Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ilâhî vahyin geldiği ilk zamanlarda karşılaştığı insanlara, “Lâ ilâhe illallah deyin kurtulun.” demiştir. Böyle bir kurtuluş vaadini yapan kişi ancak bir peygamber olabileceği için, bu cümle “Muhammedün Resulüllah” hakikatini de tazammun eder. İslâm’ın ilk mesajı kelime-i tevhid hakikati olmuş, ardından devam eden vahiyle sürekli bir gelişme gerçekleşmiş, zaman içerisinde de tedrici olarak dinin diğer emir ve yasakları tebliğ edilmiştir. Öyle bir gün gelmiştir ki Cenab-ı Hak, Din-i Mübin-i İslâm’ı ikmal ve itmam ettiğini bildirmiştir. (Bkz. Mâide sûresi, 5/3)
Teşriî emirlerde olduğu gibi, tekvinî emirlerde de sürekli bir gelişme ve inkişaf vardır. Tabiatın bağrında doğan her şey değişir, gelişir, zamanla mükemmele doğru yürür. Toprağa atılan bir tohumun zamanla nasıl ulu bir çınara dönüştüğünü düşünebilirsiniz. Teşriî ve tekvinî emirlerdeki bu değişim, dönüşüm, inkişaf ve kemale yürümelerin bir benzerini insan da kendi manevî ve ruhî hayatında gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Kültür fizik yapan bir insan gibi, her gün temposunu biraz daha artırmalı, çıtayı biraz daha yükseltmeli, hep mükemmelin arkasında koşmalıdır. Sadece şahsî hayatı adına değil, toplum hayatı adına da aynı vetireyi takip etmelidir. Eğitimiyle, ekonomisiyle, sosyal yapısıyla, idare sistemiyle toplumu daha mükemmele taşımaya çalışmalıdır. Hemen her alanda bugüne kadar bu konularda çok büyük laflar edildi ama maalesef buna uygun icraatlar yapılamadı.
Gerek dünya gerekse ahiret hayatımızla ilgili ferdî ve içtimaî konularda herkes alâkadar olduğu veya iş yaptığı her alanda mükemmeli yakalamaya çalışmalı, kemalin arkasında koşmalıdır. Mesela söz konusu olan dinin yaşanması ise o, gözünü sadece Allah rızasına dikmeli, Âyetü’l-Kübrâ risalesindeki doyma bilmeyen marifet yolcusu gibi iman açısından hep yükselme peşinde olmalıdır. Böyle bir kişi için son duraktan bahsedilemez. Çünkü yolculuk hep devam eder. O, Allah’ta fani olsa, beka billah maallah mertebelerine erse, Allah tarafından kendisine bahşedilen vücûd-u cavidani ile ikinci bir varlık kazansa bile kullukta derinleşmeye devam eder. Çünkü namütenahi istikametinde (sonsuzluk yolunda) sürdürülen yolculuk da namütenahidir (sonsuzdur).
Allah (celle celaluhu) sınırlı bir varlık değildir ki O’nu bildiğimizi, bulduğumuzu, keşfettiğimizi iddia edelim ve artık bunun ötesinde bir şey yok diyelim. O’nun esmâ-i ilâhiyesinin, sıfât-ı sübhâniyesinin, şuunât-ı zâtiyesinin mertebeleri vardır. İnsan, bunları duydukça, hissettikçe, içine sindirdikçe yeni yeni ufuklara açılır. Belli bir mertebeden sonra varlığı melâike-i kiramın, belki enbiya-i izamın ve hatta Server-i Rusül Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) -zılliyet ölçüsünde- gördüğü gibi görmeye, duyduğu gibi duymaya, hissettiği gibi hissetmeye başlar. Necm sûresinde ifade edildiği gibi (53/17) göz kaymaz, haddini aşmaz, her şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun olarak görür, bilir. Öyle bir noktaya ulaşır ki eşyayı arka planıyla birlikte müşahede eder, varlığın hakikatine muttali olur. Kalb ve ruh hayatında sürdürülen yolculuk bu noktalara kadar uzanabiliyorsa, önemli olan, insanın doyma bilmeden sürekli olarak bu seyrini devam ettirebilmesidir.
