Posts Tagged ‘Hazreti Aişe’

İfk Hâdisesinin Verdiği Bazı Mesajlar

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: İfk hâdisesiyle ilgili olarak Nûr sûresinde yer alan, “Nasıl oldu da onu işitir işitmez, ‘Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.’ demediniz!” (Nûr sûresi, 24/16) âyetinde mü’minlere ne tür mesajlar verilmektedir?

   Cevap: Bu âyet-i kerime her ne kadar özel bir hâdise münasebetiyle nazil olmuş olsa da ifade ettiği hüküm bütün mü’minleri ilgilendirmektedir. Zira tefsir usulünde önemli bir kaide olduğu üzere sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mâni değildir. Daha açık bir ifadeyle ifk hâdisesi münasebetiyle inen bu âyet-i kerime, bir taraftan sahabe efendilerimize Âişe Validemize atılan çirkin iftira karşısında nasıl davranmaları gerektiğini ifade ederken, daha sonra gelecek mü’minlere de bu tür iftiralarla karşı karşıya kaldıklarında nasıl düşünmeleri, ne demeleri ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini talim etmiştir.

Bilindiği üzere münafıklar, bir sefer dönüşünde Hz. Âişe Validemiz hakkında ağır bir iftira ortaya atmış ve sistematik bir şekilde bu iftirayı Müslümanlar arasında yaymışlardı. Öyle ki bazı samimi Müslümanlar bile kitle psikolojisiyle bu akıma kapılmaktan kurtulamamış ve onlar da sağda solda münafıkların söylediklerini söylemişlerdi. Bu hâdise hem İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Hz. Ebu Bekir ailesini çok derinden sarsmıştı. İffetine, ismetine, itibarına çok düşkün olan paklardan pak Hz. Aişe Validemiz, atılan iftiranın ağırlığı karşısında yatağa düşmüş ve ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı. Mübarek Validemize atılan bu iftira, ahirette altından kalkılması mümkün olmayan çok büyük bir günahtı.

Neticede Hz. Aişe, bizzat Kur’ân tarafından iki sayfaya yaklaşan âyet-i kerimelerle tezkiye edilmişti. Bu konuda nazil olan âyetler onun kâmet-i kıymetini bir kat daha yükseltmiş, her yönüyle Efendimiz’e ehil ve layık olduğunu ortaya koymuştu. Nûr sûresinde yer alan bu âyetler âdeta onun nuraniyetini aksettirmişti. Kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler, okudukları Kur’ân âyetleriyle onun temizliğini ve yüceliğini bir kere daha haykıracaklardı. Eğer bir insan, Kur’ân’ın onu temize çıkarmasından sonra hâlâ onun hakkında bir kısım olumsuz düşünce ve beyanlara girecek olsa, ulemanın da ifade ettiği üzere dinden çıkar. Zira o, bu tür düşünce ve sözleriyle Kur’ân’ın kat’î nassına muhalefet etmiş olur.

   Günahların Setredilmesi

Maalesef günümüzde gıybet etme, insanları çekiştirme ve iftirada bulunma çok ucuz bir meta hâline geldiğinden, insanlar başkaları aleyhinde çok rahatlıkla konuşabiliyorlar. Hâlbuki يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَEy iman edenler, herhangi bir fasık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6) âyet-i kerimesi bu konuda mü’minleri dikkatli olmaya çağırmaktadır. Onlara düşen, başkaları aleyhinde duydukları bir haberin arkasını araştırmak, bir delile dayanıp dayanmadığına bakmaktır.

Kaldı ki araştırdıktan sonra söz konusu haberin iftira değil gerçek olduğu ortaya çıksa bile, sağda solda ondan bahsetmek doğru değildir. Zira görülen, bilinen bir kısım kötülüklerin başkalarına ihbar edilmesi ne bir mecburiyettir ne de bir ibadet. Elbette toplum çapında bir hastalık hâline gelmiş bir kısım yanlış ve günahların önünü alma ve toplum sıhhatini koruma adına alınması gerekli olan bir kısım tedbirler vardır. Fakat ferdî kusurların ifşa edilmesi, olumsuz şeyler irtikâp eden kişilerin rezil edilmesi veya ortaya atılan iftiraların değerlendirilmesi mü’mine yakışan bir davranış değildir.

Söz buraya gelmişken, daha önce de farklı vesilelerle üzerinde durduğumuz İmam Hâdimî’nin bir mülâhazasını burada nakletmek istiyorum. O, “Günah işleyen bir mü’mini gördüğün zaman, emin olmak için bir daha bak. Olmadı, gözlerini sil yeniden bir daha bak. Belki yanılmışımdır de, bir daha bak. On defa baktıktan ve gördüğünden emin olduktan sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin hâlden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme!’ de ve oradan ayrıl.” mealinde sözler söylemiştir. Hâdimî Hazretleri büyük bir zattır. Benim de ona karşı derin saygım vardır. Ne var ki onun bu sözünü ilk defa duyduğumda kendi kendime şöyle demiştim: “Böyle bir hâdiseyi gören kişiye niye sırtını dönüp hemen oradan çekip gitmesini söylemiyorsun.” Çünkü biz, başkalarının ne savcısı ne de tahkikat memuruyuz.

Aynen bunun gibi mü’mine yakışan tavır, başkaları hakkında kendisine böyle bir haber geldiğinde hemen, “Bu apaçık bir iftiradır.” demesidir. Çünkü insanların birbirlerinin aleyhinde konuşmaları, birbirlerini gammazlamaları ve en küçük hâdiseleri abartarak başkalarına anlatmaları fitne kapılarını aralayacak ve toplumun değişik kesimlerini karşı karşıya getirecektir. Bu sebepledir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlar arasında laf getirip götüren koğucuların Cennet’e giremeyeceğini ifade buyurmuştur. (Buharî, edeb 50; Müslim, îmân 168) Buradan anlıyoruz ki bu büyük bir günahtır.

