Posts Tagged ‘nimetler’

Acz u Fakr Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsan olarak her gün farklı meşguliyetlerin içine giriyor, farklı tercihlerde bulunuyoruz ancak çoğu zaman yaptığımız işlerde, bulunduğumuz tercihlerde Cenab-ı Hakk’ın rızasının olup olmadığını bilemiyoruz. Belki farkına varmadan işlerimizin içine bencillik karıştırıyoruz.. Allah’ı anlatıyoruz zannıyla bilgiçlik taslıyoruz.. vifak ve ittifaka gelen ilahî inayeti şahsî kabiliyet ve istidatlarımıza nispet etmeye kalkıyoruz… Kim bilir günlük koşuşturmacalarımızda bunun gibi daha ne hatalara düşüyoruz. Müslümanlığı hakkını vrererek yaşamanın önünde çoklarının farkında bile olmadığı bu tür gizli tehlikeler söz konusudur ve gerçekte hayatını muhasebe ve murakabe ekseninde götürmeyen, Allah (celle celaluhu) karşısında günde birkaç defa kendini sıfırlamayan kimselerin bu tür tehlikelerden uzak durması çok zordur.

Aslında varlığımız üzerinde biraz düşünmeyi, Cenab-ı Hak karşısındaki konumumuzu mülahazaya almayı hep bir ufuk olarak tutsak, gizli şirk ifade eden tavır ve ifadelerden uzak kalabilir ve Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini fark ettikçe “yapıyorum” yerine “yaptırıyor” demeye başlarız. Kendi azim, gayret, irade ve cehdimizin O’nun meşietinin gölgesinin gölgesinin gölgesi olduğunu fark ederiz. Bu konuda kat etmemiz gereken epeyce bir mesafe var. Allah karşısındaki konumumuza göre bir kulluk tavrı belirlemek ciddi bir cehd ü gayret istiyor. Aksi takdirde hiç farkına varmadan Allah Teâlâ’nın lütuflarını kendimize mâl etme gibi bir hataya düşüyoruz. Bu da O’na, O’nun olanda ortaklık iddiası manasına şirkin bir çeşididir.

Mazhar Olunan Nimetler

Bizler Cenab-ı Hakk’ın sayısız ve harikulade lütuflarına mazharız. Her şeyden önce yoklukta kalmamış varlık sahasına çıkmışız. Var olmakla kalmamış canlı olmuşuz. Canlı olmanın yanında insan yaratılmış; akıl, şuur, irade ile donatılmışız. Bunun yanında Allah Teala’ya kul, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmakla şereflendirilmişiz. Aynı zamanda Din-i Mübin-i İslâm’ın fesada maruz kaldığı bir zamanda ıslahçılar safında yerimizi almışız. Ömrümüzün geri kalan kısmını başımızı hiç yerden kaldırmadan secdede geçirsek yine de bu nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Fakat bu nimetlerin kadr ü kıymeti bilinemezse, bu küfran-ı nimet insanı tepetaklak baş aşağı da getirebilir.

Allah Teâlâ bazı şahıslara daha hususi surette lütuflarda da bulunur. Kimilerine mal ü menal, kimilerine makam ve mansıp, kimilerine güç ve iktidar, kimilerine de şan ve şöhret lütfeder. Onlar bu nimetlerin kimden geldiğini bilir ve şükürle nimetlerin sahibine yönelirlerse kazanırlar. Aksi halde, sahip oldukları nimetleri kendilerinden bilir ve nankörlük yaparlarsa bu sefer de bunlarla kendilerini mahvederler. Tıpkı kaynaklarda ibretlik hayatlarına yer verilen Bel’am İbn-i Baura ve Bersisa gibi. Kim bilir tarihte Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve nimetlerini suiistimal eden ve bu yüzden de mahvolan nice Bel’am ve Bersisalar gelip geçmiştir.

Esasında tarihin uzak köşelerine gitmeye de gerek yok. Günümüzde de Allah’ın güç, kuvvet, iktidar, şan, şöhret ve itibar verdiği niceleri, bu imkânları kendilerinden bildikleri için zehirleniyorlar. Âlemin teveccüh ve alkışına aldanıyor, kibir ve gurura kapılıyor ve kendilerini âdeta bir mihrap hâline getiriyorlar. Her şeyin kendilerine bağlanmasını, her meselenin kendilerine sorulmasını, her müşkülün kendilerinde çözülmesini, herkesin kendilerinin sözünü dinlemesini arzu ediyorlar. Derken tarihe kirli bir sayfa olarak kaydediliyor, dünyalarını da ahiretlerini de berbat ediyorlar.

Dikkat etmediği takdirde herkes kaybedebilir. Kendilerini kudsî bir davaya adayanlar da benzer tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına gönül veren insanlar, sergüzeşt-i hayatlarına bir göz atacak olsalar, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine hiç ummadıkları nice sürpriz nimetler lütfettiğini göreceklerdir. Allah hizmet erlerini öyle nimetlerle serfiraz kıldı ki işin başlangıcında hayal dahi edilemeyen noktalara gelindi. Talebelerin kalabileceği bir iki tane ev açtığımızda sevinçten uçuyor, bunu gözümüzde çok büyütüyorduk. Evler yurtlara dönüştüğünde, yurtların sayısı çoğaldığında ayrı bir hayret daha yaşamıştık. Arkasından sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı ülkelerinde yüzlerce okul açıldı. Okulları kültür lokalleri, diyalog merkezleri ve daha başka müesseseler takip etti. İşin sonu nereye varır, dün bunları veren Allah yarın daha neler lütfeder onu da bilemiyoruz.

