Posts Tagged ‘yalan’

Örtülü Yalanlar

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bir sohbetinizde mübalağa, mazeret döktürme ve tariz gibi örtülü yalanlardan bahsetmiş, mü’minlerin bunlardan da kaçınmaları gerektiğini belirtmiştiniz. Konuyu biraz daha açabilir misiniz?

   Cevap: Melekler ağzımızdan çıkan her sözü amel defterimize kaydeder. Belki onlar bu amellerin neye tekabül ettiğini bilmezler. Allah’ın izni olmadığı sürece, kalbimizden geçen niyetleri, azimleri, kararları, hesapları ve plânları da bilemezler. Bunların ne kadarının Allah rızası hedefli, ne kadarının kendini nazara vermeye matuf olduğunu da bilemeyebilirler. Fakat Allah bunların hepsine muttalidir. Eğer iç-dış bütünlüğü yoksa; tavır ve davranışlar, niyet ve düşünceleri yansıtmıyorsa Allah bunların hesabını sorar. O’nun nezdinde zımnî yalanla sarih yalan arasında, yalan olmaları açısından bir fark yoktur.

İnsan, “Allah” derken bile zımnî yalan söylüyor olabilir. Mesela Kur’an tilaveti veya vaaz u nasihat dinleyen bir insanın içinden gelmediği halde “Allah” diye bağırması bir tavır yalanıdır. Bunu fark ettiği an hemen geri dönmesini bilmeli, tavrını yeniden gözden geçirmeli ve istiğfara yönelmelidir.

Mü’min, Kur’an okuma, kamet getirme, namaz kıldırma gibi yaptığı bütün amellerin içinin sesi olmasına dikkat etmelidir. Allah için yaptığı işlerde kendisini mülahazaya almamalı, neticeleri kendine bağlamamalı, kendini ifade etmeye çalışmamalıdır. Aksi takdirde zımnî bir yalanın içinde bulunuyor demektir. Keza gerçekte ince, kibar ve centilmen olmayan birinin böyle görünmeye çalışması, yani centilmenlik taslaması veya içinden gelmediği halde göz yaşı dökmesi de ayrı birer samimiyetsizlik örneğidir ki, bunların hepsinin üstü örtülü birer yalan olduğunda şüphe yoktur. Bilindiği üzere bu konuda zirveyi tutanlar, münafıklardır. Zira onlar, söz ve davranışlarıyla içlerindeki mülahazaların zıddını izhar ederler. İç-dış farklılaşması yaşayan herkese münafık denilmesi doğru olmasa da, nifaktan bir parça taşıdığından şüphe edilmez.

Bu sebepledir ki İmam Gazzâlî, “Ağlayan da kaybeder, ağlamayan da!” der. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı şeytandan ve Cehennem’den Allah’a sığındığı gibi ağlamayan gözden de Allah’a sığınmıştır. Dolayısıyla ağlamayan göz, kayıp yolunda demektir. Öte yandan, ağlayan bir insanın gözyaşları; iç heyecanlarının, ihsas ve ihtisaslarının değil, riya ve süm’anın ifadesiyse o da kaybedebilir. Normal şartlarda Cehennem’in alevlerini söndürecek bir iksir olan gözyaşları, insanların görüş ve takdirine bağlandığı andan itibaren bütün tesirini kaybeder. Bırakın Cehennem’i, ondaki bir kıvılcımı bile söndüremez.

Sadece gözyaşları mı? Esasında insanın Allah için yapmış olduğu bütün ameller, uhrevi hayatını ihya ve imar etme veya Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanma adına böyle bir iksirdir. Yeter ki ihlas ve samimiyetle eda edilsin ve her tür riyadan uzak tutulsun. Bu açıdan insanın, ağzından çıkan her bir söz veya uzuvlarından sadır olan her amel karşısında sürekli kendini test etmesi ve “Acaba ben bu söz ve tavırlarımla içimi seslendirebiliyor muyum? Acaba niyetlerimin adamı mıyım?” demesi gerekir. Eğer bu konuda kendini samimi bulmuyorsa, bir adım geriye atmasını ve asıl durması gerekli olan yere çekilmesini bilmelidir.

Diyelim ki siz, ister vaaz u nasihat, ister hutbe, isterse daha başka vesilelerle kitlelerin önüne geçiyor ve bir kısım hakikatlere tercüman olmaya çalışıyorsunuz. Eğer ağzınızdan çıkan sözlerin onda biri içinizin sesi değilse, kalbinizden çıkan sözlerin ihtizazını vücudunuzda duymuyorsanız, tavır ve davranışlarınızla zımnî bir yalan içindesiniz demektir. Şayet “Allah” derken kendinizi öne çıkarıyorsanız yine zımni bir şekilde yalan söylüyorsunuzdur. Melaike-i kiram bunları bilmese ve yazmasa bile Allah bilir. Çünkü O, bize şahdamarımızdan daha yakındır. Eğer bu tür zımni yalanlardan sıyrılmak istiyorsanız, iç-dış bütünlüğüne ulaşmalı ve meseleyi tabii akışına bırakmalısınız.

Bunların da berisinde insan, bakışlarıyla kendini derin göstermek isteyebilir. Hâl ve hareketleriyle ledünniyat ve maneviyata açık bir kalb ve ruh insanı olduğunu ihsas ettirmeye çalışabilir. Ses tonuyla, vurgularıyla kendini ifade edebilir. Ne var ki bütün bunlar, gönlünün ve ruhunun sesi olmadığı sürece Allah’a karşı uydurulmuş örtülü birer yalandan ibarettir. Allah’a inanmış bir insana düşen, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamaktır.

Düşülen bir başka hata da, yapılan hatalara mazeret uydurmaktır. Hepimiz farklı zamanlarda bir kısım hatalar yapabiliriz. Çünkü Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tabiriyle insanoğlu çok hata işleyebilecek bir fıtratta yaratılmıştır. Hata işleme, potansiyel olarak onun genlerinde vardır. Aksi takdirde, “Âdem hata etti, evlâtları da hata etti. Âdem unuttu, evlatları da unuttu.” (Tirmizî, tefsîru sûre (7) 3) hadisini izah edemezsiniz. İnsan eğer elinde olmadan hataya düşüyorsa bunlar günah olarak yazılmayabilir. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), unutan, uyuyan ve mecbur bırakılan kimselerden kalemin kaldırıldığını ifade etmiştir. (Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr 2/52; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 10/60) Fakat رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا “Ey Rabbimiz! Unutur ya da hata edersek bizi muaheze etme!” (Bakara sûresi, 2/286) âyet-i kerimesi, mü’minleri yapmış oldukları hatalar karşısında dahi istiğfara çağırmakla bu konuda temkinli olunması gerektiğini hatırlatır. Kasıtlı olmayan sürçme ve düşmelerimiz karşısında dahi istiğfar etmemiz isteniyorsa, irade, şuur ve kararlılık içerisinde yapılan günahlardan ötürü haydi haydi tevbe ve istiğfarla arınmaya çalışmamız gerekir.

İnsan, bazen sözleriyle, bazen tavır ve davranışlarıyla hata yapabilir. Ona birileri bunu hatırlattığında yapması gereken, hatasını telafi etmek, tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmektir. Eğer böyle yapmayıp kendisini aklayıp paklama adına hemen mazeretler uyduruyor ve laf oyunlarına sığınıyorsa, bu da zımni yalan kategorisi içine girer. Maalesef çokları bu konuda da aldanıyor. Evet, yüzüne karşı hatasının söylenmesi, ikaz edilmesi insana dokunur, ağır gelir. Hatta bazen olur ki kişi, böyle bir uyarı ve hatırlatma karşısında tokat yemiş gibi sarsılabilir. Fakat denilen şey doğru ise yapılması gereken, nefsin hoşnutsuzluğuna bakmadan muhataba teşekkür edilmesi ve hatanın tashih edilmesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrın önemine işaret etme adına, “Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil, belki memnun olmak lazım gelir.” (Bediüzzaman, Mektubat, 66-67) diyor.

Hz. Pir’in ifadesiyle yalan, bir küfür sıfatıdır. Dolayısıyla mü’minin ağzına yakışmaz. Allah’a inanan bir insan nasıl ki sarhoş edici meşrubatı veya haram kılınan gıdaları ağzına alamıyorsa, küçüğüyle büyüğüyle, gizlisiyle açığıyla yalanın da hiçbir çeşidini ağzına almamalıdır. Elbette yalan söyleyen bir kimse sırf bu günahı sebebiyle küfür damgası yemez. Fakat böyle bir kişi küfre doğru bir adım atıyor ve ona ait sıfatlardan birini üzerinde taşıyor demektir. İnsanın ister kavlî, ister fiilî, ister hâlî, isterse hissî olsun, olduğunun dışında bir tavır sergilemesi yalan ve aldatmadır ve küfre doğru atılmış bir adımdır. Allah muhafaza küfür ve günah deryasına bir kere yelken açan kimse bir daha geriye dönemeyebilir. Bu açıdan insan, bu tür tehlikeli sularda gezinmemeli, asla meşru dairenin dışına çıkmamalıdır.

Peygamberlerin sadakati onların nübüvvetine en büyük bir şahit olduğu gibi, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye yolunda olanların sadakatleri de aynı şekilde onların davaları adına en büyük bir kredidir. İnsanın söylediği şeyleri yaşaması lazım ki muhataplarına tesir etsin. Kur’ân, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ ۝ كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah nezdinde en çirkin kabul edilen şeylerdendir.” (Saff sûresi, 61/2-3) beyanıyla sözleriyle fiilleri birbirini tekzip eden insanları azarlar. Esasen günümüzde vaiz ve nasihlerin sözlerinin tesir etmemesinin arkasında yatan önemli faktörlerden biri de budur.

Mü’minler, hâl ve hareketleriyle, oturuş ve kalkışlarıyla, jest ve mimikleriyle içlerinin sesini soluklamalı ve her zaman doğruluğun temsilcisi olmalıdırlar. Doğruluk, insanlar nazarında önemli bir kredi olduğu gibi, Allah katında da çok önemli bir referanstır. Doğruluğun temsilcisi olan kimselerin mazhar olacakları lütuf ve nimetler ise bizim idraklerimizi aşacak kadar büyüktür.

***

Not: Bu yazı, 22 Ekim 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Tevazu ve İhlas

Herkul | | KIRIK TESTI

Tevazu, insanın kalbindeki bir duygu, bir haldir. Alçak gönüllü olmak, kendini küçük görmek demektir ve Allah katında çok kıymetlidir. Bu yüce sıfata sahip kimseye de mütevazı denir. Tevazu çoğu zaman tavır ve davranışlara aksederse de, sadece zahire yansıyan davranışlarına bakarak bir insanın mütevazı olup olmadığına hükmedemeyiz. Mesela bazısının namazda ön safta durması onun tevazuunun dışa vurmasıdır, bazısının da arka safta durması. Önemli olan bunun hangi mülahazayla yapıldığıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kişinin sürekli kendisini içten içe kontrol etmesi, her zaman ihsaslarının farkında olması ve hayatını da buna göre götürmesidir. Mütevazı insan, başkalarının kendini tazim edecekleri hallerden de kaçınır. Yaptığı bir şeyde başkalarının onu büyük bir makama koyması karşısında rahatsız olur.

Gerçi hadis-i şeriflerde mescide erken gelmenin ve imamın hemen arkasında saf tutmanın fazileti anlatılır. Objektif olan budur. Bizim ifade etmeye çalıştığımız ise meselenin tevazu ve kibre bakan yanıdır. Dolayısıyla da sübjektif mülahazalardır. Fakat kişi bu halis mülahazalarından ötürü de sevap kazanabilir. Mesela mescide erken geldiği halde, sırf o fazilete bir başka kardeşi nail olsun diye arka safta duran biri, ayrı bir civanmertlik sergilemiş ve Allah katında hora geçen bir amelde bulunmuş olur. Fakat böyle bir civanmertlikte bile kişinin sürekli aynı şeyi yapması doğru olmayabilir. Bir süre sonra kendini ifade etmeye dönüşebilir.

Mü’min, yapmış olduğu amel her ne olursa olsun, kendini ifade etme mülahazası içine düştüğü an, hemen bu halden kurtulmasını bilmelidir. Hayatını fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet, fevkalade bir hacalet içinde geçirmeye kararlı olmalıdır. Fakat bunları şekle bağlamamalıdır. Zira muayyen bir şekle ve belli davranış kalıplarına bağlı götürülen bir tevazu anlayışı, insanı hiç farkına varmadan kendini nazara verme kompleksi içine itebilir. Bu konuda insanın esnek olması ve ruh haletine göre karar vermesi gerekir. Tavır ve davranışların zati bir değeri yoktur. Onlara değer kazandıran, insanın niyeti ve iç kararlarıdır.

   Vicdanın Verdiği Hükümler

İnsanı en iyi okuyan, yine insanın kendisidir. Yani vicdan aynasıdır. Vicdan, yanıltmayan bir endaze ve mihenk taşı gibidir. Bu yüzden insan, her tür tavır ve davranışında onu ölçü almasını ve ona göre hareket etmesini bilmelidir.

Tekrar namaz örneğini verecek olursak, birisi vardır ki vicdanında, “Benim önde durmaya hiç liyakatim yok.” diyor ve bu mülahazaya bağlı olarak arka safa geçiyordur. Yani içindeki tevazu duygusu ona bunu yaptırıyor, tevazuu bu şekilde tezahür ediyordur. Arka safa geçen bir diğerinin mülahazası ise başkalarına, “Falan şahıs ne kadar mütevazı. Camiye erken geldiği halde namaza arkada duruyor!” dedirtmektir. Kişi açıktan bunu düşünmese bile çok sinsi bir mülahaza kendini hissettirmeden gelip onun zihnine yerleşebilir. Dolayısıyla da kişi, amelini kendini duyurmaya bağlamış olacağından kaybeder.

 Şunun iyi bilinmesi gerekir ki insan, niyetlerinin, iç kurgularının ve iç planlarının insanıdır. Davranışlara renk ve desen kazandıran bunlardır. Ameller bunlarla kıymet ve derinliğe ulaşır veya büsbütün kıymetini yitirir. Bir hadis-i şerifte anlatıldığı gibi insan savaş meydanında cansiperane mücadele eder. Fakat o, “Hele bir görsünler kahramanlık nasıl olurmuş!” mülahazasının esiri olduğu için yaptığı amel Allah katında hiçbir şey ifade etmez ve bir arpa boyu bile Cennet’e yaklaşamaz; bilakis Cehennem’e yaklaşır.

Bir başkası Karun kadar zengindir ve sahip olduğu hazineleri son kuruşuna kadar infak etmiştir. Fakat “Yahu ne civanmertmişsin. İşte cömertlik dediğin böyle olur!” şeklindeki kurgular gelip zihnine kurulmuşsa, onun yaptığı ameller de beyhude gitmiş demektir. İlim sahibi olma, güzel konuşabilme, yazı yazmayı veya şiir döktürmeyi bilme gibi daha başka amelleri ve meziyetleri de bunlara kıyas edebilirsiniz. Siz başları döndüren hizmetlere imza atmış olsanız dahi, şayet yaptığınız işlerin içine azıcık kendinizi ifade etme, görünme ve bilinme mülahazalarını karıştırıyorsanız, bunlar yaptığınız güzel amelleri alır götürür. Bu itibarla bütün amellerde evvel ve ahir Allah rızası hedeflenmeli ve sadece O hoşnut edilmeye çalışılmalıdır.

Her hal ve davranışını vicdanın imbiklerinden geçirmeyen, sürekli kendini yerden yere vurmayan bir kişi, Hak katında kendini yerden yere vurur. Bize düşen, en masum davranışlarımızın bile kritiğini yapabilmek, onların altında hep bir bit yeniği olup olmadığını tahkik etmektir.

İnsanlığın hayrına çok güzel işler yapabilirsiniz. Mesela gazete ve dergi çıkarabilir, televizyon kurabilir ve yaptığınız işlerde de başarılı olabilirsiniz. Fakat siz bunlarla benliğinizin davasını gütmüşseniz, yaptığınız bütün bu güzel işler ahirette yüzünüze çarpılır ve fiyaskoyla neticelenir. Zira Allah’a dayanmayan hiçbir işin başarıya ulaşması mümkün değildir. Riya ve süm’a kokan işler sizin de aleyhinizedir, dinin de aleyhinedir, milletin de aleyhinedir. Şayet temelinde ihlas ve samimiyet bulunmayan işler muvakkaten başarılı oluyorsa, iyi bilinmesi gerekir ki o bir istidraçtır.

   Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir

Şayet dünyevî ve uhrevî hüsrana maruz kalmak istemiyorsak bütün amellerimizi Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla, yani fevkalade bir ihlas ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. İhsan mülahazasına bağlamadan ne bir söz söylemeli, ne bir kelime yazmalı, ne de bir iş yapmalıyız. En basit mimiklerimizden göz kırpmaya kadar her tavır ve davranışımızda mutlaka O’nun rızasını gözetmeliyiz. Çünkü O’na bağlanmayan bütün ameller yalandır. İstanbul’u da fethetsek, Çaldıran zaferini de kazansak, Mercidabık ve Ridaniye seferine de çıksak, yalandır. Sakın bu sözlerimden Fatih’in ve Yavuz’un yalan bir iş yaptığını düşündüğüm anlaşılmasın. Bu büyük kametlere katiyen yalan yakışmaz. İç dünyamızı kontrolle ilgili bir perspektif vermeye çalışıyorum.

Şunu da belirtmek gerekir ki ahir zamanda ümmet-i Muhammed’in başına musallat olacak bela şebekesinin en önemli vasfı yalandır. “Deccal” kelimesi de yalancı demektir. Hatta bu kelime Arapçada mübalağa kipinde geldiği için normal bir yalancı için kullanılmaz; söylediği yalanlara kendisi de inanacak kadar profesyonel yalancıyı ifade eder. Onun yaptıkları, iman adına, İslam adına, ihsan şuuru adına, millete iyilik yapma adına yapılmış gibi de görünse, ihlas ve samimiyete dayanmadığından koca bir yalan olduğu gibi, gelecek adına verdiği sözler de yalandan ibarettir. Yalan ise Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir lafz-ı kâfirdir; mü’mine yakışmaz.

Maalesef yalan, çağımızda şeytanın en önemli oyun ve tuzaklarından biri haline geldi. İster fiilî, ister hâlî, ister kavlî, isterse hayalî olsun, şeytan bu çağda yalan argümanını kullanmak suretiyle çoklarını aldatıyor, yoldan çıkarıyor. Hakiki mü’mine düşen, daima sıdk peşinden koşmak; yalandan, yılandan çıyandan uzak durduğu gibi uzak durmaktır.

***

Not: Bu yazı 22 Mart 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Sıdk (Doğruluk)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bediüzzaman’a “Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?” diye sorulduğunda “sıdk (doğruluk)” cevabını veriyor. Bunun sebebi olarak da küfrün mahiyetinin yalandan, imanın mahiyetinin ise sıdktan ibaret olduğunu ifade ediyor. Onun bu yaklaşımı zaviyesinden Müslümanlar için sıdkın yerini izah eder misiniz?

   Cevap: Sıdk, peygamberlerin beş temel vasfından birisi, hatta birincisidir. Cenâb-ı Hakk’ın, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim için, إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا “O sıddîk bir nebiydi.” (Meryem Sûresi, 19/41, 56), Hazreti İsmail için de, إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِO sözünde dosdoğruydu.” (Meryem Sûresi, 19/54) buyurması da buna işaret etmektedir. Bu sebeple hayatları boyunca onların ne tavır ve davranışlarında ne de sözlerinde tek bir hilaf-ı vaki beyana rastlanmaz. Çünkü onların gökler ötesi âlemlerden getirdiği haberlerin tasdik edilmesi ve kabul görmesi hâl, tavır, davranış ve sözleriyle doğruluğun temsilcisi olmalarına bağlıdır.

Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz peygamberlik gelmeden önce “el-Emin” sıfatı verilmişti. Peygamberlik geldikten sonra düşmanları bile O’nun sıdkına şahadet etmişlerdi. Çünkü hayatı boyunca O’nun en küçük bir yalanına bile şahit olmamışlardı. Ne var ki sırf kibir ve temerrütlerinden ötürü O’nu inkâr etmişlerdi.

   Yalanın Tarifi

Yalan iki şekilde tarif edilmektedir. İlk tarifine göre o, bir insanın kendi kanaat ve inancının, ihsas ve müşahedelerinin aksine bir beyanda bulunmasıdır. Mesela bir insan, bir şahsı gördüğü hâlde onu görmediğini söylerse, kendi müşahedesine zıt bir beyanda bulunduğu için yalan söylemiş olur.

İkinci tarifine göre ise yalan, bir şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesinden farklı şekilde ifade etme, hakikatini çarpıtmadır. Buna göre bir insanın Allah’ı inkâr etmesi bir yalandır. Zira tekvinî emirler yüz binlerce dille Cenâb-ı Hakk’ı tasdik etmektedir. Recaizade Ekrem’in ifadesiyle;

“Bir kitab-ı âzamdır seraser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.”

