Posts Tagged ‘İffet!..”’

Yüce Hedeflere Kilitli Ruhlar

Herkul | | KIRIK TESTI

Şunu hiçbir zaman hatırdan uzak tutmamak gerekir; iffet ve ismet duygusu gönüllerimize mâl olmuş, nezahet ve ahlâk iç dünyamızın bir derinliği hâline gelmişse hep sırat-ı müstakimde yürürüz. Kötü ve çirkin şeylere baksak bile onların kötü yanlarını görmeyiz. Görsek bile takılmaz, geçer gideriz. Çünkü bu duyguların arkasında iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah gibi dinamikler vardır. Bunlar sayesinde duygu ve düşüncelerimizi sur veya sera içine alabilir, onları kontrol edebiliriz.

Ancak ne yazık ki günümüzde toplumun büyük kesimi itibarıyla bu duyguları yitirdiğimize şahit oluyoruz. Yitiklerimizi başka şeylerle doldurmaya çalıştığımız için de çelişkilerden kurtulamıyoruz. Nice zamandır ilahî nizamlar mecmuasının kıymetini bilememişiz. Müslümanlar olarak sahip olduğumuz değerleri layıkıyla temsil edememişiz. Diğer yandan birileri bize güzeli çirkin, çirkini güzel, iyiyi kötü, kötüyü iyi göstermiş; dinî ve ahlakî değerlerimizi zedelemiş. Bir kısım terör örgütleri de şiddet ve terör eylemleriyle Müslümanlığın aydınlık çehresini karartmış. Çokları da Müslümanlığı, kötü örneklere bakarak anlamaya çalışmış ve sürekli yanılgılar içinde kalmış.

Adanmışlara Verilen Lütuflar

Ne büyük nimettir ki bütün bu olumsuzluklar içinde Cenab-ı Hak, iman ve Kur’ân hizmetine gönül veren adanmışlara önemli bir fırsat ihsan etti. Onları bir tohum gibi dünyanın değişik yerlerine dağıttı. Onlara, bulundukları ülke insanlarına ulaşabilecekleri imkânlar, müesseseler bahşetti. Bütün bunlar, bugüne kadar yanlış anlaşılan meselelerin doğrusunu gösterme adına önemli birer fırsattır.

Bu açıdan kin ve düşmanlığa kilitlenmiş bazılarının diş göstermelerine, salya akıtmalarına takılmamak lazım. Dar bir alanda yaşayan dar zihinli, nefret ve düşmanlığa kilitli bazı kimseler sizi farklı görebilir. Kendileri akı kara gördükleri gibi, başkalarına da kara göstermeye çalışabilir. Fakat öyle günlerdeyiz ki dünya kadar insan aydınlığı sizin etrafınızda arıyor. Size düşen vazife de enerjinizi sağa sola dağıtmadan, bütün istidat ve kabiliyetlerinizi gönül verdiğiniz gaye istikametinde kullanmaktır.

Cenab-ı Hak bugüne kadar size ekstradan çok büyük lütuflarda bulundu. Olan şeyler tamamen O’nun lütuf ve ihsanıdır. Sahabe-i kirama, tâbiin-i fihâma ve onlardan sonra gelen mücedditlere, müçtehitlere, Selçukluya, Osmanlıya eda ettirdiği misyonu size de eda ettirdi. Neredeyse gitmedik ülke bırakmadınız. Dünyanın farklı ülkelerinde yüzlerce müessese açtınız. Allah’a binlerce hamd ü sena olsun. Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ. Karıncalara, termitlere kendi güç ve kabiliyetlerinin çok üstünde kubbeler yaptıran Allah Teâlâ’nın, bizleri şart-ı âdi planında hangi sebebe binaen bu lütuflara mazhar kıldığını bilemiyoruz. Belki belli ölçüde sergilenen ihlas, belki de kardeşler arasındaki vifak ve ittifak Allah’ın lütfuna, tevfik ve inayetine davetiye olmuş olabilir.

Siz kıvamınızı koruduğunuz, duygu ve düşünce selametini muhafaza ettiğiniz sürece kim bilir Cenab-ı Hak daha başka ne lütuflarda bulunacak. Peygamber yolunda yürümeye devam ettiğiniz, makam ve mansıplara dilbeste olmadığınız, dünyevi çıkarlara peylenmediğiniz, birilerinin vesayeti altına girmediğiniz, yaşatma duygusunu yaşamanın önünde götürdüğünüz ve gölgelere takılmayarak hep güneşe müteveccih yürüdüğünüz sürece Allah’ın izni ve inayetiyle bu iş devam eder.

Bakmayın şimdi esen muhalif rüzgârlara, tsunamiye dönüşen dalgalara, zalimlerin hay huyuna. Takılmayın bunlara. Allah sizinle beraberse, kimse size üstün gelemez. Bugün kendini aziz bilenler yarın zelil olurlar. Bugün millete zulmedenler yarın hazan yemiş yapraklar gibi savrulup giderler. Hiç tereddüdünüz olmasın. Çünkü Allah ahirette mazereti kalmasın diye zalime mehil üstüne mehil verir ama ilelebet onu ayakta tutmaz. Gayretullaha dokunduğunda tokadı da çok şiddetli olur. Kabza-ı kudretiyle onu bir kere derdest etti mi iflahını keser. Âdet-i ilahiye hep böyle cereyan etmiştir. Tarihte bunun nice örnekleri vardır.

Mefkure Kahramanlarının Vazifeleri

Şunu da ifade etmekte fayda var: Bazı dönemler vardır ki Allah yolunda yapılan infaklar, ortaya konulan gayretler başka zaman dilimlerine göre ziyadesiyle değer kazanır. Çünkü şartlar çok çetindir. Günümüzde öyle bir zaman dilimi yaşıyoruz. Bugüne kadar enbiya-yı kirama, evliya-yı izama, Allah’ın daha başka mükerrem kullarına çektirenler bugün de size çektiriyor. Onlar, başlarına gelen belâ ve musibetlere katlandıkları gibi bugün bize de katlanmak düşüyor. Maruz kaldığımız sıkıntılara takılmadan hak bildiğimiz yolda sabit kadem olmak, üveyik gibi kanatlanmak, küheylan gibi şahlanmak da yine bize düşüyor.

Bize düşen vazife, Allah’ın izni ve inayetiyle, gidemediğiniz yerlere de gitmek, şimdiye kadar açılan müesseseleri, yapılan hizmetleri, verilen himmetleri katlamaktır. Kuruntularının arkasında koşan kimseler altı boş iddialarla milleti kandırmaya devam etseler de, Allah şimdiye kadar size önemli açılımlar nasip etti. Ümidimiz o ki bundan sonra daha büyüklerini de yapmaya muvaffak kılacaktır. Nihayet bu hayırlı hizmetleri engellemeye kilitlenmiş karanlık ruhların hevesleri de kursaklarında kalacaktır. Elverir ki biz, Allah yolundan, Peygamber yolundan, sahabe yolundan ayrılmayalım ve kendi yaşamamızı bir kenara bırakarak yaşatma duygusuyla yaşayalım. Üstlendiğimiz emaneti fevkalade bir azimle, fevkalade bir inanmışlık duygusuyla götürebileceğimiz yere kadar götürme gayreti içinde olalım.

İman İksiri veya Şükür ve Sabır

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: Ne kadar şaşılacak bir haldir şu mü’minin hâli! Başına belâ indiği zaman dişini sıkıp sabreder ve bu onun için hayırlı olur. Nimet sağanağına mazhar olduğu zaman şükreder, bu da onun için hayırlı olur.” (Müslim, zühd 64) Dolayısıyla her daim denilmesi gerekli olan söz şudur: “Küfür ve dalaletten başka her hâle hamd olsun.” Şayet sapıklığa düşmemişsek, ahiret hayatının köprülerini yıkmamışsak, Allah’la münasebetimizi koparmamışsak hâlimize hamd olsun.

Hayata böyle bakabilirsek, zannediyorum fırtınaların şiddeti, dalgaların tsunamiye dönmesi, hortumların yıkıcılığı karşısında sarsılmayız. “Allah var, gam yok” der yolumuza devam ederiz. “Onu bulan neyi kaybetmiştir, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki!” O’nu bulmuşsanız, bulacak başka bir şey kalmamış demektir. Ama O’nu yitirmişseniz elde ettiğiniz hiçbir şey yoktur.

Cuma Hutbesi: Bir Dua Dört Esas

Herkul | | Cuma Hutbeleri

Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çokça tekrar ettiği: اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى “Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve gınâ istiyorum.”[1] duasında yer alan dört hususu izah eder misiniz?

Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki, bu duada yer alan hususların her biri, enbiya-i izâmın önemli birer sıfatıdır. Hatta denilebilir ki bu sıfatlar, onların lazım-ı gayr-i mufarıkı yani ayrılmaz birer vasfıdır. Onlar her yönüyle bütün mü’minler için rehber olduğuna göre, kendilerini insanlığa, hak ve hakikati anlatmaya adamış irşad ve tebliğ kahramanları da bu yüce vasıflara uygun hareket etmeli, dillerinin yanı sıra, hâl, tavır ve davranışlarıyla da, اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى demelidir.

1.Hidayet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) diline vird-i zebân ettiği bu duada talep edilen ilk husus olan hidayet; doğruyu görme, doğruyu duyma, doğruyu bulma ve doğruda sabitkadem olma demektir. Bu açıdan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) duada ilk olarak hidayete yer vermesi çok önemlidir. Çünkü hidayet olmadan bir insanın doğruyu görmesi, hayatını doğruya göre programlaması mümkün değildir. Bu mümkün olmayınca da takva, iffet ve gınâdan bahsedilemez. Duada yer alan daha sonraki üç talebin elde edilmesi bir yönüyle hidayete bağlıdır.

Her şeyin başı ve esası olan “hidayet”in kaynağı, başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve davranışlarını ihtiva eden Sünnet-i Sahiha’dır. Nitekim Bakara Sûresi’nin ikinci âyetinde, ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Hidayet rehberidir müttakilere.”[2] beyanıyla Kur’ân’ın potansiyel olarak müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğuna dikkat çekilmiştir. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde müttakilerin özellikleri sayıldıktan sonra beşinci âyette أُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılıp hidayet üzere olanlar.”[3] buyrulmak suretiyle tekrar hidayete vurgu yapılmıştır. Ayrıca burada Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan hakkıyla istifade etmenin temel şartı olarak takva sahibi olma zikredilmiştir ki, hidayet ve takva arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi hidayet, peygamberlerin doğuştan mazhar oldukları temel karakterleridir. Çünkü Allah Teâlâ, çok önemli bir misyonla göndermiş olduğu o mualla zatların ileride bir kısım kendini bilmez densizler tarafından serrişte (bahane) edilecek davranışlarda bulunmalarına fırsat vermez. Bu açıdan Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyinâ ve aleyhimesselâm) aleyhinde söylenilen sözler İsrailoğulları’nın bir iftirası olduğu gibi, Hazreti Nuh ve Hazreti Hûd (alâ nebiyyinâ ve aleyhimesselâm) gibi peygamberler aleyhinde söylenilen sözler de kavimlerinin birer iftirasından ibarettir. Aynı şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında hidayet dairesi dışında söylenilen uygunsuz sözler hem kendini bilmezliğin bir ifadesi hem de Arş’ı titretecek büyük bir iftiradır.

Söz buraya gelmişken, وَوَجَدَكَ ضَۤالًّا فَهَدٰى[4] âyet-i kerimesiyle ilgili bir kısım teologlar tarafından dile getirilen bir yorumun yanlışlığını ifade etmek istiyorum. Onlar bu âyet-i kerimeyi, “Allah, Seni dalâlet içinde buldu ve hidayete erdirdi.” şeklinde izah ediyor, burada yer alan ضَۤالًّا lafzına, hidayetin zıddı bir mânâ veriyorlar. Buradan yola çıkarak da peygamberlik nuruyla serfiraz kılınıp ufkunun aydınlanacağı âna kadar –hâşâ ve kellâ– İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed Mustafa Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dalâlet içinde yaşadığını iddia ediyorlar. İşin doğrusu, O’na böyle bir dalâlet nispetinde bulunan bir insan, –Allah hidayet buyursun– kendisi dalâlet içinde demektir.

Kur’ân-ı Kerim, Necm Sûresi’nde, مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰى “Sahibiniz (Hazreti Muhammed Mustafa aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), hiçbir zaman dalâlet ve sapıklığa düşmedi, hiçbir zaman aşırılık, taşkınlık ve ölçüsüzlüğe girmedi.”[5] buyurmuştur. Âyet-i kerimede geçen ve Allah Resûlü’nün dalâlete düşmediğini bildiren مَا ضَلَّ fiili, mâzi sigasıyla geldiği için, O’nun hayat-ı seniyyelerinin hep hidayet üzerine geçtiği ifade edilmiş oluyor.

O hâlde zahiren birbirine zıt gibi görünen bu iki âyet-i kerimenin arasını telif etmek için “dalâlet” kelimesinin farklı anlamlarına bakmak gerekmektedir. Dalâletin bir anlamı, “yürünen doğru yoldan ayrılma, sapma” olsa da, onun diğer anlamı, “değişik yollar karşısında doğru yolun ne olduğunu kestirememe ve bu konuda tereddüt yaşama demektir”. İşte “dalâlet” kelimesi, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispet edildiğinde anlaşılması gereken bu ikinci mânâdır. Semavî nurun ulaşacağı âna kadar O (sallallâhu aleyhi ve sellem), farklı yollar karşısında tereddüt yaşamış, doğru yolu bulma adına cehd ü gayret sarf etmiş, bununla da bir yönüyle geleceğine ait çok önemli blokajlar oluşturmuştur.

Ayrıca وَوَجَدَكَ ضَۤالًّا فَهَدٰى âyet-i kerimesinden Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy esnasında yaşamış olduğu dehşet, kalak ve heymân da kastedilmiş olabilir. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle semavî bir sürprizle karşılaşınca, ciddi bir şok yaşamış, ne yapması gerektiğini anlayamamış olabilir. Buna rağmen o muhteşem fetanet, dengeli ve oturaklaşmış bir kadın olan Hazreti Hatice Validemiz’e (radıyallâhu anhâ) gelip içini dökmüştür. O da öncelikle genel karakteri itibarıyla Allah Resûlü’nü değerlendirmiş, O’nun yüce ahlâkını ifade etmiş, sonra Allah’ın O’nu yalnız bırakmayacağını söylemiş, ardından da O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp bir Hıristiyan âlimi olan amcazadesi Varaka İbn Nevfel’e götürmüştür.

Öyleyse Duhâ Sûresi’nde yer alan bu âyet-i kerimenin mânâsını şu şekilde anlayabiliriz: “Sen belli dönemde Cennet nedir, Cehennem nedir bilmiyordun. İnsanların genel ahvali karşısında kıvranıp duruyordun fakat onlar için ne yapacağını bilemiyordun. Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) dininden geriye kalan şeylerin Sana ifade ve ifâza ettiği bazı mânâlarla bir kısım şeyler sezsen bile, her şeyi yerli yerine koyma mevzuunda kesin bir karar verecek durumda değildin. Allah (celle celâluhu), göndermiş olduğu semavî vahiy ile Senin bu hayret ve tereddüdünü izale etti ve Sana doğru yolu gösterdi.”

Peygamberlerin sahip olduğu hidayet sıfatıyla alâkalı üzerinde durulması gereken ayrı bir husus da şudur: Şûra Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَتَهْدِۤي إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ “Sen gerçekten insanları doğru yola hidayet edersin.”[6] buyrulmak suretiyle, kendisi hidayet üzere olan Allah Resûlü’nün, aynı zamanda bu konuda bir rehber olduğu ifade buyrulmuştur. Hidayette olan peygamberler, Allah’ın (celle celâluhu) izniyle, aynı zamanda insanları da hidayete sevk eder, bu konuda insanlara rehberlik yapar, yol gösterir, onların önünü açar ve onları hidayetle tanıştırırlar. Cihad ve irşad konusundaki genel tariflerimiz çerçevesinde ifade edecek olursak onlar, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlarlar. Elbette ki ilâhî nurun, muhatapların içinde bir meşale hâlinde yanması Allah’a ait bir icraat-ı sübhaniyedir.

2.Takva

Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) duasında ikinci husus olarak zikredilen “takva”yı, “Allah’ın (celle celâluhu) emirlerini yerine getirip haramları ve kebâiri (büyük günahlar) terk ederek O’nun gazabı ve azabından korunma cehdi” olarak tarif edebiliriz. Vâkıa, hidayette dereceler olduğu gibi takvada da dereceler vardır. Başta, farzları yapıp, haramlar ve kebâirden kaçınmak ile girilen yer, takvanın koridorudur. Daha sonra şüpheli şeylerden uzak durup haramların semtine sokulmamakla takva kapısından içeriye adım atılır. Ardından bir kısım mubahları, “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek suretiyle de asıl takvaya ulaşılmış olunur. Ayrıca kâmil mânâda takvanın ancak şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle yerine getirme gayretiyle beraber şeriat-ı fıtriye kanunları dediğimiz Cenab-ı Hakk’ın kâinatta koymuş olduğu kanunlara riayetle elde edileceğinin de unutulmaması gerekir.

Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân ve Sünnet’ten tam istifadesi işte bu seviyedeki bir takvaya bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Takvaya ulaşma hidayete bağlı olduğu gibi, Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu sistemi doğru anlama, onun ruhunu, ulviyet ve azametini kavrama da takvada derinleşmekle mümkündür.

3.İffet

Duada üçüncü olarak zikredilen iffet ise, insanın namusunu koruma konusunda hassas yaşaması, gözünün bağını iyi kullanması, kulağına mukayyet olması, dilini gerektiği yerde kullanması, kimseye el açmaması, hâsılı her hâlinde ve fiilinde haya ve edep dairesinde bulunması demektir. Eğer fertler iffetli olursa, toplum da iffetli olacaktır. Yoksa fertleri günahkârlardan oluşan bir toplum iffetli olamaz. İffetini kaybeden bir toplumda ise hırsızlık, kapkaç, rüşvet, yalan ve hortumlama gibi türlü türlü mefsedet ve mesâviler baş gösterir. Küçükler küçükçe, büyükler de büyükçe çalıp çırpmaya, hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya başlar.

Kur’ân-ı Kerim, bir âyet-i kerimede iffet kahramanlarını يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَۤاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا “İffet konusunda olabildiğine hassas hareket ettiklerinden ötürü, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm! Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.”[7] ifadeleriyle onların, aç-susuz, yurtsuz-yuvasız kalma pahasına yine de tekeffüf ve tese’ülde (el açıp dilencilik yapma) bulunmadıklarını haber vermiştir ki, hakikaten alınlarından öpülesi insanlardır onlar. Bununla beraber şunu da ifade etmeliyiz ki İslâm, muhtaç durumda bulunan insanların, bellerini doğrultacak kadar başkalarından bir şey istemelerine cevaz vermiştir.

4.Gınâ

Allah Resûlü’nün duasında yer alan dördüncü husus ise gınâdır ki, bunun da iki mânâsı vardır. Bunlardan birincisi gönül zenginliği, istiğna; diğeri de helâlinden kazanarak maddeten zengin olma demektir. Bunların ikincisini istemede de bir mahzur yoktur. Çünkü dünya nimetleri yerli yerinde kullanılabildiği takdirde, imanı, ibadet ü taat düşüncesini destekleyici önemli birer faktör olabilir. Fakat maddî zenginlik istenirken bunun helâlinden olmasına âzamî dikkat edilmeli, böyle bir zenginliğin hakkını verme konusunda asla cimriliğe düşülmemeli, gönlün mala mülke kapılmasına müsaade edilmemeli, mal ve servetin Allah’ın (celle celâluhu) bir lütfu olduğu unutulmamalı, elde edilen imkânlara bakıp “Bunu ben kendi bilgi ve maharetimle elde ettim.” demek suretiyle Karun’un düştüğü çukura yuvarlanmamaya dikkat edilmelidir.[8]

Bu hususlara riayet edildiği takdirde Cenab-ı Hak’tan servet istemekte bir mahzur yoktur. Ayrıca Nebiler Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, başka bir kısım hususların yanında açlık[9] ve fakirlikten[10] de Allah’a sığınmıştır. Çünkü böyle bir duruma maruz kalan insan, hâlinden şikâyet edebilir veya dilenciliğe düşebilir.

Bu açıdan denilebilir ki zenginlik talebi karşısında İslâm dininin olumsuz, yasaklayıcı bir tavrı olmamıştır. Belki burada dikkat edilmesi gereken mesele, kenz yapmamak, şahsî servet ve istikbal için para ve mal stoklamamaktır. Zira kenz yapıp da ondan infakta bulunmayan insanların su-i âkıbetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da şöyle gözler önüne serilmiştir: وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!”[11] Evet, burada hazineler oluşturan, stok üstüne stoklar yapan, çok defa bu stoklarını tefecilikte kullanan, hatta fırsat kollayarak yerine göre ekonomiyle oynayan, bütün bunları yaparken Allah korkusu, ahiret düşüncesi olmayan insanlar, canlarını yakacak bir azapla müjdelenmiştir. Aslında insan, elindeki servetini yerli yerinde kullansa, gerçek bir müjdeye mazhar olabilir. Fakat onlar ellerindeki serveti yanlış yerde kullanmalarından ötürü bu müjdeyi, kendi elleriyle acıklı bir azap müjdesine çevirmişlerdir.

Müteakip âyet-i kerimede ise onların Cehennem’de maruz kalacakları azap şekli detaylandırılarak haber verilmiştir: يَوْمَ يُحْمٰى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ “O azap günü, dünyada iken biriktirilip yığılan altın ve gümüşler, Cehennem ateşinde kızdırılır kızdırılmaz sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanır: ‘İşte’ denir kendilerine, ‘bunlar, nefisleriniz için yığıp biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeyleri!’”[12]

Allah yolunda harcamak için biriktirilen servet ise böyle bir kenzden farklıdır. Evet, i’lâ-yı kelimetullah yolunda kullanmak, dünyanın farklı yerlerinde okullar, üniversiteler açmak, kendi değerlerimizi insanlığa duyurmak gibi hayırlı niyetlerle kazanılan servet farklı değerlendirilmelidir. Hatta insanlar bu gaye-i hayali gerçekleştirmek için servet sahibi olmaya teşvik edilmelidir.

İffetli ve müstağni yaşamayla Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinden istifade etme, Kur’ân-ı Kerim’in emirleriyle de telif ve tevfik edilebilir. Mesela وَابْتَغِ فِيمَۤا اٰتَاكَ اللهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın Sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara, onu izle ve sürekli o yolda yürü; bu arada dünyadan da nasibini unutma!”[13] âyet-i kerimesinde, ahiretin yanında dünyaya ne kadar teveccüh edilmesi gerektiğine de işaret edilmektedir.

Bütün bunların yanında asıl önemli olan husus, insanın kendi ruhunda müstağni olmasıdır. Enbiya-i izâm hep bu istiğna duygusuyla yaşamışlardır. Onlar, yaptıkları tebliğ vazifesi karşılığında bir beklentiye girmemiş, insanlardan hiçbir şey istememişlerdir. Onlar, mesajlarını kavimlerine ulaştırma adına onca meşakkat ve sıkıntıya katlanmış fakat bunun karşılığında kimseden bir ücret ve mükâfat talebinde bulunmamışlardır. Zira onlar, bütün beklentilerini Allah’a (celle celâluhu) bağlamışlardır. Bu açıdan onların kavimlerine karşı kullandıkları en önemli ve en müessir dinamiğin istiğna olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir duruş, muhataplar açısından oldukça inandırıcıdır. İşte bir insanın yapmış olduğu vazife karşılığında dünyevî bir beklentiye girmemesi, makam ve mansıp gibi taleplerde bulunmaması ve mükâfatını sadece Allah’tan beklemesi gınânın (gönül zenginliği) farklı bir derinliğidir.

Bununla birlikte herkes, Cenab-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdirine razı olmalı ve maddî konularda, dünyevî meselelerde asla hırs göstermemelidir. Zira bazı kişiler hakkında kader-i ilâhî tarafından takdir edilen fakirlik daha hayırlı olabilir. Kim bilir onların servete karşı zaafı olduğundan, elde edecekleri böyle bir servet Karun gibi kendilerini baş aşağı Cehennem’e yuvarlayabilir. Bu açıdan da her zaman hakkımızdaki takdir-i ilâhîye rıza göstermemiz gerekir.

[1]   Müslim, zikr 72; Tirmizî, daavât 74; İbn Mâce, dua 2.

[2]   Bakara sûresi, 2/2.

[3]   Bakara sûresi, 2/5.

[4]   Duhâ sûresi, 93/7.

[5]   Necm sûresi, 53/2.

[6]   Şûrâ sûresi, 42/52.

[7]   Bakara sûresi, 2/273.

[8]   Bkz.: Kasas sûresi, 28/78.

[9]   Bkz.: Ebû Dâvûd, vitr 32; Nesâî, istiâze 19, 20.

[10] Bkz.: Buhârî daavât 38, 43, 44, 45; Müslim, zikr 49, 61.

[11] Tevbe sûresi, 9/34.

[12] Tevbe sûresi, 9/35.

[13] Kasas sûresi, 28/77.

***

Not: Bugün mescidimizde okunan Cuma Hutbesi Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız kitabından “Bir Dua Dört Esas” makalesinin ihtisarıdır.

Temkin ve Teyakkuz

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Ehl-i dünya, ademe mahkûm etmek istediği bazı kimseleri dünyevî zaafları ve beşerî arzularıyla vuruyor. Böyle bir tehlike karşısında Kur’ân davasına gönül vermiş adanmışlara düşen sorumluluklar nelerdir?

Cevap: Emanete sahip çıkılması ve vahdet-i ruhiyenin korunması açısından çok dikkat ve incelik gerektiren ve çok farklı boyutları olan böyle hassas bir konuyu bütün detaylarıyla izah etmek gerçekten zor. Nazari olarak söylenen meseleleri hayata geçirmek, bir o kadar daha zor. Ben aklıma gelen ve önemli gördüğüm bazı noktaları arz etmeye çalışayım.

Öncelikle soruda zikredilen realitenin farkında olmamız gerekir. Düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevreler öteden beri ehl-i imanı rahat bırakmadıkları gibi, bundan sonra da bırakmayacaklardır. Onları sürekli kontrol edecek, mercek altına alacak, adım adım takip edecek ve kesinlikle boş bırakmayacaklardır. Fırsatını bulduklarında onları etkisiz hâle getirme ve bitirme adına ellerinden geleni yapacaklardır. Dolayısıyla Kur’ân ve iman davasına gönül vermiş insanların, mercek altında tutulduklarının ve yakın takipte olduklarının bilinciyle hareket etmeleri çok önemlidir.

Bugüne kadar nicelerinin açıklarını tespit ettikleri, tespit edemediklerini tuzağa düşürdükleri ve bir şekilde itibarsızlaştırdıkları gibi, bundan sonra da benzer oyunları oynamaya devam edeceklerdir. Hile ve hud’alarıyla bazen size bir “Haziran fırtınası” yaşatırlar, bazen de bir “Şubat Soğuğu”. Siz, iftira ve karalamaların iç yüzünü ortaya çıkarıp gerçeği ortaya koyarak işin içinden sıyrılana kadar da yapacakları tahribatı yapmış olurlar. Sizin hakkınızda öyle bir algı oluştururlar, size karşı insanların hissiyatını öyle bir köpürtürler ki, herkesin gayzla oturup kalktığı bir atmosferde en masum işleriniz dahi kirletilir, kirli gösterilir de bu çirkinliğe kurban gider.

Bazen bir Müslümanın hatasını öne çıkarıp büyüterek bütün Müslümanları ve ardından da Müslümanlığı vururlar, bazen de böyle bir gerekçeyle bir hareketi bitirmeye kalkışırlar. Dünya var olduğu günden bu yana iman-küfür mücadelesi devam etmiştir. İyi, dürüst, imanlı ve ahlâklı insanların yanında; zalimler, münafıklar, fesatçılar da hiç eksik olmamıştır. Bundan sonra da bu tablo değişmeyecektir. Bazen açıktan bazen gizli olarak birileri menhus emellerini gerçekleştirme ve inananları yürüdükleri yoldan alıkoyma adına ellerinden geleni yapacaklardır. Bize düşen vazife, fitne ve fesada kilitlenmiş bu gibi insanların varlığını hiçbir zaman göz ardı etmemek, hâl ve hareketlerimizle hiçbir şekilde onlara koz vermemektir. Hatta belki inanan gönüller bir araya gelmeli, kafa kafaya vermeli, bu konuda nelere dikkat etmeleri gerektiği üzerinde durmalı, bununla ilgili stratejiler geliştirmeli ve birbirlerini uyarmalılar.

Töhmet Yerlerinden Sakının!

Küfür ve dalalete, haset ve çekememezliğe kilitlenmiş insanlara malzeme vermemek ve onların işini kolaylaştırmamak için çok hassas yaşamalı, asla temkin ve teyakkuzdan ayrılmamalıyız. İffet ve ismete bağlı yaşama zaten vazifemiz, kulluk borcumuz. Değil haramlara dalma ve günah işleme, zihinlerde soru işareti bırakabilecek davranışlardan bile uzak durmalıyız. Nitekim hadis olarak da rivayet edilen bir sözde, “Töhmet yerlerinden sakının.” (Bkz.: el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/36; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/45) denilmiştir. Bu söz her ne kadar hadis kriterlerine takılsa da, çok önemli bir prensip ortaya koyar. Siz çok iffetli olabilirsiniz. Fakat çirkin yerlerde gezinirseniz, birileri bunu tespit ederek aleyhinize değerlendirebilir. Yaptığınız bazı şeylerde dinî açıdan bir mahzur görmemeniz yeterli değildir; bunların yarın öbür gün karşınıza ne şekilde çıkacağını da hesap etmek zorundasınız. Önemsemediğiniz nice hareketlerinizle sizi vurabilirler. Sadece sizi değil, mensup olduğunuz hareketi de karalayabilirler.

Kur’ân ve iman hizmetine kendini adamış insanlar, kendi şeref ve haysiyetlerini korudukları gibi birlikte oldukları arkadaşlarının şeref ve haysiyetlerini de korumak zorundadırlar. Şayet bizim yüzümüzden onlara laf gelirse mesul oluruz. Sırtımızda taşıdığımız emanet adına ve talibi olduğumuz iman davası hatırına çok dikkatli yaşamak, her adımımızı düşünerek atmak zorundayız.

Bugüne kadar nice yalanlar doğruluk urbası giydirilerek piyasaya sürülmüş ve bununla nice temiz sular bulandırılmıştır. Nice samimi mü’minler olmadık iftiralarla karalanmıştır. Bu tür kirli operasyonların sebep olduğu tahribat, sadece işin faili gibi gösterilen kişilerle de sınırlı kalmamış, bilakis dine karşı tavır alınmasına yol açmıştır. Bazı mü’minlerin şuursuzca yaptığı hatalar veya bilerek işledikleri günahlar, dini vurmak isteyen çevreler tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüş ve tepe tepe kullanılmıştır. Hiç kimsenin, yaptığı bir kısım yanlışlar yüzünden dine, diyanete söz söyletmeye, umum Müslümanları karalatmaya hakkı yoktur. Yapılan yanlışlar her ne kadar şahsi gibi görünse de, bir yönüyle umumun hukukuna tecavüz edilmiş olur.

Hassaten dini temsil konumunda bulunan kimseler, başından sonun kadar bütün hayatlarını peygamberane bir azimle, ciddiyetle, titizlikle, ismet ve iffet duygusuyla yaşamaya çalışmalıdırlar. Bunun da ötesinde onlar, ehl-i dünyanın muhtemel saldırılarını hesaba katmalı, suiistimal edilecek noktaları göz önünde bulundurmalı ve fevkalade bir basiret ve ferasetle hareket etmelidirler. Şüphe, töhmet ve suçlamalara sebep olabileceği, su-i tevil ve tefsire uğrayabileceği, istismar edilebileceği endişesi söz konusuysa, dine göre mahzurlu olmayan bir kısım mubah fiillerden bile uzak durmalıdırlar. 

Bir mü’minin, din ve diyanete laf gelmesin, içinde bulunduğu heyete zararı dokunmasın diye koyduğu bu tür gayretler onun ibadet hanesine yazılır ve defter-i hasenatına sevap olarak akar. Çünkü hassasiyeti Müslümanlık adınadır ve bu hassasiyetin altında Allah rızası vardır. Müslümanları mahcup etmeme, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) nuranî mesajına toz kondurmama, İslâm’ın dırahşan çehresini karartmama adına ne kadar hassas olsak yine de azdır.

Kendimizi Hesaba Çekme

Hesabını veremeyeceğimiz hiçbir davranışımızın olmaması gerekir. Hesaba çekilmeden evvel kendimizi burada hesaba çekmeli, hayatımızı ciddi bir muhasebe duygusuyla yaşamalıyız. Ta ki açığımızı yakalamak için fırsat kollayan kötü niyetli insanlara koz vermeyelim; omuzlarımızda taşıdığımız emanete hıyanet etmeyelim.