Bugüne kadar yapılan hizmetler bizim şahsî dehamıza, minnacık güç ve iktidarımıza verilemez. Bu takdirde sebeplerle sonuçlar arasında büyük bir uyumsuzluk ortaya çıkar. Belli ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Dolayısıyla bize düşen kulluk vazifesi de Cenab-ı Hakk’ın bu fevkalade lütufları karşısında şükür ve hamdle O’na yönelmektir. Esasında şükür adına ne yaparsak yapalım yine de işin hakkını veremeyiz. Sabahlara kadar namaz kılsak, başımızı secdeden kaldırmasak, ara vermeden oruç tutsak, her sene hacca gitsek yine de nail olduğumuz sonsuz nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Bu yüzden, Allah için her ne yaparsak yapalım, bize düşen, yaptığımız ibadet ü taatleri yetersiz görerek sürekli,

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يا مَعْرُوفُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يا مَشْكُورُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يا مَذْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يا مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ   

“Ey Mabud-u Mutlak Maksud-u bi’l-istihkak, azamet ve ululuğuna yakışır şekilde kullukta bulunamadık. Ey her şeyden daha ayan olan Zat, Seni hakkıyla bilemedik. Ey şükredilmeye tam layık olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik. Ey her dilde zikredilen, Seni hakkıyla zikredemedik. Ey tüm övgü ve hamdlerin mercii, Sana hakkıyla hamd ü senada bulunamadık. Ey göklerin, yerin ve bunların içindeki her şeyin kendisini tesbih u takdis ettiği Zat-ı Ecell ü A’lâ, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik.” deyip inlemektir.

“Şükrederseniz Artırırım”

İnsan, bütün hayatını acz u fakr, şevk u şükür duyguları içinde yaşamalı; aklına ne zaman “bir şey yaptım” mülahazası gelecek olsa hemen yukarıdaki cümlelerle durumunu Allah’a arz etmelidir. Eğer böyle yaşamaya muvaffak olur, nail olduğumuz nimetlere şükür duygusuyla yaklaşırsak, Allah da nimetlerini ziyadeleştirir. Zira O, “Eğer şükrederseniz artırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7) buyuruyor. Fakat böyle yapmayıp olan biten şeyleri kendimize bağlar, kendi güç ve iktidarımıza verir nankörlüğe düşersek, Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinden mahrum kalırız. Birilerinin “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.” demesi gibi biz de “Dünyada şu kadar eğitim müessesesi açan bir cemaatin efradıyız.” der, yapılan güzel şeyleri aidiyet mülahazasına bağlar ve bütün bu güzellikleri kendimizden bilirsek, Allah muhafaza, âyetin devamında gelen, “Şayet nankörlük yaparsanız bilin ki azabım çok şiddetlidir.” ilahi beyanının tehdidine maruz kalırız. Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinin devam ve temadi etmesini istiyorsak, öncelikle nimetin gerçek sahibini görmeli, görüp tesbih u takdiste bulunmalı ve “Her şey Senden, Sen ganisin, Rabbim Sana döndüm yüzüm.” demesini bilmeliyiz.

Özellikle başkalarının övgü ve takdirleri karşısında, Allah’ın lütuf ve ihsanlarını insanın kendine mâl etmemesi çok zordur. Bu oldukça dikkat ve temkin gerektiren bir mevzudur. Birileri sizi sahip olduğunuz bir kısım fazilet ve meziyetlerle övmeye başladığında en azından düşünce ve tasavvurlarınız kirlenebilir. Allah’ı unutarak söz konusu meziyetleri kendinizden bilebilirsiniz. Bence şirk kokan bu tür düşünceleri hayale dahi misafir etmemeli. Hatta daha zorunu söyleyeyim. Uykuya daldığınızda bu tür şeylerin rüyasını bile görmemelisiniz. Zira meseleye biraz Freud’ca bakacak olursak, bir kısım rüyaları insanın şuuraltı müktesebatının açığa çıkması olarak değerlendirebiliriz.

Bütün bunlar, Kur’ân ve Sünnet’in temel esaslarından hareketle Hz. Pir’in ortaya koyduğu acz, fakr, şevk ve şükür yolunun gerekleridir. Haddizatında insanın kendini eli hiçbir şeye yetişmeyen bir aciz, hiçbir şeye sahip olmayan bir fakir görmesi bir fazilet değildir, sadece hakikati ve genel durumunu itiraftan ibarettir. Allah karşısındaki konumunu çok iyi belirleyen bir insanın aksi bir düşünceye sahip olması düşünülemez.