   İftiralara Hayat Hakkı Tanımama

Meseleyi sadece şahsî günahlar açısından düşünmek onun manasını daraltmak demektir. Esasında bu âyet-i kerime, toplumun belirli bir kesimi hakkında ortaya atılan asılsız iddia ve iftiralar karşısında da nasıl bir tavır alınması gerektiğine işaret etmektedir. Âyet-i kerimenin emri gereğince mü’minlere düşen vazife bu tür iftiralar karşısında, مَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ “Böylesi iftiraları konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ, bu pek büyük, pek çirkin bir iftiradır.” diyebilmektir.

Eğer bu konuda kararlı olunmaz ve daha ilk anda iftiraların önüne geçilmezse toplumda bir kısım kırılmalar, çatlamalar baş gösterecek ve sonrasında bunların önünü almak mümkün olmayacaktır. Çünkü iftira ortaya çıkar çıkmaz bastırılmadığı takdirde, her geçen gün daha da büyüyecek, zamanla kalbler kırılacak, insanlar arasındaki güven hissi sarsılacak ve toplumun birlik ve beraberliği dağılacaktır. İnsanların birbirine güvenmediği, vifak ve ittifakın kalmadığı bir toplumda tevfik-i ilâhî de olmayacaktır.

Hem Asr-ı Saadet’te vuku bulan ifk hâdisesi hem de daha sonraki dönemlerde yaşanacak bu tür iftira olayları karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğini beyan eden diğer bir âyet-i kerime şu şekildedir: لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُبِينٌ “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nûr Sûresi, 24/12)

Demek ki bu tür hâdiseler hakkında, “Bu apaçık bir iftiradır.” diyebilmek hüsn-ü zannın bir gereğidir. Efendimiz’in ifadesiyle hüsn-ü zan ise en güzel ibadetlerden birisidir. (Ebû Dâvud, edeb 88) Dolayısıyla mü’minler hakkındaki hüsn-ü zanlarının bir gereği olarak bu tür iftiraları ağzına almayan ve onlar karşısında açıkça tavrını ortaya koyan kimseler iradelerinin hakkını vermiş ve bunun sevabını kazanmış olurlar. Belki mü’minler hakkında hayır düşünme, bu konuda azim gösterme, onlar aleyhindeki söylentiler karşısında dilini tutma gibi fiiller basit görünebilir. Fakat gerçekte bunlar Müslümanlık adına çok önemli birer ameldir.

Öte yandan şayet mü’minler bu tür bühtanlar karşısında dillerini tutmanın yanında açıkça tavırlarını da ortaya koyabilirlerse münafıklar güruhunun fitne ve fesatlarının önü alınmış olur. Hakperest insanların bu kararlılığı karşısında, ortaya attıkları asılsız haberler ve iftiralarla mü’minlerin itibar ve haysiyetleriyle oynayan nifak şebekesi sesini kesmek zorunda kalır.

Esasında âyet-i kerimenin, إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ “O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir güruhtur.” (Nûr Sûresi, 24/11) şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere çoğu zaman bu tür iftiraları ortaya atanlar üç beş kişidir. Bazen mü’min görünümündeki bazı münafıklar, belirli kesimleri karalama ve itibarsızlaştırma adına sistematik bir şekilde yalan ve iftiralar ortaya atabilirler. Medya organlarını da etkili bir şekilde kullanarak bu iftiralarını toplum içinde yaymaya çalışabilirler. İşte bu tür durumlarda şayet samimi mü’minler iftiraya maruz kalan kardeşlerine arka çıkmaz ve onları müdafaa etmezlerse kısa süre içerisinde bu asılsız haberler bütün bir toplumu etkisi altına alabilir. Bu itibarla en başta bu tür çatlak seslerin bastırılması ve iftiraya maruz kalan insanlara sahip çıkılması çok önemlidir. Bunun yolu da mü’minlerin her türlü vesileyi değerlendirerek doğruluk istikametinde seslerini yükseltmeleri ve usulünce kendilerini ifade etmeleridir.

Meseleyi sadece Müslümanlarla da sınırlı tutmamak gerekir. Kendisine haksızlık yapılan, iftiraya maruz kalan her kim olursa olsun, dinine ve milletine bakmadan ona yardım edilmelidir. Diyelim ki Hristiyanlık veya Yahudilik dinine mensup bazı kimseler hakkında bir kısım dedikodular ortaya atıldı. Bir Müslümanın bunları kendi hesabına değerlendirmeye kalkması veya onları bir kazanım unsuru gibi görmesi mensup olduğu dinin değerleriyle asla bağdaşmaz. Ona düşen, elinin tersiyle bunları bir kenara itmektir. Zira bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını rencide edecek hususlar karşısında dikkatli ve temkinli hareket onun üzerine bir vecibedir. Bir mü’minin genel ahlâkı bu olmalıdır.     

Bamteli: GÖNÜL UFKUNDA DİRİLİŞ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Asırlar var ki, kalb dili ihmale kurban gitti; gönüllerdeki heyecan dineli, gözlerdeki yaş kuruyalı hayli zaman oldu; şeytan ve avenesi, son dönemdeki ümit ve emel mecmuasını da kirletti.

Enâniyet, Hak ve hakikat ile aramıza girdiğinden dolayı, kendi gönül dünyamıza küsuflar (güneş tutulmaları) yaşatıyoruz. Allah’tan bir kopukluk yaşanıyor ki, hiç sorma!.. Üç-beş temiz vicdan, bu mevzuda vicdanın güdümünde veya Latife-i Rabbâniye’nin güdümünde bir şeyler yapma cehd u gayreti içine -belki- girmişti ama daha yolun başında gulyabaniler önünü kesti; eşkıya, “Yürüyemezsiniz bu yolda!” dediler; şeytanın avenesi eşkıya…

Zihinler kirli, kalbler kirli, duygular kirli; deftere sürekli kir akıyor. Evet, bir Hak dostu “Bakma, yâ Rab, sevâd-ı defterime!” diyor. İkinci mısrayı ben biraz değiştiriyorum. “Yak -yakacaksan- onu, benim yerime!..”