Allah’ı inkâr eden, kendisi yalan söylediği gibi aynı zamanda Allah’ın varlığına delâlet eden kâinattaki bütün şahitleri de yalanlamış olur. Bu sebepledir ki o, ahirette çok ağır bir cezaya çarptırılır.

Buna karşılık bir insanın tekvinî emirleri doğru okuması ve semavî mesajları iyi değerlendirmesi neticesinde Allah’a iman etmesi sıdkın ifadesi olduğu gibi, gördüğü ve duyduğu şeyleri olduğu gibi ifade etmesi de sıdktır. Bu yönüyle sıdk çok önemli bir mü’min ahlâkı olduğu gibi başkalarına güven vaat etmenin de en mühim vesilesidir. Aynı zamanda o, sadakatin bir ifadesidir.

Esasında sıdk, gönüldeki bir mânâ ve mazmundur. Gönlünde sadakat olan birinin dili sürekli bunu seslendirecek, organları da doğruluk istikametinde iş yapacaktır. Konuşacağı her ifadeyi hassasiyetle seçecek, hakikate mutabık olmayan tek bir kelimenin bile ağzından çıkmasına müsaade etmeyecektir. Kazara dudakları arasından hilaf-ı vaki bir beyan çıkacak olsa, çok ciddi rahatsızlık duyacak, belki elli defa “estağfirullah” diyecektir. Bu açıdan asıl mesele doğruluğun tabiatla bütünleşmesidir. 

Yalan ise sadakate ihanettir. Yalana doğru bir adım atan insan, sadakat binasını tahrip etmiş olur. Yalanın revaç bulduğu ve her yerde hâkim hâle geldiği günümüz dünyasında bir insanın milimi milimine doğruluğu temsil etmesi çok zordur. Fakat şurası da iyi bilinmelidir ki Allah katında değerli olan şey de zoru başarmaktır.

   Sıddıkiyet Makamı  

İslâm’da peygamberlikten sonra en yüce makam olarak sıddıkiyet makamı gösterilmiştir. Nitekim, وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًاKim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın büyük lütuflarına mazhar olan peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştırlar!” (Nisâ sûresi, 4/69) âyet-i kerimesinde de peygamberlerden hemen sonra sıddıklara yer verilmiştir.

Dolayısıyla bu makam, ihsan makamının da, aşk makamının da marifet makamının da çok üstündedir. Çünkü o, bağlanması gereken yere kayıtsız şartsız bağlanmanın ve çok hayatî gördüğü şeyleri bile bu uğurda feda edecek kadar hasbi olmanın unvanıdır. Bu makamı temsil eden bir kimse, aklının alıp almadığına, kendisine sağlayacağı fayda ve maslahatlara bakmadan Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve takdirlerini öpüp başına koyar. Sürekli İbrahim Hakkı gibi;

“Deme bu niçin böyle,

Yerindedir ol öyle,

Var sonunu seyreyle,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.”

der. Esasında Tefvizname’nin tamamına bir sıdkname gözüyle bakılabilir.

Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyet-i kerimelerinde “müdhale sıdk”, “muhrace sıdk”, “lisan-ı sıdk”, “kadem-i sıdk”, “mak’ad-i sıdk” gibi ifadelerle sürekli sıdk üzerinde durulmuştur. Demek ki ucu ukbaya uzanan bu dünya yolculuğunda bir mü’minin en büyük azığı doğruluk olmalıdır. O, bir işin içine girerken, işin içinden çıkarken, otururken, kalkarken, konuşurken hep doğruluğun temsilcisi olmalıdır. Onun uğradığı her yerde sadakat renkleri tüllenmeli, ayrıldığında da arkada olumsuz hiçbir düşünce kalmamalıdır. Her bir adımını hem doğrulukla hem de doğruluğa doğru atmalıdır.

Her doğruyu her zaman söyleme imkânı olmayabilir. Bazı durumlarda susmak gerekebilir. Sükût boşluğu da tefekkürle doldurulur. Sükût bir hikmettir. Ama dünyada hekimi az olan bir hikmet. Maalesef insanların çoğu, bunun yerine çene düşüklüğünü tercih eder. Hâlbuki konuşmanın zararlı olduğu, muhatabın söylenilen sözleri anlayamayacağı yerlerde, iyi bilinmeyen konularda, kalbin sesinin tam olarak ortaya konulamayacağı yerlerde sükût edilmelidir. Bir insanın kalbinin en derin noktalarında bulunan duygu ve düşünceleri hiç düşünmeden bir anda dışarı çıkarıvermesi, tam terbiye görmemişliğinin bir işaretidir. Bu tür sözler ahenk ve nizamdan mahrum ve endazesiz olacağı için hem söyleyen hem de dinleyenler için faydasızdır, hatta zararlı da olabilir.

Öte yandan, söylenilen sözlerin temiz vicdanlara tesir etmesinin yolu, doğru olmasına bağlıdır. Hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye ait meselelerin dosdoğru bir şekilde temsil ve neşredilmesi çoklarının gözünün açılmasına vesile olacaktır. Üstelik mü’minlerin gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle istikameti temsil edip dosdoğru olmaları Cenâb-ı Hakk’ın onları doğru yolda yürütmesi adına bir dua, kırık bir dilekçe hükmüne geçecektir. Onlar doğruluğu şiar edinmek suretiyle, hiç zikzak çizmeme ve çark etmeme adına baştan kararlı durduklarında Allah da onları sırat-ı müstakimden ayırmayacaktır.

Özellikle yalanın mergup bir meta hâline geldiği günümüz dünyasında, dilin eğri büğrülüğe meyletmemesi çok daha fazla önem arz etmektedir. Müslüman, yalanın küçük-büyük her çeşidinden uzak durmalıdır. Onun her sözü doğru olmalıdır. Bakışları, mimikleri, bütün hâl ve hareketleri dosdoğru olmalıdır. Hele gıybet, iftira, yalan şahitlik gibi çirkinlikler onun semtine asla sokulamamalıdır. Zira bunların Müslümanlıkla telif edilmesi mümkün değildir.

Bazen konuşurken irticalinin esnekliği içinde, arzu edilmeyen bir takım sözlerin dilden döküldüğü vaki olabilir. Bunların, içtihatta yapılan hatalar kategorisi içinde mütalaa edileceği ümit edilir. Fakat kasta iktiran eden, insan iradesinin ürünü olan sözlerde hilaf-ı vaki beyanda bulunmak, insanları aldatmaya matuf şeyler söylemek birer küfür sıfatıdır.

Kur’ân’ın, وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalancılıkları sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara Sûresi, 2/10) şeklindeki ifadeleri de münafıkların Cehennem azabını hak etmelerinin en önemli sebebi olarak yalanı gösterir. Hazreti Pir, bu âyet münasebetiyle yalanın fert, toplum ve din adına nasıl bir zehir olduğunu şu ifadeleriyle açıklar: “Kizb (yalan), küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i ilâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i rabbâniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâm’ı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemâlâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsâlini âlemde rezil rüsvây eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.” (Bediüzzaman, İşaratü’l-i’caz, s. 82)

Buna mukabil o, doğrulukla ilgili de şunları söyler: “İslâmiyet’in esası, sıdktır. İmanın hâssası, sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştıran), sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri (ekseni) sıdktır. Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-i kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren (üstün kılan), sıdktır. Muhammed-i Hâşimî’yi (aleyhissalâtü vesselâm) merâtib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” (Bediüzzaman, İşaratü’l-i’caz, s. 83)

   Nifak Hastalığı

Hz. Bediüzzaman’ın ısrarla sıdk üzerinde durmasının ve içtimaî kurtuluşumuzu ve terakkimizi sıdka bağlamasının en önemli sebeplerinden birisi, günümüz İslâm dünyasında mevcut olan nifak hastalığıdır. Bugüne kadar farklı dinlerdeki ve milletlerdeki kaymalar küfür ve ilhad kayması şeklinde ortaya çıktı. Farklı ideoloji ve akımlar adı altında inkâr düşünceleri dile getirildi ve bu düşünceler bazı ülkelerde devlet sistemine dönüştürüldü. Bu sistemin halk arasında yerleştirilebilmesi için çok ciddi baskı ve zulümlere başvuruldu ve hatta milyonlarca insanın canına kıyıldı. Fakat bu tür ideolojiler insan tabiatına zıt olduğu ve kendi içinde çelişkiler barındırdığı için uzun ömürlü olmadı. Onlar çözüldükten sonra da insanlar yeniden kendi dinlerine, kendi mabetlerine yönelmeye başladırlar.

Fakat İslâm dünyasındaki gelişmeler daha farklı cereyan etti. İslâm’a düşman olan kimseler bu düşmanlıklarını açıkça dile getirmek yerine, nifak perdesi altına gizlendiler ve farklı farklı plân ve projelerle Müslümanları İslâmiyet’ten uzaklaştırmaya çalıştılar. Hiç şüphesiz İslâm dünyasının farklı yerlerinde Müslümanların başına musallat olan bu münafıkların onlara verdikleri zararlar dine açıkça karşı çıkan kimselere nispetle çok daha yıkıcı ve büyük oldu. Kur’ân, münafıkların ahiretteki cezasını şu şekilde beyan etmiştir: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ “Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar.” (Nisâ sûresi, 4/145) Demek ki onlar Cehennem’de Firavun’un da Ebû Cehil’in de altında olacaklar. Hz. Pir, bu manayı bir yerde şöyle ifade eder: “Münafık, kâfirden eşeddir.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 80)

Münafıklar, camide sizinle beraber namaz kılarlar ama abdestleri yoktur. Yeri geldiğinde dinin izzetinden ve kutsallığından bahseder fakat arkadan iş çevirirler. Konuştuklarında yalan söylerler. Nitekim Efendimiz de,  آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلاَثٌ إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaat ettiğinde yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” (Buharî, îmân 24; Müslim, îmân 107) hadisinde münafığın özelliklerini sayarken ilk olarak onların yalanlarına dikkat çekmiştir. Demek ki nifakın en önemli unsurlarından birisi yalandır.

Maalesef İslâm dünyasında farklı yer ve makamları işgal etmiş olan münafıklar yalan, aldatma ve ihanetleriyle toplumu dejenere etmiş, iç içe deformasyonların yaşanmasına sebep olmuşlardır. Eğer siz iyi bir ressamdan yukarıdaki hadisin muhtevasına uygun bir resim yapmasını talep edecek olsanız, bu resmin hâlihazırdaki İslâm dünyasına uygun geldiğini görürsünüz. Bu açıdan onun yeniden aslî hüviyetine döndürülmesi belki de inançsızlığın yayıldığı toplumlardan daha zordur. Mesele dipten ele alınmalı ve her şey iman, marifet ve muhabbet çizgisinde Allah’a bağlanarak götürülmelidir ki bozulan toplum yapısı yeniden restore edilebilsin.

   Takıyye

Söz buraya gelmişken kısaca takıyye üzerinde durulması da faydalı olacaktır. Zira bilindiği üzere belli bir kesim onu önemli bir esas olarak benimsemiş, dinlerinin içine bir rükün olarak sokmuş, güç ve kuvvetle karşı koyamadıkları düşmanlarını, geliştirdikleri takıyye sistemiyle ters yüz etmeye çalışmışlardır. Maalesef bu takıyye şebekesi, aldatma adına çok farklı vesileleri de kullanarak bir kısım ülkelerin kılcallarına kadar nüfuz etmiş ve çok hayatî konumları ele geçirmiş; yakın gibi durdukları pek çok kişiyi kendi hesaplarına kullanmış, onları kendi emellerine hizmet eder hâle getirmiş ve neticede tüyler ürperten nice şenaat ve denaatler işlemişlerdir.

Maalesef hem bizim toplumumuz içinde hem de daha başka İslâm beldelerinde gaflete dalan, heva-i nefsine uyan ve çok günahlara giren niceleri bu takıyye şebekesi tarafından esir alınarak angajmanlığa itilmiştir. Nifak sistemi ve takıyye, içine girdiği toplum üzerinde âdeta atom bombası tesiri yapar. Dolayısıyla kimileri onun alfa tesiriyle hayatiyetini kaybetmiş, kimileri beta tesiriyle çok ciddi bir sarsıntı geçirmiş, kimileri de gama tesiriyle burun akması, baş dönmesi ve bakış bulanması gibi tesirlere maruz kalmışlardır.  

Takıyye, yalan ve aldatmanın önemli bir tezahürü ve nifak sisteminin de en büyük silahı olduğu için şeytanî bir yoldur. Dolayısıyla takıyye yapan bir insanın hakikî mü’min olabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple takıyyeciler, münker ve nekirin sorgulamasından selametle kurtulamaz, mizanı kolaylıkla aşamaz ve sıratı rahatlıkla geçemezler. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ غَشَّنَا فَلَيْسَ مِنَّا “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, iman 164) sözleriyle yalan ve aldatmanın hiçbir şekilde Müslümanlıkla bağdaşmayacağını ifade buyurmuştur.

Hak ile Meşguliyet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Eğer sen hak ile meşgul olmazsan, bâtıl seni işgal eder!”

Burada çıkan (bilgisayar ekranına yansıyan) bir tablo var: “Ulvî dertlerle dertlenmeyenlere, süflî dertler musallat olur!” İnsan dertleniyor ise, ulvî dertler ile dertlenmeli!.. Allah ile olan irtibatı açısından acaba tam mı, değil mi?!. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize kazandırdığı şeylere, gözümüzü açma ve her şeyi doğru görme adına beyanlarının yerinde bir mercek, yerinde bir dürbün, yerinde bir teleskop olmasına karşılık, acaba biz o Zât’ın edip-eylediği şeylere tam mukabelede bulunabildik mi?!.

Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyet… Hazreti Pîr’in sözü: “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” Yani, “Yaptık tamamen, şunu hak ettik, şuna mazhar olmamız lazım!” dercesine, Allah’a karşı -hâşâ ve kellâ- pazarlık yapıyor gibi bir tavra girmek, saygısızlıktır. Esasen bize verilen şeyler… Esasen “Biz!” deme bile, “Ben!” deme bile, “Sen!” deme bile… Bunları bile bazıları fazla görmüşler. Sen, ben… Aradan çık; O, tecellî eylesin!.. Bizim varlığımız, izafi varlıklardır esasen, nisbî varlıklardır; O’nun vücûd-i hakikisinin gölgesinin gölgesi… Bu açıdan da hiç alacak bir şeyimiz yok; O, vereceklerini vermiş. Bundan sonra ömrümüz olduğu sürece, isterseniz Hazreti Nuh (aleyhisselam) gibi dokuz yüz elli sene yaşayalım, bize düşen kâmil ubudiyettir.

Kur’an-ı Kerim, Hazreti Nuh için “dokuz yüz elli sene” diyor. O dönemlere aklımız ermiyor. Denen şeyleri olduğu gibi, “Müteşâbih” gibi manalara çekmeden olduğu gibi kabul etmek lazım. Efendim, o kadar ömrümüz olsa, Cenâb-ı Hakk’a karşı hep onu kulluk istikametinde kullansak, samimâne, hâlisâne kullansak, yine de Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki nimetlerine tam mukabelede bulunmuş olmayız, şükürde bulunmuş olmayız.

Şimdi bununla dertlenme, esasen bunu dert edinme… Sonra ikinci bir mesele; madem misyon itibarıyla o yol seçilmiş, Peygamberler Yolu seçilmiş; evvelâ Allah’ın bildirilmesi, bütün insanlığa tanıttırılması… Gönüllerin O’na karşı olan alaka ile çarpması, heyecanlanması… Bu, bir gâye-i hayal olmalı. Öyle bir şey ile bir insan, oturup-kalkmaz ise şayet, hep onu heceleyip durmaz ise, süflî dertler, musallat olur ona. İşte -böyle- rahat yaşama, debdebe, ihtişam, alkış, takdir, lüks villalar, zırhlı araçlar… Bütün bunlara gönlünü kaptırır ve hiç farkına varmadan şeytanın yoluna girmiş olur. Şeytan da insanlarda -esasen- sürekli bu duyguyu tetikler durur. İnsanın, ona (şeytana) karşı koyabilmesi, Allah’ın inayetine bağlıdır; Allah’ın inayeti de sizin Allah’ın yolunda olmanıza bağlıdır.

İnsanın, ulvî dertler ile meşgul olması lazım ki, süflî dertler insana musallat olmasın!.. İnsanın sürekli hak ile meşgul olması lazım ki, bâtıl onu işgal etmesin. Bu söz, biraz değiştirilmiş olarak İmam Şâfiî hazretlerine aittir; o der ki: “Eğer hak ile meşgul olmaz isen, bâtıl seni işgal eder!” Hafizanallah!.. Neleri kabul ettirir, neleri kabul ettirir!.. Dize getirir, “Yetmez!” der; yüzüstü vurur seni yere, “Yetmez!” der; yerin dibine batmana çalışır, “Yetmez!” der, hafizanallah. Çünkü insana karşı öteden beri çok ciddî hışmı vardır, hazımsızlığı vardır. Allah’ın “Safiyyullah” olarak yarattığı insana bile, bir zelle, bir sürçme yaşattığına göre, bizim, onun tek bir oyunu ile devrilmemiz mukadderdir her zaman. Ona karşı dik durmanın da tek yolu, Allah karşısında kemâl-i ubudiyet ile el-pençe divan durmaya, rükûa varmaya, başını yere koymaya ve orada içini Allah’a karşı dökmeye, el kaldırıp içini Allah’a karşı dökmeye bağlıdır. O’nun ile ne kadar irtibatın kavi ise şayet, başka zayıf irtibatların hepsi kendi kendine sökülür gider; evet, sökülebilecek bir şey gibi sökülür gider; Allah’ın izni-inayeti ile.

   “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.”

Ekranda çıkan bir tablo üzerine söyledim bunları. Bundan evvel de bir söz çıkmıştı: “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” miydi? Evet, o çıktı arkadan. “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” Bu da yine Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbâna ait. Yani, yalan söyleyen herkes kâfir olmaz; fakat yalan, kâfirlere ait bir tabirdir, sıfattır esasen.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafığın sıfatlarını sayarken -kâfirde haydi haydi onlar bulunuyor- آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan konuşur. Vadettiği zaman vadinden döner. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman da hıyanet eder.” buyuruyor. Bazen bir dördüncü sıfat da sayıyor; bir yerde, başka bir hadiste diyor ki: وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ “Sana söz verdiği zaman da, o mevzuda hep gadir ile davranır sana, sözünde durmaz.” Bağışlayın, halk ifadesiyle, seviyesiz biraz, “kalleşlik” yapar. Ama işte birincisi yalandır; münafığın sıfatı, kâfirin de sıfatıdır.

Esasen “yalan söylemek” deniyor; bununla beraber, “iftira” da yalan kategorisine girer. Ayrıca yalana inzimam edecek iftira olması itibarıyla, o daha büyük vebaldir. Çünkü yalan söylemek, belki sadece kendini alakadar ediyor; iftirada başkasının itibarı, şerefi de söz konusu. “İtiraf” adı altında başkalarını karalama, dışlama başkalarını; bir yönüyle aradan sıyrılma adına başkalarına kötülük yapma, böylece kendi sıyrılmasını temin etmeye çalışma… Bu da “yalan” kategorisine girer; yalan söylüyor, çünkü hilâf-ı vâki beyanda bulunuyor.

Her gün yeni bir iftira ederler, başkalarını karalamaya matuf… Bir gün şöyle derler: -Mesela- “Falan Bekir ağa öldü!” Ertesi gün, yetmedi, inanmadı ise millet, adam yine çıkıyorsa milletin karşısına, bu defa da “Felç olmuş; yataktan kalkamıyormuş!” derler. Tabii, siz de bir miktar ortada görünmüyorsanız, “Tamam, tuttu!” falan derler. Bir başka defasında kalkar derler ki: “İntihara teşebbüs etmiş!” Bütün bunları dinleyip de değerlendirme, bunlara göre hüküm verme, insanın zihnini kirletir. Biz, meşgul olmayız bu türlü şeylerle; fakat bazen öyle ayağa düşüyor ki, herkes muttali oluyor, bütün bunlara muttali oluyor. Yani oturup-kalkıyorlar, hep kâfir sıfatları ile oturup kalkıyorlar; hep münafık sıfatları ile oturup kalkıyorlar.

Şimdi bütün bunlardan birini bir kere yapma, iki kere yapma, üç kere yapma insanı küfre sokmaz. Hani bunlar günah-ı kebâir olduğundan dolayı, tevbenin izâle edebileceği, yıkayacağı, arındıracağı şeylerdir.

   Hazreti Ebu Hüreyre, her gün on iki bin defa istiğfar ediyor; “Bu kadarı fazla değil mi?” denince, “Hayır, günahlarım adedince…” cevabını veriyordu; o kendi ufku itibarıyla hayalinden geçen şeylerden dahi bağışlanma diliyordu.