Allah’ın sağanak sağanak gelen lütuflarını görebilen, ümitsizliğe düşmez. Her şey O’nun elinde olduğuna, her şey O’ndan geldiğine ve O’na döneceğine göre ben niye yeise düşeyim ki! Halihazırdaki manzara iç karartıcı olabilir. Fakat yolu açan, yol veren, güzergâhları gösteren ve değişik köşe başlarında karşımıza çıkan gulyabanileri bertaraf ederek güzergâh emniyetimizi sağlayan O ise ben niye karamsarlık yaşayayım ki! Verenin de alanın da tekrar verecek olanın da O olduğuna gönülden inanıyorsam niye yeis bataklığında boğulayım ki! Bilakis azmime sarılır ve mesleğin diğer bir esası olan şevk yolunu tutarım.

Yaptığınız işlere şu gözle bakmanızda hiçbir mahzur yok: Allah’ın kaderî bir planı ve senaryosu var. Bizler de birer oyuncu olarak hiç farkına varmadan sahneye sürülüyor, tahrip olmuş ve yıkılmış bir binayı tamir etmekle vazifelendiriliyoruz. Şayet meseleye böyle bakarsanız, bir taraftan, “Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ki bizi böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” deyip şükre; diğer yandan da “Acaba Allah’ın bizi tavzif ettiği işlerin hakkını verebiliyor muyum, acaba konumumu verimli bir şekilde değerlendirebiliyor muyum?” diyerek muhasebeye yönelirsiniz.

Allah’a ait lütufları sahiplenmek gizli bir şirk ve O’na ait hakları gasp olduğu gibi, bunları görmezden gelmek de nankörlük olur. İkisi de yanlıştır. En doğrusu, sahip olduğumuz lütufların farkında olmak ama bunları tahdis-i nimet mülahazasıyla zikretmek ve “Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun ki bizleri böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” diyebilmektir.

Fikir İstikameti

Ne var ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu tür konularda fikir istikametini koruyabilmek hiç de kolay değildir. Bu, ancak doğru yola girme ile mümkündür. Fakat o yola girdikten sonra da doğru yürüme hususiyeti korunamayabilir; zikzaklar yaşanabilir, kaymalar olabilir. Bir şekilde yürünen yolun adabına riayet edilemeyebilir. Nail olunan ilahî lütufların hakkı tam verilemeyebilir. Bunlar neticesinde de şefkat tokatları gelebilir, kulak çekme kabilinden bir kısım belalara maruz kalınabilir. Allah bir kısım zalimleri musallat edebilir. Tehcirler, tehditler, nefiyler, aziller, mağduriyetler, mazlumiyetler, mahkumiyetler, mevkufiyetler, tenkiller yaşanabilir. Eğer bütün bunlara birer şefkat tokadı nazarıyla bakarsak maruz kaldığımız sıkıntılar bizi tevbe, inabe ve evbe ile Rabbimize yönelmeye sevk eder. Rabbimizin razı olmadığı tavır ve davranışlarımız olduysa bunlara bir kere değil bin kere istiğfar ederiz.

Eğer maruz kalınan mağduriyet ve mazlumiyetler bu mülahazalarla değerlendirilirse yaşanan acılar karşısında hissedilen duygular birden bire kin ve nefretten,  mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesinden şefkat ve acımaya döner ve tarihin sayfalarına kara bir leke hâlinde kaydedilecek insanlara ancak acınır.

Allah bugüne kadar iman ve Kur’an hizmetine sahip çıkan adanmışlara çok güzel hizmetler yaptırdı. Sahip olunan değerleri dünyanın farklı yerlerinde temsil etme, İslâm’ın dırahşan çehresine saçılan ziftleri kısmen de olsa temizleme, dine karşı oluşmuş önyargıları değiştirme, eğitim ve diyalog vasıtasıyla insanlar arasında barış köprüleri kurma gibi imkânlar verdi. Bugün de aynı yolda yürümeye devam ediliyor. Allah’tan ümidimiz o ki gelecekte de aynı hizmetler katlanarak yapılmaya devam edecek. Şayet yürünen yolun doğruluğundan eminseniz, aleyhinizde propaganda yapan, sizi yürüdüğünüz yoldan alıkoymaya çalışan insanlara acırsınız. Gayretullaha dokunduğu gün Hazreti Mevla’nın zalimlerin iflahını keseceğini bilir, bugün halka cevredenlerin yarın Hakk’ın divanında verecekleri hesabı düşünür ve hallerine acırsınız.

Kulluktaki Zaafiyet ve Kabaran Enaniyet

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Enaniyet ve benliğin kuvvet bulmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ubûdiyet zaafiyetine vurguda bulunuluyor. Ubûdiyet zaafiyetiyle enaniyetin kuvvet bulması arasında nasıl bir ilişki vardır?

Cevap: Arapça “a-b-d” kökünden türeyen ubûdiyet, insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı sorumluluklarını yerine getirip kulluk şuuru içinde olması demektir. İbadet de aynı kökten gelir; ancak bu iki kelime arasında bazı mânâ farklılıkları vardır. Kısaca ifade edecek olursak ibadet; imana ait nazarî bilgilerin belli bir disiplin ve sistem içinde amelîye dönüşmesinin ad ve unvanıdır. Ubûdiyet ise insanın, hayatını kulluk şuuru içinde yaşaması demektir. Başka bir ifadeyle ibadet; emredildiği şekliyle kulluk sorumluluklarının yerine getirilmesi; ubûdiyet ise kullukta derinleşe derinleşe hayatın ihsan mülahazası içinde, hep O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşanması mânâsına gelir.