Bediüzzaman Hazretleri’nin; kazandığı paranın, giydiği elbiselerin, yediği yemeklerin sık sık hesabını vermesinin altında böyle bir hassasiyet vardır. Bazıları onun bu tür açıklamalarını, talebelerine karşı güven telkin etme olarak anlayabilir. Bu doğrudur da. Fakat meseleyi sadece buna münhasır görmemek gerekir. Bunun yanında o, daha sonra hakkında ortaya atılabilecek bir kısım yalan ve iftiraların önünü almıştır. Yaşadığı hayatın milimi milimine hesabını vermek ve topluma karşı şeffaf davranmak suretiyle, gelebilecek her tür töhmet ve eleştiriye mani olmuş, oldukça nezih ve iffetli bir hayat yaşadığını herkese göstermiştir. Evet, Hz. Pir, bir taraftan olabildiğince sade ve basit bir hayat yaşamış, diğer yandan yaşadığı bu basit hayatın defaatle hesabını vermiştir.

Bazıları bu kadarını fazla bulabilir ve böyle bir hassasiyetin insana hayatı zindan edeceğini düşünebilir. Fakat unutmamak gerekir ki Cehennem, nefsin arzu ettiği şeylerle,  Cennet ise nefse ağır ve zor gelen şeylerle çevrilmiştir. İnsan, nefsin önüne çıkan bu engelleri aşa aşa Cennet’e ulaşacaktır. Hele bir de dini temsil etme konumunda bulunuyor ve önde görünüyorsanız, çok daha fazla meşakkate talip olduğunuzu unutmayacaksınız. Çünkü sizin en büyük krediniz, güvenilirliğinizdir. O krediyi kaybettiğiniz zaman artık sizi kimse dinlemez. Nihayetinde çoklarının kolunu-kanadını kırmış, yapılan nice güzel işi baltalamış olursunuz.

Dolayısıyla katlanacaksınız. Çektiğiniz her bir zorluğun sevap defterine kaydolacağını, öbür tarafta mizanın bir kefesine konulacağını unutmayacaksınız. Bilemiyoruz, burada Allah için katlandığınız zorluklar, ötede karşınıza ne gibi sürprizler, ne türden ilahî teveccühler şeklinde çıkacak!

***

Not: Bu yazı, 9 Mayıs 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Adanmışlık Mefkûresinin Önündeki Engeller

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hizmetin temel dinamiği olan adanmışlık mefkûresi açısından tehlike arz eden hususlar ve bunlardan korunma yolları nelerdir?

   Cevap: Cenab-ı Hakk’ın şimdiye kadar fedakâr ruhlara ihsan ettiği başarı ve muvaffakiyetleri tahdis-i nimet hisleriyle karşılamak ve bunun şükrünü eda etmeye çalışmak gerekir. Çünkü bugüne kadar dünyanın dört bir yanına açılan hizmet gönüllülerinin ortaya koyduğu güzellikler bizim güç ve iradelerimizi aşkındır. Bunların ortaya çıkması için sebepler planında, tebliğ heyecanı, fedakârlık duygusu, yetişmiş öğretmenler, civanmert iş adamları, yeterli kaynak, makul plan ve projeler, gidilen yerlerde hüsn-ü kabulle karşılanma gibi pek çok faktörün bir araya gelmesi gerekir ki ihtimal hesaplarına göre bunun gerçekleşmesi çok zordur.

Bu açıdan, yapılan hizmetleri belirli şahıslara, kadrolara, ekiplere mâl etmekten kaçınmalı; Allah’ın yardım ve inayetine bağlamalıyız. Böyle bir tavır, hakikatin ifadesidir. Üstelik ortaya çıkan başarıları birilerinin dehasına, tedbirine, yeteneğine verecek olursak, hadisin ifadesiyle onların boynunu kırmış oluruz. Herkes böyle bir yüke dayanamayabilir. Allah’ın inayet ve rahmetini unutarak, ortaya çıkan neticeleri gerçekten kendinden bilme küstahlığına girebilir. Hususiyle gafletin çok ilerlediği, enaniyetin azgın bir firavun gibi hüküm sürdüğü böyle bir dönemde kimseyi putlaştırmamalı, mitleştirmemeliyiz.

Bu ifadelerimizden, insanların bin bir emek ve cehtle ortaya koydukları güzel işlerin görmezden gelinmesi gerektiği gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Bilakis, yerine göre onları alkışlamasını, takdir ve teşvik etmesini, ödüllendirmesini ve hepsinden önemlisi dualarımızla onlara destek olmasını bilmeliyiz. Dualarımızda sürekli, “Allah’ım, kardeşlerimizi hizmette sabitkadem eyle, istikametten ayırma, her tür inhiraf düşüncesinden muhafaza eyle, iman ve marifetle serfiraz kıl, aşk u iştiyaklarını artır!” şeklinde Allah’a yalvarıp yakarmamız, kardeşlerimize göstereceğimiz vefa ve sadakatin bir gereğidir.

   En Büyük Keramet: İstikamet

Allah’a binlerce şükür olsun ki maddi kılıcın kınına girdiği bir dönemde irşat ve tebliğ faaliyeti adına göz doldurucu hizmetler yapıldı. Fedakâr gönüller, Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek gönülleri yeniden O’nunla buluşturma adına ciddî sıkıntılara katlandılar. Aylarca maaş alamayanlar oldu. Amele gibi Hizmet müesseselerinin inşaatlarında çalıştılar. Emsallerine nispeten oldukça düşük ücretler aldılar. Hatta bazıları aylarca maaş alamadılar. Yıllarca memleketine gidemeyenler oldu. Samimi bir şekilde ortaya konulan bütün bu ceht ve gayretleri görmezden gelemeyiz. Allah’ın sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflarına karşı nankörlük yapamayız. Şayet O, bize böyle bir adanmışlık ruhu ve fedakârlık hissi vermeseydi, muhataplarımızın gönüllerinde bize karşı bir sevgi vaz’ etmeseydi o güzel işler yapılamazdı. Şükür O’na, minnet O’na.

Ne var ki asıl önemli olan, hizmetin en önemli dinamiği olan adanmışlık ruhunu ölünceye kadar devam ettirebilmektir. İşin başında ortaya konulan fedakârlık ve diğerkâmlığı sonuna kadar götürebilmektir. Farklı bir tabirle, istikameti koruyabilmektir. Ve bu, sanıldığı kadar kolay değildir. Beşer olmamız hasebiyle farklı farklı imtihanlar bizi beklemektedir. Hepimiz etten, kemikten yaratılmış insanlarız. Nefis taşıyoruz. Dünyaya karşı meylimiz, istek ve arzularımız var.

İnsanı bekleyen imtihanlar bir âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللَّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, çoluk çocuğa, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. (Oysaki) bunlar, dünya hayatının geçici metalarıdır. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/14)

İnsan, gayrimeşru daireye girmese bile fıtraten meylinin olduğu, kendisi için çekici kılınan dünya metaından meşru dairede istifade etmek isteyebilir. Evlâd u iyâl sevgisi onu hizmetlerinden alıkoyabilir. Para kazanma, zengin olma düşüncesi zihninde yer edebilir. Rahat yaşama, keyfince dünya nimetlerinden istifade etme arzusuna kapılabilir. Sahillerde veya dağ başlarında tatil yapmak, eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek isteyebilir. Ne var ki bütün bunlar zamanla insanı gayrimeşru zeminlere çekebileceği veya en azından onun ayağına pranga, boynuna da tasma vurabileceği için, onu yürüdüğü yoldan alıkoyabilir. Zincirlerini kıramayan, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında duruşunu koruyamayan birinin, fedakârlık ve adanmışlık duygularını muhafaza etmesi de çok zordur.

Evet, niceleri vardır ki işin başlangıcında ortaya koydukları fedakârlığı sonuna kadar götüremedikleri için kaybetmişlerdir. Mesela uzun süre baş koydukları yolda yürümüş, nice zorluklara göğüs germiş fakat bir yerde nefsanî arzularına takılıp kalmışlardır. Kimileri, hicret adına farklı diyarlara açılsa ve oralarda çok güzel hizmetler yapsa da, bir süre sonra başları dönmüş, bakışları bulanmış, kıvamlarını kaybetmeye ve değişmeye başlamışlardır. Kimilerini makam değiştirmiştir, kimilerini imkânlar. Kimileri çıkar mülâhazalarına takılmıştır, kimileri şöhrete. Neticede bunlar, korumaları gereken vefa ve sadakati koruyamamış, adanmışlık ruhunu dipdiri tutamamışlardır.

Gerçi bu tür zikzak çizenlerin sayısı olabildiğine azdır. Belki binde birdir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde dahi bu kadar kayma yaşayan insan olmuştur. Fakat yine de temkin ve teyakkuz içerisinde bir hayat yaşamamız adına, bunlar, ibret alınması gereken olaylardır.

   Manevî Hayatı Felce Uğratan Virüsler

Hz. Pir, hizmet erlerini bekleyen muhtemel tehlikeleri hücümat-ı sitte (altı saldırı) sözüyle ifade etmiş ve bu başlık altında insana musallat olabilecek altı virüs üzerinde durmuştur. O, kendi dönemi itibarıyla en tehlikeli gördüğü virüslere dikkat çekmiştir. Ancak potansiyel olarak kötülüklere açık yaratılan insanı bekleyen tehlikeler bunlarla sınırlı değildir. Onu olumsuzluklara sevk edebilecek, manevi hayatını felce uğratabilecek daha pek çok virüsten bahsedilebilir. Bu açıdan, taşıdıkları emanetin önem ve ağırlığının farkında olan adanmışlara düşen vazife, onları yürüdükleri yoldan saptırabilecek bütün olumsuzluklar karşısında dişlerini sıkıp sabretmektir. Emanete sahip çıkma buna bağlıdır. Hz. Pir de dualarında, “Allah’ım, emanetini alacağın güne kadar bizi emanette emin kıl!” diyor.

Biz öyle inanıyoruz ki ciddi bir fedakârlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılan adanmışları, ruhaniler bile alkışlayacaktır. Gelecek nesiller, bir yâd-ı cemil olarak onlardan bahsedeceklerdir. Fakat bir de dökülüp yollarda kalanlar olacaktır. Kâbe’yi ziyarete azmeden bir insanın hedefine ulaşmasına çok az bir mesafe kalmışken yön değiştirmesi veya gerisin geriye dönmesi gibi, yoldan dönenler olacaktır. Bazısını çoluk çocuk sevgisi, bazısını rahat düşkünlüğü, bazısını korku, bazısını da haset ve rekabet hisleri yoldan çıkaracaktır. Yüce bir mekfûreyi gerçekleştirmeye azmetmiş niceleri çok küçük şeylere takıldıklarından ötürü son anda gemiyi kaçıracaklardır.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: أَلَا إِنَّ بَنِي آدَمَ خُلِقُوا عَلَى طَبَقَاتٍ شَتَّى، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا وَيَحْيَا مُؤْمِنًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَا كَافِرًا وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar hâlinde yaratılmıştır: Kimisi vardır, mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Kimisi de vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, mü’min olarak ölür.” (Tirmizi, Fiten 26) Demek ki hiç kimse akıbetinden emin olmamalıdır. Ulema da bir insanın akıbetinden emin olmasının küfürle irtibatı üzerinde durmuşlardır. Yeis, insanı küfre götürebileceği gibi, mutlak emniyet hissi de onu küfre götürebilir. Bir mü’min ne Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeli ne de endişe ve korkuyu elden bırakmalıdır. Allah dostlarının hayatlarına bakılacak olursa ömürlerini havf-reca dengesi içerisinde geçirdikleri görülür.

İstikamet içerisinde bir hayat yaşamak istiyorsak Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ikazlarına kulak vermeliyiz: “Mühim ve büyük umur-u hayriyenin (hayırlı işlerin) çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerekir.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 200) Bir şey yapmayanla şeytan niye uğraşsın ki! O, zaten emir almadan da şeytanın çizdiği plân ve projeye göre hareket etmektedir. Fakat siz, kendi ruhunuzun heykelini dikme, insanlığa faydalı olma istikametinde bir şeyler yapıyorsanız, insî ve cinnî şeytanlar peşinizi bırakmayacaktır. Sizi, yürüdüğünüz yoldan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaklardır.

   Şeytan, Hizmetin Hadimleriyle Çok Uğraşır

Sıhhatli bir tarikle gelmese de Tenbihü’l-Gâfilîn’de yer alan bir rivayette Allah Resûlü (aleyhisselâtu ve’s-selâm), şeytana dünyada en çok kimden nefret ettiğini sorduğunda “Sen” diye cevap verir. Niye? Çünkü O, bütün insanlığın ruh abidesini ikame edecek bir Zat’tır. Bu sebeple O, cinnî ve insî şeytanların en büyük hedefi olmuştur. Efendimiz, yerin göbeğinde neş’et etmesine ve güçlü bir aileye mensup olmasına rağmen, O’nu Medine’ye göç etmek zorunda bırakmışlardır. Sadece O değil, peygamberler tarihine baktığımızda Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Lût gibi daha başka peygamberlerin de aynı akıbete maruz kaldıklarını görürüz. Onları neş’et ettikleri yerde yaşatmamışlardır. Peygamberlerin sadık takipçileri olan büyük zatların tarih boyunca başlarına gelen de farklı olmamıştır. Bize en yakın olanlardan Hz. Pir’i, kendi ifadeleriyle memleket memleket sürgüne göndermişlerdir.

İşte bütün bunları göz önüne aldığımızda, fedakârlık ve adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılmış olan insanların nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduklarını anlayabiliriz. Onlar ihlâsın zirvesine çıkmış olsalar dahi, şeytan bulundukları yerde onlara çelme takabilir. Türlü türlü oyunlarıyla karşılarına çıkar da bir an olsun onları rahat bırakmaz. Elindeki tüm argümanları kullanarak onların ayaklarını kaydırmaya çalışır. Unutmamak gerekir ki bir şeyin menfaat ve kazancı ne kadar büyükse risk ve ceremesi de o kadar büyüktür. Allah muhafaza, ihlâs kulesinin başından düşen kimse derin bir çukura yuvarlanabilir. Allah’ı, Efendimiz’i, dinini, diyanetini bilen bir insan, şayet ruhunun abidesini ikame edeceğine, beşerî ve cismanî arzularının arkasından koşmaya başlarsa, kazanma kuşağında kaybedebilir.

Bu sebeple, adanmışlar çok kararlı durmalı, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı bütün kapıları sürgülemeli, hizmetin ismet, iffet ve itibarına leke sürdürmemelidirler. Cenab-ı Hakk’ın güzel bir zemin hazırladığı ve dünyanın kirlenmiş çehresini temizleme adına önemli hizmetler görme imkânını bahşettiği insanlar, yanlış bir yola saptıklarında sadece kendileri dalâlete düşmekle kalmaz, aynı yolda yürüyen bütün insanların hukukuna da tecavüz etmiş sayılırlar. Binlerce belki milyonlarca insanın çaba ve gayretleriyle meydana gelen güzellikleri kirletmiş olurlar. Şayet böyle büyük bir yıkıma sebep olmak istemiyorsak kubbedeki taşlar gibi baş başa vermeli, birbirimize destek olmalı, herhangi bir sürçme ve düşmeye maruz kalmadan doğru bildiğimiz yolda yürümeye devam etmeliyiz.

***

Not: Bu yazı, 23 Kasım 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

İffet Abidesi Hazreti Yusuf (Aleyhisselâm)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Günah karşısında, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir.” (Yusuf Sûresi, 12/33) diyen Hazreti Yusuf’un bu tavrı bize ne anlatmalıdır?

   Cevap: Hz. Yusuf’un kıssasına bakılacak olursa, onun hayatının baştan sonra zorluklarla, imtihanlarla kuşatıldığı görülür. Daha çocuk denecek yaşta kuyuya atılmış, bir köle gibi pazarlarda satılmış, yurdundan yuvasından uzak kalmış, iftiraya uğramış, zindanlarda yıllarını geçirmiştir. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere belanın en şiddetlisi başta peygamberlere, sonra da seviyesine göre diğer insanlara gelir. (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu yüzden hiçbir peygamber hayatını bela cenderelerinden geçmeden götürememiştir. Eğer bu mümkün olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu götürürdü. Oysaki O, Mekke’deyken tartaklanmış, dövülmüş, türlü türlü hakaretlere maruz kalmış, boykota uğramış ve toplumdan tecrit edilmiştir. Mekke kendisi için yaşanmaz hale gelince, hicran ve ıstırap içinde yurdunu yuvasını terk etmiş fakat gittiği yerde de rahat bırakılmamıştır. Orada da türlü türlü eza ve cefalara uğramıştır.

Tarihin sayfalarına göz gezdirecek olursanız peygamberlerin yanı sıra bir sürü hak dostunun da hayatlarını bin bir sıkıntı içerisinde geçirdiklerini, türlü türlü işkencelere maruz kaldıklarını görürsünüz. Ziya Paşa’nın dediği gibi, bir sürü cahil zevk ü sefa içinde yüzerken, arifler hep mihnet-i kahr u belâda gezmişlerdir. Ehli dünyanın yaşadığı rahat hayata mukabil onlar hayatlarını hep patikalarda yürüyerek geçirmişlerdir. Bir yönüyle bu, insanlığın kaderi olmuştur. Allah’ın hikmetini bilemiyoruz. Belki de sevdiği mümtaz kullarının başından aşağıya ahirette sağanak sağanak nimetler yağdırmak istiyordur.

