Posts Tagged ‘tebşir’

Bamteli: Islah Yolu ve Güzergâhtaki Gulyabânîler

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 Hizmet gönüllülerinin aslî vazifesi, basiretlerdeki tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktların ameliyatını yapmaktır.

*“Hizmet” dediğimiz bu harekete kendini adamış insanlara düşen vazife, birer göz hekimi gibi insanların gözlerindeki perdeyi kaldırmaya çalışmak; tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktları ameliyat ederek onların her şeyi, görmeleri gerektiği gibi görmelerini sağlamaktır. Denebilir ki, enbiya-ı izâmın, sahabe-i kiramın, tebe-i tâbiîn-i fihâmın, sonra da müçtehitlerin ve müceddidlerin vazifesi de budur. Buna isterseniz emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker diyebilirsiniz.

*İ’la-i kelimetullahın ve tebliğin özünü “iyiliği emretmek, kötülükten menetmek” sözleriyle hulasa ettiğimiz “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesi oluşturur.

*Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip anlatılması mânâsına gelen “i’lâ-i kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve esas itibariyle peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı, Cenâb-ı Hak en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki Allah Teâlâ, peygamberlerini i’lâ-i kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola sevk etmiştir.

 Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir.

*İrşad mesleğinde tebşîr ve inzâr çok önemli iki husustur. Tebşîr, isabetli bir yolun neticesinde insanın içinde beşaşet hâsıl edebilecek, bişaret sayılabilecek bir şey söyleme demektir. İnzâr da eğri yolun encamında insanın başına gelebilecek kötülüklerden o insanı sakındırma manasına gelir. Tebşîr aynı zamanda tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ifade etmektedir; inzâr ise terhîb (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) vazifesi görmektedir; bunlardan ilki recâya, ikincisi havfe bakmaktadır; birinde ümitlendirme, diğerinde ise, sakındırma vardır.

*Aslında, Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır.

*Başka bir açıdan, irşad mesleği, bir yandan arıtma (tahliye – التخلية) diğer taraftan da süsleme (tahliye – التحلية) vazifesidir. Önce nefsi, öfke, inat, bencillik, kıskançlık, hased, kin, nefret ve sair şerre sebep temayüllerden arındırmak; daha doğrusu onların yönlerini hayırlı işlere çevirmek lazımdır. Daha sonra da güzel sıfatları ve güzel ahlakı ruha mal etmek, böylece onu süslemek, ziynetli hale getirmek gerekmektedir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz, rehberliği zaviyesinden dualarında “tahliye” (التخلية) talebinde de bulunmuştur. Mesela, Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz’in sıkça tekrar ettiği dualarından biri şöyledir:

اللَّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ اللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنْ خَطَايَايَ كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنْ الدَّنَسِ اللَّهُمَّ اغْسِلْنِي مِنْ خَطَايَايَ بِالثَّلْجِ وَالْمَاءِ وَالْبَرَدِ

“Allah’ım, mağrib ile maşrıkı (batı ile doğuyu) birbirinden uzaklaştırdığın gibi beni de hatalarımdan uzak tut. Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle. Allah’ım beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.”

*Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhaniye ve icraat-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından ulûhiyet, “Rab” gibi bir ism-i sıfata bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de rubûbiyet dairesi denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu her iki mertebe hakkındaki nassları kat’îdir. Onun emrettiği tevhid içinde hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” vardır. Meselâ, İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhid-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhid-i ubûdiyeti takrir eylemektedir. Fatiha sûresi, değişik âyetleriyle hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” ve “ubûdiyeti” takrir buyurur. İ’la-i kelimetullah bu hakikatleri de üslubunca anlatmayı gerektirir.

 Hüzün vardır, ahiret buudludur ve “kutsal hafakan” sayılır; hüzün de vardır, dünya yörüngelidir, nefsî ve şeytanî dürtülerden kaynaklanır.

*Hüzün vardır, ibadet ü taatteki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubûdiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya (Allah’tan başka her şey) meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır. Hüzün de vardır, dünyaya meyilden, mal sevgisinden, makam hırsından, şöhret tutkusundan ve tahakküm sevdasından kaynaklanır. Diğerleri makbul olmakla beraber, dünyeviliğe bağlı stres, anguaz ve hafakanlar merduttur.

*İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Âlem-i İslam’ın ızdıraplarını içte duyarak hüzünlenmek ve insanlığın hidayetini düşünerek tasalanmak olsa olsa “mukaddes hüzün” veya “kutsal hafakan” şeklinde adlandırılabilir ki bunun örnekleri de en çok İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, diğer nebilerin ve peygamber vârislerinin hayatlarında görülebilir.

