; fakat o kadar bizim dil otağımızı işgal etmiş ki, Türkçe bir kelime diye kullanıyoruz. Yabancı bir kelimedir onur; gururun yerinde, şerefli olmanın yerinde kullanıyoruz. Merak edenler, sözlüklere bakabilirler. “Küfür onuru” diye, seyyidinâ Hazreti Ali’nin yüzüne tükürüyor. Tam kellesini alacakken; kılıcı, kellesine koymuş. Fakat müdafaa hakkını kullanıyor; o ona yapmasa, o Hazreti Ali efendimize yapacak. Adam tükürünce, hemen kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor Hazreti Ali efendimiz. Diyor ki: “Ben senin yüzüne tükürdüm ki, bir an evvel yapacağın şeyi yapasın öfkeyle, işkence etmeyesin!” Kendileri gibi zannediyorlar; oysaki mü’min hiç kimsenin kendisi gibi değildir; zira o, kendisi gibidir.

Hazreti Ali, kılıcını kınına sokuyor, kalkıyor. Adam diyor: “Ben, seni öfkelendirmek, bir an evvel yapacağın şeyi yapmaya sevk etmek için yaptım bunu!” O (radıyallâhu anh) da diyor ki: “Ben, onu yapacağım zaman -yüzüme tükürmeden önce- Allah için yapacaktım. Sen bana kastetmiştin. Ben de cihâd ediyordum burada. Ben ölseydim, şehit olacaktım. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ‘Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.’ O mülahaza ile savaşıyordum; ölseydim, şehit olacaktım. Ama seni öldürdüğüm zaman da, gazi olacağım. Fakat yüzüme tükürünce, işin içine benim nefsim karıştı. Senin kelleni alırken, artık ben, bende hâsıl ettiğin öfkeden dolayı kelleni almış olacağım. Ondan dolayı vazgeçtim!”. Bunun üzerine adam “Vallahi, dininin ruhu bu ise, bu din haktır!” diyor: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ Evet, Siyer, Hadis kitaplarında ifade edilen vakıa.

Şimdi, işin içine zerre kadar nefsimizi karıştırmadan götürme… Nefis karıştırmadan götürme… İşin kıymet-i harbiyesi, o. Bunu, ihlas ile telif ederken, Hazreti Pîr’in mülahazaları ile irtibatlandırmak yararlı olur: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” Anahtar bir ifade: “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır!” İhlas, öyle bir iksirdir. İhlas nedir? Yaptığın şeyi Allah emrettiği için yapmandır ve Allah’ın emrettiği şekilde onu yerine getirmendir; Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat içinde onu yerine getirmendir. İşin içine nefsini karıştırdığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine muvafakat mevzuu zedelenmiş olur. Bir kazanın içine bir damla idrarın düşmesi gibi… Yahu kocaman bir kazan, içinde yüz litre temiz şey vardı ama işte o bir damla, onu kirletti. Bakın!.. Aynen onun gibi; işin içine Allah rızası mülahazasının dışında hiçbir şey karıştırmama…

Biraz evvelki hadis de onu ifade ediyor: مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim Allah kelimesi, O’nun adı ve dini yücelsin diye ceht ve gayret gösterirse, şüphesiz O Allah yolundadır.” Mefhum-u muhalifi -hadiste o yok- şu demektir: Bir insan, yaptığı mukâteleyi, İ’lâ-i kelimetullah mülahazasıyla yapmıyorsa, Allah emrettiği için yapmıyorsa, o, Allah yolunda değildir.

   “Dinî değerleri dünyevî kazanımlar adına kullanmak, küfür derecesinde bir günahtır; ‘kâfir’ demiyorum, küfür derecesinde bir vebaldir.”