Cenab-ı Hak, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” (Mâide sûresi, 5/3) beyan-ı ilâhisiyle dinimizi kemale erdirmiştir. Onun hiçbir eksiği, gediği, kusuru yoktur. Bu ilâhî nizamı, nazarî bir bilgi havuzu olarak bizim istifademize sunmuş, bize emanet etmiştir. Bize düşen de bu emaneti en güzel şekilde değerlendirmek, ondaki bu mükemmeliyet ve etemmiyeti (tastamam olma hâli) hayatımıza mâl etmek ve böylece dünya ve ukbamızı onunla mamur hâle getirmektir. Zira âyetin de belirttiği üzere Allah’ın rızası buna bağlıdır. Nazarî planda mükemmel ve tastamam olan bu dinin güzelliklerinin pratikte de hayatımıza aksetmesini sağlamalıyız ki âyetin sonunda bildirilen müjdeye nail olabilelim.
Aynı şekilde bir mümin, ilim alanında da gözünü zirvelere dikmeli, hakikat ve araştırma aşkıyla varlığı didik didik etmeli, kâinat ile Allah arasında mekik dokumak suretiyle marifette derinleşmelidir. Hakikat aşkı, ilim aşkını tetiklemeli, bu onu araştırmaya sevk etmeli ve neticede insan doyma bilmeyen bir iştahla eşya ve hâdiseleri hallaç etmelidir. Batılıların bu alanda büyük mesafeler kat ettiğini söyleyebiliriz. Fakat onlar da varlığın Allah’la münasebetini kuramadıkları için gidip ya natüralizme ya da pozitivizme dayanmışlardır. Görünenin ötesine geçememiş, eşyanın arka planına nüfuz edememiş, metafizik mülahazalara açılamamış, hakikatler hakikatine ulaşamamışlardır. Her şeyi natüralist ve pozitivist bir bakış açısıyla yorumlamaya çalışmışlar, tecrübe yoluyla izah edip yorum getiremedikleri meselelerde de inkâra yönelmişlerdir. Mesela Darwinistlerin mülâhaza ve mütalaalarında bunu görebilirsiniz.
Pozitivistlerin tıkandığı noktalarda müminler için pek çok makul izah yolu vardır. Onlar bu yollarda bugüne kadar çözülemeyen düğümleri çözmeye çalışmalıdırlar. Batılıların bugüne kadar pozitif bilimlerde ulaştığı seviyeye ulaşmalı, bu işi onların bıraktığı yerden daha ileriye götürmelidirler. Bugüne kadar ilimlerde önemli hakikatler keşfedilmiş olsa da ihmal edilen çok şey de olmuştur. Bu ihmaller araştırmacılara eşya ve hâdiseleri yanlış yorumlatmıştır. Dolayısıyla hakikat aşkıyla dopdolu inanmış ilim adamları, bugüne kadar ortaya konulan bilgi ve birikimi gözden geçirmeli, ardından da kendi düşünce blokajlarımıza uygun yorumlar geliştirmelidirler. Bunu -Farukî’nin tabiriyle- bilgiyi İslamîleştirerek mi yaparlar başka bir yolla mı yaparlar bilemiyorum.
Bütün bunlar yapılmadığı, ilimde ulaşılması gerekli olan noktalara ulaşılmadığı sürece ikilemden kurtulamayız. Bir taraftan Allah’ın varlığını ikrar ederiz, bütün bir varlığın Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının, şuunât-ı Zatiyesinin tecellisinden ibaret olduğunu söyleriz, diğer yandan bunu mevcut ilim telakkisiyle telif edemeyiz. İlim adına zihinlerimizde mevcut olan bilgilerle inanç esaslarımızı bir vahdet içinde kompoze edemez ve insanlara sunamayız. Mevcut fikirlere, anlayışlara yamalar yaparak işi kurtarmaya çalışsak da beyan ve ifadelerimiz bir kısım açıklardan, yırtıklardan, boşluklardan kurtulamaz. Bu yüzden de muhataplarımız nazarında tatmin ve ikna edici olamayız.