İstiğfar… İstiğfar önce geliyor; Cenâb-ı Hak’tan yarlığanma talep etme. Sonra tam O’na yönelme ki, ona “tevbe” diyoruz. Sonra bu tevbeyi içten yapma ki ona, “inâbe” diyoruz. Mukarrabînin yaptığı sürekli teveccühe de “evbe” diyorlar ki, onu umumiyet itibarıyla Usûlüddin uleması kullanmıyor, daha ziyade Sofiler kullanıyorlar; belki onlar içinde sizin gibi kimseler kullanabilirler. “Evbe” diyorlar; yani, Cenâb-ı Hakk’a daha içten teveccüh etme; esasen günahı/zelleyi öldüren bir mikrop gibi, bir virüs gibi görme… Altmış sene evvel, gözünün kapağını açtı, bir harama baktı ise, altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Binlerce, milyon kere istiğfar ediyorum.” deme; “Ben nasıl o haltı yaptım ya Rabbî! Keşke canımı alsaydın da ben gözümü açıp ona bakmasaydım; elimi ona uzatmasaydım; o harama doğru bir adım atmasaydım; -bağışlayın- o haltı karıştırmasaydım!” Altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine sancı ile kıvranır, böyle der. Bu, “evbe” ehlinin Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesidir, derinlemesine bir teveccühtür. Bunlar her akıllarına geldiklerinde, defter-i hasenatlarına istiğfar yağar.

İstiğfar… İnsanın defterinin istiğfar ile dolu olması da Sahib-i Şeriat tarafından takdir ile karşılanır: طُوبَى لِمَنْ وَجَدَ فِي صَحِيفَتِهِ اسْتِغْفَارًا كَثِيرًا “Ne mutlu o insana ki, defterinde pek çok istiğfar vardır!” Hatta bir kere “Estağfirullah!” demek değil de -hani birisinin sık sık tekrar ettiği gibi- أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Milyon milyon estağfirullah!.. Katrilyon katrilyon estağfirullah… Allah’ım, günahlarım kadar diyemiyorum!..”

Hadis dersinde ricâl okunurken, Hazreti Ebu Hüreyre’nin hayat-ı seniyyeleri her geldiğinde, nazara verildiğinde görüyoruz; yaptığı şeylerden bir tanesi de günde on iki bin tane tesbih söylemek. Zannediyorum, سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْأَلُكَ رَحْمَتَكَ، اَللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا، وَلَا تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي، وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً، إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Rabbim, Seni (Zatına yakışmayan her şeyden) tenzih ederim. Allah’ım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allah’ım, ilmimi artır ve beni hidayete erdirdikten sonra bir daha kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkâr Vehhâb’sın.” diyordu. Me’sûrat’tan olan şeyler… (“Me’sûrât” kısaca Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlerin genel adıdır.) Ashâb-ı Kirâm, Me’surât’a çok dikkat ederlerdi. Kendi hevâ ve heveslerine göre uydurdukları kelimeler ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh yerine, “Allah’a teveccüh, ancak Allah’ı doğru bilen birisinin beyanı ile olur.” mülahazasıyla hareket ederlerdi. “Efendimiz ne demiş, O’na nasıl yaklaşmış, nasıl teveccüh etmiş, kapının tokmağına nasıl dokunmuş, başını eşiğe nasıl koymuş, kapıyı nasıl tıklatmış ise, bize düşen de odur.” derlerdi. Bu arz ettiğim tesbih de sabah-akşam dualarında; Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait Me’sûrât’tan bir duadır. Böyle diyebilecekleri gibi, aynı zamanda başka şekilde de yine Efendimiz’den mervî çok şey var, böyle de diyebilirler.

On iki bin defa tesbih yapıyor. Onun bu halini istiğrap edenler, biraz garip bulanlar diyorlar ki: “Yani bu kadar…” Diyor ki, “Ee, günahlarım kadar yapıyorum!” Evet… Bilmiyorum ne günahı olmuş! Gelmiş orada, Suffe’de yatmış, kalkmış.. Efendimiz’den hiç ayrılmamış.. bazen açlığından dolayı, susuzluğundan dolayı, saralı bir insan gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihrabı ile Âişe validemizin hücresi arasında bayılmış düşmüş.. millet “Deli!” demiş kendisine ama “Açımdan bayılıyordum!” falan demiş… Şimdi günah ile arasında sürekli bir mesafe olmuş. Hadis râvîleri arasında, Efendimiz’den hadis rivayet edenler arasında, sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet eden zattır. Cenâb-ı Hak, bizi, onların şefaatine mazhar eylesin.

   Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir “tevbe”; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir “inâbe”; O’ndan başka her şeye kapanma da bir “evbe”dir.

Şimdi, “evbe”ye misal veriyordum; işte Hazreti Ebu Hüreyre’ninki bir “evbe”dir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselam), “kendimizle yüzleşme” mevzuunda kısmen temas edildiği gibi, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam), Hazreti İsa’nın (aleyhisselam), Hazreti Yakûb’un (aleyhisselam), Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) Allah ile münasebetleri açısından, kendileri ile yüzleşmeleri açısından dualarına bakarsanız, zannedersiniz ki oturup-kalkmış hep günah işlemişler, estağfirullah…

Kendilerine göre bir konum belirlemişlerdir esasen. Bazı deyip-ettikleri şeyler, bazen akıllarına gelen şeyler, bazen tasavvurlarına giren/sokulan şeyler, bazen bir güve gibi hayallerine gelip düşen şeyler… Bunları birer cinayet kabul etmiş; “Nasıl olur?! Allah, beni görüyor. Ben de O’nu görmenin peşinde olmalıyım! Ben burada o sadakatin gerektirdiği tavrı sergileyemedim.” mülahazasıyla, büyük bir günah işlemiş gibi, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ demişlerdir. O, kendileri ile yüzleşme meselesine (“Kendi Kendimizle Yüzleşme veya Muhasebe” adıyla başlayıp devam eden Çağlayan dergisi makalelerine) de bakılırsa, görülecektir ki öyledir. Yoksa onları bizim günahlarımız gibi günah görmek, hafizanallah, o yüce zatları kadr u kıymetleri ile bilememe, Allah’la münasebetleri ile, derin münasebetleri ile tanıyamama demektir. Cenâb-ı Hak, tanımaya muvaffak eylesin! Bizi de o yola ilelebet hep sülük eylemeyi lütfeylesin!.. -Evet, kurban olayım, çıktı bakın!.. (Ekrana yansıyan tabloya) “Herakliyus’a yazdığı mektup” derler de; bu, el yazması…

Herkesin ulaşabileceği bir şey değildir “Evbe”. Bir enbiyâ-ı ızâm (aleyhimüssalâtü vesselam)… Bir belki o “Ebdâl”; öyle deniyor onlar için.. “Evtâd”; öyle deniyor onlar için.. “Aktâb”; öyle deniyor onlar için.. “Gavs”, bir dönemde bir tane bulunuyor, ona öyle deniyor. Belki o müçtehidin-i ızâm, müfessirîn-i kirâm, müceddidîn-i fihâm hazerâtı. Onlar, o mevzuda çok temkinli, çok gayretlidirler hakikaten. Her şeyi, Tasavvuftaki o “temkîn” yörüngesinde götürürler. Katiyen çok küçük hataya bile, kaymaya bile, zelleye bile, göz kaymasına bile, el uzanmasına bile tahammülleri yoktur; ölürler orada.

İşte o Rical’de görüyorsunuz: Kur’an-ı Kerim’i okurken bazen, yüzüstü kapanıyor ona, yüzünü toza-toprağa sürüyor. Bazen kendisinin yazdığı “Rekâik”i okuyor orada, kendisinin yazdığı… Ahirete ait tablolar… Berzah’ta ne oluyor, Mahşer’de ne oluyor, Mizan’da terazinin kefeleri ne söylüyor?!. Sırat ne diyor senin için? Öbür taraftan, Cennet kapıları aralanmış; ne istiyorlar senden? Cehennem ağzını açmış, bir hortum gibi yutmak istiyor seni; o ne demek istiyor sana?!. Bütün bunları birden nazar-ı itibara aldıkları zaman, yürekleri ağızlarına geliyor onların; hayatı öyle götürüyorlar.

Bir de o dönemde, devr-i Risâletpenâhi’den itibaren bunlar yaşanmış; o İstiğfar da, Tevbe de, İnâbe de, Evbe de hepsi yaşanmış. Fakat hani sistem halinde henüz adlandırılamamış; belki, o sistemin gerekleri nelerdir, onlar ortaya konamamış. Daha sonra sofîler, bazı şeyleri isimlendirmişler; “Buna şu denir, buna şu denir, buna da şu denir, buna da şu denir!” demek suretiyle, esasen o mevzudaki yürümeye adlar koymuşlar. O mevzuda yapılacak şeylere adlar koymuşlar ve o adlar ile artık onları tarif etmişler. “Esasen onlar eskiden yoktu da sonradan icat oldu!” demek değildir yani. İsimsiz müsemma… Vardılar da onlar, daha sonra başkaları “Dile göre, ne diyelim bunlara?” dediler; “İşte bu, -dile göre- budur!” falan dediler, buna göre adlandırdılar. Tarikatlar oldu, Sofilikler oldu, Seyr-i Sülûk-i Ruhânîler oldu. “Seyr illallah”, “Seyr billah”, “Seyr maallah”, “Seyr anillah” tabirleri işin içine girdi. Ve bütün bunları, bizim iştihamızı kabartan, arzularımızı tetikleyen birer unsur haline getirdiler. “Âlem hep bu yolda O’na doğru yürüyor; siz ne diye duruyorsunuz!” şekline geldi. Hakiki mürşitlerin elinde de binlerce insan, yüz binlerce insan -Üstadımız her zaman “yüz binlerce” tabirini kullanıyor; yüzbinlerce insan- o ufku Allah’ın izni-inayeti ile ihraz ettiler.

   Gül bitirmek veya başağa yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız; Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Size de o yol açık, o ufuk açık, Allah’ın izniyle. Cenâb-ı Hak, size de lütfeylesin!.. Ve en zirveye varın, ondan sonra “İnsanlar niye buraya gelmiyor ki?!” diye gelin, onların ellerinden tutmaya çalışın ve onları da o ufka götürmeye çalışın, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şu andaki konumunuz da ona namzet olduğunuzu gösteriyor. Cenâb-ı Hak, sizi, bazılarının elleriyle yeryüzüne saçtı. Şayet niyetleri hâlis olsaydı, yapmanız gerekli olan bu şeyi yapmak üzere sizi tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına -hâlis niyet ile- saçsalardı, onların hepsi de evliya olurdu. Fakat onlar o niyet ile saçmadılar; zulüm olsun diye, sizi bitirmek için yaptılar. Bu mesele onlar için ayn-ı günah oldu, onları batıracak bir şey oldu. Fakat sizi de kaldıracak bir şey oldu.

Şimdi tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Toprağın bağrına düştünüz. Sâdî Şirâzî’nin dediği gibi, خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ * كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ “Toprak ol toprak ki, gül bitiresin; zira topraktan başkası güle mazhar olamaz.” Gül bitirmek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız veya başağa/başaklara yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Bazen şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerifleri, ism-i âlîleri dünyanın dört bir yanında şehbal açacak, bayraklar gibi, sancaklar gibi dalgalanıp duracak… Nâm-ı celîl-i Muhammedî, bayraklar gibi dalgalanacak duracak… Yahya Kemal, onun öyle olmasını istemiş. Hani ufku o kadar mıydı ama “Eski Şiirin Gölgesinde” içinde bulunan şeylerden -onda bize ait şeyleri yazar- bir tanesi de odur: “Ezan” şiiri, malum. Evet, çok iyi biliyorsunuz; tekrarı başınızı ağrıtır mı bunun?!

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî,

Kâfî değil sadâna, cihan-ı Muhammedî..

Sultan Selim-i Evveli râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi şân-ı Muhammedî..

Gök nura gark olur, nice yüz bin minareden,

Şehbal açınca ruh-i revân-ı Muhammedî..

Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,

Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.”

Sonra da Üsküp’te, kabr-i madere meseleyi havale ederek diyor ki:

“Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,

Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.” (Sallallâhu aleyhi ve sellem.)

O mesele, öyle bir nesil ile, iki nesil ile, üç nesil ile gerçekleşecek basit bir hadise değil. Bir nesil, o meseleyi kıvamında yaşayacak; hakikaten o meselenin kıvamını sergileyecek; her tavrı ile, her hali ile sergileyecek… Gittikleri her yerde Müslümanlık adına insanların problemlerini halledecek; insanlarda bir imrenme uyandıracak, Allah’ın izni-inayeti ile… Onların bıraktıkları yerden, arkadan gelen başka bir nesil alacak onu; birkaç kilometre daha ileriye götürecek; birkaç kilometre daha ileriye götürecek… Müslim-i Şerif’te ifade edildiği gibi, yeryüzünde nâm-ı Celîlinin gitmediği yer kalmayacak, Allah’ın izni-inayeti ile.

Ama herkesin aynı seviyede, zirvede meseleyi kabul etmesine gelince, o hiçbir zaman olmamış ki, yine olmayacak; bunu öyle kabul etmek lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bulunduğu zamanda da olmamış. O elindeki fırçasını kime çalıyorsa, Kendine benzetiyor; fakat münafıklar dinlemiyorlar, sürekli arkadan fırıldak çeviriyorlar. Bu açıdan da realiteleri de gözeterek insan öyle bir gâye-i hayale kilitlenmeli!..

   Egoizm, egosantrizm, narsizm gibi gayyalara yuvarlanmamanın çaresi gaye-i hayaldir.

Yine Hazreti Pîr’in bir sözü ile, onu tekrarlayarak devam edelim: “Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsî edilse, elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.” Egoizmaya gitmenin, egosantrizmaya gitmenin, daha Allah belası başka şeylere yuvarlanmanın karşısında bir şey var ise, o da “gâye-i hayal”dir.

Yüksek bir gâye-i hayal… Fransızlar “ideal” demişler; Ziya Gökalp “mefkûre” demiş, onun karşılığı diye. Fakat Hazret-i Pîr’inki “gâye-i hayal”. Yani, “taakkul”ünüz öyle olacak, “tasavvur”unuz öyle olacak ama esas “hayal”inizde bile o olacak. Oturup kalkarken “Niye ben bu işin rüyasını görmüyorum?! Neden ben bunu hep hayal etmiyorum?!. Böyle, oturup kalksam hep bunu hayal etsem!” diyeceksiniz. Böyle olunca, zannediyorum İstanbul’un surları Fatih’in (cennet-mekân) stratejileri/taktikleri karşısında kale kapıları misillü açıldığı gibi, Allah’ın izni-inayeti ile sizin için de nice kapılar kale kapıları gibi açılacak.

Şimdi de ekranda şu çıktı: اَمَرْتُكَ الْخَيْرَ لاَكِنْ مَا اتَمَرْتُ بِهِ – وَ مَا اسْتَقَمْتُ فَمَا قَوْلِي لَكَ اسْتَقَمِ “Sana hayrı emrettim ama ben kendim onu emir edinmedim! Kendim istikamet üzere olmadım ama sana sözüm, ‘İstikamet üzere ol!’ idi.” Bûsîrî kasidesinde diyor. İşte benim durumum. Size hayli güzel şeyleri söylüyorum fakat onları tabiatımda bir derinlik hâline getiremediğimden, içtenleştiremediğimden, nasıl o sözler size tesir edecek ki?!. Ben, dediğim şeylerin altında kalarak inlemeli/ezilmeliyim ki, sizin için de bir şey ifade etsin. Ama heyhat! Heyhat!.. Esselâmu aleyküm.

Çağın Fütüvvet Ruhu

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Sözlük anlamıyla “gençlik ve yiğitlik” demek olan “fütüvvet”, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitasıdır.

Fütüvvet, Türkçemizde “genç, diri, canlı insan” mânâlarına gelen “fetâ” kelimesinden türetilmiştir. Seyyidinâ Hazreti Musa’ya refakat eden zât da “fetâ” tabiriyle, yine “fütüvvet” vurgusunda bulunularak anlatılıyor. Bazıları tarafından Hazreti Ali’nin de o unvan ile yâd edilmesini şâyân-ı takdir olarak karşılarız, alkışlarız aynı zamanda. Belki devr-i Risâletpenâhi’de daha niceleri o ruhun mümessili idi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sağında, solunda, önünde, arkasında, dört bir yanında… Evet, geçen de bir manzumede ifade edildiği gibi, “Senin Mus’ab’ına hep imrendim!” Onlar, hep imrenilecek insanlardı.

Fakat o meseleleri sadece tarihî birer vakıa olarak görme, duyma, bilme ve ifade etme değil de esasen insanın içinde çok ciddî şekilde o çerçevede olma arzusunun oluşması önemlidir. O da insanın sürekli, her gün dünyaya daha farklı bir göz açması ile, daha farklı bir dirilişi ile alakalıdır, ancak öyle olabilir; yani her gün bir kere daha imanını yenilemek suretiyle gerçekleşebilir. Nitekim Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” buyurmaktadır. Sahabî felsefesi ile, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle bir saat yeniden seninle iman edelim!” mevzuu… Böyle taklide ve gördüğümüz şeylere bağlı yaptığımız ibadet u tâat, evrâd u ezkâr, hatta bizim “tefekkür” zannettiğimiz, “tedebbür” zannettiğimiz, bakma-etme filan… Esasen bunlar ile çok bir yere varılamaz; inşaallah varanlar vardır okuyup ettiği, anlattığı şeyler ile…

Burada tehlikeli bir şey de -antrparantez- şudur: İnsan, okuduğu-ettiği, yazdığı-çizdiği şeyler ile sadece başkalarına bir şey anlatma gafleti içine düşebilir; sanki kendisi müstağnî gibi ondan… Mesela, tekvinî emirleri hallaç eder, tahlillere/terkiplere tâbî tutar; fakat onunla başkalarına ders verme gayreti içinde bulunur. Esas, bütün mesele, insanın kendine yönelik olmasıdır; onun, kendisini bir mercek haline getirmesi, kendisini bir mirsâd haline getirmesi ve başkalarına bakarken -bir yönüyle- kendini bir gözlük gibi kullanması lazım. Mesele, inanılan şeylerin tabiata mal edilmesi…

Bunun için de belki, sürekli tedebbüre, teemmüle, tefekküre ihtiyaç var. Fakat bütün bunlarda, başkalarına bir şey anlatıyor gibi değil de esasen “Bunlar bana göre şeyler!” denmesi lazım. Her gün yeni bir şeyi daha mercek yaparak tefekkür… Mesela, kulak ile alakalı bir tefekkür… Bu gün o kulak merceği ile imanını bir kere daha gözden geçirme… Külliyât’ta o meselelere ayrı ayrı temas edildiği gibi… Bugün tasavvuf dersinde göz de bahis-mevzuu yapıldı. İşte Gazzâlî, İhyâ’sında onu da anlatıyor; onun tabakalarından, altı tabakasından bahsediyor. “Gelin bunu bir analiz edelim; bir kere daha, bir de göz merceği ile imanımızı kontrol edelim! Bir de o zaviyeden bakalım; onu bir rasathane gibi yapalım, imanımıza o zaviyeden bakalım!” demek…

İmanı canlı tutabilmek için, sürekli onu besleyen bazı şeylerin olması lazım. Yoksa ülfet ve ünsiyet ile, o, şekle inkılap eder, surete inkılap eder. Böyle “namaz” diye yatar kalkarsınız, “oruç” diye aç durursunuz, “hac” diye bir seyahate gidersiniz/çıkarsınız… Bunların hiçbirini de hafife almıyorum; bir şey ifade eder bunlar. Fakat “bir şey ifade etme” seviyesini mübtedîlere emanet etmek lazım.

İşin daha mebdeinde olanların, bu işe ilk adımı atanların hali ilk basamaktır. Evet, doğru, oraya adım atmaları lazım. Fakat senelerce bu işin içinde -böyle “tepinip durma” gibi bir tabir geldi dilime de bu, başkaları için kullanılır- tepinip durduğu halde, hâlâ besâtetten (basitlik, ilk basamak/adım, şekil) sıyrılamamış.. hâlâ taklitten sıyrılamamış.. hâlâ ülfetten sıyrılamamış.. hâlâ Allah aklına geldiği zaman burnunun kemikleri sızlamıyor.. Peygamberimiz aklına geldiği zaman burnunun kemiği sızlamıyor.. “Hel min mezîd! – Allah’ım daha yok mu?!.” diyemiyor… Halbuki, insan hakikaten Zât-ı Uluhiyeti hâzır ve nâzır görüyor gibi olsa, hâzır ve nâzır duyuyor gibi olsa, baktığı her şeyde O’nun tasarrufât-ı Sübhâniyesini temâşa etmeyle arkasında Ef’âl-i İlahiyeyi, Esmâ-i İlahiyeyi, Sıfât-ı Sübhâniyeyi temâşâ ediyor gibi olsa, adımını atarken hep dikkatli ve “O, beni görüyor!” mülahazasıyla atsa, yine de bunlara kanaat etmemeli; “Daha yok mu?!” demeli, sürekli onun üzerine bir şey koymalı!..