   İmtihanlar Neticesinde Gelen İkramlar

Seyyidina Hazreti Yusuf, marifetullah ve muhabbetullah adına zirveler üstü zirvelere talip olmuş, Allah da “Onun yolu buradan geçer.” diyerek onu farklı farklı imtihanlara tâbi tutmuştur. Fakat o, bunların hiçbirisi karşısında yılgınlık göstermemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına bağlı meseleyi götürecek olursak, ne kendisini kuyuya atan kardeşlerine karşı tek kelime ettiğini görürsünüz ne de haksız yere zindanda kaldığı için halinden şikâyet ettiğini. Bilakis o, zindanda kendisine teveccüh eden bir kısım gönüller bulunca, hemen onları hakka davet etmiş ve böylece zindanı bir medrese haline getirmiştir. Kim bilir orada nasıl bir temel atmış, daha sonra nice insanların imanına yol açabilecek nasıl bir faaliyet başlatmıştı.

Bilindiği üzere Hz. Yusuf’un maruz kaldığı çetin imtihanlardan birisi de iffetiyle alakalı olmuştur. Yusuf sûresinde anlatıldığı şekliyle, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan kervancılar tarafından çıkarılıp götürüldüğü Mısır’da köle pazarında satılığa çıkarılmış, Mısır nazırı tarafından satın alınmış, evlatlık edinilmiş, bağra basılmış ve sarayda yetişmişti. Serpilip dikkat çeken bir genç olduğunda nazırın hanımı tarafından yapılan ahlaksız teklif karşısında, مَعَاذَ اللّٰهِ اِنَّهُ رَبِّي اَحْسَنَ مَثْوَايَ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir, bana ihsanlarda bulundu, güzel bir yere yerleştirdi (veya; efendim bana güzel baktı, iyi bir mevki verdi). Şu muhakkak ki zalimler asla felah bulmaz.” (Yusuf sûresi, 12/23) diyerek bu çirkin teklifi geri çevirmiş, maruz kaldığı bu imtihanı iffetiyle geçmişti.

 Âyet-i kerimede yer alan “Rabbim/Efendim” lafzı hakkında iki farklı tevcih vardır. Birinci tevcihe göre bununla kastedilen, nazırdır. Bu durumda mânâ şu şekilde olur: “Efendim beni bağrına bastı, bana yurt yuva verdi. Bu iyiliklerini görmezden gelerek nasıl ona ihanet ederim?” İkinci tevcihe göre ise “Rabbim” lafzıyla kastedilen Cenab-ı Hak’tır ki, muhatapları ne anlarsa anlasın muhtemelen Hazreti Yusuf bunu kastediyor, hakiki mülk sahibinin kendisine olan nimetlerini zikrediyordu.

Bir ikram-ı ilâhî, bir keramet-i rabbaniye olarak Allah (celle celâluhu) onu böyle bir günahtan kurtarmıştı. Allah bazı kimselere çok geniş maddi imkanlar verebilir, bazılarını sokaktan alıp önemli mevkilere getirebilir, bazılarına hayırlı evlatlar bahşedebilir. Bunlar, göz ardı edilemeyecek önemli birer ikram-ı ilâhidir. Fakat bunların hiçbirisi bir insanın iffetini, ismetini ve izzetini koruması kadar büyük değildir. Bütün bir hayatı iffetle yaşama, gözüne kulağına kir bulaştırmama, namusunu lekelememe ve tertemiz bir hatime ile Allah’ın huzuruna yürüme, Allah’ın bir insana lütfedeceği en büyük ihsan ve ikramlardan biridir.

İşte Cenab-ı Hak, Hz. Yusuf’a böyle bir ikramda bulunmuş, iffetinin haleldar olmasına meydan vermemişti. Hz. Yusuf, yüz yüze geldiği günah çağrısından bütün nezahetiyle sıyrılmasını bilmişti. Daha sonra kadınların matmah-ı nazarı olduğunda işin daha da çetrefilli hale geleceğinden endişelenmiş ve رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلاَّ تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنَ الْجَاهِلِينَِ “Ya Rabbi, bu kadınların beni çağırdıkları şeydense zindanı yeğlerim. Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” (Yusuf Sûresi, 12/33) sözleriyle fitneden, günahtan uzak kalabilme adına zindana girmeyi tercih etmişti. Dolayısıyla bir kere daha iradesinin hakkını vermiş, günah karşısında mukavemet göstererek, bir iffet abidesi olarak dimdik durmasını bilmişti.

Hapishane Hz. Yusuf için Allah’ın bir ikramı oldu. Zira hem orada sıyanet edildi, hem önemli bir misyon eda etti hem de yüksek bir mevkiye giden yol kendisine açıldı. En başta Cenab-ı Hakk’ın ikramını iyi değerlendirdiği için daha sonra ikramlar salih dairesine mazhar oldu. İkram, ikramı doğurdu. İkramlar öyle enginleşti ki gün geldi Mısır halkına bir meşale ve bir ışık kaynağı olup onların dünyalarını aydınlattı. Öyle ki o aydınlığın tayfları ta Seyyidina Hz. Musa dönemine kadar gelip ulaştı.

   İffet-İman İlişkisi

Keşke biz de günahlar karşısında aynı duygu ve düşünceye sahip olabilsek. Günahlara dalmaktan ve Allah’a isyan etmektense zorluklarla karşı karşıya kalmayı göze alabilsek. Fakat bu, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Taklidî bir imanla, nazarî plândaki bir inanmayla yakalanacak ufuk değildir. İnsan, içinde yetiştiği kültür ortamının etkisiyle “âmentü” esaslarını kabul edip söyleyebilir. Fakat salih amellerle desteklenmeyen ve tefekkürle derinleşmeyen bir imanın, insanı günahlardan koruması çok zordur. İmanı, vicdanlarına mâl edemeyen ve tabiatlarının bir derinliği hâline getiremeyenler, birer iffet abidesi haline gelemezler.

Eğer bir insan, Cenab-ı Hakk’ın “Mü’min” isminin gölgesi altında hayatını emniyet içerisinde sürdürmek istiyorsa, ihsan ufkunu yakalamaya çalışmalı; yani ibadetlerini ve kulluğunu Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirmelidir. Her an O’nun gözetimi altında olduğu şuuruyla hareket eden, yani imanını, ihsan şuuruyla vicdanî müktesebat haline getiren biri, günah kirlerine bulaşmadan tertemiz bir şekilde yaşama imkânına sahip olacaktır. İman, ibadet ve ihsanda zirveleri ihraz etmiş bir insan elbette kendisine bir fenalık teklif edildiğinde, “Allah’ım ya bunların hilelerini, komplolarını, fitne ve fesatlarını sav ya da beni zindanlara koy. Orası benim için daha sevimlidir.” diyecektir.

   Nefse Muhalefet

Yukarıdaki âyette görüldüğü üzere Hz. Yusuf, abide bir şahsiyet olmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmıyor ve “Yâ Rabbi! Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” diyor. Yine sûrenin devamında, وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ “Doğrusu ben nefsimin masum olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir.” (Yusuf Sûresi, 12/53) sözleriyle nefs-i emmareye güvenilemeyeceğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz de (sallalâhu aleyhi ve sellem) dualarında, يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلٰى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Ya Hayy u ya Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvalimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma.” (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; Bezzâr, el-Müsned 13/49) buyurmuştur. Çünkü nefsiyle baş başa kalan bir insan, çocukluk yapabilir, kayıp düşebilir, şeytanın kündesine gelebilir. Allah bu türlü düşmelerden bizi muhafaza buyursun.

Bu itibarladır ki Allah’a sağlam bir kullukta bulunmanın yolu, nefsin heva ve heveslerine muhalefet etmekten geçer. Nefsin oyunlarından salim kalabilmek ve onun kurduğu tuzaklara düşmemek için de murad-ı ilâhîye muvafakat yollarının aranması, samimiyet ve ihlâsa çok önem verilmesi gerekir. Eğer bütün işlerinizi Allah’ın emir ve yasaklarına muvafakat içinde götürmeye çalışırsanız, nefsin tuzaklarına, ağlarına düşmezsiniz. İmam Buseyrî de Kaside-i Bürde’sinde şöyle der:

وَخَالِفِ النَّفْسَ وَالشَّيْطَانَ وَاعْصِهِمَا    وَاِنْ هُمَا مَحَضَاكَ النُّصْحَ فَاتَّهِمِ

“Sürekli şeytan ve nefse muhalefet et ve onlara karşı gel. Tamamen senin iyiliğine çalışıyor görünseler bile zinhar onlara güvenme!”

Bir başka beyitte ise şöyle der:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى   حُبِّ الرَّضَـــــاعِ وَإِنْ تَفْـطِمْهُ يَنْفَطِــمِ

“Nefis, çocuk gibidir; eğer sütten kesmezsen, büyür delikanlı olur da hâlâ süt emmek ister. Ama vaktinde sütten kesersen, kesilir.”

Evet, çocuk bir kere sütten kesilir ve bu konuda kararlı olunursa artık bir daha onu talep etmez. Fakat zamanında sütten kesilemeyen bir çocuğa daha sonra laf anlatmak hiç de kolay olmaz. Bu açıdan mü’min, nefsin arzu ve hevesleri karşısında daha baştan kararlı olmalı ve bu konuda hiçbir taviz vermemelidir. Öyle ki o, bütün hayatını, şeytana ve nefse muhalefet esasına göre tanzim etmelidir. Özellikle günümüz dünyasında günah çok yaygın hale geldiği için ondan uzak durmak hiç de kolay değildir. Bu açıdan sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaya ve emin olunmayan zeminlerden uzak durmaya ihtiyaç vardır.

   Nefse Karşı Surlar Oluşturma

İnsan nefsin güdümünde olmamak ve onun etki alanına girmemek için sürekli günahlarla arasında bariyer ve surlar oluşturmalıdır. Bunun dinî terminolojideki adı sedd-i zerâî’dir. Usûl uleması, وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “Yetim malına en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın, el uzatmayın.”, (İsrâ Sûresi, 17/34); وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰى Zinaya yaklaşmayın.” (İsrâ Sûresi, 17/32) gibi âyetlerden yola çıkarak böyle bir disiplin ortaya koymuşlardır. İnsan; el, ayak, göz, kulak ve dil gibi organların işlemesi muhtemel olan günahlara giden yolu en başta kapamalı, günahın sebep ve vesilelerine karşı sürekli teyakkuzda bulunmalı ve “ne olur ne olmaz” diyerek sürçme, düşme ihtimali olan yerlerde dolaşmamalıdır ki daha sonra nefsinin kendisini dize getirmesine kapı aralamasın. Buzda yürüyen bir insanın düşmesi, çamurda gezinen bir insanın batması veya yüzme bilmeden derinliklere dalan kişinin boğulması mukadder olduğu gibi, günaha yakın duran bir kişinin de onun içine düşmesi muhtemeldir. Zira günah yoluna girdikten sonra nefsin arzularına karşı koyarak geriye dönebilmek çok daha zordur.

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde tek başına yolculuk yapan veya iki kişi halinde yola çıkan kimseleri şeytana benzetmiş; üç kişinin ise cemaat olacağını ifade buyurmuştur. (Bkz.: Ebû Dâvûd, cihad 79; Tirmizî, cihad 4) Bununla bizlere, günahlara ve fenalıklara karşı sur ve siper oluşturulması, daha baştan uyanık olunması gerektiğini öğretmektedir. Zira tek kişinin günah işleme ihtimali yüksektir. Tek kişiye göre daha düşük bir ihtimal olsa da iki kişinin de bir fenalık üzerinde anlaşması mümkündür. Üç kişinin bunu yapması ise ihtimal hesaplarına göre oldukça düşüktür. Zira onlardan her biri diğerini kontrol eder; onun gözünün, dilinin, el ve ayaklarının bekçisi olur. Birisi sürçecek veya düşecek olsa hemen diğerleri tarafından tutulur.

Bu sebepledir ki heva ve heveslerinin arkasından sürüklenmek istemeyen bir insan kendisini yalnızlığa terk etmemelidir. Kendini yalnızlığa terk eden, bir yönüyle kendini terk etmiş, kendini önemsememiş sayılır. Eğer kendimizi önemli görüyorsak, yola çıkarken yanımızda bir kısım muhafızlar bulundurmalıyız. Ta ki sahip olduğumuz değerleri şeytana çaldırmayalım, nefse kaptırmayalım, heva ve heveslere feda etmeyelim.

Evet, cemaat yani duygu düşünce birliği olan bir topluluk içinde bulunmak çok önemli bir seradır. Allah bir cemaat içinde bulunan fertleri daha çok korur, sıyanet buyurur. Allah’ın heyete teveccühü çok farklıdır. Bir heyet içerisinde yerini alan bir kimse ya sürçmez ya da çok az sürçer. Zira heyet içerisindeki fertler kubbedeki taşlar gibidir. Nasıl ki onlar baş başa verip düşmeden, dökülmeden bir arada durabiliyor; aynen öyle de insanlar da baş başa vermek suretiyle bir birlik oluştururlarsa sürçme ve düşmelerden korunmuş olurlar. Hele bir de sohbet-i cananla meclislerini derinleştirir, sürekli birbirlerine hayırhahlık yapar ve irtibatlarını güçlü tutarlarsa, Allah da onları sıyanet ve himayesi altına alır ve kaymalardan korur. Onun için mutlaka bir heyet içerisinde yer almak lazım.

   Meşru Daire Keyfe Kâfidir

İffetli bir hayat yaşayabilme adına dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de fıtrata ters bir yola girilmemesi; meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı kapıların kapatılmamasıdır. Şeytanın bizim zayıf yanlarımızdan istifade etmesine karşı kapıları kapama ve arkasına da sürgüler sürme adına bu oldukça önemlidir. Meşru dairedeki lezzetlerden istifade etmeyen, yani ihtiyacı ölçüsünde yiyip içmeyen, vakti geldiğinde evlenmeyen veya daha başka nimetlerden faydalanmayan bir insanın, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı mukavemet etmesi çok zorlaşabilir. Meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmek suretiyle bazı olumsuzluklardan kendimizi sıyanet etme imkânı varken, herhangi bir mücbir sebep olmaksızın kendimizi bir kısım mahrumiyetlere mahkûm etmek doğru değildir.

Bazı kimselerin bu tür konulardaki bazı özel durumlarının bizim için örnek olamayacağını burada hatırlatmak gerekir. Bizim için her yönüyle örnek alabileceğimiz tek insan vardır; o da İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Efendimiz, dünyaya, yeme-içmeye, evliliğe, yuvaya, mala mülke nasıl bakmışsa bize düşen de bu bakış açısına sahip olmaya çalışmaktır. Bize düşen, öncelikle Efendimiz’in, arkasından sahabenin, sonrasında da selef-i salihînin, ulemanın, fukahanın yoluna uymaktır. Yol onlarındır, yöntem onların. Biz, bu yol ve yöntemi takip etmek suretiyle nefsin arzularına gem vurmalı, nefsimizi meşru daire içindeki zevk ve lezzetlerle frenlemeli ve harama giden bütün yolları tıkamalıyız.

Allah, Sabredenlerin Yardımcısıdır!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Allah sabredenlerle beraberdir!..

*“Allah her sabredenin yardımcısıdır” deniyor. Sabır, Cenâb-ı Allah’ın bize mükellefiyet olarak yüklediği şeylere dişini sıkıp sonuna kadar, ölesiye katlanmak… Bela ve musibetler karşısında sarsılmamak.. tıpkı arzın üstünde yüz, iki yüz metre boy atmış ve yerin derinliklerine doğru da yüz, iki yüz metre kök salmış ağaçlar gibi dimdik durmak… Günahların ve masiyetlerin çağlayanlar haline gelerek çoklarını seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi önüne katıp sürüklediği dönemde bohemliğe düşmemek, garize-i beşeriyeye esir olmamak, şehevât-ı nefsaniyenin güdümüne girmemek, bedenin güdümünde yaşamamak… Hep mealiye müştak, gözleri O’nda, O’nun nazarının kendi üzerinde olduğu mülahazasıyla yaşamak. Bunların hepsi, sabır çeşitlerindendir.

*Evet, sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. Dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında duygu ve fikir değişikliğine düşmeme, düşünce kaymaları yaşamama ve hep Kur’ânî çizgide yol alma da farklı bir sabır türüdür. Bunlara ilaveten bir de zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur.

Zamanın Çıldırtıcılığına Karşı da Sabretmeli!..