Fakat o âdet-i İlahiye, öyle değil; defterde ne yazıyorsa ve hayat nasıl bir güzergâhta cereyan etmiş ise, öbür taraftaki muamele de ona göre olacaktır. Senin “Benim yerime defteri yak!” demenle durum hiç değişmeyecektir. Senin ahvâline, yaşadığın hayata, -esas- hayatında kalbin ile kendini ortaya koymana bakılacaktır. إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” Bazı rivayetlerde وَأَعْمَالِكُمْ ziyadesi vardır. Allah, şeklinize-şemâilinize değil.. falan millet, filan milletten olmanıza değil.. falan konumda, filan konumda bulunmanıza değil.. onlara bakmıyor. وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ -Hutbede bahis mevzuu edilen- “kalb”lere bakıyor.. onun temayüllerine bakıyor.. ritminde her zaman “Hû!” sesinin duyulmasına bakıyor.. her zaman “O!” diyor mu kalb, her zaman mızrabı yemiş ve “O!” diye inliyor mu o kalb; ona bakıyor.

O “kalb dili” birkaç asır, belki üç asır, çok gerilerde kaldı; ihmale uğradı, terkedildi. Kazası icap ediyor; bulunduğunuz yerden geriye meseleyi işleterek mi, yoksa gidip tâ o günlerden başlayarak meseleyi yeniden inşâ ederek mi; hepsini kaza etmek gerekiyor. Namazda kazaların îfâsı adına Fıkıh’taki iki şekle binaen bunu söyledim: Kaçırılan şey, ya o vaktin namazından sonra kılınır veya önce edâ edilir. Önce kazaya kalan namazı, sonra o gün edâ edeceğinizi edâ edersiniz; hususiyle “sâhib-i tertib” için bu böyledir; yani namazı hiç kaçırmamışlar, kaçırılmaması icap edeni hiç kaçırmamışlar için… “Yanlış yapmışımdır, hatalı yapmışımdır; namazımı tam, olması gerektiğine göre kılamamışımdır; O’nun huzurunda tam kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunamamışımdır. Ben, bunları yeniden bir kere daha edâ etsem, çok iyi olur; alt tarafı bunun, her gün kıldığım namaza bir o kadarı da ilave etmektir; o kadar!..”

Ama duygu, düşünce ve -esas- gönle ait şeyleri tamir etmek, çok da kolay değil. Gönüllerdeki heyecan dineli asırlar oldu!.. Gözlerdeki yaşlar kuruyalı da asırlar oldu!.. “Asırlar” diyorum… Ve o nispette, bizim Allah’tan uzaklaşmamız da asırlar oldu. Kendi kendimize küsuflar yaşattık, hüsûflar (perdelenmeler, ay tutulmaları) yaşattık. Sırtımızı O’na dönünce, kendi gölgemize takıldık; o da enâniyetimiz idi. “Biz biliriz, biz ederiz; bizim bildiğimiz gibi olur!” dedik; bu yanlış “Bildim!”lere takıldık. Öylesine şeytanın arkasına bir takılma yaşadık ki, hiç sorma!.. Hafizanallah…

Çok küçük bir uyanma vardı. Sağdan-sola yatakta dönme gibi, başını yastıktan kaldırma gibi, bir etrafını temaşa etme gibi hafif bir uyanma vardı ve o, çok şey vadediyordu. Çünkü merkezde/başlangıçta atılan bir adım, çok şey ifade eder; o, sonra atılacak adımları atma adına çok önemli bir referanstır. Merdivenin ilk basamağına adımınızı attığınız zaman, şaka yapıyor olmadığınıza göre, çıkmaya karar vermişsiniz demektir. İşte o mülahaza ile bir “ilk adım” yaşanmıştı, ilk basamağa basılmıştı, daha ileri basamaklara eller atılmıştı ve niyetler -esas- o merdivenin veya o helezonun ya da o miracın son basamağında idi. Fakat neylersiniz ki şeytan, şimdiye kadar hemen her hayırlı işin içine bir şeyler karıştırıp kirlettiği gibi, bu meselenin içine de bir şeyler karıştırdı ve o kazanlar ile ifade edilemeyecek, deryalar ile ifade edilemeyecek ümit ve emel mecmuasını kirletti.

   Gönül dünyasının dirilişe muhtaç olduğu bir dönemde daha bir “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekte batma!..”

Çok şey düşüyor bugün Hak ve hakikate dilbeste olmuş insanlara; çok şey düşüyor.. yeniden, gönül dünyası itibarıyla bir dirilme düşüyor.. bugüne kadar yaptığı şeyleri bir kirlenme kabul ederek, o kirlenmeleri gece kalkıp Rabbi ile baş başa kalarak gözyaşlarıyla yıkamak düşüyor.. seccadeleri ıslatmakla, başını ıslak seccadelere koymakla o kirleri yıkamak iktiza ediyor.

Onu hafife almayın, o gözyaşını hafife almayın; Cehennem’in dağlar cesametindeki kıvılcımlarını söndürecek “Kevser” de odur; belki Kevser’den daha kıymetlidir. Onun için denmiş: “Ağlamayan gözden Sana sığınırım, şeytandan sığındığım gibi!..”

Evet, öyle bir fasla yönelme sath-ı mâilinde, yolların ortasında, tercih etme durumunda bulunuyoruz. İsabetli bir tercihte bulunabilecek miyiz, bulunamayacak mıyız?!. Olduğumuz yerde mi kalacağız, kendimize mi takılacağız?!.

İmmün sistemleri çok zayıf… Bazen bir günlük bir zevk için, bazen kadın-erkek birbirine karışmayla hemen çöküveriyor immün sistemi.. gâye-i hayal, burada tuz-buz oluyor, silinip gidiyor.. bazen büyük bir işyeri.. bazen  bir başarı.. bazen bir pâye.. bazen bir makam.. bazen ellerin şakır şakır vurulması, bir “tasfîk”, bir alkış… Bunlar immün sistemini çökertiyor hemen. Bir yönüyle “iman” zedeleniyor, “âmel-i sâlih” kurumaya yüz tutuyor, “ihlas” arada kaynayıp gidiyor, “ihsan” görünmez oluyor, “aşk u iştiyak-ı likâullah” bütün bütün unutuluyor… İmmün sistemi, manevî anatomideki immün sistemi çöküyor.