   Müslümanlık adına destanların kesildiği fakat onun canına okunduğu günümüzde, asıl yiğitlik, imanda derinleşmek ve bu sayede dil yerine hal ve temsili bir lisan haline getirebilmektir.

Zannediyorum “iman”ın temelden bir sarsıntı yaşadığı dönemde, gerçek fütüvvet, bu mevzudadır. Yani, bir dönemde insanlar, İstanbul’un fethine gidebilirler, Viyana’nın fethine gidebilirler… Yine işin arkasında derin bir iman vardır; esasen, mücâhid olma, fâtih olma mülahazası vardır. O mülahaza ile gitmişler ise, Cenâb-ı Hak, onlara niyetlerine göre lütfeylesin! Fakat günümüzün problemi -esasen- iman problemi olduğu için, bugün sürekli imanda derinleşmeye ihtiyaç var. İmanımızı her sabah bir kere daha yenilesek, öğlen bir kere daha yenilesek, akşam bir kere daha yenilesek, beş vakit namazda bir kere daha yenilesek… Namazda ayakta dururken bir kere duysak Rabbimizi, rükûa giderken bir kere daha tir tir titresek, secdeye varırken orada bir kere daha tir tir titresek… Buna ihtiyaç var; eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile buna muhtacız. Çünkü iman, bu asırda, bu çağda temelinden sarsılmıştır; Bundan dolayı, zannediyorum, esas yiğitlik o mevzuda olacaktır, iman mevzuunda olacaktır.

O olunca zaten, öyle imanlı bir fütüvvete bakan, ona vâbeste bulunan şeyler, belki kendi kendine halledilecek: “Ben, duydum, ettim bunu. Bir yönüyle içtenleştirdim, tabiatıma mal ettim, onun bir derinliği haline getirdim. Bunu artık yeme, içme, yatma veya başka beşerî ihtiyaçlarımı yerine getirme ölçüsünde tabiatımın bir gereği olarak kabul ediyorum. Ee nasıl olur bu, ben bunu başkalarına duyurmazsam?!. Ayıp olmaz mı bu?!. Böyle güzel bir şeyi duyurmalıyım. Rabbimi başkalarına tanıtma mevzuunu da şu tabiî, beşerî ihtiyaçlarım gibi görmeli, onu tabiî olarak kabul edip Rabbimi başkalarına anlatmalıyım!..”

Bu da “hâl” ile olur, “temsil” ile olur, söz ile değil. Zannetmiyorum, söz, hâlin ve temsilin dili olmuş ise, müessir olmuştur. Yoksa esas müessir olan, “hâl”dir -üzerinde durulabilir, durulmaya değer- ve “temsil”dir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en müessir yanı da -belki- O’nun aldığı o mesajları, kendi tabiatına mal ederek bir “mir’ât-ı mücellâ” gibi etrafa aksettirmesi idi. Yukarıdan gelen şeyler, Nâmütenâhî’den (celle celâluhu) gelen şeyler, o Mir’ât-ı Mücellâ’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) aksetmek suretiyle çevreye yansıyordu. Ne oluyor? إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Görüldüğü zaman, Allah hatırlanıyor.” Sürekli öyle bir tavrı var ki O’nun, tavrına bakınca diyorsunuz: “Bu, Allah karşısında duruyor gibi duruyor!” Şekil değil, söz değil…

Müslümanlık adına destanların kesildiği, fakat onun canına okunduğu, ırzına geçildiği bir çağda yaşıyoruz. -Bu tabir belki galiz oldu.- “Ben Müslümanım!” diyenler esasen Müslümanlığın namusuna dokundular, Müslümanlığı yerle bir ettiler, oyuncak haline getirdiler; çocuk oyuncağı/bilyesi halinde ellerinde çevirdiler ve onun ile bir yerlere varmak istediler; bir yarışı onun ile gerçekleştirmek istediler; bir ipi onun ile göğüslemek istediler; onu kullandılar, ayaklarının altına aldılar onu!.. Böyle bir dönemde sabah bir iman yenilemesi, kuşlukta bir iman yenilemesi, salât-ı Duhâ ile bir iman yenilemesi, öğlende bir iman yenilemesi, ikindide yeniden bir iman yenilemesi… جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ Ma’bûd-u bi’l-hak, Maksûd-u bi’l-istihkak, O’dur. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Hazreti Muhammed, Allah’ın resulüdür, elçisidir.” Bize O’ndan gelen mesaj, budur.

   Fütüvvetin özü; güçlü olduğu yerde affetmek, hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunmak, düşmanları hakkında bile hayırhahlık yapmak ve ihtiyaç içinde kıvrandığı zaman dahi “îsâr” ruhuyla başkalarını düşünmektir.

Evet, fütüvvet, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitasıdır.

Kerem, bir yönüyle herkese ikramda bulunma hâli. “Kerîm”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden; “Mükrim” de Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden. Biri, “başkalarına ikram eden” manasına geliyor; biri, “Zâtında ikram etme vasfı bulunan; ikram, Zât-ı Ulûhiyetinin muktezası” manasına geliyor. Dolayısıyla, “fütüvvet” dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ fehvasınca, kerem ile ittisaf etmek demek oluyor. “Kerem” ile ittisaf etmek, “Kerîm” olmak, bir yönüyle “Mükrim” olmak… Bunların hepsi insanlara konulmuş adlardır aynı zamanda. Kerîm… Sadece Abdülkerim değil de Kerîm de konulmuştur. Bazı isimler tek başına kullanılmaz, “abd” gelir başında; “Abdullah, Abdurrahman, Abdürrahim” denir. Fakat Kerîm, Mükrim, bunlar kullanılır; Mükrim de denir.

“İffet” bir yönüyle duyguda, düşüncede, histe, tabiatta, cismâniyette afif olma, namuslu olma… Dinin muktezasına göre bir hayat tarzını tabiatına mal ederek öyle yaşama… Elini-ayağını, gözünü-kulağını, dilini-dudağını memnu olan bütün şeylere karşı koruma; kapıları kapama, arkalarına sürgüler sürme ve bütün onlara karşı şeytana “Beyhude yorulma!” deme; “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir!..” Öyle bir iffet âbidesi halinde yaşama… Bu da o fütüvvetin ayrı bir derinliği ki, selef öyle yaşamışlardı.

“Emanet” de onun bir buudu. O da emniyet demektir. Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’min” ismi var; aynı zamanda bu “Mü’min” ismi, mü’minlere de verilmiş. Zât-ı Ulûhiyete ait yanıyla, emniyet ve güveni, hem insanlar için, hem yeryüzünde sosyal hayat için, hem kâinat çapında temin etmek; mü’minlere ait yanıyla da mü’minin yeryüzünde emniyet ve güven insanı olması manasına geliyor.

“Şefkat” fütüvvetin ayrı bir derinliğidir. Hazreti Pîr de onun üzerinde duruyor; mesleği itibarıyla diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Sonra şefkat ve tefekkür esaslarını da zikrediyor.

Tefekkür; sürekli sebep-sonuç arası gel-gitler yaşamak… Bir sebebe bakmak, bir sonuca bakmak ve bütün bunların hepsinin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmek… İmam Gazzâlî hazretlerinin mütalaalarını sabah okuduk; İhyâ’da gördünüz, nasıl her şey Cenâb-ı Hakk’a bağlanıyor: Ağız üzerinde duruyor, göz üzerinde duruyor, kulak üzerinde duruyor, jinekoloji üzerinde duruyor, anne karnında çocuğun devri üzerinde duruyor… Bütün bunların esbaba ve tabiata verilmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Kendi çağına göre, değişik ilimlerin o gün ifade ettiği şeylerin dilini kullanarak, o günün insanlarına Zât-ı Ulûhiyeti gösterme, O’nun tarafından görülüyor olma ufkuna insanları yönlendirme, O’-nun ta-ra-fın-dan gö-rü-lü-yor ol-ma uf-ku-na in-san-la-rı yön-len-dir-me…

   En başta, bugün “Siyasal İslam” diyenler, İslamiyet’in hayata hayat kılınmasını istemezler; çünkü onlar dini yalnızca dünya hayatı ve dünyevî arzuları uğrunda bir meta gibi kullanıyor, onu süflî emellerini gerçekleştirmeye vasıta yapıyorlar.

Evet, bu çağda, esas, imana yönlendirme mevzuu… Çünkü imanda ciddî kırılmalar ve sarsıntılar yaşanıyor. “İnandım!” diyen insanlar bile esas inanmış değil: Bohemlik yaşıyor gırtlağına kadar.. haramilik yaşıyor gırtlağına kadar.. hayatın zevk u sefası açısından Amnofis’in çok ötesinde, dünya tiranlarının çok ötesinde, fırsat ele geçince milleti soyup-soğana çevirme ve aynı zamanda firavunlar gibi, diktatörler gibi, tiranlar gibi yaşama… Ama Müslümanlığı da kimseye vermeme!.. Hatta “Siyasî İslamiyet” filan deme… “Siyasal İslamiyet” diyorlar…

Evet, burada kesip bir şey söyleyeyim: Vallahi yalan, billahi yalan, tallahi yalan!.. O (dinin hayata hayat kılınması/İslamiyet) gelmeye kalksa, “Kaf dağının arkasından çıktı, o geliyor!” falan dense, bugün onu sahiplenmiş gibi görünen insanlar, “Acaba nasıl surlar/setler oluşturmalıyız ki, o, bizim memleketimize gelmesin!.. Biz ne güzel milleti bununla kandırıyoruz, idare ediyoruz böyle; onu bir vasıta, bir argüman olarak kullanıyoruz, emellerimizi onun sayesinde gerçekleştiriyoruz!.. Onun sayesinde zırhlı arabaların ellisi ile, yüzü ile seyahatler yapıyoruz.. uçak üstüne uçaklar alıyoruz.. bin odalı, iki bin odalı yerler yapıyoruz… Onun sayesinde… Dolayısıyla ‘İtibar!’ diyoruz, ‘Onur!’ diyoruz!” derler; kocaman bir devletin önemli bir yerinde bulunan insanlar…

Bu açıdan da yemin ediyorum: Alâkaları yok, zerre kadar alakaları yok!.. Zerre kadar alakaları olsa, yüzleri yerde olur her zaman; Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile hareket ederler; millete ait arpa kadar bir şeyin kursaklarına girmesine meydan vermezler; bir arpanın hesabını verecek olma mülahazası ile öbür tarafa gitmek istemezler; demişler, etmişler ise şayet, kapı kapı dolaşırlar, “Hakkını helal et!” derler. Evet, bunların hiçbiri yok. Hiçbiri olmadığına göre, bunlara esas teşkil eden şey de “hiç yok” demektir; bunlara esas blokaj teşkil eden şey yok demektir.

Fütüvvetin diğer bir buudu olarak, “hazm-ı nefs”, bir insanın kendi nefsi ile yüzleşmesi demek, kendisini yerden yere vurması demek. Yine Hazret’in ifade ettiği ve üzerinde durduğu gibi, Hazreti Ömer efendimize müsned bir beyanda, حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” denir. (Çağlayan Dergisi’nde) son yazılıp çizilen şeylerde ifade edildiği gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendisini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurması… “Fazilet” filan dendiği zaman da esasen “Allah Allah! Benim nereme yakıştırıyor bunlar bunu?!” demesi…

“Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum!” diyor çağın insanı; “Ben, beni beğenmiyorum!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, yüzü suyu hürmetine varlık yaratılmış fakat diyor ki: “Ben, çiğ et yiyen bir kadının çocuğuyum!” Kendisine ayağa kalktıkları zaman, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi kalkmayın!” diyor. Kendisine ayağa kalkmak isteyenleri uyarıyor. Şimdi firavunların haline bir bakın. İnsanlar ayağa kalkmasalar, alkışlamasalar, ayakta alkışlamasalar, kendisine ihanet sayıyor, sitem ediyor, başkalarına hakarette bulunarak belki de bulunduğu yeri terk edip gidiyor. Bunlar, nefsini sindirememiş insanlar, nefsini konumlandırması gerekli olan yerde konumlandıramamış insanlar demektir. Ve o “kerem”e sahip olmayan, o “iffet”e sahip olmayan, o “emanet” duygusuyla serfirâz olmayan, o “şefkat” ile pâyidar olmayan, öylesine “hazm-ı nefs”te bulunmayan kimseler, insan değildirler esasen.

   “Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdi; Biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini imanî irtibatla metanetleştirdik; metanetleştirdik de o zaman doğrulup, ‘Bizim Rabbimiz bütün semavât ve arzın da Rabbidir.’ dediler.”

Böyle “insan” olmayan kimselerde fütüvvet ve fetâlık hiç bulunamaz; çünkü pek çok güzelliği özünde toplayan bir halita şeklinde vasfediliyor, fütüvvet. Özellikle Ashâb-ı Kehf ve Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. Öyle idiler. Meydan okudular. Başa çıkamayacaklarını anladıkları zaman da hicret ve gaybubet ettiler. Esasen enbiyâ-ı ızâm da öyle yapmış.

Onların gidip şerirler tarafından bulunamayacakları bir mağaraya tahassun etmeleri, istiğrap edilecek bir şey değil. Seyyidinâ Hazreti Musa da Firavun’dan… “Kaçtı” tabirini onun hakkında kullanmak istemiyorum. Vakıa Kur’an, “kaçtı” tabiri kullanıyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ Kendi diyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.” (Şuarâ, 26/21) O, kendi hakkında öyle diyebilir; Allah da O’nun hakkında bu tabiri kullanabilir. Ama bize gelince, baş tacı edeceğimiz o insanlar hakkında, “O belalı, musibetli, zift bir yerden fonksiyonunu/misyonunu edâ edebileceği daha nezih bir yere hicret etti!” dememiz lazım. Seyyidinâ Hazreti Musa hakkındaki “ferre” (فَرَّ) kelimesini naklederken de “Daha önemli bir yerde misyon edâ etmek üzere hicret etti!” demek uygun.

İnsanlığın İftihar Tablosu da hicret etti. Sevr sultanlığına girdi; arkadakilerine “Böyle yapın!” dedi. Hazreti Musa öyle yaptı.. Seyyidinâ Hazreti İsa öyle yaptı.. Hazreti Yahya öyle yaptı… Ama bazıları ele geçti. Kur’an Kerim ifade ediyor; “Peygamberleri öldürüyorlardı, şehit ediyorlardı!” diyor. Bir şey anlatan insanları şehit ediyorlardı. Belki öldürülmeyen insanlar da o kavimler helak olduklarından dolayı -Hazreti Nuh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi, Hazreti Lût gibi- işin içinden sıyrılmışlardı, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, emriyle, sıyânetiyle, inâyetiyle, riâyetiyle, hıfzıyla, kilâetiyle, hısn-ı hasîniyle. İnsanlığın İftihar Tablosu da öyle hicret ederken, Sevr sultanlığına… “Sığındı” da demeyeceğim; esasen girdi, orayı kutsallaştırdı. Mağara, O’nu bekliyordu. Oraya girdi, orası bir sultanlık oldu. Gitseniz, tozuna-toprağına yüzünüzü sürseniz, değer.

Şimdi asıl mesele, Ashâb-ı Kehf… Ashâb-ı Kehf de Dakyanus’un şerriyle başa çıkamıyorlardı. O, her gün bir insanı çarmıha geriyordu, her gün bir insanı çarmıha geriyordu. Oradan ayrılan ve gidip mağarada tahassun eden insanlar da saraya mensup insanlar idi. Başkalarının başka isim ile yâd ettikleri, başta “Yemliha” dediğimiz zat, doğrudan doğruya saraydaki prenslerden, şehzâdelerden birisiydi. Ama bunlar, iflah edilmediler, orada bile yaşama hakkı verilmedi. Ve bir de bunlara bir çoban takıldı; “Kefeştetayyuş” falan diyorlar, biz öyle diyoruz. Hamdi Yazır bazılarının ismini değiştiriyor; İranlılar da farklı olarak sayıyorlar bunları, çevirdikleri dizide. Biz, “Yemliha, Mekselina, Meselina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş” ve bir de “Kıtmîr” diyoruz.

Hepsi bundan mı ibaretti? Kur’an-ı Kerim, “(Ashâb-ı Kehf ve kıssasının verdiği dersler üzerinde düşüneceklerine, insanlar bizzat hadise üzerinde yoğunlaşıp ayrıntılara girecek ve) kimisi, ‘Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.’ diyecek; daha başkaları, ‘Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ diyeceklerdir. Bunların yaptıkları, gaybı taşlamaktan ibarettir.” (Kehf, 18/22) buyuruyor; رَجْمًا بِالْغَيْبِ diyor. Fakat سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ “Bazıları da, ‘Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.’ diyecektir.” beyanında sükût ediyor. “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder.” Şimdi bu espriye bağlı olarak meseleye yaklaştığımız zaman, biraz “yedi” olduğu doğru gibi görünüyor, köpek ile beraber (sekiz olması) doğru gibi görünüyor. Belki bunların aslı, önemli rehgüzârları, rehberleri, rehnümâları yedi tane idi, sekizincisi köpekleri idi orada ama daha başkaları da gelip sonradan sığınmış olabilirler. Çünkü hemen orada “Onların adedini Allah bilir.” diyor. Bir yönüyle o, “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder” deyip meseleyi “Demek ki yedi idi, sekizincisi köpek idi.” Hükmümüzü de deliyor gibi, sonraki beyan onu deliyor gibi oluyor.

Evet, bunlar da yaşamalarını yaşatma meselesine bağlı olarak değerlendirdiklerinden dolayı… “Eğer O’nun nâm-ı celîlini dünyaya duyurursak/duyurabilirsek, yaşamaya değer!.. Bundan sonra gözümün ağrısı, O’nu duyurmak!.. O’nu duyurma var ise, biraz daha yaşayalım. Yok, O’nu duyurma meselesi söz konusu değilse, yaşamanın da anlamı yok!” Anladınız değil mi bunu?!. Nitekim bu mülahazaların yansımalarını da görüyoruz: Bir gün onlar hayata erdiklerinde, yeniden geriye döndüklerinde, bakıyorlar… Ne kadar sene sonra? Üç yüz dokuz sene… O kadar sene sonra, dirildiklerini gören insanlar, o bölgenin bütün insanları -torunu, torununun torunu, torununun torunu seksen yaşında- geliyorlar oraya. O da kendi kızıyla geliyor oraya, görüyorlar onları; dünya kadar insan iman etmiş. “Demek ki maksat hâsıl oldu artık, bizim yaşamamızın anlamı yok; biz, öbür tarafa göç edebiliriz!” Dolayısıyla bir daha gözlerini açmamak üzere yumuyorlar; bu dünyaya gözlerini yumuyor, öbür dünyaya gözlerini açıyorlar. Zaten onlar bir gözleriyle hep öbür tarafa bakıyorlardı, sol gözleriyle dünyaya nîm-i nigâhta bulunuyorlardı. Ashâb-ı Kehf, öyle idi.

   Hazreti Ali, her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi; o, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezahet içinde yiğitçe yaşamış ve dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı.

Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. O da fütüvvetin gerçek temsilcisi; onda da şüphe yok. Kendi döneminde değişik bâtıl düşünceler karşısına çıkmıştı. Harûrîlerin Haravra’da bâtıl düşünceleri, her şeyi zâhire hamletmeleri gibi, bugünkü IŞİD gibi, Boko-Haram gibi, Murâbıtîn gibi, daha önce de aynı türden yaşamış insanlar gibi, Hariciler gibi, meseleleri zâhire hamleden kimselerin çok ciddî gâileleri ile başbaşa kalmıştı.

Bir yerde Hazreti Pîr-i Mugân, şem’î tâbân fâikıyetleri ifade etme adına bu meseleyi değerlendiriyor: Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (hususiyle onun sadr-ı evvelinde) dönemlerinde o türlü problemlerin olmaması, onların problemleri yatıştırma, problemlerle başa çıkma mevzuunda bir fâikıyetlerini gösteriyor; bir rüchâniyetleri var. Fakat bir yönüyle de Hazreti Ali efendimizin rüchaniyeti var; kendi dönemindeki -âdetâ Ye’cûc ve Me’cûc’un öncü kollarının ilk defa ortaya çıktığı o dönemdeki- hercümerçlere karşı “Ali gibi birisi olması lazımdı ki dayanabilsin.” Şöyle diyor Hazret: “… Sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazreti Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.” Şimdi burada da mercûh, râcihe tereccüh ediyor.