*Öyle meseleler vardır ki, arzulanan netice kader tarafından belli bir takvime bağlanmıştır ve o takvim bizim için gizli tutulmuştur. Böyle bir projeyi realize etmeye çalışırsınız fakat o çok zaman isteyebilir. Zamanın uzunluğu kısalığı biraz da insanların gücü-kuvvetiyle, yani manevi immün sistemiyle, iman-ı billah, marifetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak ve yakin-i tam gibi donanımlarıyla mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Bu açıdan da zaman isteyen hadiselere karşı dişini sıkıp sabretmek lazımdır.

*Cenâb-ı Allah, bir yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymış ve bize bu konudaki ilâhî ahlâkı talim etmiştir. Şayet bu tedricîliği ve zaman faktörünü hesaba katmaz, kuluçkaya yatmış tavuğu yumurtaların üzerinden vakitsiz kaldırırsanız sağlıklı civcivler elde edemezsiniz; dahası, yumurtaların da cılkını çıkartmış olursunuz. Aynen öyle de, bir milletin özüne dönmesi, yığınların insanî değerlere yönelmesi, ideal insanın, ideal neslin ve ideal toplumun yetişmesi birkaç ayda, birkaç senede olabilecek şey değildir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, cihanda eşi-menendi görülmemiş, melekutî bir mimardı; duygu ve düşünce dünyamızı, Allah’la münasebetimizi, ebedi hayata ait her şeyimizi ve kalbî hayatımızı imar eden, Allah’ın seçkin mimarıydı. Beşerin En Mükemmeli’nin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) eliyle şekillenen ve Kur’an’ın mucizesi olan ısmarlama bir cemaatle bile yeni tip bir insanlığın oluşması ve huzur toplumunun olgunlaşması ancak yirmi üç senede gerçekleşebilmişti. Eğer böyle bir meselenin doğumu bile yirmi üç senede olmuşsa, onun “ba’sü ba’de’l-mevt”i de bu zaviyeden değerlendirilmeli ve bu mevzuda kat’iyen acûliyete girilmemelidir. İşte bu da ayrı bir sabrı gerektirmektedir.

Vuslata Karşı Sabır ve “Gelebilirsin” Mesajını İntizar

*Bunların hepsinin üstünde bir sabır daha vardır ki, o da adeta çıldırtan bir sabırdır; öbür dünyayı dört gözle istediği halde emre itaatteki inceliğin gereği olarak tezkeresinin dolacağı anı iştiyakla bekleyen Hak dostlarının sabrıdır. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrabine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır.

*Kemalâtın her şubesinde olduğu gibi vuslata karşı sabrın zirvesini tutan da yine İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Allah Rasûlü, cismanî âlemdeki son anlarında, mübarek başının ağrısının dinmesi için, başına sımsıkı sargı sarmıştı. Hazreti Âişe Vâlidemiz, böyle hallerde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerinden tutar ve O’na dua ederdi. Hazreti Âişe, yine dua etmek üzere o mübarek elleri tutmak istediğinde, bu defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini çekmiş ve اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى “Allah’ım yüce dostluğunu istiyorum.” demişti. Yani Allah Rasûlü, artık murad-ı ilâhînin öteye müteveccih bir istikamette olduğunu anlamış; “Seni çağırıyorum ey Habibim, gel!..” mesajını almış ve kendi ruhunun ufkuna seyahate yönelmişti.

“Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) arkasındasınız ve onu tercih ediyorsunuz.”

*Hususiyle dinin tamamen siyasi güdüme girdiği, çoklarının dinî duyguları, dinî hissiyatı, dinî argümanları dünyada bir yere varmak için kullandığı, kitleleri arkalarından sürüklemek isteyen insanlar arasında “görünme dindarlığı”nın yaygınlaştığı günümüzde ibadet u taate karşı sabır çok önemlidir. Evet, bugün camiye gelirken, oruç tutarken, başını örterken, “din-diyanet” derken bütün mülahazaları tamamen dünyayı hedeflemek olan bir sürü insan var.

*Her hal ve hareketiyle dünya peşinde koşan kimselere Kur’an şu şekilde hitap ediyor: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, siz dünyaya gönlünüzü kaptırmışsınız, ahireti elinizin tersiyle itmişsiniz. Hesaptan haberiniz yok; kabirden, münker-nekirin sualinden haberiniz yok; mizandan haberiniz yok. Gırtlağınıza kadar günah içindesiniz fakat hala kendinize göre dinden bahsediyorsunuz.

*Dinin böylesine kalıplaştığı, müsemmasız bir isim veya sadece kılıf ve zarf haline geldiği, mazrufunun, içinin, özünün yitirildiği, tekkeden zaviyeye, ondan camiye kadar her şeyin fersudeleştiği bir dönemde, din-i mübinin usulüne, füruuna, ferâizine ve nevâfiline yürekten bir bağlılık göstererek, o mevzuda aşk ve iştiyakı canlı tutmak -zannediyorum-günümüzün hakiki mü’minlerine düşen en önemli vazifelerden biridir.

Hizmet Erleri İbadette Derinleşmeli!..

*İnsan farz ibadetleri -keyfiyetlerine uygun şekilde- yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zaruriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zaruriyât imân esasları; bir manada zaruriyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli birer kurbet vesilesidir ki; farzları hakkını vererek eda etmek suretiyle Hak yakınlığına ermeye “kurbet-i ferâiz” denir.

*Nafile ibadetler ise “cebren linnoksan” yani, “eksikleri kapama, yarayı sarma, gedikleri tıkama” vazifesi görürler. Farzlarında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onları telafi ettiği için, arzuladığı neticeye nafilelerin desteğiyle ulaşabilir. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlardır. Bu itibarla da, farzları nafilelerle tamamlayıp derinleştirme vesilesiyle Hakk’a yakınlık kesbetmeye “kurbet-i nevâfil” denmektedir.

*Hizmet erleri, vakit namazlarını sünnetleriyle kılmalılar; dahası beş vakit namazdan başka nafileleri de eda etmeliler. Akşam namazını kıldıktan sonra evvâbinde de kusurda bulunmamalı; teheccüdü katiyen kaçırmamalılar. Ellerinden geliyorsa, bir işrak namazıyla günlerini aydınlatmalı ve duhâ ile bir kuşluk neşvesini günlerine kazandırmalılar. Böylece beş vakit namazın yerine adeta on vakte teşne bulunuyor gibi bir tavır ortaya koymalılar.

İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle yetinir!..

*Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim, “Mü’min erkeklere söyle: (Kendilerine nikâh düşen kadınlar ve başka erkeklerin avret yerleri gibi, bakmaları haram manzaralar karşısında) bakışlarını kıssınlar ve mahrem yerlerini açmaktan ve gayrı meşrû ilişkilerden korusunlar. Böyle yapmaları, kendileri için en nezih ve en uygun davranış şeklidir. Muhakkak ki Allah, onların her davranışından, yaptıkları her hareketten hakkıyla haberdardır.” (Nur, 24/30) buyurmakta ve bir sonraki ayette aynı emirleri kadınlar için de tekrar etmekte; böylece inananları iffetli yaşamaya çağırmaktadır. Şu halde, her mümin elini, ayağını, gözünü, kulağını Allah’ın istemediği şeylere karşı korumak zorundadır.

*Bediüzzaman Hazretleri “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!” der. Mümin, meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru sahaya nazar etmemeli, el uzatmamalı, adım atmamalıdır. İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle iktifâ etmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır. Evet, o harama elini uzatmamalı, rüşvete tenezzül etmemeli; elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini, dudağını dünya sevdasıyla kullanmamalıdır. Mümin, Allah’ın verdiği o uzuvları ve nimetleri bütün himmetiyle O’na ulaşma istikametinde kullanmalıdır.

*Hususiyle çoklarının dünyaya taptığı bu fesat asrında, “mü’minim” dedikleri halde dünyaya taptıkları, villalar arkasında koştukları, yattan yata geçtikleri, bir sarayı az görüp çeşitli sarayları kendileri adına dizayn ettikleri ve nifakın diz boyu, belki gırtlakta bir seviyeye ulaştığı bir dönemde, kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış, milli ruhun ikamesine adamış, ruh ve kalb abidesini ikameye adamış insanlara düşen şey, başkalarının deli diyeceği kadar, dünya ve mâfihâyı elinin tersiyle iterek, ukbaya ve cemalullaha ölesiye bir iştiyakla müteveccih olmaktır.

“Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır.”

*Cennet insanın nefsaniyetine ağır gelecek şeylerle kuşatılmıştır. Onları aşacaksın. Dikenli tarlaları geçerken ayağına dikenler batacaktır fakat “Ohh, ayağıma diken battı ama Allah yolunda, Rasûlullah’la aynı sofrada, aynı yemeğe kaşık çalma yolunda, Cebrail ile el ele tutma yolunda, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile aynı sofrayı paylaşma yolunda!..” diyeceksin. Meseleyi hep neticeye göre değerlendirdiğinizde dikenlerin batması bile size sunulmuş güller gibi gelecektir Allah’ın izniyle.

*Evet, bu yolda mekârih (aklın zâhirî nazarına göre nâhoş, zor, çetin şeyler) yok demek değildir. Ama hedefte mekârihi hiçe indirecek ve sıfırlayacak öyle şeyler var ki!.. “Gelse Celâlinden cefa, yahut Cemâlinden vefa; ikisi de cana safa, lütfun da hoş kahrın da hoş.” diyecek ve Allah yolunda yürüyeceksiniz.

*Şu kadar var ki, meşru dairede çalışan insanlar kazanabilir ve servet sahibi olabilirler. Çalışıp kazanmanın hakkını verebilirler. Zaten o babayiğitler şimdiye kadar o işi yaptılar Allah’ın izniyle. Büyük devletlerin yapamadığını, Allah, o Anadolu insanına yaptırdı. Yüz yetmiş ülkeye girmişler, 1400-1500 okul açmışlar, milyonlarca insana ruhlarının ilhamlarını duyurmuşlar. Hem de birilerinin bu meselede hizmet edenlere çelme takmalarına rağmen, efkarı ifsat etme gayretine rağmen, telefon telefon üstüne oradaki yabancı misyon şeflerine “aman bunları iflah etmeyin” deyip Yezitlik yapmalarına rağmen, Haccaclık yapmalarına rağmen, Amnofislik yapmalarına rağmen. Sadece bir-iki yerde küçük kırılmalar olmuş, çok küçük… Allah öyle lütuflarda bulunmuş ki, kendilerine vücut enerjisi verdiği insanlar o enerjiyi o istikamette kullanmışlar, zenginler de servet imkânlarını o istikamette kullanmışlar. Kimse zorlanmamış. Kimse devlete talip olmak gibi boş bir sevdanın arkasına takılmamış.

*Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!.. Birileri istikbal delisi, ikbal delisi, şöhret delisi, yan gelip kulağı üzerine yatma delisi… Sadece dünyevî geleceğini mamur edip ahireti unutmuş deliler, “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi” fehvasınca sizi de öyle bilebilirler. Ama her şeyin doğrusunu bilen birisi var ve bir gün onları ortaya koyacak izn-i ilahisiyle, lutf-u ilahisiyle, vüs’at-i rahmetiyle. Bunu gösterecek ve birileri hicaptan iki büklüm olacaklar. Ve siz de şükranla yine asa gibi büküleceksiniz. Birileri hicap hissiyle iki büklüm olurken siz de “Allah’a binlerce hamd u sena olsun, bize bu hayırları yaptırdı!.. Her şey Senden, Sen Ganisin, Rabbim Sana döndüm yüzüm!” diyeceksiniz.

*Allah, sizi sevkettiği biraz sarp, biraz geçilmez deryaları olan, biraz yokuşları, uçurumları bulunan bu yolda işi sonuna kadar götürmeye muvaffak kılsın. Yezidlere, Haccaclara, Nemrutlara ve onların arkasındaki, dünya için, ikbal için, istikbal için kitle psikolojisiyle sürüklenmiş şuursuz, mantıksız, muhakemesizlere rağmen Allah (celle celaluhu) sizi yürüdüğünüz yolda muvaffak eylesin. İnayetini üzerinizden eksik etmesin.

Bütün terör örgütlerinin de masum insanlara terörist diyenlerin de Allah belasını versin!..

*Nikbîn her şeyi iyi, bedbîn her şeyi kötü görür. Bunların ikisi de zararlıdır. İyiyi iyi, kötüyü de kötü görmek hakikatbînliktir. Allah sizi bizi hakikatbînlikle serfiraz kılsın.

*Evet, günümüzde dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır da çok mühimdir. Çünkü bu asırda insanlar bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ediyorlar. Bunu zavallı bir kısım safderun, muhakemesiz, müsvedde Müslümanlar da yapıyorlar. Kendisi “müsvedde” olduğundan dolayı başkalarına da müsvedde diyor; çünkü “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi”; o aynada kendini görüyor. Müsvedde Müslümanlar, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında kayıp gidiyorlar. İşte, onlara takılmadan, alicenâbâne, himmetperverane, “Allah” deyip, “Rasulullah” deyip yürümek ve kat’iyen dünyaya ve ehl-i dünyaya serfüru etmemek lazımdır.

*Hâşimî ne hoş söyler: “Âkil isen rızk için gerdûn-ı duna eğme ser / Âsyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar” Yani, akıllıysan rızkın için alçak dünyaya baş eğme; yürü, değirmen misali, rızkını taştan çıkar.

*Dünyanın o cazibedar güzelliklerine kapılmadan, aşağı insanlara boyun eğmeden, kendi düzenini kurarak, i’la-yı kelimetullah için, milli ruhu yüceltmek için, ruhunun abidesini ikame etmek için koşmak lazım. Bu süfyaniyet asrının süfyanlarının arkasından gitmeden… Aslî süfyanlar, zıllî süfyanlar, izafî süfyanlar vardır. Bunlar, yapamadıkları şeyleri başkaları yapıyorsa, hazımsızlıktan, hasetten, çekememezlikten dolayı onu yıkmaya çalışmışlardır. Bugünkü tahribatın arkasındaki temel düşünce budur. Yoksa ne terör örgütü var ne de devlete talip olan var.

*Bütün terör örgütlerinin Allah belasını versin!.. Pakraduni Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Pers Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Terör örgütü olmayana, “terör örgütü” diyenlerin Allah belasını versin!.. Paralel olmayana “paralel” diyenlerin de Allah belasını versin!.. Umduklarının aksiyle onları tokatlasın, yerle bir etsin, hazan yemiş yapraklar gibi savursun, gübreler gibi toprağın bağrına devirsin, gübre kılsın hepsini!..

Bir Dua Dört Esas

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çokça tekrar ettiği:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى

“Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve gına istiyorum.” (Müslim, zikr 72; Tirmizî, daavât 74; İbn Mâce, dua 2) duasında yer alan dört hususu izah eder misiniz?

Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki, bu duada yer alan hususların her biri, enbiya-i izâmın önemli birer sıfatıdır. Hatta denilebilir ki bu sıfatlar, onların lazım-ı gayr-ı mufarıkı, ayrılmaz bir vasfıdır. Onlar her yönleriyle bütün mü’minler için rehber olduğuna göre, kendilerini insanlığa, hak ve hakikati anlatmaya adamış irşad ve tebliğ kahramanları da, bu yüce vasıflara uygun hareket etmeli, dillerinin yanı sıra, hâl, tavır ve davranışlarıyla da, اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى demelidir.

  1. Hidayet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) diline vird-i zeban ettiği bu duada talep edilen ilk husus olan hidayet; doğruyu görme, doğruyu duyma, doğruyu bulma ve doğruda sabitkadem olma demektir. Bu açıdan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) duada ilk olarak hidayete yer vermesi çok önemlidir. Çünkü hidayet olmadan bir insanın doğruyu görmesi, hayatını doğruya göre programlaması mümkün değildir. Bu mümkün olmayınca da takva, iffet ve gınadan bahsedilemez. Duada yer alan daha sonraki üç talebin elde edilmesi bir yönüyle hidayete bağlıdır.

Her şeyin başı ve esası olan “hidayet”in kaynağı, başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve davranışlarını ihtiva eden Sünnet-i Sahiha’dır. Nitekim Bakara Sûresi’nin ikinci âyetinde, ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” beyanıyla Kur’ân’ın potansiyel olarak müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğuna dikkat çekilmiştir. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde müttakilerin özellikleri sayıldıktan sonra beşinci âyette أُولٰئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılıp hidayet üzere olanlar.” buyrulmak suretiyle tekrar hidayete vurgu yapılmıştır. Ayrıca burada Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan hakkıyla istifade etmenin temel şartı olarak takva sahibi olma zikredilmiştir ki, hidayet ve takva arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi hidayet, peygamberlerin doğuştan mazhar oldukları temel karakterleridir. Çünkü Allah Teâlâ, çok önemli bir misyonla göndermiş olduğu o mualla zatların ileride bir kısım kendini bilmez densizler tarafından serrişte (bahane) edilecek davranışlarda bulunmalarına fırsat vermez. Bu açıdan Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyina ve aleyhimesselâm) aleyhinde söylenilen sözler İsrailoğullarının bir iftirası olduğu gibi, Hazreti Nuh ve Hazreti Hûd (alâ nebiyyina aleyhimesselâm) gibi peygamberler aleyhinde söylenilen sözler de kavimlerinin birer iftirasından ibarettir. Aynı şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında hidayet dairesi dışında söylenilen uygunsuz sözler hem kendini bilmezliğin bir ifadesi hem de Arş’ı titretecek büyük bir iftiradır.