İbadetlerini vicdanında derinlemesine duyarak yerine getiren, temrin yapa yapa kullukta derinleşen, ubûdiyet mülahazasına kilitli bir kul başka kulluklardan sıyrılmış olur. Zaten başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a hakikî mânâda kul olmaktan geçer. O’na kul olmayanlar ise mahlûkatın sayısınca değişik güç ve kuvvet sahiplerine, totem, ikon ve putlara kul, köle olur.

Esasında kendisine karşı ibadet edilmeye layık olan tek varlık Allah’tır (celle celâluhû). Tasavvuftaki ifadesiyle O, Mâbud-u Mutlak ve Maksûd-u bi’l-İstihkak’tır. Yani ibadet edip hayatımızın her anında O’na karşı kulluk şuuruyla hareket etmemiz O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Farklı bir ifadeyle Allah, Allah olduğu için maksuttur; Allah, Allah olduğu için mahbuptur ve Allah, Allah olduğu için mâbuttur. Dolayısıyla hiçbir şekilde hakkı olmadığı ve layık bulunmadığı hâlde değişik inhiraf ve sapıklıklar neticesinde kendisine tapılan totem, mit, ikon, put gibi şeyler apaçık küfür ve dalalettir. Mâbud-u Hakikî ise tektir, o da Allah’tır (celle celâluhû).

İşte böyle bir ubûdiyet mülahazasına kilitli kul, Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmayı, boyun bükmeyi, baş eğmeyi düşünmediği gibi, kendisini de hiçbir zaman diğer insanlardan üstün ve farklı görmez, kul olmaktan öte kendine bir yer ve konum belirlemez. O, her zaman kendisinin Mâbud-u Mutlak karşısında boynu tasmalı, kulağı küpeli ve ayağı prangalı bir köle olduğunun idrakindedir. Böyle birisi nefsini, enaniyetini ve benliğini kulluk potası içinde erittiğinden, mazhar olduğu bütün güzellikleri ve elde ettiği bütün başarıları da hep O’na bağlar. Belki nefsinin aldatmasıyla bazen boyunu aşkın muvaffakiyetler karşısında bir baş dönmesi, bir bakış bulanması yaşayabilir; ama o, hemen her zaman ruhunda mündemiç bulunan ubûdiyet duygusuyla, içinde kabarabilecek bu tür menfi duyguları baskı altına alır.

Ters Orantı

Görüldüğü gibi kulluktaki derinleşme ile enaniyet ve benliğin kuvvetlenmesi arasında makûsen mütenasip (ters orantılı) bir durum vardır. Yani bir insan, Allah’a karşı kullukta ne kadar derinleşirse, nefis, enaniyet ve bencilliğine karşı o kadar temkinli davranıp içindeki menfi duyguları o ölçüde kontrol altına alabilir. Allah’a ubûdiyetten uzak duran kişi ise, kulluktan uzaklaşmanın derecesine göre bencilleşir, egoist ve hatta egosantrist olur. Çünkü o, kendini kendine hatırlatacak kulluk vazifesinden uzak bulunduğundan zamanla kim olduğunu unutur da elde ettiği bütün başarıları kendine mâl eder. Hatta başkalarının yaptığı güzel işlerin bile bir yönüyle kendisiyle irtibatlandırılmasını arzu eder. Dolayısıyla başarı, alkış ve takdirler bir girdap gibi sürekli onu kendi içine doğru çeker.

Hâlbuki Hak karşısında el pençe divan duran, hayatının her karesini böyle bir şuurla geçiren insan kim olduğunu hiçbir zaman unutmaz. O her zaman, boynu tasmalı, ayağı prangalı, âciz, zayıf, fâni bir varlık olduğu şuuruyla hareket eder; böyle bir acz u fakr duygusu onda ibadet ve ubûdiyet için sürekli “Daha yok mu?” arzusunu tetikler. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, isterse her gün bin rekât namaz kılsın, yine de onun ağzından, sürekli “Allah’ım! Sana hakkıyla ibadet yapamadım! Ey her şeyden daha açık daha seçik bilinen Zât! Seni hakkıyla bilemedim. Bilseydim zaten erir giderdim. Ey şükür hakkı olan Allah’ım! Sana hakkıyla şükredemedim.” cümleleri dökülür. Zira böyle bir kul bilir ki, yapmış olduğu ibadetler, mazhar olduğu nimetlerin yanında bir hiç hükmündedir.

Sınırsız Nimetler Sonsuz Şükür İster

Hakikaten bir insanın, cansız görülen varlıklar seviyesinde kalmayıp hayata mazhar olması, bitki ve hayvan değil de şuurlu bir varlık mazhariyetine ermesi, bunun da ötesinde Allah’ı bilip tanıması, iman gibi sırlı bir anahtarla ebediyetin kapılarını açma fırsatını elde etmesi, Cennet’e liyakat yolunu takip etmesi öyle büyük nimetlerdir ki, bunların dünyada bir bedeli yoktur. Bu sonsuz nimetleri ihsan eden ise, Cenâb-ı Hak’tır.