Onun döneminde… Vâkıa, Hazreti Ebu Bekir döneminde irtidat hadiseleri var; fakat Hazreti Ali efendimiz döneminde, onun karşısına çıkanlar meseleyi Kur’an argümanlı, Sünnet argümanlı ele alıyorlardı. Günümüzde olduğu gibi, Müslüman görümündeki taylasanlılar, onun karşısına çıkmışlardı ve dolayısıyla bunlara aldananlar çoktu. Fakat orada başa çıkamadılar onunla; o, misyonunu devam ettiriyordu. Ne var ki, bu defa arkadan hançerlettiler onu; mescide giderken hançerlettiler. Hâşâ ve kella, onu “fitnenin başı” gibi görüyorlardı; başa çıkamadıklarını anlayınca, bu defa öyle…

Hani bir arkadaşınıza “Ölsün!” diye elli defa ölümüne büyü yaptıkları gibi… Bu neyi gösteriyor? Onların yaptıkları fitne ve fesadı yeterli bulamamalarını ve hınçlarını… “Bunu öldürelim de tamamen meseleyi kökünden kurutalım!” mülahazasındandır, elli defa büyüye teşebbüs etmeleri. Tutar, tutmaz… Bu aynı zamanda bir “şey”in, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yaptığı gibi… “Şayet büyü ile O’nu devirirsek, dolayısıyla çözülme olur!” mülahazası… Bakın!.. Karı-koca; biri o, biri de onun hanımı, aynı zamanda.

Bu, bir yönüyle, yaptıkları mezâlim karşısında onu yeterli bulamama.. Meseleyi, tepede gördükleri birini… Bu da şirk esasen… Tepesi-mepesi yok; bu daire içinde herkes düz seviyede, herkes aynı seviyede. “Kur’ânî makuliyet” içinde bir araya gelmiş, bir şeyin doğruluğuna inanmış, “insanlık kardeşliği”ne inanmış, Hümanizmin çok ötesinde ve üstünde bir şeye inanmış; yeryüzünde onu gerçekleştirmeye matuf hareket eden insanlar… Bunlar, falanın-filanın ölmesi ile dağılacak gibi değil, Allah’ın izniyle. Fakat onlar, kendileri hakkında öyle düşünüyorlar; “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi…” Dolayısıyla, şirke girerek, Allah’ın lütfunu/ihsanını şahıslara mal ediyorlar.

   Hayatımda bilerek yalanın yarısını bile söylediğimi hatırlamıyorum; hatta arandığım dönemde yakalanacağım sırada yaptığım bir târizin nedametini hala vicdanımda hissediyorum.

Yine, antrparantez: Hani “Tek ceketim var!” filan deyince de kalktı birisi dedi ki, “Ne tek ceketi? Tek ceketi varmış!..” Hayatımda bilerek yalan söylediğimi hatırlamıyorum; yalanın yarısını bile söylediğimi hatırlamıyorum. Hatta -az sonra anlatacağım- yıllar önce târiz (bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması) olarak dediğim bir şeyde bile, “Acaba günah oldu mu?” endişesini taşıyorum. Ee şimdiye kadar birisinin -zannediyorum- üç yüz tane yalanını, üç yüz tane de tenakuzunu, yan çizmesini, yanar-dönerliğini tespit ettiler, üç yüz defa…

Ben arandığım dönemde, askerlik vazifesini yapan arkadaşları ziyaret ediyordum. Askerî kışlada olduğum öyle bir an, biri geldi. Böyle önümde geziyor; bir öyle geçti, bir de böyle geçti, yüzüme baktı. Ee ben aranıyorum, billboardlarda resmim var, ismim de yazılı. O, asker; ben de askerî kışlada asker ziyaret ediyorum. Baktı; “Sen Fethullah Hoca mısın?!.” dedi. Ben yalan söylememek için kıvrandım; “Şimdi, ‘Değilim!’ desem yalan olacak; ‘…ım’ desem, bu defa da hemen derdest edecekler.” düşüncesiyle, “Vallahi” dedim “İnsanlar birbirine çok benziyorlar!” Hepsinin ağzı var, burnu var, gözü var, kulağı var; bazıları da birbirine çok benzer… Yalanın meâriz nev’inden bu kadarı bile beni rahatsız etmiştir. Hâlâ sindiremiyorum içimde; “Acaba orada başka ne diyebilirdim ben?”

Seyyidinâ Hazreti İbrahim, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterip, بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَاBelki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!” (Enbiyâ, 21/63) dedi. بَلْ فَعَلَهُ “Belki o işledi.” Kendini kastediyor. Buraya, vakıf koyanlar da var. كَبِيرُهُمْ هَذَا “Büyükleri de işte şu!” falan diyor. Ama -bağışlayın, bağışlayın, bağışlayın, lütfen bağışlayın- enayiler zannediyorlar ki, o, putları kastetti. بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا “Onu, onların büyükleri yaptı!” Onlar öyle anlasın, o da بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا “Belki o yapmıştır! Büyükleri de şu enayi, sizin gibi!” filan diyor onlara. Fakat mahşerde, mahkeme-i kübrâda, ma’dele-i ulyâda etrafına “Şefaat!” diye gidenlere, “O meârizimden dolayı ben yapamam! Öyle bir târizde bulundum ben!” diyor. Çünkü o, bir yönüyle hilaf-ı vakinin urba değiştirmiş şeklidir. Biz, mü’miniz, meseleye böyle inanıyoruz. Ama birileri her gün birkaç tane yalan söylüyorsa… “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi.” Bu da onun fütüvveti; fütüvveti ile serfirâz olsun!..

Evet, fetâ… Hazreti Ali’ye “fetâ” demişler; Hazreti Ali, fetâ… Ona canım kurban olsun! Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. Zamanın ve asrın şartlarının fütüvvete kendi boyasını çalması söz konusu mudur?

Öyle olması lazım fakat o çizgiyi, o zirveyi tutturmak zordur. Ne Ashâb-ı Kehf zirvesini tutturmak, ne seyyidinâ Hazreti Musa zirvesini, ne Hazreti İsa zirvesini, ne seyyidinâ Hazreti Ali zirvesini… Bunları tutturmak mümkün değil!.. Fakat hedefte o olmalı; nübüvvet, ulaşılmayan bir şeydir esasen; fakat hedefte o olmalı: “Allah’ım, bu mevzuda bize de o kadar gayret-i diniyye ihsan eyle! Nâm-ı celil-i Sübhânîni dört bir yanda bayraklaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapalım!”

Havlayanlar, arkamızdan havlayıp dursunlar; onları kâle almayalım. İbn Hacer’in dediği gibi: لَوْ أَنَّ لِكُلِّ كَلْبٍ عَوَى لَوْ رَمَيْتَ * لَمْ يَبْقَى فِي اْلأَرْضِ حَجَرًا “Her havlayan kelbin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.” Eğer her bilmem ne yapan şeye bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz! Kâle almadan, doğru bildiğimiz yolda dosdoğru yürüyelim!.. Ashâb-ı Kehf’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ebu Bekir’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ömer’in yürüdüğü gibi, Hazreti Osman’ın yürüdüğü gibi, Hazreti Ali’nin yürüdüğü gibi yürüyelim.

   Maddi kılıcın kınına girdiği, hatta toprağa gömüldüğü günümüzde, gerçek yiğitlik, Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak ve hâli sözün önünde götürmek suretiyle Hak ve hakikatin müdâfîi olmaktır.

Günümüzde de böyle bu mesele; ancak zamanın şartlarına göre… Bazıları bazı dönemlerde kuvvet kullanıyorlar. Ashâb-ı Kehf kullanmamış, gördüğünüz gibi. Ne yapmışlar, imanın elmas kılıcını kullanmışlar. Aklın, mantığın elmas düsturlarını kullanmışlar. Çağın Sözcüsü de “Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak” üzerinde duruyor. Bu çağda, “Maddî kılıç, kınına girmiştir.”

Bazı dönemlerde el-âlem, kılıç ile karşınıza çıkıyor. Benzer bir dönemde Hazreti Ali efendimiz, Hâricîlere karşı, Harûrîlere karşı öyle mücadele etmiş. Hazreti Ebu Bekir ehl-i irtidâda karşı öyle hareket etmiş. Ama günümüzde o türlü şeyler, tamamen kılıfına konmuş; buzdolabına da değil, toprağa gömülmüş; dirilmemek üzere de üzerine kocaman kayalar konmuş. “Kur’an!” denmiş, “Sünnet!” denmiş, “Hâl ve temsil ile Allah’ın anlatılması!” denmiş. Mesele ona bağlanmış; onun dışında başka argümanlara hiç başvurulmamış. Bence, günümüzün fütüvvetinin esası da budur.

Eğer öyle bir dönemde olsaydı, size de Mus’ab gibi, İbn Cahş gibi olmak düşerdi. “Keşke O’nun önünde olsaydım, kalkan gibi bulunsaydım!” Kıtmîr, çok defa düşünmüştür; “Keşke Mus’ab’ın yanında olsaydım, onun kolu-kanadı kırıldığı zaman, bu defa ben kolumu-kanadımı kaldırsaydım!” Ama acaba onu yapabilir miydim? Sahabenin, Tâbiîn’e dediği gibi, “O dönemde çokları çok küçük şeyler karşısında inhiraf ediyordu, halinize şükredin!..”

Cenâb-ı Hak, günümüzde taşınmayacak şey teklif etmemiş; teklif-i mâ-lâ yutak yok. İnşaallah, taşıyamayacağımız yükleri bize yüklemeden, bu emanetini taşımaya muvaffak kılar!.. Biz de çağın fütüvvet ruhunu böylece temsil etmiş oluruz, inşâallahu teâlâ.

O hapishanedekilerine böyle bakılabilir ama çizgi kayması yaşamıyorlar ise… Evet, Allah (celle celâluhu) orayı -bir yönüyle- Ashâb-ı Kehf’in Kehf sultanlığı şeklinde, Sevr sultanlığı şeklinde, Hira sultanlığı şeklinde değerlendiriyor, öyle resmediyor; içindekilere de zılliyet planında, izafiyet planında o değerleri lütfediyor. Allah, Latîf’tir, lütfeder. Biz de o ismi çekiyoruz; her gün, 129 defa, “Yâ Latîf” diye.

يَا مَنْ لَطِيفُ لَمْ يَزَلْ * اُلْطُفْ بِنَا فِي مَا نَزَلْ

أَنْتَ الْقَوِيُّ نَجِّنَا * عَنْ قَهْرِكَ يَوْمَ الْخَلَلْ

“Ey lütf u ihsanları hiçbir zaman kesilmeyen ve kullarının en gizli ihtiyaçlarını bilerek onlara nimetler yağdıran Latîf Rabbimiz. Başımızdan aşağı boşalttığın her nimeti hakkımızda hakiki ihsan kıl ve bize bolca lütufta bulun. Sen ki Kavî’sin; güç, kuvvet ve kudret sahibisin; her şeyin bozulup dağılacağı ve herkesin telafisi bulunmayan bir zararla karşı karşıya kalacağı kıyamet gününde bizi kahrına maruz kalmaktan kurtar.” اَللهُ لَطِيفٌ بِعِبَادِهِ “Allah kullarına çok lütufkârdır.” diyoruz. O’nu öyle yâd ediyoruz; eltâf-ı Sübhâniyesinin dahasını beklemeye duruyoruz..

(Hazreti Üstad’ın şu anki halime muvafık sözüyle bitireyim.) “Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem; bî-ihtiyarem, el’aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!..”

500. Nağme: Münâfıklar

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Izdırapsız sinelerin bir parça etten farkı yoktur!..

*Izdırap en duru ilham kaynağıdır. Izdırapsız sinelere sine denir mi, bilmem!.. Izdırap duymayan bir kalbi “bir lokma et” diye sokakta salya atıp gezene atmak lazım!.. Âlem-i İslam’ın Haçlılar dönemindekinden daha fazla muzdarr, perişan, mağdur, mazlum haline geldiği bir dönemde, bunun ızdırabını duymayan bir kalbin bir lokma etten farklı yoktur. Evet, hiç olmazsa günde birkaç saniye, birkaç dakika, birkaç saat, peşi peşine birkaç gece başını yere koyup kendi küçüklüğünü, Ulular Ulusu’nun büyüklüğünü dillendirerek O’na iç dökmeyen bir kalbin sokaktaki birilerine atılacak bir lokma etten farkı yoktur.

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz -mealen- “İnananların dertlerini paylaşmayan, Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmaktadır.

*Bazen dudağın geriye gitmesinin bile haram olduğu anlar olabilir. “Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!” diyor M. Akif. Yine şöyle sesleniyor: “Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme! / Davranın zira rezil olduk bütün bir âleme!” Zannediyorum, Haçlı seferleri döneminde dahi İslam dünyası bu kadar perişan, bu kadar derbeder, bu kadar yalnızlaştırılmış ve bu kadar problemler sarmalı içinde kalmamıştır.

Hatada ısrar, küçük bir cürmü büyük bir günaha dönüştürür!..

*Küçük görüp önemsememek, işleye işleye alışarak bütünüyle gaflete dalmak ve masiyette ısrarlı olmak gibi sebeplerle en küçük isyan çukurları bile öldürücü uçurumlara dönüşebilir. Ezcümle; bir insanı hafife almak ve kaş göz işaretleri yaparak onunla alay etmek zâhiren küçük bir günah sayılır. Şayet, insan bir yanlışlıkla böyle bir hataya düşer ama hemen kabahatini anlayıp istiğfar ederse, bu masiyet “lemem” olarak kalır; fakat günahta ısrar eder ve onu bir huy haline getirirse, artık o seyyie (kötülük) bir kebire (büyük günah) halini alır.

*Bu itibarla, masiyetin küçüklüğüne büyüklüğüne bakarak değil, kendisine karşı gelinen Zât’ın azamet ve kibriyâsına nazaran günahlardan sakınmak lazımdır. “Üzerinde ısrar edildiği takdirde hiçbir günah küçük sayılamayacağı gibi, istiğfar ile başı ezilen bir günah da asla kebîre olarak kalamaz.” fehvasınca, esas büyük günahlar, üzerinde ısrar edilen küçük isyanlardır. Çünkü insan, bir günahın küfre götürücü ve öldürücü olduğunu bilirse, bir anlık gafletle o cürmü işlese bile, aklı başına gelir gelmez hemen tevbe kurnalarına koşar, gözyaşları içinde istiğfar eder ve masiyet kirlerinden temizlenir. Fakat, “lemem” addettiği günahları önemsemezse, “bir tane, bir tane daha.. ve son defa…” derken, adeta kapana kısılır ve bir daha da masiyetten yakasını kurtaramaz.

Her sesten ürken ve her sayhadan pirelenen dev görünümlü, içi boş kütükler…

*Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık münafık, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle “takiyye”lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama, fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez.

*Bir ayet-i kerimede münafıklar şöyle tavsif edilmiştir:

وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ أَنّٰى يُؤْفَكُونَ

“Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar. Düşmandır onlar. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hâle geliyorlar?” (Münâfikûn, 63/4)

*Bu âyet-i kerimede münafıkların bazı temel özellikleri anlatılmaktadır ki, bunları şöyle sıralayabiliriz:

-Onlar cismaniyet ve beden itibarıyla dikkat çekicidirler; meselâ iri kıyım, yapılı, cüsseli, görenlere tesir edecek ölçüde şık ve giyim-kuşamları açısından da görkemli ve göz alıcıdırlar. Ayrıca, onlar konuştuklarında mutlaka sözlerini dinletirler. Öyle bir ton, üslûp ve diyalektikle konuşurlar ki, onları işittiğinizde sözlerine kulak verirsiniz.

-İşte bu iki belirgin vasıflarına rağmen münafıklar, elbise giydirilmiş kütükler veya duvara dayanmış keresteler gibidirler. Kalıpları fevkalâdedir ama kalblerinden söz etmek zordur. Onlar kütük gibi kaskatı ve serttirler; zira kalbleri mühürlenmiştir, hak ve hakikat adına hiçbir şey anlamazlar; daha doğrusu anlayamazlar.

-Münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Bu itibarla da Allah’ın, Peygamber’in, mü’minlerin, dinin ve davanın gerçek düşmanları işte bunlardır; nerede ortaya çıkıp sizi nasıl sokacağı belli olmayan akrep tipler de yine bunlardır.

“Hain korkak olur” fehvasınca, münafıkların sineleri hep hıyanetle inip-kalkmaktadır ve nabızları da korkuyla atmaktadır. İman ehli için gerçek düşman bunlardır ve mü’minler kendi üslûplarını korumada kusur etmeden bunlardan sakınmalıdırlar. O hâlde siz de onlardan sakınmalısınız; zira her zaman ve her fırsatta sizi sokabilirler.. hem de topluma iyilik yapıyor olma mülâhazasıyla bunu yaparlar.

-Ve netice, Cenâb-ı Hak fezlekeyi koyuyor: “Allah onların canını alsın, (onları kahretsin; imanı, imanın güzelliklerini gördükleri, iman cemaati içinde yaşadıkları hâlde) nasıl da hakka, hakikate sırtlarını dönüyorlar?”

Münafık, sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler.

*Münafık eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: Çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman iki yüzlü davranır –birkaç yüzlü de denebilir–. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler.

*Kur’an onların yalancılığını vurguluyor:

إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ

“Münafıklar sana geldiklerinde, ‘Şehadet ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Rasûlüsün.’ derler. Senin Kendisinin Rasûlü olduğunu Allah elbette biliyor. Ama Allah şehadet eder ki, münafıklar (sana inanmamakta ve dolayısıyla) kesinlikle yalancıdırlar (ve yalan söylemektedirler).” (Münâfikûn, 63/1)

Öyle münafıklar vardır ki nifakını eşine, oğluna, kızına dahi sezdirmemiştir.

*Münâfıkların önderi Abdullah İbn Übey İbni Selül idi. Kendisini öyle gizlemişti ki onun münafıklığını çok iyi birer mümin, birer büyük sahabi olan öz oğlu ve öz kızı dahi bilememişti. Peygamberimizin hicretinden önceki liderlik konumu sarsıldığı için, ömrünün sonuna kadar O’nu çekemedi. Her fırsatta mü’minler arasında fitne çıkarmaya çalışır, onların kuvve-i maneviyelerini kırmaya uğraşır, günümüzdeki moda tabirle sürekli algı operasyonları yapardı. Kendisinde izzet ve mü’minlerde zillet tevehhüm eden baş münafık ve hempalarının bir halini Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır:

يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ

Hem derler ki, ‘Medine’ye bir dönelim; göreceksiniz aziz olan, zelil olanı oradan dışarı atacaktır.’ Oysa izzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir. Ne var ki münafıklar bunu bilmezler.” (Münâfikûn, 63/8)

Şüphesiz münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.

*Münafık hemen her zaman, içten içe güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzann”a binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim münafığın sukutunu anlatırken şöyle buyurur:

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً

“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145)

*Bir saksağan farkına varmadan kendisini bülbül veya tavus kuşu zannedebilir. Maalesef günümüzde saksağan olduğu halde kendini tavus kuşu zanneden -bağışlayın- çok densizler var. Heyhat ki, İslam dünyası Haçlılar döneminde Haçlılardan çektiğinin ötesinde bu türlü saksağanlardan çekiyor.

Bamteli: ŞEFKAT YÂ HÛ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları dile getirdi:

Mesleğimizin Esası Şefkattir

*İlahî ahlakla ahlaklanmalı; şefkatli ve merhametli olmalı. Aksi halde, “Madem O Şefik, Refîk, Latîf, Rahmân, Rahîm… Neden O’nun o geniş dairedeki tecellilerinden hissenize düşeni alma gayreti içinde değilsiniz?!.” derler.

*Aslında bizim mesleğimizin esası şefkattir. Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanların hareket güzergâhları tefekkür ve ufukları da şefkattir. Ancak bu iki esas çizgi korunduğu takdirde acz, fakr, şevk ve şükür anlaşılır.

*Esasen tedebbür, tezekkür ve tefekkür, İslam dünyasının yitikleri haline gelmiş. Düşüncesizlik marazına müptela İslam dünyası, korkunç bir şefkatsizlik içinde bulunuyor; tabir-i diğerle, merhametsizlik akıntısına kendisini kaptırmış gidiyor.

Yalan bir lafz-ı kâfir; büyük günahları mahzursuz görmek de küfürdür.

*Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.” der. İnsan bir kere yalan söylerse, günah-ı kebâir işlemiş olur. Tevbe edince, Allah yarlığar onu, affeder. İki kere yaparsa, Allah affeder; elverir ki kendisine dönsün. Fakat şayet bu işi mahzursuz gibi yapıyorsa, o kâfir olur!.. Bile bile iftira ediyorsa, kâfir olur; bile bile isnatta bulunuyorsa, kâfir olur; isterse Müslüman geçinsin, kâfir olur. Kebâiri mahzursuz görmek küfürdür.

*Onca zulüm işleniyor ama bütün bunlar karşısında zerre kadar insanî duygu ve düşünce seslendirilmiyor. Bir tepki yok. Peygamber’e hakaret ediliyor, “gurura kapıldı” deniliyor, bir tepki yok. Kur’an’a “gırgır” deniliyor, bir tepki yok. “Falan, Allah’ın vasıflarını hâiz!” deniyor, bir tepki yok. Oysa bu türlü şeyler karşısında sükût dilsiz şeytanlıktır. Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Yuf bu türlü ruhları taşıyan insanlara!..”