İmmün sistemi çökünce insanın fizikî yapısında, bünye değişik virüslere açık hale gelir. Biraz evvel bahsettiğim şeyler de insanın manevî anatomisinin rükünleridir; onda da bir çökme olduğu zaman, manevi yapı hastalıklara açılmış olur. Değişik şeyler ile çöker o… Bazen bir günlük zevke.. bazen birkaç aylık zevke.. bazen birkaç senelik zevke.. bazen de bütün bir ömür bile olsa, bir ömürlük zevke/safâya -hafizanallah- yıkıveririz onu, çökertiveririz onu. Bu defa da şeytanî virüsler müsait buldukları o zeminde otağlarını kurar ve sürekli bizim nöronlarımıza mesajlar gönderirler; “Beni dinleyin!” derler. O kadar çok yanlış sinyal ile karşı karşıya kalır ki insan, ne düşüneceğini, ne edeceğini bilemez. Hatta bazen onları da çözemediğinden dolayı, “İyi mi, kötü mü?!” onların altında kalır, ezilir.

Onun için Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” Çoğaltabilirsiniz: Bir kulak kabartma, bir göz dikme, bir dudak oynatma, bir hiç öyle olmadığın halde öyle görünme, hiç öyle olmadığın halde öyle çalım çatma, hiç öyle olmadığın halde kendini öyle ifade etme… Bütün bunlar, insanı batıran şeylerdir. O Hazret de meselenin sadece çok önemli olan birkaç tanesini söylüyor ama siz, yüz tanesini sayabilirsiniz. “Enâniyet” diyor mu orada, “gurur” diyor mu orada, “kibir” diyor mu orada?!. Demiyor bunları. “Alkışlanma” diyor mu orada, “dünya sevdası” diyor mu orada?!. Bütün bu “pislik”leri, duygu-düşünce itibarıyla ayaklarının altına alıp, naatlar okuyarak veya münâcaatlar okuyarak, onların üzerinde raks etmeyince, insan, hakikate yönelmiş olamaz. Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork; bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir alkış, bir takdir, bir makam, bir pâye, bir mansıp, üç-beş kuruş bir şey, bir dünya rahatı, bir yiyip-içip yan gelip kulağın üzerine yatma… Bütün bunlar hayvanî vasıflar; onlarla batma!..

Oysaki Allah, insanı “ahsen-i takvîm”e mazhar yaratmış. O, bir mir’ât-ı mücellâdır; onda tecelli eden ve görülen bir meclâdır; o meclâda tecelli eden de O’dur (celle celâluhu). Onun için, إِنَّ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ “Allah (celle celâluhu) insanı, sûret-i Râhman’da yaratmıştır.” Yani; Rahmâniyetine bir ayna olarak yaratmıştır. O öyle muazzam bir varlıktır ki, bakılınca “Olsa olsa, Rabbe ayna, işte bu olabilir!” dedirtecek kadar. Buna “ahsen-i takvim” diyoruz.

İnsan, bu kadar şey almış ise, bence mutlaka vereceği şeyler de olmalı bunun karşılığında. Zaten demiyor mu Hazret, “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.” Allah’a yaptığımız kulluklar, bizim gelecekte alacağımız şeylerin mukaddimesi değil; bugüne kadar aldığımız şeylerin, O’nun verdiği şeylerin şükrü mukabilinde, O’na minnette bulunma mukabilinde, hamd u senada bulunma mukabilinde. Evet, biz, mükâfatımızı çoktan almışız; yaptığımız şeyler de onlara karşı sadece hamd u senâ ve şükürden ibarettir.

   Doğru Müslümanlığı Râşid Halifelerin ve onların izinde gidenlerin hayatında aramalısınız; zira onlar, adım adım Rehber-i Ekmel Efendimiz’i takip etmiş ve O’nun Allah’a ulaştıran izlerine göre yürümüşlerdir.

Müslümanlığın doğru yaşanmasını, Râşid Halifeler yaşantılarıyla ortaya koymuşlardır. Râşid Halifeler… Birinin döneminde şu andaki Türkiye kadar yirmi olan ülkeler fethedilmiş, insanlar sağdan hizaya gelmiş. Bir ikincisinin döneminde Türkiye kadar kırk… Fakat zannediyorum, hiçbirinin bir tane evi yoktu. Hiçbiri çocuklarından birini kayırmamıştı. Bunlar, ruhlarının ufkuna yürüdüklerinde bir dikili taş arkada bırakmamışlardı. Kendileri olarak Allah’a yürümüşlerdi. Kendileri olarak yürürken bile “Acaba bunun hesabını verebilir miyiz?!” mülahazası ile yürümüşlerdi. Gerçek Müslümanlığı, onlar temsil etmişlerdi ve Allah Rasûlü da onları nazara veriyordu: عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِSiz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” Sünnet; yol, yöntem demek. عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي Yolum, yöntemim… وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ Râşid, rüşde ermiş ve aynı zamanda hidayete otağlarını kurmuş; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali. Derecesine göre, sonra Sahabe-i kiram, sonra Tâbiîn-i ızâm, sonra -bir kavle göre- Tebe-i Tâbiîn-i fihâm. Ebu Hanifeler de bu son kategori içine girer. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.)

İnsan, o çizgide hayatını sürdürdüğü zaman, yanılmaları öyle aza incirâr eder ki, Allah’ın izni-inayetiyle; Allah (celle celâluhu) onu yollarda yüzüstü bırakmaz. O güzergâhı takip ediyorsa ve o izlere basa basa yürüyor ise, hiç farkına varmadan, birden kendisini Cennet’in kapısının ötesinde/içeride bulur. Münker-Nekir, kabirde sual sormaya geldiğinde, “Buna sual sormaya lüzum yok!” derler, “Bu, yapılacak şeyleri, a’lâsıyla yapmış; a’lâsıyla yapmış!..”