Eğer bir insan bütün bu nimetlerin farkında olur, O’na teveccüh eder, kullukta derinleşir, “hel min mezid/dahası yok mu” kahramanı kesilir, sürekli mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyakını artırmaya çalışırsa, Allah da lütuf ve keremiyle onu enaniyet ve bencillik girdabından kurtarır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle;

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?”

Aslında Allah (celle celâluhû), bin bir hâdise ile her an bize kendini ifade buyuruyor. Buna mukabil biz de, bu hâdiseleri sistemli ve disiplinli bir tefekkürle, dikkat ve teyakkuzla takip etmeye çalışır, ayrı ayrı kareleri yan yana getirerek bütününün birden ifade ettiği mânâyı anlamaya çabalar ve farklı farklı yollar araştırarak hep O’na yürüme gayreti içinde olursak, O da bizi yarı yolda bırakmayacaktır. Zira O, bugüne kadar kendisine yürüyen hiç kimseyi yolda bırakmamıştır.

Enaniyet Çağında Ubûdiyet İksiri

Tarih boyu gündüzler geceleri, geceler gündüzleri takip edip durmuştur. Kimi zaman toprak semaya inat; sema, “gözlerin kuruması murat” demiş, zemin bir baştan bir başa çöle dönmüştür. Ama kimi zaman da semadan sağanak sağanak rahmet yağmış, yer yediveren, yedi yüz veren başaklara beşiklik etmiştir. Evet, kimi zaman aydınlık karanlığa galebe çalmış, karanlık ise iyice büzüşmüştür. Ruhanilerin ve meleklerin atmosferi, şeytanların atmosferini hâkimiyet altına almış, farklı bir ifadeyle melekûtî durum, mülkî durum üzerinde hâkimiyet tesis etmiştir. Devr-i risalet-penahiyi bu aydınlık dönemlere birinci derecede örnek gösterebilirsiniz. O dönemde, âdeta şeytanların gezecekleri, oturup kalkacakları, yiyip içecekleri, yatacakları vs. müsait bir zemin ve atmosfer kalmamıştır. Daha sonraki dönemlerde de buna benzer parlak dönemler olmuştur.

Günümüzde de vücudunun bütün zerreleriyle Allah’a kul olduğunu duyan, hisseden, ihsaslarını aşkın ihtisaslarıyla sürekli O’nunla beraber olduğu şuuruyla yaşayan insanların sayısı az değildir. Zaten öyle olmasaydı, bu arz, yörüngesinde durmazdı. Zira Allah (celle celâluhû) kendisine halis kulluk yapan insanların adesesiyle yeryüzüne bakar; bizim gibi mücrim, günahkâr, düşe kalka yürüyen insanları da mânen görkemli olan o insanların hürmetine bağışlar; onların yüzü suyu hürmetine kâinata bir ömür daha biçer ve onlar hatırına onu yerle bir etmez.

Her ne kadar günümüz enaniyet çağı olsa da, inşallah ibadet ve ubûdiyet adına güzel bir dönem başlamıştır. Zaten karanlığın son noktası, aydınlığın başlamasına işaret eder. Şafaktan evvel ufukta bir kararma olur. Fakat bu, son kararmadır. Tabir caizse, gecenin kendisine has hususiyetlerinin son kez püskürmesi demektir. Evet, son hıncıyla karanlıklar bir kere daha bütün ufku sararlar; fakat bir de bakarsınız, arkadan bir fecr-i kâzip zuhur eder. O, her ne kadar yalancı bir fecir olsa da, aynı zamanda fecr-i sâdıkın en doğru şahididir. Zira o, şimdiye kadar hiç yanıltmamış, ne zaman fecr-i kâzip doğmuşsa kısa bir zaman sonra ardından fecr-i sâdık zuhur etmiştir.

Hâsılı, enaniyet çağında bile olsa insan, Cenâb-ı Hakk’a karşı ibadet ve ubûdiyette ne kadar derinleşirse, enaniyet o ölçüde ondan elini eteğini çekecek ve bencilliğin alanı yavaş yavaş daralacaktır. Nasıl ki, ışık dairesi genişledikçe zulmet dairesi daralıyor; aynen öyle de, ubûdiyetle enaniyet arasında böyle bir zıtlık vardır. Birisi, diğerinin rağmına gelişir. Bir insan ubûdiyette ne kadar derinleşirse, o ölçüde enaniyette sığlaşır. Zamanla o insan her şeyi kudret-i ilâhiyeye bağlar, ortaya koyduğu başarıların kıymetini ise, O’nun rıza ve teveccühünün bulunup bulunmamasına göre değerlendirir ve neticede enaniyet ve benlik itibarıyla tamamen erir, kendini görmez olur, hep O’nu söyler, gezdiği her yerde O’nu haykırır.

Allah’a Neden Tevekkül Etmeyelim ki?!.

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu konuları anlattı:

*Fırtınalar ne kadar muhalif eserse essin, hakiki mü’minler, tam bir tevekkül içinde, hızlarını biraz daha artırmaya bakarlar; sistemlerini daha bir ciddi nazar-ı itibara alır, gözden geçirirler; şartların, genel durumun ve atmosferin müsaadesi nispetinde hızlı hareket etmeye çalışırlar.