Söz buraya gelmişken, وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى (Duhâ sûresi, 93/7) âyet-i kerimesiyle ilgili bir kısım teologlar tarafından dile getirilen bir yorumun yanlışlığını ifade etmek istiyorum. Onlar bu âyet-i kerimeyi, “Allah, Seni dalâlet içinde buldu ve hidayete erdirdi.” şeklinde izah ediyor, burada yer alan ضَالًّا lafzına, hidayetin zıddı bir mânâ veriyorlar. Buradan yola çıkarak da, peygamberlik nuruyla serfiraz kılınıp ufkunun aydınlanacağı âna kadar -hâşâ ve kellâ- İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in dalâlet içinde yaşadığını iddia ediyorlar. İşin doğrusu, O’na böyle bir dalâlet nispetinde bulunan bir insan, -Allah hidayet buyursun- kendisi dalâlet içinde demektir.

Zira Kur’ân-ı Kerim, Necm Sûresi’nde, مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى “Sahibiniz (Hazreti Muhammed Mustafa aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), hiçbir zaman dalâlet ve sapıklığa düşmedi, hiçbir zaman aşırılık, taşkınlık ve ölçüsüzlüğe girmedi.” (Necm sûresi, 53/2) buyurmuştur. Âyet-i kerimede geçen ve Allah Resûlü’nün dalâlete düşmediğini bildiren مَا ضَلَّ fiili, mâzi sigasıyla geldiği için, O’nun hayat-ı seniyyelerinin hep hidayet üzerine geçtiği ifade edilmiş oluyor.

O hâlde zahiren birbirine zıt gibi görünen bu iki âyet-i kerimenin arasını telif etmek için “dalâlet” kelimesinin farklı anlamlarına bakmak gerekmektedir. Dalâletin bir anlamı, “yürünen doğru yoldan ayrılma”, sapma olsa da, onun diğer anlamı, “değişik yollar karşısında doğru yolun ne olduğunu kestirememe ve bu konuda tereddüt yaşama demektir”. İşte “dalâlet” kelimesi, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispet edildiğinde anlaşılması gereken bu ikinci mânâdır. Semavî nurun ulaşacağı âna kadar O (sallallâhu aleyhi ve sellem), farklı yollar karşısında tereddüt yaşamış, doğru yolu bulma adına cehd ü gayret sarf etmiş, bununla da bir yönüyle geleceğine ait çok önemli blokajlar oluşturmuştur.

Ayrıca وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى âyet-i kerimesinden, Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy esnasında yaşamış olduğu dehşet, kalak ve heyman da kastedilmiş olabilir. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle semavî bir sürprizle karşılaşınca, ciddî bir şok yaşamış, ne yapması gerektiğini anlayamamış olabilir. Buna rağmen o muhteşem fetanet, dengeli ve oturaklaşmış bir kadın olan Hatice Validemiz’e gelip içini dökmüştür. O da öncelikle genel karakteri itibarıyla Allah Resûlü’nü değerlendirmiş, O’nun yüce ahlâkını ifade etmiş, sonra Allah’ın O’nu yalnız bırakmayacağını söylemiş, ardından da O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp bir Hıristiyan âlimi olan amcazadesi Varaka İbn Nevfel’e götürmüştür.

Öyleyse Duhâ Sûresi’nde yer alan bu âyet-i kerimenin mânâsını şu şekilde anlayabiliriz: “Sen belli dönemde Cennet nedir, Cehennem nedir bilmiyordun. İnsanların genel ahvali karşısında kıvranıp duruyordun fakat onlar için ne yapacağını bilemiyordun. Hazreti İbrahim’in dininden geriye kalan şeylerin Sana ifade ve ifaza ettiği bazı mânâlarla bir kısım şeyler sezsen bile, her şeyi yerli yerine koyma mevzuunda kesin bir karar verecek durumda değildin. Allah, göndermiş olduğu semavî vahiy ile Senin bu hayret ve tereddüdünü izale etti ve Sana doğru yolu gösterdi.”

Peygamberlerin sahip olduğu hidayet sıfatıyla alakalı üzerinde durulması gereken ayrı bir husus da şudur: Şûra Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ “Sen gerçekten insanları doğru yola hidayet edersin.” (Şûrâ sûresi, 42/52) buyrulmak suretiyle, kendisi hidayet üzere olan Allah Resûlü’nün, aynı zamanda bu konuda bir rehber olduğu ifade buyrulmuştur. Hidayette olan peygamberler, Allah’ın izniyle, aynı zamanda insanları da hidayete sevk eder, bu konuda insanlara rehberlik yapar, yol gösterir, onların önünü açar ve onları hidayetle tanıştırırlar. Cihad ve irşad konusundaki genel tariflerimiz çerçevesinde ifade edecek olursak onlar, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlarlar. Elbette ki ilâhî nurun, muhatapların içinde bir meşale hâlinde yanması Allah’a ait bir icraat-ı sübhaniyedir.

  1. Takva

Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in duasında ikinci husus olarak zikredilen “takva”yı, “Allah’ın emirlerini yerine getirip haramları ve kebairi (büyük günahları) terk ederek O’nun gazabı ve azabından korunma cehdi” olarak tarif edebiliriz. Vâkıa, hidayette dereceler olduğu gibi takvada da dereceler vardır. Başta, farzları yapıp, haramlar ve kebairden kaçınmak ile girilen yer, takvanın koridorudur. Daha sonra şüpheli şeylerden uzak durup haramların semtine sokulmamakla takva kapısından içeriye adım atılır. Ardından bir kısım mübahları, “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek suretiyle de asıl takvaya ulaşılmış olunur. Ayrıca kâmil mânâda takvanın ancak şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle yerine getirme gayretiyle beraber şeriat-ı fıtriye kanunları dediğimiz Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta koymuş olduğu kanunlara riayetle elde edileceğinin de unutulmaması gerekir.

Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân ve Sünnet’ten tam istifadesi işte bu seviyedeki bir takvaya bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Takvaya ulaşma hidayete bağlı olduğu gibi, Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu sistemi doğru anlama, onun ruhunu, ulviyet ve azametini kavrama da takvada derinleşmekle mümkündür.

  1. İffet

Duada üçüncü olarak zikredilen iffet ise, insanın namusunu koruma konusunda hassas yaşaması, gözünün bağını iyi kullanması, kulağına mukayyet olması, dilini gerektiği yerde kullanması, kimseye el açmaması, hâsılı her hâlinde ve fiilinde haya ve edep dairesinde bulunması demektir. Eğer fertler iffetli olursa, toplum da iffetli olacaktır. Yoksa fertleri günahlardan oluşan bir toplum iffetli olamaz. İffetini kaybeden bir toplumda ise, hırsızlık, kapkaç, rüşvet, yalan ve hortumlama gibi türlü türlü mefsedet ve mesavîler baş gösterir. Küçükler küçükçe, büyükler de büyükçe çalıp çırpmaya, hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya başlar.

Kur’ân-ı Kerim, bir âyet-i kerimede iffet kahramanlarını يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا “İffet konusunda olabildiğine hassas hareket ettiklerinden ötürü, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm! Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.” (Bakara sûresi, 2/273) ifadeleriyle onların, aç-susuz, yurtsuz-yuvasız kalma pahasına yine de tekeffüf ve tese’ülde (el açıp dilencilik yapma) bulunmadıklarını haber vermiştir ki, hakikaten alınlarından öpülesi insanlardır onlar. Bununla beraber şunu da ifade etmeliyiz ki İslâm, muhtaç durumda bulunan insanların, bellerini doğrultacak kadar başkalarından bir şey istemelerine cevaz vermiştir.

  1. Gına

Allah Resûlü’nün duasında yer alan dördüncü husus ise gınadır ki, bunun da iki mânâsı vardır. Bunlardan birincisi gönül zenginliği, istiğna; diğeri de helâlinden kazanarak maddeten zengin olma demektir. Bunların ikincisini istemede de bir mahzur yoktur. Çünkü dünya nimetleri yerli yerinde kullanılabildiği takdirde, imanı, ibadet ü taat düşüncesini destekleyici önemli birer faktör olabilir. Fakat maddî zenginlik istenirken bunun helâlinden olmasına âzamî dikkat edilmeli, böyle bir zenginliğin hakkını verme konusunda asla cimriliğe düşülmemeli, gönlün mala mülke kapılmasına müsaade edilmemeli, mal ve servetin Allah’ın bir lütfu olduğu unutulmamalı, elde edilen imkânlara bakıp “Bunu ben kendi bilgi ve maharetimle elde ettim.” demek suretiyle Karun’un düştüğü çukura yuvarlanmamaya dikkat edilmelidir. (Bkz.: Kasas sûresi, 28/78)

Bu hususlara riayet edildiği takdirde Cenâb-ı Hak’tan servet istemekte bir mahzur yoktur. Ayrıca Nebiler Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, başka bir kısım hususların yanında açlık ve fakirlikten de Allah’a sığınmıştır. (Bkz.: Ebû Dâvûd, vitr 32; Nesâî, istiâze 19, 20) Çünkü böyle bir duruma maruz kalan insan, hâlinden şikâyet edebilir veya dilenciliğe düşebilir.

Bu açıdan denilebilir ki zenginlik talebi karşısında İslâm Dini’nin olumsuz, yasaklayıcı bir tavrı olmamıştır. Belki burada dikkat edilmesi gereken mesele, kenz yapmamak, şahsî servet ve istikbal için para ve mal stoklamamaktır.  Zira kenz yapıp da ondan infakta bulunmayan insanların su-i âkıbetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da şöyle gözler önüne serilmiştir: وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ  “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!” (Tevbe sûresi, 9/34) Evet, burada hazineler oluşturan, stok üstüne stoklar yapan, çok defa bu stoklarını tefecilikte kullanan, hatta fırsat kollayarak yerine göre ekonomiyle oynayan, bütün bunları yaparken Allah korkusu, ahiret düşüncesi olmayan insanlar, canlarını yakacak bir azapla müjdelenmiştir. Aslında insan, elindeki servetini yerli yerinde kullansa, gerçek bir müjdeye mazhar olabilir. Fakat onlar ellerindeki serveti yanlış yerde kullanmalarından ötürü bu müjdeyi, kendi elleriyle acıklı bir azap müjdesine çevirmişlerdir.

Müteakip âyet-i kerimede ise onların Cehennem’de maruz kalacakları azap şekli detaylandırılarak haber verilmiştir: يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ “O azap günü, dünyada iken biriktirilip yığılan altın ve gümüşler, Cehennem ateşinde kızdırılır kızdırılmaz sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanır: ‘İşte’ denir kendilerine, ‘bunlar, nefisleriniz için yığıp biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeyleri!’” (Tevbe sûresi, 9/35)

Allah yolunda harcamak için biriktirilen servet ise böyle bir kenzden farklıdır. Evet, i’lâ-i kelimetullah yolunda kullanmak, dünyanın farklı yerlerinde okullar, üniversiteler açmak, kendi değerlerimizi insanlığa duyurmak gibi hayırlı niyetlerle kazanılan servet farklı değerlendirilmelidir. Hatta insanlar bu gaye-i hayali gerçekleştirmek için servet sahibi olmaya teşvik edilmelidir.

İffetli ve müstağni yaşamayla Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerinden istifade etme, Kur’ân-ı Kerim’in emirleriyle de telif ve tevfik edilebilir. Mesela وَابْتَغِ فِيمَا اٰتٰيكَ اللهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara, onu izle ve sürekli o yolda yürü; bu arada dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77) âyet-i kerimesinde, ahiretin yanında dünyaya ne kadar teveccüh edilmesi gerektiğine de işaret edilmektedir.

Fakat bütün bunların yanında asıl önemli olan husus, insanın kendi ruhunda müstağni olmasıdır. Enbiya-i izâm hep bu istiğna duygusuyla yaşamışlardır. Onlar, yaptıkları tebliğ vazifesi karşılığında bir beklentiye girmemiş, insanlardan hiçbir şey istememişlerdir. Onlar, mesajlarını kavimlerine ulaştırma adına onca meşakkat ve sıkıntıya katlanmış fakat bunun karşılığında kimseden bir ücret ve mükâfat talebinde bulunmamışlardır. Zira onlar, bütün beklentilerini Allah’a bağlamışlardır. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145) Bu açıdan onların kavimlerine karşı kullandıkları en önemli ve en müessir dinamiğin istiğna olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir duruş, muhataplar açısından oldukça inandırıcıdır. İşte bir insanın yapmış olduğu vazife karşılığında dünyevî bir beklentiye girmemesi, makam ve mansıp gibi taleplerde bulunmaması ve mükâfatını sadece Allah’tan beklemesi gınanın (gönül zenginliği) farklı bir derinliğidir.

Bununla birlikte herkes, Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdirine razı olmalı ve maddî konularda, dünyevî meselelerde asla hırs göstermemelidir. Zira bazı kişiler hakkında kader-i ilâhî tarafından takdir edilen fakirlik daha hayırlı olabilir. Kim bilir onların servete karşı zaafı olduğundan, elde edecekleri böyle bir servet Karun gibi kendilerini baş aşağı Cehennem’e yuvarlayabilir. Bu açıdan da her zaman hakkımızdaki takdir-i ilâhîye rıza göstermemiz gerekir.

Miskinliğin Doğru Anlaşılması

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir duasında şöyle buyuruyor:

اَللّٰهمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ

“Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresi içinde haşreyle!” (İbn Mâce, zühd 7) Efendimiz’in bu isteği nasıl anlaşılmalı ve bundan ne tür dersler çıkarılmalıdır?

Cevap: Arapça bir kelime olan “miskin”, “se-ke-ne” kökünden gelir ve lügavî mânâsı itibarıyla kendisini durgunluğa salmış, aktivitesini yitirmiş, çalışmayan, üretmeyen insan anlamına gelir. Şer’î ıstılahta ise “miskin” denildiğinde, hiçbir malı olmayan, bir yönüyle yatağı kum, yorganı da gök kubbe olan kimse demektir. Bu açıdan miskinin maddî durumu, fakirin daha altındadır. Zira fakir nisap miktarına (80 gram altın değeri) ulaşacak ölçüde malı olmayan kimse demektir. Yani fakirin az da olsa bir miktar malı vardır. “Miskin” ise buna dahi sahip değildir. Dolayısıyla miskin, zekât kabul eden, sadaka alan, ancak başkalarının yardımıyla geçinebilen insan demektir.

Kınanan ve Sakınılması Gereken Miskinlik

Öncelikle ifade etmek gerekir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), durağanlığı, pasif bir hayat yaşamayı, amelmanda olmayı ve elin-âlemin eline bakmayı asla istemez, böyle bir duruma rıza göstermez. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dilenciliğe savaş açmış, pek çok hadis-i şerifte onu zemmetmiş, ümmetini de dilencilik yapmaktan sakındırmıştır. Mesela bir gün fakir bir adam Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek bir şeyler istediğinde, o adama evindeki bazı eşyaları sattırmış, sonra bu parayla bir balta satın aldırarak onu ormana göndermiş, kesip topladığı odunları satmasını istemiştir. Adam, bir süre sonra alma durumundan verme durumuna yükselip kazandığı paralarla Efendimiz’in huzuruna geldiğinde, ona şöyle demiştir: “Bu, senin için kıyamet gününde yüzünde bir dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, zekât 26; İbn Mâce, ticârât 25)

Aynı şekilde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى

“Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.” (Buhârî, zekât 18; Müslim, zekât 94-97) buyurmak suretiyle kinayeli bir tabir kullanmış, bununla veren elin alan elden daha hayırlı olduğuna işaret etmiş, “Başkalarına temennada bulunmak suretiyle insanî şeref ve haysiyetinizi aşağı düşürmeyin. Eliniz, ayağınız tuttuğu sürece çalışarak kendi maişetinizi kendiniz temin etmeye çalışın ve kimsenin eline bakmayın.” imasında bulunmuş, mü’minleri üst el olmaya teşvik etmiştir. Bununla birlikte insan hayatını tehlikeye atacak ölçüde açlık, susuzluk gibi bir zaruret durumunda ise dilenmeye cevaz verilmiştir. Zira Kur’ân-ı Kerim, hayatî tehlikeye maruz kalan kimsenin, hayatını devam ettirecek kadar domuz eti yemesine bile müsaade etmiştir. (Bakara Sûresi, 2/173)

Hadis-i şerifte anlatılan bu espriyi iyi kavrayan seleflerimiz, başkalarına zekât veya sadaka verirken ellerini aşağıda tutmak suretiyle, fakirin onurunu zedelememeye dikkat etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan sadaka taşları da fakirlerin izzet ve onurunu koruması açısından çok önemlidir. Zenginler, vereceği sadakayı bu taşlara koymuşlar, fakirler de sadece ihtiyacı olan miktarı buradan almışlardır. Bu uygulama aynı zamanda toplumun nasıl bir gönül saffetine sahip olduğunu, insanlar arasında ne ölçüde yardımlaşma ve dayanışma duygusunun hâkim bulunduğunu göstermektedir. Denilebilir ki, o dönemde âdeta gökteki meleklere eş bir toplum vücuda gelmiştir. Günümüzde onca polis, jandarma ve zabıta güçlerine rağmen bir yerde bile bu ölçüde bir asayiş temin edilemediğini acı acı müşahede ediyoruz. Çünkü kalblerde olması gereken yasakçı yok, ahiret nazarlardan silinmiş, hesap verme duygusu insanların içinde öldürülmüştür. Tabii bu arada asıl ölen de insanın kalbi ve vicdanı olmuştur.