Bunu “Niyet Hadîsi” ile de irtibatlandırabilirsiniz: إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

Bir insan, bir yerden bir yere giderken, yurdunu-yuvasını Allah için terk ediyorsa.. “Ben gideyim de sesleneyim oralarda! Sesimi-soluğumu, nağmemi duyurayım; onlara Hicaz’dan bazı şeyler duyurayım!..” diyorsa, o Allah yolunda demektir. Bu arada, Hicaz makamıyla yatsıda okurlar, çünkü bu makam insanlarda aynı zamanda uyku ilacı tesiri yapar. Zannediyorum, Ayhan Songar’dan mı dinlemiştim ya da herhalde bir yazısından okumuştum. “Hicazdan bir nağme duyurayım da ben, bunları yumuşatayım. Elleri gevşesin, artık üzerime gelmesinler!” filan… Dünyanın dört bir yanına gidiyorsunuz, bu mevzuda işin içine nefsinizi karıştırmadan, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şimdi, esas hicret ediyorsunuz, bakın. Hicret… Şayet Allah için ise, Rasûlullah için ise, sesinizi-soluğunuzu duyurmak için ise… “Hicaz” dedim, bir Hicaz makamıyla ruhunuzun sesini duyurma.. veya milleti uykudan uyarma makamı diyebileceğimiz bir “Sabâ makamı” ile, o insanları tatlı bir sesle uykudan uyarma adına, dünyayı uykudan uyarma adına sağa-sola saçılıyorsunuz, gönderiliyorsunuz. İster iradî olur, ister cebrî olur bu mesele. Fakat nefsinizi işin içine karıştırdığınız zaman, bu defa o hicret, nefsiniz için olmuş olur. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesele tam yerli yerine otursun diye, mefhum-u muhalifini de söylüyor: “Bir kimse dünya için hicret ediyorsa…” Ben, göçümü alıp falan yere gideyim; orada dünya adına bir şeyler kazanayım. Gideyim bir yerde, denizin kenarında bir tane villa yapayım, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet ile beraber…

Birisine bir gün -antrparantez arz ediyorum- “Seni de plajda görmüşler, herhalde!” denmişti. Hiç unutmam, televizyonda dinlemiştim. “Ee canım, Peygamberimiz buyuruyor ki…” diye başladı söze. Maşallahı var, demagojide Nobel ödülü alacak kadar… Hemen yapıştırdı senedi itibariyle malul bir hadis-i şerifi; senedi itibariyle… Tabi adam sened de biliyor mu, bilmiyor mu? Hemen dedi: “Efendimiz buyuruyor ki, عَلِّمُوا أَوْلاَدَكُمُ السِّبَاحَةَ وَالرِّمَايَةَ وَالرُّكُوبَÇocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı, biniciliği öğretin.” Evet, yapıştırdı orada: “Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Çocuklarınıza yüzme öğretin!’ Ee ben Efendimiz’in o emrine uyarak, denizde o yüzme meselesini gerçekleştirmeye çalıştım!” Hafizanallah, bir de hadîsi, yalanına vasıta yapması.. dini değeri, dünyevî işleri için ayağını basacağı -hâşâ- kirli bir basamak haline getirmesi.. küfre yakın bir vebaldir bu. Dinî argümanları dünyevî kazanımlar adına kullanma, küfür derecesinde bir hatadır; “kâfir” demiyorum, küfür derecesinde bir hatadır, bir hata-i azîmdir, hafizanallah.

   “Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, kendisinin kıymetini de aksettirir; şu halde siz neye talipsiniz?!.”

Evet, فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ، وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لدُنْيَا يُصِيبُهَا Dünya adına bir şey elde edeyim diye gidiyor o da. Villalar, filolar bahsi de ondan çıktı orada. أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا “Veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna.” Bir zat da öyle yapmış, Mekke’den Medine’ye hicret ederken; hicret edenlere karışmış o da. Fakat Allah, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize bakar.” Allah, sizin nöronlarınızda dönüp dolaşan şeylere bakar, ona göre size değer verir. Böyle tavırlarınıza, adım atmanıza, gitmenize değil, kalbinizin çarpmasına, ritmine bakar; sizin hakkınızda ona göre hüküm verir. Fakat o adamın kalbindeki o; “Ben oraya gideyim de -işte- o kadına ulaşayım; kaçırdık elden, orada ben ona kavuşayım.” Yani, Mecnun, Leyla’ya ulaşsın; Ferhat, Şirin’e ulaşsın; Vâmık, Azra’ya ulaşsın. Derdi, o… فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Onun hicreti de, onadır. Bakın!..