Yaşadıklarımız, Allah’ın Cebrî Lütuflarıdır!..

*Sıkıştırılan insanlar -zannediyorum- o sıkışma içinde biraz durur, düşünür ve alternatif yollar oluştururlar. Belki şartların el verdiği, başkalarının destek olduğu, dayanağın/payandanın mebzulce bulunduğu geniş zamanda insan bir kısım hususları düşünemeyebilir. Ama şartların el vermediği yerlerde, o güne kadar hiç akla gelmeyen enteresan, sürpriz şeyler insanın aklına gelebilir. İhtimal, muztarrın duasının kabul edilmesi de bununla alakalıdır. Öyle bir ıztırar hali söz konusu olmayınca, sıkışmış bir kalble, çaresizlik ruh haleti içinde ve yürekten Cenâb-ı Hakk’a teveccüh olmayabilir. Nasıl olsa her şey -halk ifadesiyle diyeceğim- “tıkırında gidiyor” ise, insan -bir yönüyle- duyması gerekli olan endişe verici şeyleri duyamayabilir. “Çaresiz, dua ettiği zaman o duaya icabet eden kim?” İşte o ruh haleti ve böyle bir sıkışmışlık, dua, tazarru ve niyaz adına öyle şeyler ilham eder ki; sâir rehavet ve rahatlık zamanlarında, herkesin el verdiği, destek olduğu dönemlerde, insan, Rabbimize karşı o ölçüde bir münasebeti düşünemeyebilir. Bu açıdan da sıkıştırılmada bile bir vech-i rahmet söz konusudur. Hazreti Pîr “cebr-i lutfî” tabirini kullanır; evet, yaşanılanlar bir yönüyle cebrî bir lütuftur.

*Allah Teâlâ cebren size bir lütufta bulunuyor. Bir yönüyle sizi daha duyarlı, daha hassas, daha alıcı bir hale getiriyor. O hale gelince, ciddi bir metafizik gerilim olur. Sonra da Allah’ın izni ve inâyetiyle itilirsiniz, yan yana gelirsiniz, kafa kafaya verirsiniz; enerjiniz birden bire o sinerji ile artar, köpürür. Allah’ın izniyle, o güne kadar yaptığınız şeylerin on katını yapabilirsiniz.

Elmas İle Kömür Ayrılıyor

*Bu arada, sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayan ve aynı recâda müttefik olmayan insanlar da şöyle böyle elenir giderler. Çok tekerrür ettiği gibi, altın-kömür birbirinden ayrılır. Elmas ruhlar, kömür ruhlu insanlardan ayrılırlar.

*Yine de öylelerine sırt dönmemek, onları terkliğe terk etmemek ve kendilerini terk edilmişlik içinde hissetmelerine meydan vermemek lazım. Ama bununla beraber çok defa sizinle yürüdükleri yolda size ayak bağı olduklarını da unutmamak lazım. Böyle bir dönemde o korku, o telaş, o endişe, o ye’se kapılmışlık, o recâsızlık gibi estirdikleri hava ile -zannediyorum- sizin kuvve-i mâneviyenizi de kırarlar. Bu açıdan, bazı kimselerin “Kalbimiz sizinle beraber ama şimdilik bizimle meşgul olmasanız…” deyip bir kenara çekilmeleri iyi olmuştur. Biz de onu öyle olduğu gibi kabul edelim; onların o dediklerini tebessümle karşılayalım. Bir vech-i rahmet vardır. İnşaallah, iyi zamanda yine yanınıza gelirler, siz de meseleyi hiç görmemiş gibi davranırsınız; tam öfkelenilecek yerde öfkenizi yutarsınız.

*Kur’an-ı Kerim, “O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayet-i kerimede öfkesine mağlup olmayanları, bilakis onu yenip akl-ı selimle hareket edenleri nazara vermektedir. Öfkesini yutan, hiddet ateşini sabırla içinde tutup boğarak söndüren, zarar gördüğü kimselerden öç almaya gücü ve kudreti olsa dahi intikama kalkışmayan ve kötülük edenlere karşı afv ile muamelede bulunan kimseleri takdirle anmaktadır.

Öz Kimliğimize Sâdık Kalmalıyız

*Bazı ahvâl oluyor ki, bazı şeyler insanlık piyasasında, pazarında, çarşısında revaç buluyor. Bir dönemde bakıyorsunuz ki yalan, râiç. Bir bakıyorsunuz, bir yerde tezvîrât başını almış gidiyor. Bazı dönemlere bu türlü mesâvî hâkim oluyor. Birileri, birilerini sürekli çekiştiriyor, iftirada bulunuyor, intikam hissiyle hareket ediyor. İntikamını alamayınca oturup düşünüyor; “Ne desem? Ne etsem? Nasıl karalasam?” diyor. Dolayısıyla atmosfer bu mülahazalarla ve bu mülahazaların seslendirilmesiyle kirleniyor. İşte böyle bir dönemde insanın kendisi olması; kendi öz kimliğini koruması çok önemlidir.