İradî Miskinlik veya “Kul Peygamber” İsteği

Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkalarına el açıp dilenme mânâsında bir miskinliği istememiştir. O hâlde burada miskinlikten kastedilen, mütevazi bir hayat yaşamak veya acz u fakr şuuruna sahip olmaktır. Hazreti Bediüzzaman’ın da mesleğinin esası olarak zikrettiği fakr, hakikatte hiçbir şeye malik olmadığının farkına varma, Allah’a karşı ihtiyacını hissetme demektir. Bu duyguya sahip olan insan,

 يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! (Ey gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan Yüceler Yücesi Zat), rahmetin hürmetine Sen’den yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvûd, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/42) diyerek sürekli Allah’ın himaye ve görüp gözetmesine sığınır.

İşte Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duygularla yaşamayı, bu duygularla ruhunun ufkuna yürümeyi ve ötede de acz ve fakr kanatlarıyla kanatlanan, sürekli Allah’a iltica eden insanların içinde haşrolmayı diliyor. Bir başka ifadeyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahirette de bu duyguya sahip olan insanların rehber ve öncüsü olacaktır; olacaktır çünkü O (aleyhissalâtü vesselâm), hayatı boyunca hep insanlardan bir insan olarak yaşamış, hiçbir zaman mahviyet ve tevazudan ayrılmamıştır. Hazreti Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) ifadesiyle, bazen o kutlu hanenin üzerinden iki ay geçmiş üçüncü ay girmiştir de hâlâ orada ocak yanmamış, bir çorba bile pişmemiştir. (Buhârî, hibe 1,  rikâk 17; Müslim, zühd 26, 28) Kim bilir belki de bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinden biraz da sorumlu olduğu kişilerin hukukunu koruma endişesiyle, bu konuda bazı mülahazalar geçmiş olabilir. İhtimal ki işte böyle bir zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Cebrail’in yanında bulunurken bir ses duyulmuş, yanlarına farklı bir melek inmiş ve şöyle demiştir: “Allah sormaktadır: Melik bir peygamber mi yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Böyle bir sual karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaten tercihini doğru yapacaktır. Fakat Hazreti Cebrail, meselenin yanılmaya hiç tahammülü olmadığından, “Ey Allah’ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz de, “Kul bir peygamber olmayı isterim!” buyurmuştur. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; Abdürrezzak, el-Musannef 3/183-184)

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), fakir olarak yaşamış ve ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada da arkasında hesabını veremeyeceği bir mal bırakmamıştır. O, elde ettiği bütün nimetlerin hakkını vermiş, Allah’ın kendisine ihsan buyurduğu malları yine O’nun yolunda harcamış, böylece de alnı açık yüzü ak olarak Huzur-u Kibriya’ya yürümüştür.

İffet Âbidesi ve İffet Kahramanları

Bununla birlikte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca kendini hiç atalete salmamış, yaşadığı sıkıntılarla ilgili kimseye dert yanmamış, kimsenin eline bakmamış, dilenmemiş, kimseden sadaka ve zekât kabul etmemiştir. Zaten O’nun sadaka ve zekât alması haram kılınmıştı. (Buhârî, zekât 60, cihâd 188; Müslim, zekât 161) O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine gelen hediyeleri de hep başkalarına dağıtmıştır. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-vahy 5-6, zekât 50, rikak 20, savm 7; Müslim, zekât 124, fezâil 50) Efendimiz, aile fertlerinin iaşesini karşılayabilmek için bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış, karşılığında da ona mübarek kalkanını rehin bırakmıştı. O, kalkanı rehin olduğu hâlde ruhunun ufkuna yürümüştür. (Buhârî, cihâd 89; Tirmizî, büyû’ 7; İbn Mâce, rühûn 1) Muhtemelen böyle bir hâdiseden sahabe-i kiramın haberi bile olmamıştır; olsaydı onlar bu konuda ne yapacaklarını çok iyi bilirlerdi. İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli infakta bulunarak elinde avucunda ne varsa Allah yolunda harcamış, iradî olarak ümmetinin en fakiri gibi hayatını yaşamış ama asla kimseye el açmamış, bu konuda en küçük imada dahi bulunmamıştır. İşte O’nun talep ettiği miskinliği, bir taraftan cömertlik ve civanmertlik sergileyerek en basit ve sade bir hayatı tercih etmek, diğer taraftan da bir iffet âbidesi olarak başkalarından en küçük bir beklentiye girmemek şeklinde anlamak gerekir.

O (aleyhissalâtü vesselâm) eşsiz bir iffet âbidesi olduğu gibi, adım adım O’nu takip eden ashab-ı kiram efendilerimiz de iffet kahramanları olarak hayatlarını geçirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, fakirlik ve zaruret içinde kıvranıp durdukları hâlde tekeffüf ve tese’ülde bulunmayan, elin âlemin eline bakmayan ve kendini dilenmeye salmayan İslâm’ın o ilk kahramanlarını,

 يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا

“Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm, Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.” (Bakara sûresi, 2/273) buyurmak suretiyle takdir ve tebcil etmiştir.

Evet, sahabe-i kiramın hayatlarına baktığımızda onların, ciddî bir hassasiyet içinde başkalarından bir şey istemekten kaçındıklarını ve geçimlerini kendi el emekleriyle çalışarak karşıladıklarını görürüz. Mesela Aşer-i Mübeşşere’den Abdurrahman İbn Avf (radıyallahu anh) bütün servetini Mekke’de bırakmak zorunda kalarak Medine’ye hicret etmiştir. Fakat Medine’ye geldiğinde, eline bir ip alıp pazarın yolunu tutmuş, işe hamallıkla başlamış (Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3) ama Allah’ın izni ve inayetiyle bir süre sonra yedi yüz deveyi infak edebilecek bir zenginliğe ulaşmıştır. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/115; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/129) Evet, dilenmenin çok ayıp bir davranış olduğunu bilen sahabe-i kiram efendilerimiz, ciddî fakr u zarurete rağmen hep kendi el emekleriyle geçinme ve helâlinden kazanma yollarını aramışlardır. Bu açıdan vaktini Allah yolunda harcayan, Allah yolunda hizmet eden insanların bile kanaatimce, başkalarından burs ve yardım beklemesi ayıptır. Keşke imkân olsa taş kırsak, apartmanlarda temizlik yapsak ama her zaman alnımızın teriyle kazandığımız parayı yesek. Fakat bazı konumlar, meşgul olunan bazı hizmetler vardır ki, insanın başka bir iş yapmasına müsaade etmez. İşte ancak bu durumlarda, o konumda bulunan insanın zaruret ölçüsündeki ihtiyaçlarının karşılanabileceği ruhsatı verilebilir.

Şahsen, kendi hayatımı da bu konuda sürekli sorgulama lüzumu duyuyorum. Mesela askerlikten önce üç sene imamlık yaptım ve maaş aldım. Gerçi aldığım maaşla -çoğunu kitaplara ve hizmetlere harcadığımdan- günde bir öğün karnımı ancak doyurabiliyordum. Daha sonra vaizlik görevi söz konusu olduğunda, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesini para karşılığında yapmanın caiz olup olmadığını birine sorma ihtiyacı duydum. Hazreti Pîr’in en yakın talebelerinden birine bu meseleyi sordum. O büyük zat, aynı sorunun Hazreti Pîr’e sorulduğunu, onun da, “Eğer seni vaiz tayin etmediklerinde sana vaaz ettirmeyeceklerse, bu vazifeyi kabul et. Eğer bu paraya ihtiyacın yoksa onu birisine verirsin. Fakat ihtiyacın varsa, ihtiyaç ölçüsünde onu kendin kullanırsın.” şeklinde cevap verdiğini nakletti. Ben de bunun üzerine vaizliğe intisap ettim. Vaizlik dolayısıyla takdir edilen maaştan ise sadece zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak ölçüdeki kısmını aldım, geri kalanını Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine verdim. Kitaplardan gelen telif ücreti söz konusu olunca da, maaşa elimi sürmeden bir ihtiyaç sahibine verilmesini istedim.

Günümüzün hizmet erleri de, başkalarına el açmaktan kaçınmalıdırlar. Öyle ki, zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için başkaları onların arkasından koşturmalı ve “Sizin başka alanlarda inkişaf etmeniz ve toplum için yararlı birer unsur hâline gelebilmeniz için buna ihtiyaç var.” demeliler. İşte böyle bir durumda siz de, onların takdir ettiği burs ölçüsündeki meblağı kerhen kabul edebilirsiniz. Bunun dışında bir kişinin, insanlardan gelen şeye bağlı olarak hayatını sürdürmesi kanaatimce, Kur’ân ve Sünnet’te ayıplanan miskinlik kategorisine girer.

İnsan Parayla Alınıp Satılacak Hakir Bir Varlık Değildir

Çağımızın inanan gönülleri bu konuda daha bir hassas olmalı ve hayatları boyunca onurlu ve izzetli yaşamaya çok dikkat etmelidirler. Onlar, hiç kimseden tek bir kuruş dahi olsa beklenti içine girmemeli ve hiç kimseye karşı diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar. Evet, onlar, iffet kahramanları olarak her zaman dimdik durmasını bilmelidirler. Aksi takdirde değişik menfaat şebekeleri, din yolunda koşturan bu insanları kendilerine kul köle hâline getirirler, gün gelir onları dininden taviz vermek zorunda bırakırlar.

Maalesef günümüzde bunun çok acı misallerini müşahede ediyoruz. Evet, acı acı görüyoruz ki niceleri satın alınıyor, sonra da onlar değişik şekilde kullanılıyor. Hâlbuki insan, asla parayla alınıp satılacak bir varlık değildir, olmamalıdır. Onun fiatı, Cennet’tir, cemalullahtır, Allah’ın rızasıdır. Bunların dışında kalan hiçbir şey insana bedel olamaz. Evet, bedel olarak İstanbul’un fethi bile takdir edilse, insanın kendisini satması konusunda bu bir bedel olamaz. Yani birisi satıldığında İstanbul fethedilecek olsa, insan yine de buna razı olmamalıdır. Çünkü insanın izzet, haysiyet ve şerefi onların hepsinden daha yüksektir.

Bu kudsî daire içinde bazı kimselerin bu ölçüde bir ruh saffetine ulaştıklarını söylemezsek, nankörlük olur. Fakat biz, herkesi böyle bir ruh haletine ulaştırmaya çalışmalıyız. İnsanlara, el emeğiyle geçinmenin, itibarı korumanın, izzetli yaşamanın değerini anlatmalıyız. Çünkü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kul bir peygamber olmayı seçmesi, peygamberlik mesleğinin temsili olan bir hizmet yolunun her zaman aynı ruh haletiyle temsil edilebileceğini gösterir.

Dar-ı bekaya irtihalinden sonraki dönemde, Hazreti Pîr’in öndeki talebelerinin çoğunu gördüm. O günlerde Türkiye genelinde sadece birkaç ev vardı. Bu evlerde, sadelik hâkimdi. Oralarda çoğu zaman çorba pişerdi, onun da yağı olmazdı. Çayın yanında bir ekmek ve peynirle iktifa edilirdi. Fakat onlar, hakka hizmet adına ciddî bir şevk u tarab içindeydiler. Onların her biri hizmet aşkıyla bir küheylan gibi şahlanmıştı. Bu açıdan denilebilir ki, asıl hizmeti onlar yaptı, bugünkü zemini size onlar hazırladı. Toprağı sürdüler, tohumu saçtılar, sonra da onu tımar ettiler. Ardından hasat mevsiminde iş size düştü.

Bu ölçüde bir istiğna ve iffet içinde yaşamak bazıları için ağır gelebilir. Fakat ulvî bir düşünceye gönül vermiş mefkûre muhacirleri hep bu ufku yakalama gayreti içinde olmalıdır.

Asla unutulmamalı ki, bu yüce mefkûre devam ederse, ancak bu ahlâkla devam eder. Çünkü -Allah korusun- şatafatlı bir hayat içine girerseniz insanların size olan güvenleri sarsılır; sarsılır da sizi himaye eden ellerini üzerinizden çekerler. O zaman da, geniş bir coğrafyaya yayılmış çok güzel faaliyetler -Allah korusun- durur. Evet, bütün insanlığa öyle hizmetler sunuluyor ki, sayısız gönüllünün sayısız fedakârlıkları olmasa bu faaliyetlerin devam etmesi söz konusu olmaz. Günümüzde kimisi cehaletten, kimisi de çok iyi bildiği hâlde sırf kıskançlık ve hasedinden dolayı “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye itham edici sorular ortaya atabilir. Şurası muhakkak ki, bu değirmenin çarkları suyla veya rüzgârla değil; İstiklâl mücadelesinde baş döndürücü bir fedakârlık ortaya koyan civanmert Anadolu insanının bir kez daha fedakârlıkla şahlanmasıyla dönüyor. O hâlde bu civanmert insanların zihnini bulandıracak, onları suizanna sevk edecek en küçük bir yanlışlık içine girilmemelidir. Bu, altından kalkılamayacak bir vebaldir ve Allah bunun hesabını sorar.

Elbette ki bir iş adamı, bir tüccar ticarî hayata atılacak, çalışıp kazanacaktır. Rabbim onların ticaretlerine bin bereket versin. Onlar da çalışıp kazanmaya devam etsinler. Ancak konumu itibarıyla sade bir hayat yaşama mecburiyetinde olan hakka adanmış ruhlar, mefkûre muhacirleri son nefeslerini verinceye dek zâhidâne hayatı tercih etmeli, dünyaya karşı müstağni davranmalı ve duyguları, düşünceleri, akılları ve kalbleriyle kendilerini tamamen iman ve Kur’ân hizmetine adamalıdırlar.

Hüsnüzan Surlarını Yıktılar!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bu sohbetinde özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Hâl ile Hallolmayacak Mesele Neredeyse Yoktur; Yeter ki İstikâmet Üzere Olunsun!..

*Hal ile hallolmayacak mesele yoktur. Evet, temsil ile hallolmayacak mesele -çok azı müstesna- yoktur. Günümüzün insanının her şeyden daha ziyade -zannediyorum- ekmek kadar, su kadar, hava kadar hal görüntüsüne, hal resmine ihtiyacı var.

*Parlak laflar, edebî sözler, beliğâne beyanlar havada uçuşuyor. Fakat hepsi uçup gidiyor. Tesir edecek, gönüllerde mâkes bulacak bir şey varsa, o da istikamet, hal, temsil ve bunlarda devamdır. Zikzak çizmeme! Ortalama ömür elli sene, altmış sene, yetmiş sene, seksen sene.. ne derseniz deyin, bin sene olsa; bin sene nabzınızı tutsalar, bin sene kalbinize kulak verseler, inhiraf yaşamadan hep aynı şeyleri soluklama.. önemli olan budur!..

*Zikzaklar, gözleri sizin üzerinizde olan insanları şaşkınlığa sevk eder. “Acaba bunların hangi halleri doğru? Sözleri mi doğru, tavırları mı?” derler. “Bunların, ‘Müslümanız, milliyiz, geçmişten tevârüs ettiğimiz şeylere saygılıyız’ dedikleri halde, haramîlerden farkları yok. Bohemce yaşıyorlar. Dünyayı her şey görüyorlar. Bu tavırlardan, bu sözlerden hangisine inanacaksınız?” diye düşünürler.