*Akıbeti ve ahireti düşünmeyenlerin hüznü değersiz ve neticesizdir. Hâlbuki Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen şu sözlerle de dile getirilen hakikatler hep akıbet endişesiyle yaşamayı gerektirmektedir:

يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ    قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ    حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً    وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا    لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

 Boz bulanık hırslarla ve imkânlarını yitireceği korkusuyla titreyen bir talihsiz cihana sultan olsa da hür değildir.

*Başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a kul olmaktan geçer. Bakmayın bazı kimselerin yalan yanlış namaz kılmalarına!.. İnsan, Allah’a kulluktan kopunca, saltanata kul olur, debdebeye kul olur, tûl-i emele kul olur, tevehhüm-i ebediyete kul olur, bohemce yaşamaya kul olur, parayla pulla oynamaya kul olur, âlemin kendisini alkışlamasına kul olur, parmakla gösterilmeye kul olur, kendisine ayağa kalkmaya kul olur… Böylece, kendisi için elli tane put oluşturur; Lât’lar, Menât’lar, Uzza’lar, Nâile’ler, İsaf’lar, Zeus’ler, Afrodit’ler geride kalır.

*Böyle kopuklar dengeli de düşünemezler. Belki bulundukları yeri de teminat altına alamazlar. Bir dönemde bir şey yaparlar ama hep günü kurtarma derdinde oldukları için fiyaskolar yaşarlar. Mesela, bir mesâvîye göz yumarlar; diyelim ki, bir şekavet şebekesiyle, Allah belası bir terör örgütüyle muvakkaten bir anlaşmaya girerler. O terör örgütü, onların ülkelerinin dört bir yanını, kendi ifadeleriyle, cephanelik stokları haline getirirken ya görmüyorlardır -o zaman kör gözlerine sokulsun- veya görüyor, bilerek o meseleye müsamaha ediyorlardır. Bakın neleri kaybettiriyorlar!.. Bir tarafta o şehitlerin şehadetinin, öbür tarafta da bir sürü insanı daha düşman haline getirme ve mağduriyete uğratmanın arkasında ya korkunç bir gaflet, ciddi istihbarat zaafı ve umursamazlık veyahut da o günü gün etme hesabına, onlarla iyi geçinme adına, “Varsın onlar da değişik yerleri cephane stokları yapsınlar!” mülahazası vardır. Birincisi olursa, gaflettir, denaettir, şenaattir, fezaattir; ikincisi ise hıyanettir, alçaklıktır.

*Sadece bugüne takılan insanların hali budur. Onlar hem bugünü kaybederler hem de yarını kaybederler. Bugünü kaybederler; zannediyorlar ki bu işler böyle devam edecek. Hayır, maşerî vicdanda temerküz ve tahaşşüt eden çok ciddi bir metafizik gerilim vardır ki, hafizanallah, indirdiği tokatla -yeniçeri tokadı gibi- onları yerle bir eder. Gider böylece dünya; onların sevdalısı oldukları dünya, aşığı oldukları dünya, taptıkları dünya, putperestlik ettikleri dünya ellerinden gidiverir. Ahireti zaten çoktan kaybetmişlerdir. Münafıkların kaybettikleri gibi… Onlar da camiye geliyorlardı, namaz kılıyorlardı, oruç tutuyor görünüyorlardı. Fakat “Kalblerinde bir maraz vardı da Allah marazlarını artırmıştı.” Her hıyanetleri, her nifakları, her dünyaperestlikleri onların iç marazlarını artırıyordu.

 “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.”

*Allah Rasûlü münafıklar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hazreti Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) söylemişti de. Bundan dolayı da Hazreti Ömer, Hazreti Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı. Dahası, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu.

*Hâlihazırdaki durumun tesirinde kalmamalı. Ne olursa olsun, vazifemiz i’lâ-i kelimetullah’tır. En ağır şartlar altında -cehenneme koysalar, ayaklarımıza prangalar vursalar, Promete gibi bizi zincirlerle kayalara bağlasalar da- Allah’ın izni ve inayetiyle yine bu vazifemizi yapmaya çalışırız.

*Onlar “bitirdik” falan diyorlar! Neyi bitirdiniz?!. Allah’ın ektiği tohum; o (filizlenme manasına) bitiyor. Siz “bitirdik” diyorsunuz; tıpkı çayırlar gibi, o yeniden arkadan yeşeriyor. Zaten olduğu gibi kalsa kuruyacak. Onun için hafif bir budamaya, tımara ihtiyacı var. “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Bir yönüyle, hâristan (diken tarlası) olmaması için Allah zalimlerin elleriyle biçiyor sizi.