Hazreti Ebu Bekir, bir halife, devlet reisi, Emîru’l-Mü’minîn idi. Halife ama Medine-i Münevvere’ye beş kilometrelik mesafede, başkalarının koyunlarını sağmak suretiyle geçimini temin ediyordu. Ve etrafındakilere şöyle demişti: “Halkın orta ölçekte veya en düşük ölçekte geçim standartları ne ise, bana o kadar maaş takdir edin; ben devlet başkanıyım ancak o kadarına hakkım var!” Fakat Hazret herhalde araştırdı, etti, ruhunun ufkuna yürüyeceği zaman. O iki sene, üç ay, şu kadar küsur günlük süre zarfında esas yaptığını yapmıştı; Cennet gibi bir dünyanın blokajını yapmış, statiğini hazırlamış ve arkadan gelen kahraman Ömer gibi bir âbide şahsiyete emanet etmişti. “Ben, emanete riayet ettim mi etmedim mi bilemem; fakat elimden geldiğince çırpındım durdum. Bundan sonra o emanetin emin emanetçisi sensin!” deyip ona vermişti.

Ve bir de yanındaki insanlar vasıtasıyla bir testi göndermişti. Devlet Reisi… Dev-let re-i-si gerçekten o. Şimdiki sahtekarlar, düzenbazlar, milleti aldatan Amnofisler, Ramsesler, İbnü’ş-Şemsler, Hitlerler değil!.. Evet, bir testi göndermişti kendinden sonraki halifeye, içine de bir kağıt yazmış/bırakmıştı: “Ben, araştırdım, ettim; halkın orta ölçekte veya dûn ölçekte geçimi için şu kadar şey veriliyormuş; şu kadar şey ile yaşıyorlarmış. Ben baktım; bana verilen maaş, onun üstünde. Bu fazlalar hazineye ait şeydir; ben onu, benden sonra işin başına geçecek zata emanet ediyorum!” O koca Ömer gözyaşlarını tutamamış, hıçkıra hıçkıra ağlamış; “Senden sonra Müslümanca yaşamaya âdetâ imkân bırakmadın!” demişti. Ama kendisi de onun berisinde yaşamıyordu/yaşamamıştı. Adım adım izler o ve o izler, adım adım Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın izleri.. O izler, Hazreti Cebrail’in izleri, Mikail’in izleri, İsrafil’in izleri.. O izler, insanı Allah’a ulaştıran izler… Adım adım o izlerde doğru yolu takip etmişlerdi. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatini bi-hakkın temsil etmiş, sırât-ı müstakimi bi-hakkın temsil etmiş ve sırât-ı müstakim ile varılacak yere varmışlardı. Onun için buruyor: عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ

   Anama da bu kadar tatlı “Anam!..” demedim, o da darılmasın!..

O benim anam… Bazen, “Annem kıskanır mı?” diye aklımdan geçmiyor değil; çünkü onları, annemden çok seviyorum. “Hazreti Hatice!” deyince… Onu da salât u selamlarım içinde yâd etmeden geçersem “Ben, küstahın birisiyim!” diye düşünüyorum.

Âişe validemize “Anam!” derken… Anam kadar gözümde, hatta onun çok üstünde; anamı kıskandıracak kadar… Anam… Anamı kıskandıracak “Anam!” deme… Her “Anam!” deyişte, kalbin bir mızrap yemiş gibi inlemesi, öyle “Anam!” deme ona… Çünkü Sıddîk’ın kızı Sıddîka.. Peygamberin evinde âbide bir kadın.. dinin yarısını rivayet eden bir râviye… Beş bin küsur hadis rivayet ediyor; Buhari’de olan hadislerden fazla. Bu, sizin dininizin esası demek, Kur’an’ın yorumu demek, Kur’an’ı doğru anlamanın argümanları demek. Ve onları size emanet ediyor: “Alın bunları, birer argüman olarak kullanın, yanlış yollarda yürümeyin, düşe-kalka yürümeyin!”

İşte bu anam diyor ki: “Bazen hilale bakardık, bir geçerdi, bir ay; Recep geçerdi, Şaban geçerdi, Ramazan geçerdi, bizim evimizde sıcak su kaynamazdı.” Soruyor yeğeni “Ne ile geçiniyordunuz?” “El-Esvedeyn” diyor, “İki siyah ile”. Buna tağlîb tariki deniyor; esasen iki şeyi bir araya getirince, bir ad ile ifade ediliyor. Burada da “iki siyah ile” deniyor. Esasen siyah olan “hurma”, galiba Acve hurması, o kerametli bir hurma; diğeri de “su”. “Mâeyn” de diyebilirdi burada, bu defa da hurma, mâ ile beraber zikredilmiş, tağlîb tarikiyle o ona ircâ edilmiş olurdu. “El-esvedeyn; iki siyah ile geçiniyorduk!..”

Ömür boyu, hayatlarını böyle geçiriyorlar. “Ben Mü’minim! Mü’minlerin serkârıyım, Emîrü’l-mü’minîn’im!” diyen, böyle dediği halde Kârûn gibi yiyen.. öyle diyen, Kârûn gibi yiyen.. öyle diyen, Kârûn gibi yaşayan insanlara binlerce “Yuf!” olsun!..

   Müslümanlık, iddia değildir; o, Kur’an’ın insan davranışlarında kristalleşmiş şekli ve hayatın ta kendisidir.

“Mü’min kimdir?” إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Görüldüğü zaman, Allah’ın hatırlandığı insandır.” Mü’min, odur; ahsen-i takvîm âbidesidir, mir’ât-ı mücellâdır. Ve tabii hepsinin üstünde esas bir mir’ât-ı mücellâ var ki, O, mutlak manada “Kamil İnsan”dır. “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.” Sallallâhu aleyhi ve sellem.