*Devam ve temâdî; güven, itmi’nan ve kararlı durmaya vesile olur. İmam ne ölçüde namaz kılıyorsa, cemaat de o ölçüde ona uyar. Fatiha’yı okudu mu, okumadı mı? Rükûda bir kere “Subhâne Rabbiye’l-Azîm” dedi mi, demedi mi? Secdede bir kere “Subhâne Rabbiye’l-A’lâ” dedi mi demedi mi? Yıldırım hızıyla namaz kıldıran insanların arkasında olan kimseler de öyle namaz kılarlar. Ona kılma denir, ikâme etme denmez. Ona şekil denir, ibadet adına folklor denir; kültür ortamında elde edilen namaz şeklinde bir kısım beden eğitimi denir ona. Bunlar önemle üzerinde durulması gerekli olan şeylerdir: İstikamet, doğruluk, iffet, ismet, güvenilirlik…

En Can Alıcı Hasımlar Dahi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Emniyet ve Güven İnsanı Olduğunu İtiraf Ediyorlardı

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, o sıkıntılı dönemden sonra çevresinde daha ziyade müessir olan faktör, O’nun emniyet ve güven telkiniydi. Hiç kimse, “Siz bizi şu hususta aldattınız. Şu hususta dediğiniz gibi davranmadınız.” demedi. En can alıcı hasımları, O’nun kanını içmeye âmâde, teşne bulunan mütemerridler bile, O’nun bu mevzudaki fazileti, güven vaad ediciliği karşısında el pençe divan duruyorlardı.

*Alabildiğine mütemerrid, alabildiğine vahşi, alabildiğine “keyfe mâ yeşâ’” hareket eden o toplum birdenbire nasıl oluyor da, Nasr Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, fevc fevc İslamiyet’e dehalet ediyor? Gelip O’nun imamlığı karşısında Allah’a karşı kemerbeste-i ubûdiyet içinde kulluk vazifelerini îfâ ediyorlar; bu nasıl oluyor? Hâlbuki o insanlar adetlerinde fevkalade mutaassıp idiler; geçmişten tevârüs ettikleri şeyler tabiatlarının birer derinliği haline gelmişti. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç kimseyi zorlamıyor. Telkin ediyor; fakat daha ziyade temsiliyle, haliyle, iç derinlik ve enginliğiyle o insanların gönüllerine otağını kuruyor. “Bu adam doğru söylüyor!” diyorlar. Ebu Cehil bile Muğîre ibn Şu’be’ye, “Adam doğru söylüyor. Ben de biliyorum ki bu dedikleri doğru!” diyor.

*Mü’min öyle olmalı, dün başka, bugün başka değil! Her gün farklı renkte bir yalan, bir iftira ve bir tezvirle insanların karşısına çıkan kimseler, avazları yettiğince, “Ben Kâbe’ye bin cân ile kurbanım; ben Rasûlullah’a (aleyhissalâtü vesselam) bin cân ile kurbanım!” deseler bile -yemin edeyim- vallahi, billahi, tallahi bir kısım müdâhinlerden, kitle psikolojisiyle hareket edenlerden başkası onlara inanmayacak ve onları takip etmeyecek! Onlar tarihin sayfalarına da kirli birer leke halinde aksedeceklerdir. Lanet ile anılan cebâbirenin en küstahına rahmet okuttuklarını tescîl edeceklerdir; “Hakları.. müstehak bunlara!..” dedirteceklerdir.

Zift Bataklığını Zifte Bulaşmadan Aşan Kahramanlar

*Bundan daha önemli bir şey vardır: Bütün bütün güvenin sarsıldığı, yalanın râyiç, hıyanetin mültezem olduğu; her yerde hakkın meçhul gittiği, kurban edildiği; bohemliğin çok rahatça, serbestçe icrâ edildiği; dejenerasyonları dejenerasyonların takip ettiği bir dönemde istikameti koruma, emniyeti koruma, iffeti koruma, ismeti koruma ve zılliyet planında fetâneti koruma.. Peygamber yolunda olmayı koruma!..

*Şimdi dünyaya baktığınız zaman, Âkif’in ifadesiyle: “Beyinler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş / Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!” Esas, fesadın fesadı takip ettiği, fesadın fesat doğurduğu, fesatlar fasit dairesinin toplumu sarmalı içine aldığı bir dönemde istikamet çok önemlidir! Bir yönüyle, zift kanallarından geçerken bile, üzerine bir şey bulaştırmadan geçmek. El-âlem yalan söylüyormuş, iftirada bulunuyormuş, sadece dünyayı düşünüyormuş, yaptığı her şeyi dünyası adına yapıyormuş; aynı zamanda dini de dünyayı kazanma adına, onun temel dinamiklerini yine dünya hesabına kullanıyormuş ve böylece zift içinde bir hayat sürüyormuş. İşte böyle bir toplum içinde istikameti korumak ve dünyaya ait bütün cazibedar güzellikleri elinin tersiyle itmesini bilmek.. Allah’a müteveccih olmak ve her zaman, “Allah’ım ihlas, rıza ve Sana kavuşmaya iştiyak ile kalblerimizi doldur!” demek.. bu mülahazaya bağlı dünyâ ve mâfîhâya ait her şeyi elinin tersiyle itmek… Zaten bunu itmediğiniz takdirde, insanî değerlere ait bir kısım şeyleri farkına varmadan ayağınızın ucuyla itmiş olursunuz.

*Böyle etrafa hep ziftin saçıldığı bir dönemde; medyayla saçıldığı, televizyonla saçıldığı, zift kanallarıyla saçıldığı bir dönemde, kafayı karıştırmadan, kalbi ve ruhu kirletmeden, hep “O” deyip hep “Hüve” ile soluklanıp hep O’na doğru yürüme oldukça zor bir meseledir. Fakat asıl başarı da, bu zorlukları aşarak başarıya ulaşma başarısıdır. (…) Önemli olan, böyle her tarafından zift fışkıran; ağızlardan zift taşan, bakışlardan zift dökülen, beyanlarda zift kaynayan bir dünyada, üzerine zift sıçratmadan, soyuna yakışır bir hayat tarzı.. onu koruyabilme.. İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan tevârüs ettiğin o hayat tarzını ve sistemini kirletmeden koruyabilme.. asıl yiğitlik odur!..

*Kararlı durmak lazım. Ayak ucuyla itilecek şeyi itmek ve dört elle sarılacak şeylere de sarılmak lazım.

Hüsnüzan Kalesinin Surları Yıkıldı

Soru: Hiç ihtimal vermediğimiz bazı insanların inhiraf ve hatta ihanetlerine şahitlik ettiğimiz bu dönemde hüsnüzan mekanizmamızın ciddi yaralar aldığını hissediyoruz. İbadetin güzelliğinden bir cüz olan hüsnüzan duygumuzu nasıl takviye edebiliriz? Bu konudaki mülahazalarınızı ve tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

*Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İbadetin en güzeli başkaları hakkında hüsnüzan etmektir.” buyuruyor.

*Hüsnüzan konusundaki ölçü o meselenin ruhunu, arka planını kavrayan büyükler ve bilhassa çağın Mürşid-i Azam’ı tarafından şöyle ortaya konuyor: “Hüsnüzan ve adem-i itimat” Denemediğiniz kimselere; yeme, içme, şöhret, korku, tenperverlik, dünyayı her şey sayarak ahireti unutma, hep dünya yörüngeli yürüme gibi beşerî zaaflar itibariyle test etmediğiniz insanlara sırtınızı dönerseniz hançerleyebilirler.

Nasıl Aldanmazsın; Nereden Bileceksin Bunca Yüzün Hangisi Gerçek?

*Hüsnüzanna binaen bizim aldandığımız da çok olmuştur. Çok aldanırız. Namaz kılıyorsa bir insan, nasıl aldanmayacaksınız ki?!. Bir yerde yalanını görünce “aldandık” dersiniz. Hani tespit edilmiş bunlar; bazılarının bir sene içinde konuştukları şeyler, sergiledikleri tavırlar ve uyguladıkları stratejiler itibariyle yüz tane resim karşınıza çıkıyor. Birbirinden farklı yüz tane resim. Çok iyi bir ressama -mesela tecrit resminde Picasso’dan bahsedilir, ona- deseniz ki, “Sen bir insana ait çok farklı, birbirine hiç benzemeyen yüz tane resim yap; fakat o tecritte, o soyut resimde biz o yüz farklı şeyi görelim. Yemin ederim, başaramaz bunu. Fakat insan şeytanın güdümüne girince, zimamı ona kaptırınca, aklın alamayacağı şekilde çok tuhaflıklar sergiler. Şimdi bunları görünce de Ziya Paşa gibi “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zîrâ ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!” dersiniz.

*Hakikaten bir kere daha aldandık. Bir kere daha o oyunda -tiyatro da diyebilirsiniz- çok oyunlara kandık. Bizi eğlendiren oyunlarla, hissiyatımıza hoş gelen oyunlarla karşımıza çıktılar; fakat niyetleri başkaymış onların! Niyetleri kendi dünyevî mutlulukları imiş.. kendi evlad u ıyallerinin mutluluklarıymış.. ama açık ama kapalı, müteselsilen kendi ailelerine bir silsile-i saadet kazandırma mülahazası imiş. İslam’ın içinden sergiledikleri bazı küçük şeylerle bizi aldatmışlar, biz de hüsnüzan etmişiz onlara. Şimdi de sergiledikleri yalanlar, tezvirler ve iftiralardan dolayı belki ah u vah ediyoruz.

*İstidradî (antrparantez) bir şey arz edeyim: Zannediyorum bundan sonra da başkaları bize hak dese, hakikat dese, adalet dese, evrensel insan hakları dese, dünya ile entegrasyon dese, kavgasız bir dünya dese, hele bir de vallahi billahi dese, biz yine inanırız. Onlar da öyle referanduma bir şey sundukları zaman ben yine “Mezardaki ölüler bile kalkıp gidip buna oy vermeli!” falan derim.

‘Harun’ diyorsun, ‘Karun’ çıkıyor!..

*Evet, hiç ihtimal vermediğimiz bazı insanların inhiraf ve hatta ihanetlerine şahitlik ettiğimiz bu dönemde hüsnüzan mekanizmamızın ciddi yaralar aldığını hissediyoruz. Burada bir noktalı virgül koyup şöyle demek lazım: Bazı kimselerdeki bu hal ve davranışlar, hakikaten hiç suizan etme niyetinde olmayan insanlarda dahi suizan sistemini tetikledi. Şimdiye kadar hiç suizan etmeyen insanlarda suizan mekanizması oluştu. “Allah Allah! Böyle bakıyorsun, şöyle çıkıyor. ‘Harun’ diyorsun, ‘Karun’ çıkıyor. ‘Hazreti Musa’nın ümmeti’ diyorsun, ‘Sâmirî’ çıkıyor, bu defa sizi puta tapmaya çağırıyor. ‘Allah’ diyorlar, karşına öyle çıkıyorlar; bir de bakıyorsun Allah değil de ‘altın, gümüş, zebercet, yakut’ diyorlarmış onlar.” düşüncesi yaygınlaştı. Dolayısıyla toplumda hüsnüzan sistemi yıkıldı büsbütün.

*Bakmayın sürüklenip giden kimselerin kendilerini sorgulamamalarına ve “Yanılmışız, aldanmışız!” dememelerine!.. Bir gün diyecekler bunu; bir gün dize gelecekler, ah u vah edecekler. Diğerleri de bu mevzuda itizar edecekler, “Aldattık başkalarını!” diyecekler ama iş işten geçmiş olacak; ahirette fayda vermediği gibi, dünyada da “keşke”ler fayda vermeyecek.

*Kur’an-ı Kerim ötede faydasız “keşke”lerle inleyecek olan bazı kimseleri şöyle anlatır: “Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan, 25/28-29) evet, öyle diyecekler: “Keşke falanı dost edinmeseydik, arkasından gitmeseydik. ‘Allah’ dedi aldandık fakat gördük ki dünyaya tapmış bir dünyaperestmiş o; dolayısıyla da o haliyle mü’minden daha ziyade ehl-i şirke yakın.”

Yıkılan Hüsnüzan Surlarının Tamiri Çeyrek Asır İster

*Ehl-i imanda hüsnüzan sistemi yıkıldı, daha doğrusu hüsnüzannın surları yıkıldı. Şimdi kime hüsnüzan edeceksin? Kimin hakkında mülahaza dairesini açık bırakacaksın ki, “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık!” demeyesin? Belki bu işin en kötü yanı da o oldu. İnanan insanlar hakkında bile -halk ifadesiyle- “Bu da bir madik peşinde mi? Bu da topluma kendi çıkarları adına bir çelme atma fırsatı mı kolluyor? Bu da bir oyuncu mu?” İnsanlarda böyle bir duygu oluştu. İnsanlar her ne kadar şimdi onu örtbas etmeye çalışsalar bile kortekse öyle bir yerleşti ki hiç kimse korteksteki o dosyaları çıkarıp yakamaz. Zahiren bazı dosyalar yok edilebilir, yakılabilir fakat zihinlerdeki o kirli şeyleri yok edemezler. Yüz sene de geçse aradan, hep o kirli dosyalarla yâd edilecektir onlar. Bu açıdan en kötü şey, mü’minlerdeki hüsnüzan kalesinin surlarının yıkılması oldu. Bundan sonra insanlar çok defa hata ederek hep suizanda bulunacaklar.

*Bizde de o duyguyu yıktıklarından dolayı bu tahribatın tamiri belki çeyrek asır alacaktır. Öyle bir hıyanet yaşadı ki toplumumuz, bu tahribat çeyrek asırda tamir edilemez. Bir kısım vandalların bu mevzuda hala o hatalarda ısrarına bakmayın!..

Sızma Nedir; Gerçekte Sızanlar Kimlerdir?

*İbadetin güzelliğinden bir cüz olan hüsnüzan duygumuzu nasıl takviye edebiliriz? Biz bu tahribata ve her şeye rağmen, belki insanları yakından tanıyarak, evlerine giderek, evimize davet ederek, dinleye dinleye gerçek karakterlerini, düşüncelerini, yapılarını ve Allah’la münasebetlerinin, Efendimiz’le irtibatlarının ne ölçüde sağlam olduğunu doğru okuduktan sonra, diyecekleri edecekleri şeylere güven duymalı ve onlar hakkında güvenimizi ifade etmeliyiz. En önemli şey oy verme değil, güven oyu vermektir, güven. Böyle yapmak suretiyle hem tedbirli davranmış hem de başkaları hakkında mütemadi suizan hastalığından kurtulmuş oluruz.

*Suizanna hastalık da demişler; ondan uzak durmak lazım. Ne var ki, sırtınızda taşıdığınız yük bir emanettir. Bu türlü şeylere takılmak -hafizanallah- o emanete hıyanete müncer olabilir. Sırtınızdaki emanetin hatırına bu türlü şeylere takılmayacaksınız. Kanaat-i âcizanemce yine temkinli hareket etmek lazım. Birilerinin yıktıkları o hüsnüzan surlarını temkinle tamir etmeye bakmalıyız. “Yirmi beş sene gerekir!” dediğimiz tamiri, on senede yapmaya gücünüz yetiyorsa, o sürede tamir edersiniz.

*Bu tamiri yaparken de dünya adına bir talebiniz yok; parlamenter olma gibi, vali olma gibi, kaymakam olma gibi bir beklentiniz yok. El-âlem ne derse desin!. Siz kendi ülkenizde, kendi vatanınızda hizmet ediyorsunuz. “Falan yere sızdı, filan yere sızdı!” diyen kimseler, ahmaklıklarını ortaya koyuyorlar. Bir insanın kendi ülkesinde herhangi bir hayatî birim içine girmesine “sızma” denmez. Sızma; güneydekinin, kuzeydekinin Devlet-i Aliyye’nin içine sızmak suretiyle onun umumî havasını bulandıranların yaptığına denir. Onlar, Devlet-i Aliyye’nin kılcallarına sızmak suretiyle devletler muvazenesinde çok önemli bir devletin parçalanmasını sağlamışlardır. Dolayısıyla o vatanın, Anadolu’nun has evlatlarının hayatın değişik birimlerine girmelerine hiçbir zaman sızma denemez. Yabancının senin kılcallarına sızmasına sızma denir. Ve onu birileri şimdi hem güneyden, hem de kuzeyden yapıyor, devletin kılcallarına kadar sızıyor ve kendi düşünce tarzlarını, üsluplarını empoze ediyorlar; birileri de uyuyor hâb-ı gaflette.

Bamteli’nde Bu Hafta (8-14 Temmuz 2013)

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Şu anda “İffet.. Allah Aşkına, İffet!..” başlıklı bu haftanın Bamteli’ni hazırlamaya çalışıyoruz. Bütününü yayınlayıncaya kadar, defalarca dinlediğimiz bu sohbetin güzelliğinden bir nebze tattırmak için, bir özet videoyu nazarlarınıza arz ediyoruz.

Bir fikir vermesi için paylaşacağımız bu tanıtım videosundan 7-8 saat sonra da -inşaallah- hem bu sohbetin tamamını hem de Kırık Testi de dahil diğer dosyalarımızı hazırlamış ve sunmuş olacağız.

Dualarınız istirhamıyla…