Bir insanın talip olduğu şey ne kadar büyük ise, o, onun o mevzudaki büyüklüğünü aksettirir. Ne kadar büyük bir şeye, nâmütenâhî bir şeye talip olmuşsanız, bu aynı zamanda, sizin büyüklüğünüzün aksi demektir. Mesela, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına talipseniz… اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” deyip duruyorsanız…

İnsafınıza sesleniyorum: Siz, imanınız zaviyesinden bakın.. imanınızı mercek yapın bu mevzuda.. veya merceğin de büyüğü ne varsa, rasathane yapın, temâşâgah yeri yapın ve meseleye öyle bakın!.. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ Şuna mukabil bir şey söyleyebilir misiniz siz, bir mü’min için?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ اْلأَكْمَلَ Türkçesini söylememe gerek var mı? “Allah’ım, mükemmeller mükemmeli bir iman…” Diğerlerini siz, Türkçesini söyleyebilirsiniz: اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle! Allah’ım en kâmil ihlasa muvaffak eyle! Allah’ım, ihsan ruhunun zirvesine muvaffak eyle! Allah’ım, tam marifete muvaffak eyle! Allah’ım tam muhabbete muvaffak eyle! Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” Bunu üç defa diyeceğim, çünkü çok gerisinde olduğumdan dolayı, arzu ettiğim bir şey: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ “Allah’ım hakka’l-yakîn ufkuna ulaşmaya muvaffak eyle.” اَللَّهُمَّ اَلصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ اَلْاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ التَّوَكُّلَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّسْلِيمَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلتَّفْوِيضَ التَّامَّ، اَللَّهُمَّ اَلثِّقَةَ التَّامَّةَ، اَللَّهُمَّ خَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى ِلَقائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım tam sadâkat.. Allah’ım tam istikâmet.. Allah’ım tam tevekkül.. Allah’ım tam teslîm.. Allah’ım tam tefvîz.. Allah’ım tam sika lütfet!.. Allah’ım, Sana hâlis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı, Habîb’ine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerine kavuşmaya müştak olmayı diliyoruz; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz; lütfet!”

Cennetleri verseniz, bunun yanında deryada damla kalır. Şimdi siz buna talipseniz, hep bunu kovalayıp duruyorsanız, yürüdüğünüz güzergâhta buna doğru gitmeyi araştırıyorsanız şayet, bu aynı zamanda sizin kıymetinizi aksettirir. Melekler bakınca yeryüzüne gıpta ederler, İnsanlığın İftihar Tablosu’na baktıkları gibi.

Cibrîl öyle demişti… Cibrîl!.. Salât ü selamlarımda -Kıtmîr- anarken, O’nun adını anmayı ihmal etmemeye çalışıyorum. Cibrîl; acayip bir varlık.. bütün enbiyâ-ı izamın ruhuna, o İlahî nefehâtı getiren.. arızasız, işin içine şerare karıştırmadan, sinyali katiyen bozmadan, her şeyi olduğu gibi aksettiren.. Allah’ın en “emîn”i. Fakat emanetine rağmen öyle korkuyor ki; مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.” (Tekvîr, 81/21) ayeti gelince, “Akıbetimden ben de endişe etmez hale geldim!” diyor Cibrîl. Bir taraftan seviye, o; beri taraftan da endişe, bu. Onda bile bir “Havf-Reca” dengesi var. Cibrîl; öyle bir varlık. Şimdi, diyor ki Miraç’ta Efendimiz’e, İnsan-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Süleyman Çelebi ifadesiyle- “Yürü, top Sen’in, çevkan Senindir bu gece! Ben, Seninle yürüyemem!” Hatta bir yerde diyor ki, “Bir adım daha atsam, yanarım ben!”