Günümüzde yeniden kalbimize yönelme.. belki, Latife-i Rabbâniyeye yönelme.. cismâniyetten sıyrılma.. hayvaniyeti bırakma.. bir beden hayatı yaşamayı bırakma.. kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme… O kalb ve ruh rasathanelerine yükselmeyince, görülecek şeyleri de insan göremez, esasen.

Ha ne için bugün bu konular ele alınıyor? Hiç farkına varmadan, Cenâb-ı Hak, bir kısım hayırlara muvaffak kıldı, onu inkâr etmiyorum ben. Merdivenin ilk basamağına adım atılmıştı.. niyet hâlis idi.. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” hadis idi.. إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller başka değil ancak niyetlere göre kıymet kazanır.” hadis idi. Dolayısıyla, o merdivenin başına, o merdivenin üst tarafına çıkılmak ile varılacak yere çıkılacak idi. İlk basamağa veya ikinci basamağa ya da üçüncü basamağa adım atılmış idi. Belli idi; o insanlar, işi sonuna kadar götürecekler idi. -Antrparantez: Cenâb-ı Hak, niyetlerinin mükafatlarıyla onları taçlandırsın inşâallah, hepinizi taçlandırsın inşâallahu teâlâ.-

Şimdi bu türlü önemli şeylerde, Cenâb-ı Hak, muvaffak kıldı. Belki hiç farkına varmadan, bu şeylerin bazılarını kendimizden bilmiş olabiliriz. “Ben bir yerde elime kazmayı aldım, manivelayı aldım; bir okul, bir üniversite yapmak için orada bir ırgat gibi, bir amele gibi çalıştım ve Allah’ın izni ile…” Bakın, böyle de diyebilirsiniz: “Allah’ın izniyle bu müesseseyi kurduk!” falan diyebilirsiniz; yaptığınız şeyi “maşaallah”lı, “inşaallah”lı, söyleyebilirsiniz. Fakat zihninizin ucundan azıcık “Ben yaptım!” mülahazası geçiyor ise, enseden bir tokat yemeye müstahak olursunuz.

Bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesini O’ndan bilmek suretiyle, işin artırılmasını ona bağlamak lazım. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, ‘Allah’ım, Sen’den!’ derseniz, Ben de nimetlerimi artırırım, verdiğim şeyleri katlayarak veririm, müzâaf veririm, mük’ab veririm, mük’ab der mük’ab veririm; iki katlı, üç katlı, dört katlı, on katlı veririm.” Hazineleri zengin… Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri, sizin beklediğiniz şeyler ile dolu; Hazreti Cüneyd’e buyurduğu gibi, ibadet u taat ile dolu. Sizin ibadet u tâatinize Allah’ın ihtiyacı yok; maksadınız O’nu hoşnut etmek ise şayet, kendinizi küçük görün ve amelinizde ihlaslı olun!.. Yaptığınız her şeyi Allah için yapın!.. Hazreti Pîr’in ifadesi ile “Allah için işleyin, Allah için başlayın, Allah için konuşun, Allah için görüşün; lillâh, li-vechillah, li-eclillah rızası dairesinde hareket edin. O zaman ömrünüzün saniyeleri, seneler hükmüne geçer.”

Bakın, nasıl bereketli bir kazanç bu; nasıl “bir”ler “bin” oluyor. Öbür türlü, o meseleyi azıcık kendimizden bildiğimiz zaman, hiç farkına vardan “bin”i bir etmiş oluruz. Fakat onu Sahibine verirseniz, “O’na binlerce hamd u senâ olsun; birer aktör olarak bizi bu mevzuda Kendi kader programı çerçevesinde kullandı.” -Hâşâ, ‘senaryo’ demiyorum ben, ‘Kader programı içinde kullandı.’ Demeyi tercih ediyorum.- “Kullanana can kurban!” derseniz şayet, Allah, o zaman sizin birinizi bin yapar.

Evet, zerre kadar kendine bir hisse ayırdığın zaman, hiç farkına varmadan, Allah ile münasebetlerin açısından binleri bir etmiş olursun, belki sıfırlamış olursun. Bütünüyle kendinden biliyorsan, sıfırlamış olursun. Kendini sıfırladığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın sana lütfettiği şeyler karşısında; o zaman da o sıfırın sol tarafına bir rakam konmuş, sıfırlar da çoğaltılmış, dolayısıyla “on” olmuş, “yüz” olmuş, bir üçüncü sıfır konmuş ise “bin” olmuş, bir dördüncü sıfır konmuş ise “on bin” olmuş olur. Allah’ın hazineleri geniştir. لاَ حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” لاَ حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka yoktur. İşte Cennet hazineleri bunlardır.” buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).

   Nefis, hilkat itibarıyla kurbete açık özelliğinin yanında, ihmal edilip yüksek ufuklara yönlendirilmediği zaman bir zift kaynağı haline gelme konumundadır.

Nefis, bir yönüyle, insan mahiyetinde şeytanın şifrelerini çözen şifre memuru gibi bir şeydir. Şeytan, sürekli sinyaller gönderir; nefis, şeytandan gelen o sinyalleri çözer kendine göre, insan hiç farkına varmaz. Dolayısıyla kalbin kapılarını ona açık bıraktığın takdirde, o gelir, oraya otağını kurar. Orada senin alacağın şeyler, sadece şeytanın sinyalleridir; nefis, onları çözüyor: “Di-di-da-dıt / da-da-dıt…” Ondan sonra sen de ona göre hareket ediyorsun. Orada şifre memuru o, nefis; o da şeytan.

Fakat nefis, “Nefs-i Emmâre” olmaktan, “nefs-i hayvanî” olmaktan, yani yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatmaktan kurtulur ise, birinci basamağa çıkılmış oluyor ki, ona “Nefs-i Levvâme” deniyor. Yaptığı bazı şeyleri kınayan, sorgulayan, en iyi işlerinde bile “Bu iş, biraz bulanık çıktı!” diyen/diyebilen nefis. Bu, yavaş yavaş o istikamette bir adım atma demektir.