*Namık Kemal diyor ki: “Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Onu az değiştirerek şöyle diyeyim: “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Sizin kıymetinizle, itibarınızla oynayan ve algı operasyonlarıyla sizi itibarsızlaştırmaya çalışanlar, dünya kamuoyu nezdinde kendi itibarlarını yitiriyorlar. Tarihin sayfalarına itibarsız Nemrut’lar gibi geçecekler, Firavun’lar gibi geçecekler, Şeddat’lar gibi geçecekler!..

*“Bulunmazsa milletin efradı beyninde adalet / Geçer zemine bir gün arşa çıkan pâye-i devlet.” Şimdiye kadar numunesi elli defa görülmüş, varsın bu da elli birincisi olsun!..

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: ATEŞ VE MERDAN (!)

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

İnsanı yanlış olandan vazgeçirme hususunda, kadimden bu yana uygulanagelen iki temel metot vardır. Bu metotlardan ilki; tehlikeyi nazara verme[1], sakındırma ve uyarma diyebileceğimiz (inzar); ikincisi ise, müjdeleme manasında (tebşir)’dir. İnsanı var ve terbiye eden Rabb tealâ, kulunu yasakladığı şeylerden uzak tutma ve emrettiği şeyler adına onu harekete geçirmede müessir dinamikleri farklı farklı yaratmıştır. Bu manada insan fıtratını en saf ve en olduğu şekliyle aksettiren küçük çocukların hayatlarına sarf-ı nazar etmemiz yeterli olacaktır. Zira her çocuğun, kendisini yanlış olandan uzak tutabilecek, aynı zamanda karakterini de domine eden baskın bir tabiatı vardır. Bu tabiat kimi çocukta sakındırma şeklinde, kimilerinde ise müjdeleme suretinde varlık göstermektedir. Kimi çocuk “şu şu yanlışları yaparsan şu cezayı veririm sana” gibi uyarı eksenli ikazlardan, kimisi de “şu şu güzel şeyleri yaparsan” yahut “şu yanlışlardan uzak durursan sana çok güzel hediyeler vs.” gibi müjde eksenli terğiplerden etkilenir. “Bazıları imrendiricilikle harekete geçmeye daha meyyal olurlar; bazıları da içlerindeki akıbet endişesinden dolayı sakındırma metoduyla hayırlı işlere daha bir sarılırlar.”[2] Yani kimilerinin fıtrat kumaşı tehlikeleri nazara verme metodunun daha müessir olduğu bir iple dokunmuştur, kimilerinde ise bu kumaşın hammaddesi müjdedir.

Hal böyle olunca; insan fıtratı göz ardı edilmeksizin tatbik edilmesi düşünülen bir tebliğ metodunda “inzar- sakındırma” metodunun sözünün geçtiği alanın ıskalanmaması lazımdır. Zira “dinî emir ve yasakları tebliğ etmek” insanları etkileyecek tarzda vahyi anlatmak demektir. İnzarın anlamı bu noktada ortaya çıkar. Esasen dinî davetin ilâhî gerçekleri anlatma ve insanları uyarıp harekete geçirme şeklinde ifade edilebilecek iki yönü vardır. İnzar bunların ikincisini oluşturmaktadır. Çünkü insanları harekete geçiren arzu veya korku faktörleridir. Kişinin motivasyonunda beşerî ihtiyaç, istek, özlem ve ideallere cevap veren veya korku, endişe ve gerilime yol açan hedeflerin uyarıcı etkisi vardır. İnzar, kişide korku uyandırarak onun dinin hedeflerine uygun davranışlara yönelmesini amaçlayan davet yöntemidir. Ancak bu tek başına değil, insan tabiatındaki arzu ve isteklere hitap etmek suretiyle dinî ilgi uyandırmayı amaçlayan özendirme (tebşir) ile birlikte kullanılır. Uyarma ve müjdeleme bütün peygamberlerin kullandığı iki davet metodudur (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Mu’cem, “bşr”, “nźr” md.leri). Kur’an’da tebşir ve inzar genelde birlikte zikredilmekle beraber inzar kökünden gelen kelimelerin daha fazla oluşu dikkat çekicidir. Ancak bunu, ilâhî rahmetin gazabını geçtiğine ve her şeyi kuşattığına ilişkin müjdeleri, ayrıca cennet tasvirlerinin cehennem tasvirinden daha çok olduğu hususunu dikkate alarak değerlendirmek gerekir. İnkârcıların çok olmasına bağlı olarak inzarın da fazla tekrarlanması tabii karşılanmalıdır. İslâm davetinde korku ve uyarma yöntemine bu derece ağırlık verilmesi âlimlerce iki yönden ele alınarak açıklanmıştır. Bunlardan biri, korkunun insanı harekete geçirmedeki rolünün daha fazla oluşudur. Fahreddin er-Razi hazretlerinin belirttiğine göre bir işin yapılmasını veya terkedilmesini sağlamakta uyarma ve korkutmanın etkisi müjdelemenin etkisinden daha güçlüdür. Çünkü insan menfaat sağlamaktan çok zararı defetmek için çaba harcar (Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 42). Dolayısıyla inzar hedefe ulaşma imkânını daha çabuk sağlar. Ancak inzârın sürekli olması gerekir, aksi takdirde iş‘ar (bildirme) mahiyeti kazanır (Kurtubî, I, 184). İkincisi de davete muhatap olan insanların özellikleriyle ilgilidir. İslâm öncesi Arap toplumunun büyük çoğunluğu inanç, zihniyet ve davranış bakımından son derece olumsuz niteliklere sahipti. Bundan dolayı davetin ilk dönemlerinden itibaren İslâm’a karşı büyük bir direniş gösterdi. Sağduyularını büyük ölçüde yitirmiş ve kalpleri katılaşıp âdeta taş kesilmiş (el-Bakara 2/74; ez-Zümer 39/22) insanların vicdanlarında bir sarsıntı meydana getirerek dikkatlerini çekmek için inzârdan daha etkili bir metot yoktur.”[3]