Herhalde o nokta “vücub ve imkân arası”; yani, fânileri Bâkî’den ayıran nokta.. Kâbe Kavseyni ev Ednâ; fâniyi Bâkî’den ayıran nokta.. فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) ayetiyle işaret edilen noktaya ulaşıyor. Yok ötesi onun; kul ile Allah arasındaki münasebet açısından ötesi yok. Cibrîl, oraya ulaşamıyor; Mikaîl, oraya ulaşamıyor; İsrâfîl, oraya ulaşamıyor; Azraîl, oraya ulaşamıyor. Perdeler ile oluyor onlarınki. Fakat bir insan… Hâşâ, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) menşeine صَلْصَالٍ كَالْفَخَّارِ “salsâl-i ke’l-fehhâr” (pişmiş çamur gibi kuru bir balçık) demeyeceğim. Herhalde, O’nunki hususî idi; özel bir şey idi O’nunki. Vakıa, insan “salsâl-i ke’l-fehhâr”dan, “Tîn”den yaratılmıştır. Ama onun özü herhalde. “Genleri -belki- ondandı.” diyeyim. Fakat böyle bir varlık… Beşerî garîzeye açık, cismanî arzulara açık, fikrî mülahazalara açık. O bedenini nasıl aştı? O garîze-i beşeriyesini nasıl aştı? O ufka nasıl ulaştı?!. İnsanların içinde yaşadığı halde, meleklerin önüne geçti. Şimdi o, O’nun kıymetini aksettiriyor; öyle bir şeye talip olmuş ki, kıymetini aksettiriyor: “Vallahi, Senin kıymetine denk bir kıymet göstermek mümkün değildir.”

Bu disiplini bir kere daha hatırlatalım: Bir insanın talip olduğu şeyin kıymeti, o insanın kıymetini aksettirir, aynı zamanda onun kıymeti demektir. Şimdi bin tane filoya talip olsanız, hatta şu dünya hayatının tümüne birden, hem de bin seneliğine, iki bin seneliğine, estağfirullah, binlerce seneliğine talip olsanız, bu, biraz evvel bahsettiğim şeylere talip olmanın yanında deryada damla kalır, güneşte zerre bile ifade etmeyebilir. Çünkü bunların arkasında, “Cemâl-i bâ-Kemâl” vardır.

   “Mü’minler, ötede O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler; O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar.”

Evet, yine Bed’ü’l-Emâlî’nin sözüyle meseleyi ifade edelim:;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54)

Evet, يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Mü’minler, bî-kemm u keyf O’nu (celle celâluhu) görürler. يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Bir örnek, bir misal veremeyecek şekilde; akıl durgunluğuyla, fikrin ihatasızlığıyla. Nasıl olmaz ki?!. Kur’an diyor: لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103)

“Bî kemm u keyf” diyor: يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ * وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالِ Sonra, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ Cennet nimetlerini unuturlar; “Yahu, benim falan yerde, bin tane köşküm vardı ve aynı zamanda da yetmiş tane Hûri vardı.” -Dünyadaki filolar, villalar ne yapar, ne kıymet ifade eder onların yanında?!.- “Vardı…” Bütün bunları unuturlar. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadelerine bağlayacak olursak: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil, bir dakikasına mukabil gelmez! Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, öbür âlemin bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmez! Cennetin de binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez!.. فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ “Ehl-i İ’tizâl, ‘Allah’ı görmezler’ diyor; yazıklar olsun, yuf size!” der gibi bir şey diyor Bed’ü’l-Emâlî’de.

Şimdi bir insan, bu ulviyette olan şeylere, ulviyet üstü ulviyette olan şeylere talip olmuş ise, bu aynı zamanda -en azından niyet açısından- onun kıymet-i harbiyesini aksettirir. Bir insanın niyeti ne ise şayet, Allah, ona göre muamele yapar. “Hâlis niyetim benim, bu idi. Hâlis niyetim o idi ki, Seni bî kemm u keyf, bir kere temâşâ edeyim.” Fakat yolun yarısına kadar gittin; ancak o kadardı seninki. Yani, Kâb-ı Kavseyni ev Edâ ufkunu ihraz edemedin. Cenâb-ı Hak, yolu tamamlamışsın gibi muamele eder sana.