Bazıları, bu arada, bir “Nefs-i Mülheme” meselesi de oraya koyuyorlar. Siz, bu mülahazaya yükseldiğiniz zaman, kendinizi bu istikamette sorguladığınız zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ilham esintileri ile karşı karşıya kalırsınız, destek alırsınız O’ndan. Allah’tan destek alıyor iseniz, Allah’ın izniyle, inayetiyle devrilmezsiniz, yolda kalmazsınız, yüz üstü sürünmezsiniz. Bazıları bu “Mülheme”yi araya sokuyor.

Fakat bazıları da doğrudan doğruya “Nefs-i Levvâme”den sonra, “Nefs-i Mutmainne”ye geçiyor. İtmi’nâna ermiş nefis… Bu da tezekkür ile, tefekkür ile, tedebbür ile, ibadet u tâat ile, Allah’ı anmak ile, sohbet-i Cânân ile olur. Nefs-i Mutmainne… الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Onlar, imân eden ve kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d, 13/28) Dikkat edin, kalbler/nefisler, ancak Allah’ı yürekten anmakla oturaklaşır.

Alvar İmamı’nın dediği gibi diyeyim; bende o kalb yok ama o derken böyle -haşyetle kıvranır gibi- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ derdi; âdetâ herkesin kalbinde de mızrap yemiş gibi bir ses duyulurdu. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ Mızrap yemiş bir kalb gibi… “Sen’den başka Ma’bûd-u bil-hak, Maksûd-u bil-istihkak yok! Sen varsın, ey Ma’bûd-u Mutlak, ey Maksûd-u Mutlak, ey Sübhân-ı Mutlak, ey Mezkûr-u Mutlak. Mutlak, mutlak, mutlak; Sen Mutlaksın. Ben ise sadece Senin karşında, Senin yarattığın değişik şeyler ile mukayyed; mukayyedin tekiyim! Bir an, Senden gelen tecelliler kesilirse, ben sıfır ibn sıfır, zero ibn zero olurum.”

Nefis, böyle bir şey ama “Mutmainne”ye gelince, أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin!” أَلاَ tenbih edatı. “Dikkat, bak, dikkat kesilin!.. Kalbler, Allah’ı anmakla itmi’nâna -yalın Türkçe ile “oturaklaşma”ya- ulaşır.” Dolayısı ile -bir yönüyle- o kalb, otağını kurması gerekli yer nere ise, otağını oraya kurar.

Bazıları bunun üstünde bir “Râdıye/Mardıyye” makamından bahsediyor. Bazıları da o “Mutmainne”nin bir yanına “Râdıye”, bir yanına da “Mardıyye” diyorlar. “Râdıye” şu demek: Siz, Allah’tan razı oluyorsunuz, “Allah’ım! ‘Gelse celâlinden cefâ / Yahut cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..’ Razı oldum!” diyorsunuz. رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا Hadis-i şerif; “Rabb olarak, Sen’den razıyız; hepimiz razı olduk!” Mazi kipi ile ifade ediliyor; “Tâ dünden razıyız; dünden razıyız.” “Dünden razıyız.” fiil olduğundan dolayı, “Bugün de razıyız.” demek oluyor. Bir de mazi kipi ile ifade edilmesi, “vukuu muhakkak” manasına geliyor; hani dünden/ezelden razı olduğumuz gibi, ebede kadar da o rıza çizgisi işini devam ettireceğiz, Allah’ın izni ile… Bir söz verme: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Rabbimizin rubûbiyetinden, din olarak İslam’dan ve İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinden hoşnuduz.” Rabb olarak, Sen’den razıyız; din olarak İslam’dan da razı olduk; elçi ve nebi olarak da Senin elçinden/rasûlünden hoşnuduz, razı olduk!..

Fakat ehl-i tahkike göre, Cenâb-ı Hak, sizin niyetiniz ve yapacağınız şeyler açısından sizin hakkınızda rıza takdir buyuruyor. O (celle celâluhu) -bir yönüyle- rıza tecelli dalga boyunda size baktığından dolayı, siz, O’ndan razı oluyorsunuz. Dolayısıyla O da rızasını pekiştiriyor sizin hakkınızda; siz Allah’tan razı, O da sizden razı. Râdıye, Mardıyye… Bazıları bunu Nefs-i Mutmainne’nin iki kanadı şeklinde mütalaa etmiş; bazıları da “Bir basamak o, bir diğer basamak da o.” demişler. Bu suretle, Mülhemeyi de meseleye katacak olursanız, esasen, nefs-i hayvanî ve Nefs-i Emmâre’den sonra dört tane nefis mertebesi var.

   Nefis, ciddi bir seyr u sülûkla, cismâniyete ait zulmetleri arka arkaya yırtıp emmârelikten kurtularak, levvâme, mülheme, mutmainne, râdıye, mardıyye ve sâfiye gibi mertebelere sıçramak suretiyle müzekkâ hale gelebilir.

Bir de hususî mevhîbe-i ilahiye olarak “Nefs-i Zâkiye ve Sâfiye” var. Allahu a’lem, başta enbiyâ-i ızâm olmak üzere, sonra onların hakiki vârisleri; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi insanların nefisleri… Belki daha aşağıya doğru geldiğiniz zaman… “Aşağı” demek ne demek? Yani, onlar yine her birerleri Kutup yıldızı gibi, bizim başımızın çok çok çok çok çok üstünde… Hazreti Şâh-ı Geylânî gibi, Şâzilî gibi, Necmeddin-i Kübrâ gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî gibi, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi, İmam Zeynülâbidîn gibi, İmam Cafer-i Sâdık gibi, gibi, gibi… Hacı Bayram Veli hazretleri gibi, Zembilli Ali efendi gibi, Pîr-i Küfrevî gibi, Alvar İmamı Muhammed Lütfî efendi gibi, İhramcızâde İsmail efendi gibi, gibi, gibi, bir hayli Hak dostu… Bunlar, bir yönüyle, birer mir’ât-ı mücellâdır; baktığınız zaman, size Allah’ı hatırlatırlar. إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ Onlara baktığınız zaman, Allah’ı hatırlarsınız. Görüldükleri her yerde, insanlara “Allahu Ekber!” dedirtirler bunlar.