*Allah ile münasebetimiz açısından kendi kimliğimizi sık sık birbirimize hatırlatmamız lazım. Biz mü’miniz! Mü’min, yeryüzünde emniyetin ve güvenin teminatçısıdır. Herkes en mahremini -eşini, kızını- götürüp onlara teslim edebilir ve gözü arkada kalmaz. Hiç olmayacak emanetler onlara tevdî edilir; sahiplerinden daha ciddî bir hassasiyetle o korunmuş olur. Mü’min budur! Mü’min gezip dolaştığı her yerde bir güven atmosferi oluşturur. Bu, hakiki mü’min olanların gerçek kimliğidir. Bu gerçek kimliğin de arka planı esasen Allah ile münasebettir. Allah ile münasebet meselesini ifade eden şeyler de ubûdiyet-i tâmmedir, ihlas-ı tâmmdır, ihsan-ı tâmmdır, rıza-yı tâmmdır, tevekkül-ü tâmmdır, teslimiyet-i tâmmedir, sika-yı tâmmedir. Bunlarla insan Allah ile münasebetini takviye etmiş, kopmaz hale getirmiş olur.

Ahirzaman Nezlesi ve Zükâm’a Tutulanlar

*Hazreti Sâdık u Masduk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek; kâfirleri öldürecek ve mü’minleri de zükâm yapacaktır.” buyurur. Âhir zamanda öyle şeyler ortaya atılacaktır ki, inançsızlar hemen kendilerini salıverecek, gördükleri karşısında adeta baygınlaşacak, sonra şuursuzca onların içine atlayacak ve helâk olup gideceklerdir. İnananlar ise, neticesinin nereye varacağını bilemedikleri o sonradan doğma şeylere belki hemen kendilerini kaptırmayacaklardır ama onlar da bir baş dönmesi, bir bakış bulanıklığı ve kısa süreli de olsa bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Arap dilinde bu husus “umumî havadan etkilenme neticesinde gözlerin yaşarmasını, burnun akmasını ve beynin karıncalanmasını” hatırlatan bir deyim olarak “zükâm” ile ifade edilmektedir ki; biz bunu, kendi lisan zevkimiz zaviyesinden “Bazı fanteziler öyle câzip hale gelir ki, insanların başları döner, bakışları bulanır, ağızlarının suyu akar ve kendilerini onların içine bırakıverirler.” şeklinde anlayabiliriz.

*Bu açıdan “kendi kimliğimiz” derken, üzerinde hassasiyetle durduğumuz şey, düşüncelerimiz, tavırlarımız ve davranışlarımız itibarıyla bir farklılık ortaya koymak; asla şirretliklere, bağırıp çağırmalara girmemek; ayrıca yalana-dolana, iftiraya, tezvîre, tenkîle, tehcîre, tehdîde, insanları korkutmaya ve sindirmeye matuf şeylere kulak asmamaktır.

Aldananlardan Olmamak İçin Siz Kendinize Bakınız

*Hazreti Pir, bizim hesabımıza şöyle diyor: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.” Evet, bu kısa ömür, bu kısa dünya hayatı çok çabuk bitecektir; insana düşen aldanmamaya çalışmaktır.

*Ebediyet âlemine adımınızı attığınız zaman geriye dönüp bakacaksınız: “Allah Allah, dakikaymış bu ya!” diyeceksiniz. Hele o cennetin göz kamaştıran, şûle-feşân, dilnişîn bağ ve bahçeleri, yalıları, villaları ve bunların üstünde bunları gölgede bırakacak şekilde Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâkemâlini müşahede etme, “Ben sizden razıyım!..” hitabıyla orada kendini salma öyle şeylerdir ki dakikası dünyanın binlerce senesine muâdil gelir. Öbür tarafa gittiğiniz zaman göreceksiniz bunu. Bu açıdan aldanmamak, bu kısa dünya hayatında güft-ü gûya, dedikoduya, başkalarının yaptığı çirkinliklere iştirak etmemek lazım.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105)

Tevekkülümüz Allah’adır!..

Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimizin tehdit ve hakaretler karşısında

وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

dedikleri anlatılıyor. “Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inâyetini de yâr edecektir!” manasını da barındıran bu ayet, “Cenâb-ı Hakk’ın verdikleri, vereceklerinin referansıdır” mülahazasıyla değerlendirilebilir mi?

*Bütün Enbiya-ı İzam bir kısım farklı kelimelerle hep bu büyük hakikati vurgulamışlardır: Allah’a tevekkül ve teslimiyet! Sanki rahat hareket edebilmemiz ve yollarda şaşkınlığa düşmememiz adına ayetin her bir kelimesi bizim için de bir parmak işareti veya bir parola gibi “Arkadaş, bu yolda yürü, yol budur; rehberler bu yolda yürümüştür!..” demektedir.

*Zikredilen ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır:

“Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki yürüdüğümüz/yürüyeceğimiz yollarımızı bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya kesinlikle sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.“ (İbrâhîm, 14/12)

*Ne diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz, ne var ki tevekkül etmeyelim? Bizi bizim yollarımıza, İslam yoluna hidayet etmiştir. Eğer dayandığımız Allah ise ve hepimiz ümmühât itibarıyla sırât-ı müstakimdeysek, bundan sonra sizin bize yapacağınız şeylere, and olsun, dişimizi sıkıp sabredeceğiz, istediğiniz kadar eziyet edin. Niye tevekkül ile sabretmeyeceğiz ki? Esasen tevekkül edecekler de, edeceklerse, Allah’a tevekkül ederler.