Buharî ve Müslim’de geçen sahih hadiste, Efendimiz’in, bir dolunay gecesi aya bakıp ifade buyurduğu üzere: “Siz şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklık da yaşamayacaksınız (herkes rahatça görecek)…” Dolunay olduğu dönemde… Bu, insanların izdihamdan dolayı birinin diğerinin görmesine mâni olmamasını ifade etme sadedinde, müteşâbih bir ifade. Yoksa Allah -hâşâ- dolunay gibi değildir ve görülmesi de dolunay gibi değildir. Fakat müteşâbih bir beyandır bu. Yani, bir gören, diğer görenin görmesine mani değil; bulundukları yerden baktıkları zaman herkes görür ve herkes gördüğü zaman da bayılır, kendinden geçer. Unuturlar evlerinin yolunu; Hûrilerin yolunu, eşlerinin yolunu, evlatlarının yolunu unuturlar. Buna talip olmak!.. Cenâb-ı Hak, onun talibi olmaya muvaffak eylesin. Bu, insanın kıymetini aksettirir.

Şimdi, siz bu ölçüde bir şeye talip olmuşsunuz. Hani o Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ… Hayır, o ayrı; o, o Zât’a mahsus bir şey. O, mutlak manada İnsân-ı Kâmil’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlak manada Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir teveccühü. Fakat bir şeye talip olmuşsunuz: “Oraya girelim; en azından görenler gibi görelim!” filan; buna talip olmuşsunuz. Ee bir yerine kadar götürdünüz bu meseleyi. Cenâb-ı Hak diyecek ki: “Benim kulum -esasen- meselenin müntehasına niyet etmişti. Ama kabiliyeti, donanımı… Ayağına dalaşan/dolaşan bazı şeyler olmuştu. Bazı siyasîler ile cedelleşme olmuştu. Bazıları dünyevî bazı şeyler teklif etmişlerdi. Bazıları dünyevî levsiyât ile zihnini/nöronlarını kirletmişlerdi bunun. Elinde değildi onun; farkına varmadan; en azından o işin radyoaktif tesiriyle böyle bir kirlenmeye/buğulanmaya maruz kaldı. Fakat neye niyet etmiş idiyse şayet, Ben, onu bütünüyle ona veriyorum, bütünüyle!”

Anlatmaya çalıştığım nebevî beyan, Buharî’nin ilk hadisidir: إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى Hadîsin râvîsi de sahabe-i kiramın serkârlarından, sergüzidelerinden seyyidinâ Hazreti Ömer. Yahya b. Saîd el-Ensârî’ye kadar, hadis, âhâdî olarak gelir; Yahya b. Saîd el-Ensârî vasıtasıyla iştihar eder, meşhur hadis haline gelir; fakat öyle ki, dinin esâsâtındandır.

   “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla, merhametle muamelede bulun!..”

Şayet bu türlü büyük iddialarda bulunan, bunları söyleyen insan, hakikaten O’nun tarafından görülüyor olma, kalbine bakılıyor olma mülahazasıyla söylüyorsa, gerçekten o ufka taliptir. Yok, dediği şeyler ile niyeti arasında bir tefavüt var ise, bir farklılık var ise, o da hiç farkına varmadan bir yerde şeytanın kündesine geliyor demektir, Allah muhafaza buyursun. Birbirimize dua edelim: Cenâb-ı Hak, bütün kardeşlerimizi bu mevzuda -şeytanın kündesine maruz kalmadan- imanda sabitkadem olarak devam ettirsin.

(Sözün tam burasında, binden fazla resmin dönüp durduğu elektronik tabloda) Ne geldi biliyor musunuz? رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً Ey Rabbimiz! Bizi, hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma!.. Nezd-i Ulûhiyetinden bize, ihsanda, lütufta, atâyâ-i şahânede, ulûfe-i şahânede bulun!.. Keyfiyetini bilemeyiz; bizim diyeceğimiz, isteyeceğimiz şeyler, biraz, bizim idrakimiz ile alakalı.. Sen’in vereceğin şeyler, Sen’in büyüklüğün ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı). وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ Nezd-i Ulûhiyetinden bize hibede bulun! Hibe, karşılıkla değil. Büyük zatlardan birinin dediği gibi, “Meccânen yarattın; meccânen rızıklandırdın, Müslüman ettin; meccânen bağışla!..” Bizi, bizim ortaya koyacağımız bedellere, kulluk münasebetlerine bağlama; büyüklüğünün muktezasına göre bize muamelede bulun!..