Bu minvalde Fahr-i Kâinat Efendimiz’den (sallâllahu aleyhi ve sellem) şerefsudur olan inzar eksenli bir beyanda şöyle buyrulmaktadır:

عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

 «إِنَّ أَدْنَى أَهْلِ النَّارِ عَذَابًا يَنْتَعِلُ بِنَعْلَيْنِ مِنْ نَارٍ، يَغْلِي دِمَاغُهُ مِنْ حَرَارَةِ نَعْلَيْهِ»

Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anh) Resulullah Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduklarını rivayet etmektedir:

“Muhakkak cehennemliklerin en az azap göreni ateşten iki nalın giyecek (ve o) nalınlarının hararetinden dimağı(beyni) kaynayacaktır.”[4]

Yukarıda da kısmen ifade edilmeye çalışıldığı gibi doğru olana çağırma hususunda insanların fıtratları dahi uyarma ve sakındırma metodunu tebliğin vazgeçilmezlerinden kılmaktadır. “İnsanları hep iyiliklerin peşinde bulunacakları bir koridorda yol almaya, ömür boyu imanın lezzetini duyacakları bir atmosferde yaşamaya ve ufukta da her zaman Cennet’in tüllendiğine şahit olmaya imrendirmek; keza, sonu felakete çıkan bir dehlizde yürümekten onları alıkoymak, o dehlizin giriş kapıları sayılan günahlara karşı içlerinde tiksinti hâsıl etmek ve şayet o boğucu havadan uzak kalmazlarsa ebedî hüsrana uğrayabileceklerini onlara hatırlatmak lazımdır.”[5]

Bu hadis-i şerif de mühlikata karşı uyarma yönü ağır basan bir hadis-i şeriftir. Ve hiç şüphesiz böylesi bir azaba maruz kalmanın korkusu, kendisini kötü olandan koruma hususunda tehlikeyi nazara verme metodunun daha müessir olduğu kullar üzerinde dehşetler hâsıl edecek bir manayı muhtevidir. Azabın en hafifi olarak ayaklara giydirilen ateşten bir nalın… ve bu nalının harareti sebebiyle fokur fokur kaynayan bir beyin.