*Hazreti Pir, “Mahlûkatın solukları sayısınca Allah’a giden yollar var!” diyor. Usulde değişiklik yok, temel disiplinler zaviyesinden hep aynı; fakat mizaçlar, meşrepler, mezâklar, mezhepler, tarz-ı telakkiler, değişik zamanlar, şartlar ve konjonktür açısından detaya ait meselelerde farklılık olduğundan dolayı ayette “yolumuz” yerine “yollarımız” deniyor.

Nimet İçre Nimetler

*Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir. Bundan daha büyük paye olamaz. Bir gün acımızdan ölsek, döşeğimiz kum, yorganımız da atmosfer olsa, yine de “Bizi yoluna hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir” deyip, yol değişikliğine gitmememiz lazım. Çünkü kazanmışız Allah’ın izni ve inayetiyle. İnsan, dünyayı kaybetmekle bir şey kaybetmiş sayılmaz; esas ahiretini, Allah’la münasebetini, Efendimiz’le irtibatını, Kur’an’la alakasını kaybediyorsa, o zavallı sadece kaybetmekle kalmıyor, kendi de bu dünyada bir yitik gibi yaşıyor demektir.. düşünce dünyasının yitiği, toplumun yitiği!..

*Cenâb-ı Hak pek çok nimetler vermiştir. Şimdiye kadar verdikleri de bundan sonra vereceklerinin referansıdır. Mesela, Hazreti Pir’in, “Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız.” mülahazasıyla söyleyecek olursak, yoklukta kalmamış vücuda gelmişiz, camid gibi kalmamış canlı olmuşuz, canlılıkta kalmamış insan olmuş, insan-ı mümin olmuşuz, Efendimiz’e ümmet olmuşuz… Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsanıdır; biz çizgimizi korursak, Mevla, bize has lütf u keremini devam ettirecektir. Allah Teâlâ’nın verdiği şeyler, vereceklerinin referansıdır. Umumi manada meseleye böyle bakmak lazımdır.

*Normo planda da şöyle bakılabilir: Allah Teâlâ sizi ümmet-i Muhammed’den yapmış fakat bir faik yanınız daha var, elhamdülillah: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerime selam olsun!..” diyor. Bu iltifat-âmiz ifadenin içinde aynı zamanda sizi şahlandırmaya yetebilecek bir teveccüh var. Kim o “kardeşlerim” hitabının muhatapları? Âhirzamanda boyunduruk yere konduğu zaman, onu kaldıran insanlar, gurebâ. İnsanların başlarını alıp bozgunculuk yaptıkları bir dönemde, canlarını dişlerine takarak ıslah hareketi arkasında koşanlar. “Acaba ne yapsak da insana asıl mahiyetini bir kere daha duyursak?” diyenler.

Allah, Adanmış Ruhları Zâyi Etmeyecektir!..

*Bu, bizim gibi insanlarla, hatta böyle bir cemaatle olacak şey değildir. Ama düşünün, en büyük devletlere, en büyük milletlere, en güçlü oldukları dönemlerde lütfetmediği şeyi Cenâb-ı Hakk size lütfetmiş. Dünyanın 170 küsur ülkesine gidilmiş. Geriye ne kalmış ki? Koca koca devletlere müyesser olmayan şeyi, Allah Teâlâ ekonomik durumu bazen sürüklemede, bazen yüzükoyun giden böyle bir milletin evlatlarına yaptırıyor. Bunu yaptırmışsa şayet, hiç tereddüdünüz olmasın, bu verdiği şeyler, bir gün sizin dünyada bir ses ve soluk haline gelmeniz, dünya çapında umumi kardeşliği tesis etmeniz adına en inandırıcı bir referanstır. İnanın! Bunları vermişse, bir gün onu da verecektir. Ne diye sizi dünyanın değişik yerlerinde gezdirsin?!. “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”

*Mevlâ, sizi sevketmiş; siz de cihana açılmış, kendinizi bir yerde bulmuşsunuz; aynı zamanda da hüsnü kabul görmüşsünüz. Tahribatçılar gitmiş, kafa karıştırmaya çalışmışlar. Oradakiler onlara demişler ki: “Gidin Allah’ınızı severseniz. Biz yirmi senedir bu insanları tanıyoruz, sizin güft u gûnuza (dedikodunuza) mı kanacağız?!.” Bütün bunlar öyle ikrâm-ı ilahîdir ki, Allah (celle celaluhu) bunları yapmışsa, bir gün sizi, insanların el ele gelmesine, sarmaş dolaş olmasına, kardeşleşmesine ve problemlerin bir yönüyle daralıp lokalleşmesine de vesile kılacaktır.

*Evet, Allah Teâlâ’nın şimdiye kadar verdiği nimetler, bundan sonra vereceklerinin en inandırıcı referansıdır. Buna da herkesten evvel bu işe kendini adamış fedakâr ruhlar inanmalıdır.