Sonra, ne diyor? إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Bakın; bir “inne”, bu, mutlak ifade ediyor; “Şüphesiz, kat’î ve kâtibe, Sen!” Hem de “Sen!” deme imkânı veriyor. Sen… Fatiha’da verdiği gibi: “Sana, Bana ‘Sen!’ deme imkânını veriyorum!” Büyüklüğe bakın; “Sen, deme imkânını veriyorum.” “İnneke” (إِنَّكَ) “Mutlaka, şüphesiz, katiyen ve kâtıbeten, Sen, hibe edenlerin en mübalağalısı, eşi-menendi olmayanısın!” demek; “…eşi-menendi olmayanısın!” “Vehhâb” kelimesi, mübalağa kipi olması itibariyle, verilen şeyler hadd-ü bî-pâyân (sınırsız, sayılamayacak/belirlenemeyecek kadar çok).

İstidradî bir dua: اَللَّهُمَّ مُقَابَلَةَ مَكْرِ أَعْدَائِنَا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ مُقَابَلَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Bize karşı adavetle oturup kalkanların aleyhimizde hazırladıkları tuzak ve planlara nezd-i Ulûhiyetine yakışır öyle bir karşılık ver ki, bizleri başkalarından gelebilecek karşılıktan müstağnî kılsın!..”

Şimdi bu türlü büyük şeylere talip olunmuş ise şayet, bu yolun kendine göre bazen dikenleri de olabilir, çalıları da olabilir. Çok tekerrür ettiği gibi, çok sevdiğim Yunus’un sözü. Yunus Emre… Öbür Yunus’u da çok severim, Yunus İbn Mettâ (aleyhisselam); لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) diyen âbide şahsiyet. Üstadımız, Lem’aların başında, Hazreti Eyyûb (aleyhisselam) ile beraber onu birer Lem’ada ifade buyurur. Yunus, sevilmeyecek birisi değil. “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var.” İsterseniz, “Önünüzde aşılmaz gibi görülen uçurumlar var!” da diyebilirsiniz.

Ama O dileyince, üveyik gibi sizi kanatlandırır; uçar-gidersiniz, hiç farkına varmadan. “Allah Allah! Bu, ben değil miyim?!.” dersiniz; “Bana göre bir iş değildi fakat işin doğrusu, meseleyi O’na verince, olmaması için de hiçbir sebep yok.”

Şimdi birileri çelme takıyor, birileri el-enseye almaya çalışıyor, birileri yaptığınız şeyleri yıkmaya çalışıyor… Herkes karakterinin gereğini yapar. Kur’an, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “(Rasûlüm, insanların farklı farklı tutumları karşısında sen şu gerçeği) beyan et: Herkes, (inanç ve dünya görüşünden kaynaklanan, kendine göre doğru ölçülerin şekillendirdiği) seciye ve karakterine göre davranır. Fakat kimin yolunun gerçekten doğru olduğunu ise en iyi Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Herkes, ne tipte, ne tıynette yaratılmış ise, karakterinin gereğini yapar.

Kurbağa ile akrep, arkadaş olmuş. Karada güzel gidiyorlar, beraber. Sudan geçmeye sıra gelince, akrep yüzmesini bilmiyor. -Suda yüzermiş de sonradan öğrendik onu; akrebin tarihçe-i hayatını da öğrendik, çok şükür; öyle böyle bir bilgimiz de oldu, o suda yaşarmış.- Fakat kurbağanın sırtına biniyor orada. Efendim, keyfi gelince, “Ben bunu bir sokayım!” diyor. Sokuyor onu. Tabii sersemleşiyor kurbağa; “Yahu bu nasıl arkadaşlık?!.” diyor, “Hani senin ile karada arkadaş idik!” Akrep cevap veriyor: “Ee ne yapayım; huyum benim!” İdare edenlerin huyu…