“Onlar, başka değil, hayvanlar gibidirler; belki onlardan daha aşağıdırlar.”

*İslam dünyasında, bilhassa güç ve iktidarı ellerinde bulunduranlar, insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle, diyanetleriyle, nefisleriyle, mallarıyla, canlarıyla, hürriyetleriyle oynuyorlar. Asıyorlar, kesiyorlar; insanî haklarından mahrum ediyorlar; hürriyetlerini ellerinden alıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı, Lenin gibi hareket ediyorlar, Hitler gibi hareket ediyorlar, bugüne kadar gelmiş Tiranlar gibi hareket ediyorlar. Manzara bundan ibaret; korkunç bir şefkatsizlik nümayan. Başka dünyalar çok alakadar etmez bizi. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ortaya döktüğü yakut, zebercet, zümrüt gibi temel disiplinlerden habersiz olduklarından dolayı onları -mazur görme değil- görmezlikten gelme bir esas olmalı. Fakat “Ben Müslümanım” diyen insanlar bunu yapıyorlarsa, “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)

*Hayvanlar günümüzün zalimlerinden daha insancıl davranıyorlar. Bir belgeselde görmüştüm: Bir panter bir maymunu derdest ediyor. Hayvancık hamlini vaz’ etme faslına yakınmış. Öyle şiddetli bir heyecanla hamlini vaz’ ediyor. Panter, doğan yavruyu görür görmez boğazından sıkıp öldürdüğü annesini hemen bırakıyor. O yavrunun üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor. Dönüp böyle acı acı mahrumiyet, mağduriyet, beceriksizlik, çaresizlik içinde sağa-sola bakıyor; adeta “Ben ne yapmalıyım?” diyor. Ben onu okudum onda. “Ben buna daha ne yapmalıyım?” Şimdi vahşi bir hayvanın bile etini yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı duyduğu şefkat!.. Sizin dünyanız sayılan o dünyada serkarlar onun onda birini duymuyorlar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler; belki yolca daha sapıktırlar, onlardan daha aşağıdırlar.” (Furkan, 25/44)

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ فِي الْأَمْرِ كُلِّهِ

“Şüphesiz Allah, refîktir (merhametli ve şefkatlidir); her işte mülayemeti, rahmet ve şefkatle muameleyi sever.”

Ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o marazın dermanı yoktur!..

*Bütün yalanları, iftiraları, saygısız lafları söylettiren ve bütün merhametsiz, şefkatsiz, insafsız fiillere sebebiyet veren, heva-i nefistir. Muzaffer el-Kirmanşahî der ki: “Hevâ yılanı akıttı gönlüme zehirini / Ne tabib var derdime ne bir nefesi kuvvetli / Sadece delicesine sevdiğim o Yar var ki / Ondadır efsunum, Ondadır kalbimin merhemi.” Evet, ciğerini heva-i nefsine ısırtmış insanlar öyle çaresiz bir hummaya tutulmuşlardır ki, o hummanın dermanı yoktur.

*Hep “saray.. saray.. saray..” veya “para.. para.. para..” diyenler, kalbini hevâ-i nefse ısırtmış kimselerdir. Onlar kendilerine şöyle ya da böyle muhalefet edenlere değişik ad ve unvanlar takmak suretiyle konuyu değiştirerek kendi mesâvîlerini kapamak isteyen densizlerdir. Bağışlayın, o vandallar, mesâvîlerini setretmeye matuf hiç olmayacak şeyler söylerler. Böylece isyan deryasına yelken açan ve filosuyla, gemisiyle, sarayıyla, servetiyle, kaçırdığı paralarıyla, dolarlarıyla, riyalleriyle, altınlarıyla, gümüşleriyle mesut yaşayacağını zanneden hevaperesler katiyen huzur yudumlayamazlar. Kafalarını saran, nöronlarına gelip oturan istikbal ve akıbet endişesi onları öyle kıvrandırır ki gafletle kendilerini eğlenceye verirler.

*Hadis olarak rivayet edilir: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.” Nasıl, hangi duygu ve hangi anlayışla yaşıyorsanız, o hal üzere ölür, öyle dirilir ve o muameleyi görürsünüz.

*Sultan İkinci Ahmed, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şunları söyler: “İftirakınla Efendim bende takat kalmadı!” Efendim kim? Mutlak zikir kemâline masruftur, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yahpâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı / Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

*Sultan Ahmed Camii yapılırken, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kadem-i pâkini sorguç gibi tacına takan Sultan Ahmed cennetmekan aleyhir-rahmetü ve’l-gufran hazretleri de eteklerine taş doldurup işçi ve ırgatlarla beraber taş taşımaktaydı. Amele gibi çalışırken şöyle diyordu: “Allahım, Ahmed kulunun günahlarını mağfiret eyle; bu hizmetini de kabul buyur!” Ceddiniz buydu sizin. Onlar, cihana hükmettikleri dönemde neyin mahkûmu, neyin bendesi, neyin kulu olduklarının da farkındaydılar.

İkaz Görünümlü İlahî İltifatlar

*Şefkat Peygamberi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olduğu, Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerinde ifade edilmektedir: Enbiyâ sûresindeki وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” âyet-i kerimesi bu hakikati açıkça seslendirir.

*Mahbûb-u Âlem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin!” (Kehf, 18/6) ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer ayet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin!” (Şuara, 26/3), “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.” (Tâ Hâ, 20/2) şeklinde hitap etmektedir.

*Aslında, bu ilahî hitaplar da Allah Rasûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve onu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir tebcil, takdir ve iltifat da vardır.

Vandallar ne derlerse desinler, dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor.

*Dünyanın dört bir yanında Hizmet Hareketi’yle alakalı kitaplar telif ediliyor, makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. Şimdiye kadar belki elli tane kitap yazıldı. Bu bir ay içinde buraya dünya çapında popülaritesi olan insanların yazdığı bir hayli kitap geldi. Hareket’le alakalı pek çok doktora yapılmış, Düşününüz; dünyanın değişik yerlerinde vazife gören, aynı zamanda duygu ve düşünce açısından da farklı olan yüksek akademisyenler Hareket hakkında ve Hareket’in dünya adına vadettiği şeylerle alakalı doktoralar yapıyor, konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor. Bu adamların hepsi aklını peynirle yemiş; sadece İslam dünyasında bazı ülkelerde bir kısım vandallar, ahmaklar doğruyu görüyor ve diğerlerinin gördüklerini yanlış sayıyorlar!..

*Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayeti hatırlatarak noktalar: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)

Bizim mesleğimizde düşene vurulmaz. Vahşilere dahi insanca davranacaksınız!..

*Zulmedenler bir gün mutlaka çer-çöp gibi savrulacaklar, hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat meseleyi konunun başındaki şefkat mülahazasına bağlayarak ifade edelim: Düşene vurulmaz bizim mesleğimizde. Sizin yüzünüze merhamet dilenircesine bakan insanlara merhametsizlik yapılmaz. Düşene tekme atılmaz. “Oh oldu!” denmez. “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur!” denmez. Belki şefkat edilir; hala bir kurtulma imkânları varsa şayet, ellerinden tutulur. Çünkü insanız biz; ahsen-i takvimin timsali insan…

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

*Nasıl ki bedelsiz, karşılıksız bir hizmete dilbeste olup engin bir şefkat ve aşkın bir adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına gittiniz. Oralarda bir ırgat, bir amele gibi çalışıyor ve yeni bir dünya oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Hani seslendiriliyor ya o olimpiyatlarda: “Yeni bir dünya!..” Yeni bir dünya inşası peşinde koşuyorsunuz. Aynen öyle, size kötülük yapanlara karşı da o şefkati ortaya koymalısınız. Onlar bir gün gelip de hazana maruz birer tıbn-i bîkarar, sağa-sola savrulan yapraklar gibi savrulacaklar ama siz o yapraklar karşısında da şefkatinizi sergileyecek ve onlara basmayacaksınız. Belki alıp koklayacaksınız. “Biz böyle bilmiyorduk sizi!” diyeceksiniz. Onların sizden özür dilemelerine fırsat vermeyecek, “Siz bir şey yapmamıştınız, belki konumunuzun gereği olarak öyle davranıyordunuz!” diyeceksiniz. Diyecek ve hep insanca davranacaksınız. İnsanca davranmayanlara karşı da tavrınızı bozmayacak ve vahşice davrananlara bile insanca davranacaksınız.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: GÖRÜLEBİLEN ŞEYTANLAR!.. MÜNÂFIKLAR

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

Nifak; kişinin kalbindeki küfrü gizleyip, dili ile iman iddiasında bulunması, inancında münkir olduğu halde, inananlar arasında bulunup mümin gibi hal ve tavır sergilemek suretiyle, ikiyüzlü davranması demektir. Bu hem ferdî hem içtimaî bir vebadır. Bu vebanın mübtelası olan insana “münafık” denir.

Münâfık; zaman, zemin ve menfaatleri değiştikçe konum ve taraf değiştiren insan demektir. Başka bir yaklaşımla münâfık; hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerekirken, kendi pes menfaatlerinin gereğince hareket etmeyi akıllılık vehmeden basit insandır. O, bulunduğu ortamın renkleriyle hemen uyum sağlayıp, o ortamın aslî bir unsuruymuş gibi görünmekte son derece mâhirdir. Bu yönü itibariyle münâfık için “bukalemun karakterli insan” da denilebilir. Bu tür insanlar, ictimaî bünye adına sürekli fesat ve bozgunculuk peşinde koşup durdukları halde kendilerini sürekli ıslahçılar ve erdemliler tezgâhında pazarlar dururlar. Bakara sûresi 11. ve 12. âyet-i kerîmeler bu hususa şu şekilde temas eder:

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِي الأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

 أَلاَ إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُون 

“Ne zaman onlara: ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’denilse, ‘biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Gözünüzü açın! Bunlar bozguncuların ta kendileridir. Lâkin şuurları yok, farkında değiller.”

Bu tıynette olan insanlar, din ve dindarlar aleyhine kurup durdukları planlarını öyle ustaca gizlerler ki; irfan ufkunu yakalayamamış insanların toplumsal bünyedeki bu urları fark etmesi oldukça zordur. Bu nevi hasta ruhlar, Allah’a (c. c.) imanın, O’na kulluğun ve güzel ahlâk sahibi olmanın saygın hasletler olarak kabul edildiği ortam ve toplumlarda, zikredilen bütün bu güzel hasletleri, sadece kendi pes hedeflerine ulaştıracak bir binek olarak görür ve öyle kabul ederler. Münâfığın karakterini resmetme adına muhterem Hocaefendi’den nakledeceğimiz şu ifadeler son derece önemlidir:

“Bazen münâfık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir edilmiştir: ‘ Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibariyle) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikûn sûresi, 63/4.)

Münâfıklık ile alâkalı, Ebû Hureyre’den (ra) rivayet olunan bir hadîs-i şerifte, Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktalar:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ

(Sahih-i Müslim – İman – 106 – 107 )

***

Münâfığın alâmeti üçtür:

  • Konuştuğunda yalan söyler.
  • Söz verdiğinde sözünde durmaz.
  • Kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyanet eder.

Münâfık Yalancıdır

Münâfık; kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, yalan iftira ve tezvîre başvurmaktan asla geri durmaz. Bu bir şahsı karalamak, ona iftira atmak suretinde tezâhür edebileceği gibi, bazen de bir topluluğu, yahut bir cemaati topyekün hedef tahtasına koymak şeklinde de tezâhür edebilir. Muhterem Hocaefendi’nin mevzumuzla alakalı şu tespitleri konuyu daha bir vuzuha kavuşturucu mahiyettedir:

“Yalan, ilk nazarda ferdî bir günâh gibi görünebilir. Sathî bakıldığında bu, bir bakıma doğrudur da. Ama yalanın bir de topluma yansıyan yanı vardır ki, bu durumda umumun hukuku devreye girer ve dolayısıyla yalan, topluma karşı işlenmiş bir cürüm hâline gelir. Diğer taraftan yalana açık bir insan, başkalarını aldatma ve kandırma gibi zaaflara da açık demektir. Bu yönüyle de yalana sadece ferdî bir günah nazarıyla bakmak doğru değildir. Hele uydurulan bir yalan, topluma mâl edilmişse, elbette böyle bir cürmün ferdî bir günah olarak düşünülmesi kat’iyen doğru değildir. Nitekim günümüzde kitleler böyle yalanlarla yönlendirilmekte ve bu da, yalanın revaç bulmasına sebebiyet vermektedir. Hatta bugün, kitleler yalanla o kadar içli dışlı hâle gelmişlerdir ki, bir sözün yalan olduğu bilindiği zamanlarda bile, kitlelerden gerektiği kadar tepki almamaktadır.”

Münâfık Sözünün Eri Değildir

Bu ifadeyi de, ferdî planda ele alıp, bir şahsın başka bir şahsa bir söz verip, sözünü yerine getirmemesi şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, ictimaî açıdan, “bir şahsın topyekün bir millete karşı sözündeki sadakatsizliği” şeklinde de anlamak mümkündür. Hiç şüphesiz, zararın derinliği açısından kıyas edilecek olursa, ikincinin zararı birinciye oranla daha yıkıcı, daha tahripkârdır. O kimi zaman “bizim dönemimizde hiçbir müslüman zarar görmeyecek” der; der ama bu sözler dilinden döküldüğü aynı anda, inananlarla alakalı imha planlarını kafasında şekillendirir durur. Sözde sadakatsizliğin bu seviyede olanı, bazen topyekün bir milletin on onbeş yılının, bazen yarım asrının, bazen de -hafizanallah- bütün bir istikbâlinin hebâ olmasına sebebiyet verebilir. O yüzden inananlar olarak bizler, öncelikle kendi adımıza bu hasletler ve bu haslet sahibi diğer insanlara karşı müteyakkız olmalıyız. Zira heder olan yılların telâfisi yoktur.

Münâfık Haindir

Münâfık; civanmertlik, mürüvvet gibi erdemli insanların vasıflarından fersah fersah uzaktır. O hiyânetle oturur, hiyânetle kalkar. Hâinlikle geceler, hâinlikle sabahlar. Buna rağmen o kendisini, erdem ve fazilet sahibi, âbide bir şahsiyet olarak sunmaktan da sıkılmaz.

Muhterem Hocaefendi bu hususla alakalı şu cümleleri son derece ehemmiyetlidir:

“Münâfık, sizin itimat ve güveninize hiyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en hâince düşmanlık duygularını, dostâne tavırlar içinde icrâ eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar.”

Müslim-i Şerif’te geçen başka bir rivâyette ise “وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ” kaydı yer almaktadır ki bunun manası da: “Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.” demektir.

Bu hasta ruhların, farklı seslere asla tahammülü yoktur. Ayet-i kerimenin de beyânıyla “Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikûn sûresi, 63/4.) Hal böyle olunca, onlar düşman cepheler oluşturmak istediklerinde bunun bahanesini üretmek hususunda asla sıkıntı çekmezler. Muhterem Hocaefendi bu hususu izah sadedinde şu hususlar temas etmektedir:

“Bu gibi durumlarda eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman ikiyüzlü davranır –birkaç yüzlü de denebilir–. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler. İlâhî Beyan’da onun bu zikzakları ve yüzüp gezmeleri ise şöyle seslendirilmiştir: ‘Bu hâlleriyle onlar, mü’minler ve münkirler arasında mütemâdî gelgitler yaşarlar; ne sonrakilerle tam bütünleşebilirler ne de öncekilerle. Her kimi de Allah şaşırtmışsa, artık sen ona çare bulamazsın.” (Nisâ sûresi, 4/142.)

Müslim-i Şerifteki bir başka hadiste ise; “bu hasletlerden biri kendisinde bulunan kimse onu bırakıncaya kadar nifâka dâir bir haslet taşıyor demektir. Kimde de bu hasletlerin hepsi mevcut ise; o hâlis münâfıktır” kaydı yer almaktadır.

Son olarak; bu tür hasta ruhları farketmek, Cenab-ı Hakk’ın bildirmesi ve kendilerine vermiş olduğu Fetânet-i A’zam ile Peygamberlerin ve verâset-i nübüvvete mazhar insan-ı kâmillerin yapabilecekleri bir iştir. Fakat bu mevzuda bize düşen: Öncelikle, kendimizi bu ölçüler çerçevesinde sürekli murâkabe ve muhâsebeye tabi tutmak. İkinci olarak da inanan insanlara sürekli komplo peşinde koşan bu insanlara karşı müteyakkız olmak, kalp ehli insanların nasihat ve yönlendirmeleri çerçevesinde hareket etmek ve bunların şerrinden emin olmak için inananlar ve kendimiz adına daima Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır.

Cenâb-ı Hakk, hakkı hak olarak görüp ona ittiba etmeye, bâtılı da bâtıl olarak görüp ondan ictinâb etmeye bizleri muvaffak kılsın!..

Sefa Salman

472. Nağme: Savaş ve Hile

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefkatini ve bu konuda önümüze ışık tutan davranışlarını hatırlatarak sözlerine başladı.

İftira günahtır; onu umursamama ya da onda ısrar ise, küfürdür!..

Yalan söylemenin günah olduğunu, bununla beraber yalan söylemede bir mahzur görmemenin insanı küfre düşüreceğini vurgulayan Hocaefendi, bu ölçünün diğer günahlar içinde geçerli olduğunu belirtti:

“İftira, bir günah-ı kebâirdir; istiğfar edilirse, Allah Teâlâ affeder. Fakat insan umursamaz ve iftirada hep ısrar ederse, kâfir olur. Karalama bir kâfir sıfatıdır; önemsemez ve onda ısrar ederse, kâfir olur.”

Mü’minlerin bu konularda hassas olmaları lazım geldiğini söyleyen kıymetli Hocamız, bu türlü kötülüklere maruz kalanların da Cenâb-ı Hakk’a ve gayretullaha havale edeceklerse bile önce hidayet dileğinde bulunmaları ve çaresiz kaldıklarında “Sen bilirsin!” demekle yetinmeleri gerektiğini ifade etti.

İyi ki İdam ve 163. Madde kaldırılmış; yoksa onları da istimal eder ve ahiretlerini bütünüyle karartırlardı!..

Günümüzde ortaya konan zulümlerin nerelere dayandığına değinen Hocaefendi şunları söyledi:

“Bir tanesinin de telaffuz buyurdukları gibi, ‘Zaten bizim kültürümüzde var!’ Az muhalif olunca onu berdar etmek lazım!.. Oysa Devlet-i Aliyye’de nizam-ı âlem adına adalet-i izafiye açısından yapılanı tasvip etmek mümkün değildir. O insanlar, konjonktürel olarak, şartlar ve zamanın yorumuyla içtihatta bulunarak, sorarak öyle yapmışlardır. Fakat o gün cereyan eden hadiseleri ve zamanı nazar-ı itibara almadan ‘Onda bir mahzur yok!’ derseniz, dalalete düşmüş olursunuz, hafizanallah. Nizam-ı âlem mülahazası bile mutlak şekilde ele alındığı zaman o bir dalalettir, sapıklıktır. Adalet-i mahzayı istimal etmek, ona dayanmak, ona güvenmek, onu hayata hayat kılmak mümkün olduğu sürece, adalet-i mahzadan, sırf adaletten, istikametten, hukuktan ayrılmamak farz-ı ayndır. Öbürüne gelince, konjonktüreldir o, şartların gereğine göre yapılmış; o mevzuda fetva veren insanlar Allah indinde hesap verirler mi vermezler mi, o bizi aşar. O meselenin getirdiği hayırla sebebiyet verdiği şer mukayesesi yapılır orada, terazinin kefelerine konur; Allah affeder veya affetmez, onlar bizi alakadar etmez.”

Nizam-ı âlem ve adalet-i izafiye yorumuyla yapılanları günümüze kıyaslayan bazı kimselerin şayet idam ve 163. Madde gibi kanun maddeleri yürürlükte olsa, onları da istimal edecekmişçesine bir tavır sergilediklerini dile getiren Hocaefendi şöyle dedi:

“Cenâb-ı Hak yine herkese merhametinin gereği olarak o dayanakları onların ellerinden aldırmış da o türlü şeyleri kullanmak suretiyle ebedî hayatlarını mahvettirmiyor. Bu da Allah’ın rahmetinin vüs’atinin bir ifadesidir.”

Onca fiyaskoya rağmen kalbleri durmadığına göre fizikî yapıları itibarıyla immün sistemleri sağlammış!..