Bunun çözümü ise tıpkı kulluk hayatımızda olduğu gibi ilim hayatımızda da mükemmelin peşinde olma, tamamiyeti takip etme, meseleyi temelden ele alarak doyma bilmeden hep araştırmaya devam etmektir. Etrafımızı kuşatan şu kitab-ı kebir-i kâinatı Allah’ın bize bir mesajı ve emaneti olarak görüyorsak, onun her satırını, her cümlesini, her paragrafını gözden geçirmek, dikkatle okumak ve altında yatan anlamları bulmak zorundayız.
Öte yandan, mensubu olduğunuz milleti, içinde yaşadığınız vatanı yükseltebilmek için sınır tanımamanız lazım. Mevcut gücünüzü, imkânlarınızı, sistemlerinizi yeterli görmeyerek hep daha iyisini, daha güzelini aramalısınız. Hiçbir zaman veludiyetinizi (üretkenliğinizi) kaybetmemeli, sürekli yeni şeyler bulma, üretme, keşfetme yolunda olmalısınız. Ayakta kalmanızı, gelişmenizi ve ilerlemenizi temin edecek esasları, dinamikleri bulup çıkarmalı ve sürekli milletinize, vatanınıza, insanlığa hizmet peşinde koşmalısınız. Plan ve projelerinizi sadece bugüne göre yapmamalı, yarım asır, bir asır sonrasını da hesaba katmalısınız. Yoksa elin âlemin insanı gelir sizi geçer ve sonra da tahakküm altına alarak ezer. Bediüzzaman, “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?” sorusuyla bunun kabul edilemez olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla terakkinin yollarını, vesilelerini bulma noktasında da ekmeliyet ve etemmiyetin peşinde olunmalıdır.
Aynı şekilde bir mümin, Bediüzzaman Hazretlerinin farzlar üstü bir farz olarak gördüğü i’lâ-i kelimetullah vazifesinin icra edilmesinde de iradesinin hakkını vermeli, sahip olduğu bütün potansiyelleri sonuna kadar kullanmalıdır. Bu konuda sürekli yeni stratejiler üretmeli, farklı coğrafyalara nasıl açılabileceğinin hesaplarını yapmalı, gittiği yerlerde nasıl kalıcı olabileceğini düşünmelidir. Himmetini öyle âli tutmalıdır ki dünyada ulaşılmadık bir tek insan bile bırakmamalıdır. Hatta insanlık âleminin ötesindeki mahluklara, cinlere, ifritlere bile mesajını duyurma yollarını aramalıdır. Maksadımız, birilerini asimile etmek, başkaları üzerinde tahakküm kurmak vs. değildir. Aynı şekilde meseleyi ırkî ve millî mülahazalara dayandırarak daraltmak da doğru değildir. Yapılması gereken şey, insanlarla fasl-ı müştereklerde bir araya gelebilmek, evrensel insanî değerlerin sözcülüğünü yapmak, birlik ve beraberlik adına yollar bulmak, dünyada sulh ve selametin hâkim olmasına gayret etmektir.
İster sanat ister spor ister idare isterse daha başka alanlar, branşlar olsun, insan hangi alanda iş yaparsa yapsın bir doygunluk tavrına girmemeli ve mevcutla iktifa gibi dûnhimmetlik yapmamalıdır ki işler olduğu yerde kalmasın. Herkes kendi seviyesine göre ter ü taze bir azm ü ceht ile sürekli yeni inkişaflar peşinde olmalıdır. Önüne çıkan zorluklara takılmamalı, Allah’ın yardımına güvenmeli, O’nun yardımı kendisiyle birlikte olduktan sonra bütün engelleri aşabileceğine inanmalıdır. Cenâb-ı Hak insanı en ulvî varlık olarak yarattığına göre o da en ulvî hedeflerin arkasında olmalıdır. Hangi yolda yürürse yürüsün, hedefini yüce tutmalı, sürekli çıtayı yükseltmelidir.