Seçilen Örneğin Toplum Bilgi ve Psikolojisi Açısından Okunması

Haddizatında bizler ahirette ayaklara giydirileceğinden bahsedilen bu mezkûr nalının mahiyeti ile alakalı; hammaddesinin ateş olduğu dışında bir bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte nalınlar günümüzde de, insanın hususiyle ayağına arız olması muhtemel bir takım tehlikelerden korunması maksatlı kullanıldığı gibi, bu sözün Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) mübarek dilinden sadır olduğu dönemde de aynı maksatla kullanılmaktaydı. Bilhassa çöl ikliminin hâkim olduğu yerler ve badiyelerde yaşayan insanlar için ayakların çöl kumunun yahut çıplak kayalıkların kavurucu ateşinden korunmasının lüzumu düşünülünce, seçilen örneğin anlatılmak istenen husus açısından ehemmiyeti daha da artmaktadır. Bu zaviyeden yaklaşınca hadis-i şerifte ayaklara giyilen nalın örneğinin tercih edilmiş olması son derece manidardır. Aynı zamanda ayakları kavuran ve beyni kaynatan bir hararetin hükümferma olduğu bir beldenin insanı için, hadis-i şerifin ifade ettiği mana ve inzar şiddeti son derece dehşetlidir. Zira bugün dahi, çöl sıcağının kendisini kâmil manada hissettirdiği yerlerdeki insanlar için nalın vazgeçilmez zaruri bir ihtiyaçtır. Bu iklimlerde gece ve gündüz arasındaki ısı farkı oldukça fazladır. Çöller gündüzleri sıcağın elli-elli beş dereceyi bulduğu, büyük oranda zirai faaliyetlerin, hatta insani faaliyetlerin dahi durduğu yerlerdendir. İnsanların değil böylesi bir ortamda çalışması, uzun süre böyle bir güneşin altında kalması dahi hayati tehlike taşımaktadır. Böylesi bir sıcaklıkta, insanın serinleme umuduyla yüzünü döndüğü rüzgâr dahi demlikte kaynayan suyun buharı misali bunaltır insanı. Aşırı sıcak ve aşırı soğukların bir neticesi olan çöl kumları bir fırını andırır adeta. O yüzden; böylesi kavuran bir zeminde yol alan bir insanın en önemli ihtiyaçlarından birisi de ayağını, dolayısıyla kendisini bu sıcağın şerrinden koruyacak ayakkabısıdır.

Dolayısıyla insan cehennemde ayağına geçirilen bu ateşten nalınların verdiği azap ile belki de dünya hayatını hatırlayacak ve ateşin ne denli dayanılmaz bir şey olduğunu bildiği halde ahirette ondan kurtaracak tedbir ve temkin yörüngeli bir hayat yaşamadığı için hayıflanacaktır. Zira kavurucu kumların ateşinden korunmak için ayaklarına geçirdikleri nalınlar orada bizzat ateşin ve azabın kendisi oluvermiştir. Bu açıdan; seçilen örneğin, bu iklimin insanında bir altyapısının ve bir karşılığının olması hikmet eksenli bir inzarın lüzumunu anlatması bakımından son derece manidardır. Zira bu sadedde; hakikati ifade adına verilen örnek gerçek hayatta en sık ihtiyaç duyulan ve en çok maruf olan bir ihtiyaçtır.

Bize Gelince; Hakk’ın gazabını celbedecek olan onca günahımıza rağmen nasıl bu denli akıbet endişesiz nefes almaktayız? Cehennem azabının en hafifinin dahi böyle dehşetengiz bir manzara ile sunulması karşısında neden en küçük bir sarsıntı yaşamayız? Neden hala Hak hakikatten gayrısına reverans etmekten hicap duymayız? Omuzlarımız üzerinden inanan insanlara ateş edildiğini bile bile hala nasıl af ve mağfiret ümidi taşıyabilmekteyiz? Harekete geçmede tırsak, arzu etmede gözü pek oldukça hakikate karşı samimiyetsizliğimizi ne ile perdeleriz? “Zalimin karşısındayız, mazlumun yanındayız” retoriği ile yetinmenin hakikate gadretmek olduğunu bile bile mazlum urbasına bürünme ikiyüzlülüğünü ne ile telif ederiz? Yapacağı her işi erdem, hak-hukuk, adalet ve fazilet mizanında tartmadan topluma sunmaktaki gayri ahlakiliğe nasıl isyan etmeyiz? İnandığını iddia ettiği değerlerini ilk fırsatta tezgâha koyabilecek karakterde ruhundan ufunet kokusu gelen ruh mevtalarını neden hala omuzlarımızda taşımakta karardadeyiz? Sahi bizler cennetliklerden olma mevzuunda Allah’tan bir teminat mı aldık[6] ki mazimizi tebyize, istikbalimizi bembeyaz yaşamaya yanaşmamaktayız?

Ya Rab! Mağfirete istidadını yitirmiş bir sermaye ile huzuruna gelenlerden olmaktan muhafaza buyur bizleri!

Sefa Salman

[1]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[2]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[3]. Diyanet İslam Ansiklopedisi “İnzar” Maddesi

[4]. Sahih-i Müslim, İman, 361

[5]. M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu

[6]. Bakara suresi 2/80