Muhterem Hocaefendi, Hizmet erlerinin yaşadıkları tazyiklerin rahmet yanlarına da temas ederek, bu süreçte dünyanın değişik yerlerinde adanmış ruhlar için hüsn-ü kabul kapılarının açıldığını; onların siyasilere ait bazı yanlış düşünceleri paylaşmadıklarının herkes tarafından anlaşıldığını söyledi. Bu konuda bir misal olarak, öz vatanından sürgün edilen ve hicrete zorlanan Türkçe Olimpiyatları’nın bütün dünyayı kucaklayacak şekilde yirmi küsur merkezde yapıldığını anlattı. Hizmet Hareketi’nin hayırlı faaliyetlerini baltalamak için çırpınıp duran kimselerin hemen her teşebbüslerinin fiyaskoyla neticelendiğini belirtip şöyle dedi.

“Böyle bir fiyasko ve ters yüz edilmeyle karşı karşıya kalma mevzuunda zannediyorum üzüntüden kalbim dururdu. Bu açıdan da bunca fiyaskoya maruz kalmalarına rağmen kalblerinin durmaması meselesi fiziki yapıları itibarıyla immün sistemlerinin çok güçlü olduğuna delalet ediyor.”

Bir insanın kendi ülkesinde herhangi bir hayatî birim içine girmesine ve orada vazife almasına “sızma” denemeyeceği üzerinde de duran Hocaefendi daha sonra şu soruya aşağıda özetlenen ifadelerle cevap verdi.

Soru: Bazı kimseler “el-Harbu hud’atun” hadisini “Savaş hiledir!” şeklinde tercüme edip yorumlayarak hasım saydıkları mü’minlere karşı dahi gıybet, yalan ve iftira gibi her halükarda haram olan kötülüklere bile başvurabiliyorlar. Mezkûr hadis-i şerifi son dönemde yaşananlar zaviyesinden değerlendirir misiniz?

*Bu hadisin manası yalan söylemek ve karşı tarafı aldatmak demek değildir; bu Müslümanlık adına, Müslümanlığın itibarıyla telif edilebilecek şey değildir. İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekke’nin üzerine gidecekken “Ben gitmiyorum; bak inanın, emin olun, ben gelmiyorum!” desin, sonra da kalksın gitsin. Neûzu billah, bu, Peygambere kezib isnat etme demektir. Bunun küfür olduğunda hiç şüphe yoktur.

Hud’a, husumetin en az zayiatla neticelenmesi için gereken strateji ve taktik olarak anlaşılmalıdır

*Hud’a; strateji, taktik, savaşta tabye (ta’biye) demektir; her defasında farklı stratejiler uygulamaktır. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bizzat başında bulunduğu on yedi tane hareket var; O, bunların hiçbirinde aynı stratejileri takip etmemiştir. İşte hud’a budur. Bir yönüyle karşı tarafı şaşırtmaktır. Mesela; Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’nin üzerine gittiğini saklamıştır. Oraya dört-beş kilometre kalıncaya, ışıklar Mekke’den görüleceği bir noktaya varıncaya kadar işi gizli tutmuştur. Oraya ulaşılınca da artık karşı tarafın yapacağı bir şey kalmamıştır. Burada O’nun mülahazası şudur: Karşı tarafı psikoloji açısından mağlup etmek. Bu aynı zamanda kan dökülmesine meydan vermeme demektir. Düşmanlıkların gelecek nesiller tarafından tevârüs edilmesine meydan vermeme demektir.

*Onuruna dokunacak şekilde hadiselerin cereyan ettiği Hudeybiye’de bile Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir ahitnameye imza atmış ve ayrılmıştır oradan. Neden? Çünkü bir dönemde insanları yaraladığınız zaman, nesilden nesile tevârüs edilir o. Arkadan gelen nesiller, atalarından aldıkları o kini ve nefreti devam ettirirler. Bu Müslümanlığın aleyhinde olur. İnsanlığın İftihar Tablosu, tek bir hareketiyle esasen bu meselelerin bütününü birden mülahazaya alıyor. Kan dökülmesin, onların yapacağı bir şey kalmasın. Tepelerine öyle bineceksin ki, hiç kimsenin kâkül-ü gülberglerinden bir tüye bile dokunmayacaksın. Hazreti Halid’in girdiği bir kapının dışında orada herhangi bir hadiseyle karşılaşma olmadı. Halk ifadesiyle pes ettiler onlar, teslim-i silah ettiler. Sonra da o Müşfik Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselam) hiçbir şey yapmadığını gördüler. İnsan ölmemişti, kan dökülmemişti, insanlar rencide olmamışlardı, dolayısıyla da İslamiyet’e fevc fevc dehalet ettiler.

*Bütün savaşlarda farklı birer strateji uygulamıştır, hiçbiri bir diğerine benzemez. Bunların hepsine hud’a mülahazasıyla bakabilirsiniz. Yoksa hafizanallah, bir şey yapacak, onun hilafını söyleyecek.. birine iftira edecek, sonra o iftirayı değerlendirecek, “Bunlar öldürülmeyi, ifna edilmeyi, ibâdeye maruz kalmayı, tenkile, tehcire maruz kalmayı hak ettiler!” diyecek, Hafizanallah… Bunlar kafirce davranışlardır.

Hangi Savaş, Nasıl Bir Hile?!.

*Bir de o hud’a esasen Müslümanlar arasında da yapılmaz, ayak oyunu yapılmaz. İnsanlığın İftihar Tablosu, kâfirlere karşı savaşta kullanıyor onu. Raşit Halifeler de onu öyle kullanıyorlar. Mü’mine karşı hud’aya başvurmak, iftira etmek, onu karalamak, halk nazarında onun itibarıyla oynamak, günümüzde çok yaygınca kullanılan algı operasyonlarıyla halk nazarında itibarsızlaştırmak… Hafizanallah, bunları yapan kâfir olur demiyoruz ama bu onların hiffetine denk bir hiffet olur.

*Bu açıdan hud’a tabirinde de zannediyorum, meseleyi çarpıtıyorlar. Şimdiye kadar arkadaşlar üç-dört yüz kadar yalan ve iftirayı toplamışlardı. Bir gün tarih, gazetelerinde ve televizyonlarında olan sesleriyle neşredecek ve bütün dünya duyacak onları. İnsanlar onların altına atacakları imzaları şu sözlerle atacaklar; “Sizin gibi düşünen insanların Allah belasını versin!” Böyle diyecekler. Ben demiyorum, biz de demeyelim ve dememe kararında olalım. Fakat tarih çok defa doğru söyler. Tarihin sayfalarına dökülen şeyler realiteleri aksettirir.

*Şimdiye kadar yalanıyla, iftirasıyla, bühtanıyla, ademe mahkum etmesiyle, tehciriyle, tehdidiyle, tenkiliyle, “Zaten bunlar Müslüman değil ki, ben onların dininden bile şüphe ediyorum, kafirdir, dolayısıyla bunlara karşı her şeyi yapmak caizdir!” mülahazasını aksettiren beyan ve davranışlarıyla.. bir de onların arkasından adeta kitle psikolojisiyle sürüklenen insanlar bunlara inanıyorlarsa, onlar da öyle diyorlarsa.. bu öyle bir vebaldir ki, Amnofis’in yaptığı küfürden daha büyüktür, hafizanallah. Bunlar bir gün tarihin sayfalarına dökülecek ve o nesiller bunları gördükçe, “Allah, sizi yerin dibine batırsın!” diyeceklerdir. Öyle bir şeye maruz kalmamak için, bence aynı silahı kullanmamak lazım. Aynı şeylerin onda birini bile -kim olursa olsun- onlara karşı söylememek lazım.

Damat Efendi burada misafir oldu, binaları gördü, hatta o daracık odada ağırlandı ama…

*O mesele bir densizliktir, fakat ben dememiş olayım: Gelip helikopterle burada -bu umuma ait, vakfa ait bir bina- bunun üzerinde, buranın resmini çekme, buraya mâlikâne deme filan… Burayı bir dönemde kendilerine de yakın birisi, Allah rızası için yaptı, Altın Nesil Vakfı’na bağışladı. Bu vakıf biz buraya gelmeden kurulmuş. Arazi o dönemde alınmış. Burada yedi-sekiz tane kulübecik vardı. O günden bugüne, o vakıf kendi imkânlarıyla yapa yapa yapa, bugün o sekiz tane kulübenin yerinde sekiz tane bina var. Bu büyük binayı da o arkadaş elindeki imkânları kullanmak suretiyle, kendi imkânlarıyla yaptı ve Altın Nesil Vakfı’na bağışladı. Buranın iki tane namaz kılınan salonu, altta konferans salonu gibi bir şey var, yemekhane gibi bir şey yapmışlar. Diğer birkaç tane odası var. Geldiğimiz zaman biz de burada kalıyoruz. Öbür taraftaki binaya gelince, defaatle röportaj yapanlar girdiler, Kıtmir’in odasını gördüler; orada bir yatağım var, bir de iki metrelik içinde namaz kıldığım yer var.

*O serkârlardan birisinin damadı geldiğinde ben orada misafir ettim onu. Bağışlayın, vaktinde izdivaç yapsaydım, benim o yaşta torunum olurdu. Ben insan gibi onu o odamda özel mahiyette, başkalarıyla görüşmüyorum mülahazasına binaen misafir ettim; izâz u ikramda hiç kusur etmedim. Yattığım o yeri de, fakirâne yeri de, kulübe gibi yeri de gördü; çalıştığım masamı da gördü. Bütün bunlara rağmen hâlâ “mâlikâne” diyor, o iftira ve isnatlarda bulunuyorlarsa, bence, bunlar akıllarını yitirmiş, vicdanlarını tamamen kaybetmiş, dinden uzaklaşmış öyle insanlardır ki, bunlara söyleyeceğiniz sözlerin hepsi malumu i’lam olur ve zâid olur. Bunu yaparken bunlara hud’a diyorlarsa, adeta kâfire karşı savaş ilan etmiş gibi kendilerini görüyorlarsa, o onların kaybına sebebiyet verir. Dünyada da bir gün kayıplarına sebebiyet verecek.

*Yalan ahireti kaybettirir, iftira ahireti kaybettirir, hud’a ahireti kaybettirir. Allah o yanlış yolda yürüyenlere hidayet-i sübhaniyesi ile hidayet eylesin. O mahvedici, batırıcı yolda yürümekten onları halas eylesin.

466. Nağme: Sen Bilirsin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Yaklaşık iki senedir artarak devam edegelen hakaretlere ilaveten, hayatını iman, din, Kur’an ve insanlık hizmetine adamış ruhları yılana/kertenkeleye benzetme talihsizliğine düşen edep mahrumu zavallılar ve “Ya biat, ya bitiririz!..” tehditleri savuran irili ufaklı gaddarlar karşısında belki bazen gerekli sabrı gösteremiyor ve hata edip kendi üslubumuza aykırı sözler söylüyoruz. Onların seviyesizliğine asla inmesek de bağlı kalmamız icap eden nezahet ufkundan da ayrılmış oluyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinden hemen önce bazılarımızın bahsettiğimiz türden birkaç cümlesine muttali oldu. Bunun üzerine, ikindi namazını müteakip yaptığı hasbihalde bu konudaki mülahazalarını dile getirdi. Sözleri arasında şu cümlelere de yer verdi:

*Allah herkesi belli bir donanımda yaratmış; kimisi yılan, kimisi çıyan, kimisi sırtlan tabiatlı.. arkalarındaki Hâlık’a bakarak “yaratılış hikmeti” demeli ve bunların hepsini hoş görmeli.. hoş görmeseniz bile nahoş görmemeli.. aşamayıp nahoş görürseniz, o zaman da fâş etmemeli, yutkunmalı.. o bile sevaptır. “Yılan niye ısırdı?” diye öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor. “Falan neden diş gösterdi?” diye kızmayın, karakterinin gereğini sergiliyor. Kur’an ferman buyuruyor: “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler!..”

*Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.

*Her dönemde böyle terbiyesizler, hatta terbiyesizliği zirve yapan kimseler olmuştur. Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde Firavun onlardan biridir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

*Bir kere yalan söylemek günah-ı kebâirdir ve münafıklığın ilk sıfatıdır. Fakat umursamadan sürekli yalan söylemek küfürdür. İftira günah-ı kebâirdir; “Bundan bir şey olmaz!” diyerek iftira eden bir kimse kâfir olur. Ve böylelerinin zulüm ve küfürlerini görmeyen insanlar da onlara iştirak etmiş olurlar.

*Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdır. Siz mukabelede bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü muamelesi gecikir.

*Allah hidayet etsin, kalblerini yumuşatsın; gerçek insanî ufku onlara göstersin. Kime? Yılan dilini uzatıp sizi ısıranlara.. salya atanlara.. diş gösterenlere.. haşhaşî, yılan, çıyan, akrep diyenlere.. Allah kalblerine iman ilkâ etmek suretiyle, gerçek imanı, imanda itminanı ve iz’anı duyursun; hakiki mü’min olmaya muvaffak eylesin. Onun ötesinde, Allah bunu murat buyurmamışsa, başlarına bir taş mı vurur semadan, yerin dibine mi batırır… Ne var ki, böyle bir ceza geldiği zaman sadece zalimlerle sınırlı kalmaz. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) buyurulmaktadır.

*Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım. Yiğitçe tavır ve davranış, düşen insana tekme sallamamaktır. Hakiki mü’minlere, bütün dünyada iman, İslam ve millet ruhunu temsil edenlere, ruh ve mana köklerini her yana duyurmaya çalışanlara dünyanın her yanında kötülük yapmak isteyen ve “Ya biat, ya bitiririz!..” diyenler, bütün bütün mü’min olma kabiliyetlerini yitirmişlerse -hafizanallah- cezalarını Allah verecektir. Ceza vermeye kalkmayın siz. O sizin için bir günah, bir cürüm olur.

*İlle de bir şey diyecekseniz, evvela, haklarında hidayet dilek ve temennisinde bulunmalı; kalblerine Allah’ın lüyunet (yumuşaklık) atmasını dilemeli; hak, adalet, istikamet ve insana saygıya hidayet etmesini istemelisiniz. Cenâb-ı Hak bunu yapmayacaksa, Anadolu’da bazı yerlerin kullandığı ifadeyle diyeyim: Allahım Sen bilin!..

*Bize düşen vazife: Allah’ın huzuruna giderken insanî değerlere sımsıkı bağlı olarak, insanî değerleri yıpratmadan, aşındırmadan, kırmadan, onları mukaddes birer emanet olarak koruyup o hamuleyle gitmektir. Tevazu, mahviyet ve hacâlete bağlı kalmaktır.

*Beyazıd-i Bistami Hazretleri buyurur ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

*Kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o büyüklüğüne rağmen, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.

*Bir keresinde, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cebrâil (aleyhisselam) ile beraberken “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” der. Tam o esnada semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” manasına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir.

458. Nağme: Tevbe Etmek Varken…

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

“Günah bir Allah belasıdır. İmanı iz’anı olan, gerçek yiğit insan, günahı ne seviyede olursa olsun, hakikaten mü’minse, öbür tarafa inanıyorsa, yapılan her şeyin yazıldığına inanıyorsa, Kirâmen Kâtibîn’e inanıyorsa, Allâmü’l-guyub’a inanıyorsa, defterlerin orada açılacağına inanıyorsa ve insanın mazhar olacağı veya maruz kalacağı şeylerin o defterin deşifre edilmesine göre ortaya döküleceğine inanıyorsa, ne yapar biliyor musunuz? Bir hata, bir günah işlemişse, yiğitçe halkın karşısında çıkar, der ki: ‘Ben çaldım, ben çırptım; ben harama el uzattım, ben harama baktım; ben kendi yakınlarımı korudum; ben bazı kimseleri vesayetim altına aldım, onları halayık (kapıkulu) gibi kullandım, aynen Firavun’un kendi kavmini kullandığı gibi kullandım. Ben bütün bunları yaptım, hata ettim; tevbeler tevbesi bir daha günaha girmeye. İtiraf ediyorum bunu!..’ Böyle derse, inanın, çok ağır bir şeydir bu fakat nezd-i uluhiyette hora geçen öyle bir itiraftır ki, Allah siler süpürür götürür.”

Kıymetli arkadaşlar,

İşte bu yürek yakıcı sözlerin de yer aldığı sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, günahta ısrar etmenin çirkinliğini ve tevbenin temizleyiciliğini anlattı.

Hocaefendi şöyle dedi:

“Günahlarına kılıf arayan ve algı operasyonlarıyla perdeler oluşturan; ‘Esas günahkâr başkası, zinhar onu bizim kudsî ve münezzeh cephemizde aramayın, çarpılırsınız; çünkü aslında değil bize günah isnadı, bize dokunmak bile ibadettir!’ mülahazasını taşıyan; günah ve haramın nasıl şeytanî bir iş olduğunu, yalan ve iftiranın nasıl şeytanî bir ayak oyunu olduğunu bilemeyen gafiller, başkalarını suçlamak suretiyle onları örtmeye çalışırlar. Çalışırlar ama işledikleri o kocaman günah yırtığını âlemi suçlamak suretiyle yapacakları bu yama kapamaz. O koskocaman yırtığı bu türlü mazeret yaması vallahi, billahi, tallahi kapamaz. Nerede kapamaz? Nezd-i uluhiyette hiç kapamaz.. defterde hiç kapamaz.. ma’şeri vicdanda hiç kapamaz.. tarihin sayfalarında, satırlarında, paragraflarında da hiç kapamaz!..”

Günahlarına mazeretler uydurup bir türlü tevbeye yanaşmayan kimselerin akıbetine de değinen Hocaefendi, bu konuda özellikle şu hususu vurguladı:

“Yâd-ı cemil olacakken bir insan, başkaları tarafından hayırla yâd edilecekken, yâd-ı kabih olur; gelenler ‘Hay Allah cezanı versin; meğer sen bir mel’un adammışsın, biz de aldanmışız!’ derler. Öyle dedirtme yerine, en küçük bir günah karşısında dahi dağlar cesametinde bile olsa günahları eritecek bir teveccüh-ü tâmla o günahın üzerine gitmek ve günah aysberglerini Allah’ın rahmetinin genişliği içinde eritip tuz buz etmek gerekmez mi?!.”

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in dualarından ve rehberliğinden misaller veren Hocamız, hasbihalinin sonunda, bile bile günaha dalmakta ısrar eden insanların acı hallerini şu ayeti açıklayarak anlattı:

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ

“Kim Rahman’ın zikrini, hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, gördüğü halde görmezlikten gelirse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.” (Zuhruf, 43/36)

İçeriğine işaret ettiğimiz sohbeti 29:21 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

 

Endişe, Ümit ve Tevekkül

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, 6-7 saat önce sona eren sohbetinden bazı cümle ve paragraflar şöyle:

*İncitseler de incinme! Sövseler de, sövmeyi tahayyül bile etme! Nöronlarına hâkim isen, rüyalarına bile girmesine meydan verme! Muktezâ-yı beşeriyet olarak, hayaline gelip çarpabilir o türlü olumsuz esintiler. Hemen sıyrılmaya bak onlardan!

Savrulanlarla Savrulmamalı!..

*Başkalarının insanlık dışı tavırları ve davranışları bizi önüne katıp, aynı düşünce ve aynı anlayışa sevk ediyorsa, irademiz zayıf ve ayağımızı sağlam yere basamıyoruz demektir. Elin âlemin savulması veya savrulması bizde savrulma meydana getiriyorsa, sabitkadem değiliz demektir.

*Varsın herkes kendi karakterinin gereğini yapsın, söylesin, yazsın, çizsin; elli türlü iftiraya başvursun; yalanın katmerlisini söylesin. “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor çağın müceddidi; yalan, münafıkların da en birinci sıfatı. Kimileri yüz defa yalan söylese de bu sizi tek bir yalan söylemeye sevk etmesin! Başkalarının öyle bir kâfir sıfatını irtikâp etmesi, onu sizin irtikâp etmenizi mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır.

*“Herkes karakterinin, maddî manevî donanımının gereğini sergiler. Yol bakımından kim dosdoğru hidayet üzerinde, onu Allah bilir!” (İsrâ, 17/84) Kendimizi Allah’ın bilmesine göre ayarlamak mecburiyetindeyiz. Madem Allah biliyor her şeyi, onları da biliyor, sizi de biliyor! Herkese yaptığına göre muamele edecek. Bazılarının fiilleri zulüm seviyesinde olmuşsa, dünyada cezalarını çekecekler. Küfürse, mahkeme-i kübrâya bırakılacağını yine Hazreti Pîr-i Muğân, Şem-i Tâbân ifade buyuruyor. Bize mü’mince nezaketimizi korumak düşer.

*Öyle görülüyor ki, imana ve Kur’an’a gönül vermiş, bir yönüyle millî dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, Hazreti Pîr’in ifadesiyle o yüksek gâye-i hayallerini realize etmekten başka bir mülahazası olmayan insanlara bundan sonra da gelen çelme takacak, giden çelme takacak. Bazıları kündeye alacak; bazıları el ense yapacak. Fakat siz bütün bu oyunlara gelmemeye bakarak, Allah’ın izni ve inâyetiyle, sürekli, hiç yılmadan işinizi devam ettirmeye bakmalısınız.

*İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin, Allah’a karşı edepli olmaları da beklenemez. Size karşı edepsizce davranan ve hakkınızda yalanın her türlüsünü tecvîz eden kimselerin Allah’a karşı saygılı oldukları da düşünülemez.

*Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a ait bir beyan: “Aza teşekkür etmeyen, çoğa da teşekkür etmez.” Bir başka nebevî söz: “Şükrü insanlara karşı ahlak haline getirmemiş birisi, Allah’a da teşekkür etmez.” Yani o kaba saba, küstah, nankör birisidir.

*Demek ki insan teşekkürü tabiatına mâl etmiş, içselleştirmiş, bir derinliği haline getirmişse, insanların yaptığı iyiliklere karşı güzel mukâbelede bulunur ve böyle biri Allah’a karşı teşekkür, hamd ve senâda da katiyen kusur etmez. Bu, Peygamber yolunda yürüyenlerin -Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-, müctehidîn-i fihâm yolunda yürüyenlerin, müceddidîn-i kirâm yolunda yürüyenlerin, Hazreti Müceddid-i A’zam yolunda yürüyenlerin şiarı olmalı!

Efendimiz’in Endişeleri

Soru: Şüphesiz sika ufkunun kahramanı olan Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kara bulutların toplanması ve rüzgârın sert esmesi karşısında dahi mübarek çehresine yansıyacak ölçüde endişelenir ve duaya dururdu. Bugün mü’minler olarak lakayt denecek kadar rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Hadiseleri derinden duyma ile imanın kuvveti arasında bir münasebet söz konusu mudur?

*Evet, dediğiniz o husus öyleydi; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) havada bir bulut belirdiği zaman endişe duyar ve duaya dururdu.  Çünkü bazı kavimlerin başına bela gelirken ilk defa bir emare olarak öyle bir şey zuhur etmişti. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktaydı:

فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِهِ رِيحٌ فِيهَا عَذَابٌ أَلِيمٌ

“Vaktâ ki, bildirilen azabı, vâdilerine doğru enlemesine yayılarak ilerleyen bir bulut halinde görünce, ‘Bu, dediler, bize yağmur getiren bir bulut!’ (Hazreti Hûd şöyle dedi) Hayır bu, sizin gelmesi için acele edip durduğunuz şeydir, yani can yakıcı azap taşıyan bir rüzgârdır! Rabbinin izniyle her şeyi devirip yerle bir eden bir kasırgadır.”(Ahkâf, 46/24)

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) şiddetli bir rüzgar estiği zaman yine “Acaba bu Ad kavmininin altını üstüne getiren o rüzgar gibi mi? Kayaların içine giren o insanları yerlerinden söküp saman çöpü gibi ve ağaçların başından aşağıya dökülen, riha maruz o tibn-i bikararlar gibi sağa sola savurur mu?” diye endişe duyar, rengi benzi kaçar, bent-beniz kalmazdı. Allah’a ne kadar iman ediyorsa ve O’na karşı ne ölçüde reca duygusu varsa, adeta o ölçüde de korkuyor, Allah’ın büyüklüğü karşısında mehafet ve mehabet hisleriyle dolu bulunuyordu. Çünkü O, ihsan abidesiydi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cîlî’nin ifadesiyle mutlak manada insan-ı kâmildi. Her şeyi belki bütün insanlığın duyduğu derinlikte duyuyordu.    

Yakarışla Geçen Gecelerin Finali

*Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalati vetteslimat) bu korkusunu bizim endişe duyduğumuz basit, sıradan korkulara irca etmemek lazım. Bir canavardan korkmak, bir zelzele olduğunda korkmak gibi değil O’nunki. O, ümmeti adına endişe duyardı. “Acaba kusurumuz mu oldu?” diye düşünürdü. Zira mukarrebîn kusura kendi zaviyesinden bakar. Onun için, rüzgârın sertçe esmesi, semada bir bulutun belirmesi, bir şimşeğin çakması, bir gök gürültüsü gibi hadiseler karşısında “Acaba Cenâb-ı Hak bununla tedip mi ediyor, tazip mi ediyor?!.” der; ümmetinin başına bir şey geleceğinden endişe duyardı.

*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

Efendimiz “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” Dedi, Fakat…

*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başta sahabe-i kiram efendilerimiz olmak üzere, kıyamete kadar gelecek bütün ümmeti hakkında o endişeyi duyuyordu. Mesela, İnsanlığın İftihar Tablosu “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” diye içi yanarcasına inleyip duruyordu.

*Vifak ve ittifak tevfik-i ilahinin en mühim vesilesiyse, Muhyiddin İbni Arabi hazretlerinin mukabileyn mülahazasına bağlayarak diyebiliriz ki, ihtilaf ve iftirak da bir yönüyle hezimetin en büyük sebebidir.

*Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), yine bir gün ümmet-i Muhammed’in dertleriyle iki büklümken, Hazreti Rahman u Rahîm’den üç talepte bulunmuştur; ümmetinin geçmiş kavimler gibi toplu helâke uğramaması, bir düşmanın tasallutunda ebediyen kalmaması ve tefrikaya düşmemesi için niyaz etmiştir. Allah Teâlâ, Rasûl-ü Ekrem’inin ilk iki duasını kabul eylemiş, fakat üçüncüsünü belli hikmetlere binâen geri çevirmiştir. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, mealen şöyle buyurmuştur: “Habibim, Ben bir hüküm verirsem, artık o öylece gerçekleşir. Sana ahdim olsun ki, ümmetini umumî kıtlıkla cezalandırmayacağım, toplu şekilde helâke uğratmayacağım ve köklerine kibrit suyu akıtıp mevcudiyetlerine tamamen son verecek bir düşmanı onlara musallat etmeyeceğim. Fakat, onlar kendi aralarında kavgaya tutuşup birbirlerine kıyacaklar!..” Evet, başka kavimler isyana daldıkça semavî ve arzî afetler onları bütünüyle kırıp geçirmiştir; ama ümmet-i Muhammed böyle bir akıbetten sıyanet edilmiştir. Ne var ki, inananların da cürüm işledikçe birbirlerine düşmeleri, birlik ve beraberliklerini kaybetmeleri, ihtilaf ve iftiraklarla hırpalanmaları mukadderdir. İşte, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, böyle bir felaketin ümmetinden uzak olması için de dua dua yalvarmış; ancak, bazılarını tahmin ettiğimiz ama ekseriyetini bilemeyeceğimiz pek çok hikmete binâen Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîb’inin bu niyazına “kabul” mührü vurmamıştır.

*Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir… Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir… Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.

*“İlle de ben, benim dediğim, benim düşüncem, benim mülahazam, benim tayfam, benim takımım…” dediğiniz zaman, hiç farkına varmadan bugün belli bir zümreyi karşınıza almış olursunuz. Siz bu huylarınızla hareket ettiğiniz takdirde, yarın karşınıza almayacağınız kimse kalmaz. Bugün birilerine diş gösteriyor, bir yönüyle o huyunuzla ortaya çıkıyorsanız ve o sizin tabiatınız ise, yarın başkaları çok korksun, onlara da diş gösterecek, onları da ısıracaksınız demektir, hafizanallah. Onun için mülayemet, mülayemet, mülayemet.

Nurunuz Sönmez, Söndürülemez Ama…

*Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece dua yönüyle bakacak olursanız, zannedersiniz ki bütün işi-gücü dua. O’nu dua yönüyle müceddidler, büyük veliler ve çağımızda Hazreti Pir tam temsil etmiş.

*Bugün müminler olarak çok rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Bazılarımız itibarıyla “evet” diyebiliriz. O meseleyi derince duyan insanlar vardır. Dudaklarından her an dualar dökülen insanlar vardır. Namazını bitirip yemeğe gelirken, o arayı bile boş geçirmeyip sürekli dua eden insanlar vardır.

*Şimdi sağanak sağanak belalar geliyor başımıza. (Fuzulî’nin sözünü az değiştireyim) “Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme / Âh edip âhından ağyarı âgah eyleme.” Bu âh eylememe, size katlanmış bir sevaba vesile olur. Fakat belaların böyle sağanak sağanak geldiği dönemde bir de tazarru ve niyazda bulunma, sürekli sızlanıp denecek şeyleri deme çok önemlidir. Böyle belaların yağdığı bir dönemde bir dakikamızı dahi boş geçirmemeli ve başka işlerimizi yaparken bile mülahazalarımızla olsun Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ve niyazda bulunmalıyız.

*Kaldı ki bir yönüyle, devahi (bela ve musibetler) çok büyük. Adamlar tamamen tenkile (kökten kazımaya) karar vermişler. Fakat emin olun, bu iş Cenâb-ı Hakk’ın size lütfuysa şayet, katiyen hiç kimse onu kökten kazıyamayacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. “Takdîr-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez / Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” (Ziya Paşa) Sönmeyeceğine, söndürülemeyeceğine içten iman u izanla vazifeye devam Allah’ın izni ve inayetiyle.

*Bir insan, imanının gücü nispetinde, endişe duyulacak şeylerden derin endişe duyar, sevinecek şeylerden de o ölçüde sevinç duyar. İmanının derinliğiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılı) bu duyma meselesi. İnancınız ne kadar güçlüyse o kadar akıbet-endiş olursunuz. Zaten, akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.

Ahlâkî Çöküntü ve Yenilenme Cehdi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

“Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul!”

*Hazreti Pir’in de dediği gibi enâniyet asrı bu asır. Herkesin enâniyeti, benliği bir buz parçası adeta. Onu eritebilmek için de imanın, iz’anın, ihsanın, belki ihlasın derin enginliklerine ihtiyaç var. Yoksa o aysberg gibi şeyleri başka basit göller, hatta denizler bile eritemez. Sımsıcak bir iman atmosferine, İslam atmosferine, ihsan atmosferine, ihlas atmosferine, iştiyak atmosferine ihtiyaç var ki o aysberg gibi şeyler erisin.

*Bir de manevî hastalıkların görenekle bir kesimden başka bir kesime sirayet etmesi gibi ayrı bir tehlike var. Birileri o kadar rahat yalan söylüyor, iftirada bulunuyor; komplolar, hileler, ayak oyunları arkasından koşuyor ki, bunlar işlene işlene toplumda bir ahlak haline geliyor.

*O bakımdan dinin temel disiplinleri adına çok sıkı durmak icap ediyor. Zerre kadarının bulaşmasına meydan vermemek lazım. Enâniyetin başını alıp gittiği, onu besleyecek şöhret, müşarün bilbenan olmak ve o istikamette kullanılan argümanlar gibi; mübalağalar, yalanlar, iftiralar, başkalarını karamalar, kendini masum, masun göstermeler ve hatta nübüvvet payesi sayılan sıfatlarla serfiraz görünmeler gibi faktörlerin çoğalıp yaygınlaştığı zamanımızda -gördüğünüz gibi- başkaları da o korkunç hataları hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan telaffuz edebiliyorlar.

*Toplumun perişan halini merhum Mehmet Akif’in şu sözleri ne güzel tarif ediyor:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde…

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl;

Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkar.

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş;

Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş!

Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl…

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

Kurtuluşumuzun Anahtarı Yenilenme Cehdi

Soru: “Şayet maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim partallaşmamız ise, kurtuluşumuzun anahtarı yenilenme cehdidir.” mülahazası zaviyesinden, yenilenme denince neler anlamalıyız? Bu yenilenme hangi esaslarla mümkün olabilir?

*İmanımızı bir kere daha gözden geçirme en önemli faktör, çünkü çağımızda bu mesele çok önemli. Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Bu çağın derdi imansızlıktır.” Öyleyse bu çağın derdine çare de reçete de imandır. İman esasları üzerinde durmak lazım.

*“Ee.. biz inanıyoruz!” denebilir. Ekseriyet itibarıyla, kültür müslümanlığı bu. Neşet ettiğimiz kültür ortamı itibarıyla inandığımız şeyler var. İlmihali de hafife almıyorum ama Mızraklı İlmihali müslümanlığı müslümanlığımız. Camideki vaizlerin, imamların, hatiplerin müslümanlık adına ortaya attıkları dinamikler nelerse -onlara da can kurban, hafife almıyorum- o müslümanlıkla çağımızın dertlerine derman olunamaz. Onlar çağımızın dertlerinin reçetesi sayılamaz.

*Bir kere daha şu kitabullah-ı azam Kur’an-ı Kerim’i ve kitab-ı kebir-i kainatı mütalaa edip tefekkür, tezekkür ve tedebbür ikliminde iman, marifet ve muhabbet adına sürekli beslenmeli. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak gibi imanın bütün şubelerine yakîn hasıl etmeye çalışmalı.

Kur’an’a Dönüş Yılları

*Dr. İkbal bir edip, bir şair, bir düşünür olmakla beraber, aynı zamanda bir zahid bir âbiddir. Londra’da 15-18 sene kadar kalmış, bir gece teheccüdünü kaçırmamış. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e karşı da ciddi bir alakası var. Diyor ki: “Ben hep Kur’an okuyordum da babam bana diyordu ki, ‘Oğlum Kur’an oku!’ Bir gün babama cevap mahiyetinde ‘Baba, dedim, ben her zaman Kur’an okuyorum.’ ‘Oğlum, Hazreti Muhammed (aleyhissalatu vesselam)’a inmiş Kur’an’ı, O’na inmiş gibi değil, şu anda Allah sana indiriyor gibi oku!’ dedi.” Zannediyorum tecdide bir de bu mülahaza ile bakmak lazım.

*Hazreti Pir-i Muğan hiç olmazsa iki rekat teheccüd kılınması gerektiğini söylüyor, berzah hayatını aydınlatacak projektör gibi gösteriyor onu. Kabir sonrası hayatınızın aydınlanması o teheccüd namazına vabeste, diyor. Gecenin son üçte birinde kalkıp Cenab-ı Allah’a taabbüdde bulunmak, kemerbeste-i ubudiyette bulunmak kabir hayatını, berzah hayatını aydınlatabilecek bir projektör.

*Kur’an’ı Kerim’i sana iniyor gibi ve her ayetin, başta seninle bir münasebeti olduğu mülahazası ile okuyacaksın. Hatta kafirlerle, münafıklarla alakalı şeyleri okurken bile “Galiba bende de bir kafir sıfatı var!..” düşüncesinden uzak kalınmamalı. Bir kafir sıfatı bulunmakla insan kafir olmaz, fakat her mü’minde kafir sıfatı da bulunabilir. Mesela gafil yaşamak, lâhî ve lâğî yaşamak, ömrünü, zamanını israf etmek kafir sıfatlarıdır. Yalan söylemek, iftira etmek, bunları görüp sessiz kalmak, onların yanında oturmak kafir sıfatıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’in her ayetinin bize bir şey dediğine inanmakla ancak gönül dünyamızı ihya edebiliriz. Çünkü hatalar görülmeyince, kabul edilmeyince -zannediyorum- onların giderilmesine de gayret edilmez. Onlardan vazgeçmek, tevbe-yi istiğfarda bulunmak, her defasında 10-20-30 yıl sonra, yaptığımız o mesavî aklımıza geldiği zaman bir kere daha onun üzerine tevbe doluları yağdırmak, balyozları indirmekle giderilmesine çalışılmış olur.

*Kültür müslümanlığı olarak, yetiştiğimiz kültür ortamından aldığımız şeyleri yeterli gördüğümüz için, bugün sadece Türkiye değil, bütün âlem-i İslam böyle yarım yamalak, nazarî müslümanlığın derbederliği içinde bocalayıp duruyor -hafizanallah-.

Yenilenme ve Canlı Kalma Hususunda Birbirimize Destek Olmalıyız

*Buraya kadar söylenenler, bir bakıma, yenilenmenin nazarî yanıydı. Fakat zannediyorum, insanlar, Hazreti Pir’in ifadesiyle “kubbedeki taşlar gibi birbiriyle baş başa vermezlerse dökülürler.” Öyle baş başa vermeye ihtiyacımız var.

*Birbirimizin devrilmesine meydan vermememiz için oturduğumuz, kalktığımız, gezdiğimiz, tozduğumuz yerleri mutlaka sohbet-i Canan hesabına değerlendirmeliyiz. Fuzuli konuşmak yerine açıp bir kitap okuyarak, müzakeresini yaparak, bunu yapamıyorsak açıp Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi, Sekine’yi okuyarak zamanı israf etmekten kurtulmalıyız. Deme damara dokundurmadan, eksik ve yanlışlarımızın muhasebesini yapmalı ve olgunlaşmaya bakmalıyız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun değişik kimselerin hataları karşısındaki tavrını örnek almalıyız. Peygamber Efendimiz, bazı şahısların hususi kusurlarını, umum heyet içinde, o şahsın ders alabileceği ama utanmayacağı, kendisini psikolojik suçluluk içinde hissetmeyeceği ve komplekslere girmeyeceği şekilde ifade buyururdu.

*Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken, “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Allah Rasûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla, “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu devlete aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?”  buyurmuştu.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la kalmaya razı değil misiniz?”

*Huneyn vakasından sonra yaşananlar da bu güzel ahlaka bir misal olarak verilebilir. Bilindiği üzere, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan birkaçı şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah’a ve Rasûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Muktedâ-i Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı kiram efendilerimiz gözyaşları içinde, “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

*Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür. Birbirimizin yanlış ve eksiğini söylerken aynı üslubu takip etmeliyiz. Hazreti Nebiyy-i Zişan’ın üslubuna bağlılık içinde o eksiği gediği deme damara dokundurmadan hatırlatmalıyız.

*Hâsılı, hayatımızı tefekkür, tedebbür ve tezekkürle değerlendirmeli; Sohbet-i Canan’la derinleştirmeli; sürekli kitap okuma, zikr u fikirde bulunma cehdi sergilemeli ve Allah’ın inayetiyle bu vesileler sayesinde hep canlı kalmalıyız. Hemen her konuyu evirip çevirip O’na getirmek suretiyle kurbet ufkuna yürümeliyiz. Böylece gönüllerimize asıl meselelerimizin gurbetini, yalnızlığını ve yetimliğini yaşatmamış oluruz.

368. Nağme: İslam’a Özendiren Bir Halimiz Var mı?

Herkul | | HERKUL NAGME

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, geçtiğimiz gün ikindi namazından sonra dünyanın halinin ve müslümanların problemlerinin insana şahsî hastalık ve rahatsızlıklarını unutturacak kadar fena ve büyük olduğunu belirterek hasbihale başladı.

Günümüzde insanların ruhlarını kaplayan vahşet duygusunun çok ürkütücü bir boyuta ulaştığını ve her duyarlı insanın, hassasiyetinin derinliğine göre bu tablodan müteessir olduğunu belirten kıymetli Hocamız, Hazreti Üstad’ın 2. Dünya Savaşı’nda ölenlerle alakalı yorumlarına işarette bulundu ve şu tesbiti dile getirdi:

“Bizim gibi Müslümanlara bakarak Müslüman olmayan insanların halini istiğrab etmemek lazım; müslüman olurlarsa onu istiğrab etmek lazım. Hangi İslamî derinliğimiz var.. hangi hassasiyetimiz var.. hangi kılı kırk yararcasına İslamiyeti yaşamamız var ki onlarda bir imrenme duygusu meydana getirelim!.”

Hocaefendi, bu sarsıcı ifadelerden sonra insanı titreten şu soruyla sözlerine devam etti:

“Siz kendinizi böyle bir toplumun içinde neşet etmemiş olarak kabul edin; bir kilisenin hariminde/haziresinde dünyaya geldiğinizi düşünün; sonra hâlihazırdaki Müslümanların haline bakın ve kanaatinizi yoklayın! Hür iradenizle öyle bir yer değiştirme aklınızdan geçer mi geçmez mi?”

Problemlerin çözümünde hal dilinin ehemmiyetine değinen ve semavî tebliğin derinliğinin ötesinde, o derinliği, ruhlarda duyarak temsil etmenin önemine vurguda bulunan Hocaefendi daha sonra iman ve marifet yolunda tatma ve doyma (itminan) mertebelerine temas etti ve bunların ötesinde bir ufka sözü getirdi: Doyduktan sonra doymadığına inanma ve sürekli doyma peşinde olma.

Dünyevî işlerde zemin yoklaması yapıldığı gibi imanımızı üzerine bina edeceğimiz meselelerde de aynı hassasiyeti göstermek gerektiğini ifade eden Hocamız, taklitten kurtulup tahkike ulaşmanın ancak bu dikkat ve hassasiyetle gerçekleşebileceğini belirtti.

İman hakikatlerini ve ibadetlerin manasını duyabilme mevzuunu anlatırken “Tasavvurlara bile yalanı misafir etmemek lazım” diyen Hocaefendi “Ramazan gitti artık, 11 ay hicran ve hasretiyle yanacağız!” sözünün doğru olabilmesinin şartlarını sıralayarak meseleyi misallendirdi.

Bu muhasebe yörüngeli sohbeti 15 dakikalık ses kaydı olarak arz ediyoruz.

Hürmetle…