Ve öyle idi; bakışlarıyla, göz irisleriyle ifade ederlerdi, yüzlerindeki takallüsler ile ifade ederlerdi, el-ayak hareketleri ile ifade ederlerdi, ürpertileri ile ifade ederlerdi, inlemeleri ile ifade ederlerdi. Bunlar, bir yönüyle, o Sâfiye ve Zâkiye’nin hakiki manada temsilcilerinin yanında, izafî ve nisbî manada o Safiye ve Zâkiye hakikatinin temsilcileri idi. Allah, onları “müzekkâ” kılmış; yani, tezkiye-i nefse onları muvaffak kılmış.

Tezkiye-i nefis… Hazreti Pîr’in verdiği ölçüler içinde, tezkiye etmemek suretiyle, kendisini gırtlağına kadar pislik içinde yaşıyor gibi görmek suretiyle, “Benden de insan olur mu?” demek suretiyle… Elli defa hacca gitmiş, gelmiş ve her defasında Kâbe’yi tavaf ederken bayılmış. Hacerü’l-Es’ad’i öperken bayılmış. “Esved” yerine “es’ad” diyorum, “Hacerü’l-Es’ad” diyorum ben; “saadetli taş, saadetin tâ kendisi olan taş” demek. Hacerü’l-Es’ad’i öperken kendinden geçmiş. Mültezim’e yüzünü koyduğu zaman hıçkıra hıçkıra ağlamış. Antrparantez arz ediyorum; ben oraya başını koymuş ağlayan insanlar gördüm. Hâlâ aklıma gelince, gözlerim dolar. Orada, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, gerçekten Cenâb-ı Hakk’a gönül vermiş insanlar görürsünüz. İşte, olmuş ise böyle bir şey, Hazreti Pîr’in ölçüleri içinde -başkası kullanmıyor onu- “tahdîs-i nimet” nev’inden, “Allah Allah! Benim gibi bir insana böyle şeyler lütfedilmez ama Allah’ın rahmetinin vüs’atine hayret ediyorum! Ne büyük, Allah (Celle Celâluhu)! Benim gibi insanlar -esasen- sırtına semer vurulması gerekli olan varlıklar; fakat gel-gör ki, onlara atlastan cübbeler giydiriyor.”

Zaten o da öyle diyor hani!.. “Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, ‘Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.’ Eğer sen tevazukârâne desen, ‘Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?’ O vakit küfrân-ı nimet olur.” Estağfirullah, nerede güzellik?!. Böyle demek, Allah’ın nimetini inkârdır. Doğrusu, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.” demektir. Evet, güzel oldun fakat güzellik, o hil’ata, o cübbeye ait, dolayısıyla da o cübbeyi Giydiren’e ait; sendeki güzellik, izafî bir güzellik…

“Safiye” de dupduru, içine hiçbir şey karışmamış… İşe başlarken arz ettim: Günümüzde içimize, yani kazanlar dolusu, ambarlar dolusu hayrın içine, nefs-i emmâre veya şeytan ya da siyasîler vasıtasıyla bir damla pislik düşünce -bir dam-la pis-lik- kazanlar dolusu, ambarlar dolusu, tertemiz şeyleri, balı kaymağı berbat eder, hafizanallah. Evet, o işin sâfî kalması, içine hiçbir şey karıştırmamaya bağlıdır ki, ismet-i mutlaka, masumiyet-i mutlaka, iffet-i mutlaka enbiyâ-ı ızâma has bir şeydir; onlar içinde de mutlak manada kâmil olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a aittir.

Zaten insanı yükselte yükselte, esas getirip O’na bağlıyoruz: Zirve İnsan, Âbide İnsan, Gerçek İnsan-ı Kâmil, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’dir. بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” (İmam Bûsîrî) Müjdeler olsun bize ki, öyle sarsılmaz, kırılmaz, devrilmez, mübarek, nurânî, bir ucu Miraç’ta, tâ gökler ötesinde ve bir ayağı da sizin/bizim içimizde sağlam/sarsılmayan bir Sütuna dayanmışız. Müjdeler olsun bize, devrilmeyen, kırılmayan bir Sütuna dayanmışız.

Cenâb-ı Hak, o Sütunun arkasında, estağfirullah, o zebercet Sütunun arkasında, o İnsan-ı Kâmil’in arkasında son nefesimize kadar, hatta ondan sonra ahirette de Livâu’l-Hamd isimli sancağı altında haşr ü neşr eylesin!.. Ve O’nunla beraber Cennet’te, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhanîyesine kaşık çalmakla şereflendirsin!.. Vesselam.

Bamteli: HER HAKKI GÖZETEN PEYGAMBER UFKU

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Halk içinde Hak’la beraber bulunan ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: اَلْمُؤْمِنُ الَّذِي يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ، أَعْظَمُ أَجْرًا مِنَ الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükâfatça daha üstündür.” Halvet yolunu seçmeme, insanların içinde yaşama, onların eziyetlerine katlanma/sabretme, ecir ve mükafat açısından, sadece başının çaresine bakıp, bir halvethaneye çekilip, “Adam!.. Karışma kimsenin işine!” deyip sadece kendini düşünmekten daha üstündür; o eziyete katlananlar, öbürlerinden kat kat daha hayırlıdırlar.

Bu açıdan da eziyet göreceksiniz, cefaya maruz kalacaksınız; belki sürekli içinizde Şâir Eşref’in (v. 1910) sözleri kendisini hissettirecek;

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.

Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.

Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.

Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

İçinizde sürekli bu duygunun köpürdüğünü duyacaksınız; “Olsun!” diyeceksiniz, “Benim Efendim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) benim çektiğimin yüz katını çekti!..” O Ebu Bekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’ler, yüz katını çektiler; çektiler ama bir adım değil, ayağın yarısı kadar dahi geriye adım atmadılar. Başlarına inen balyozlar karşısında, biraz daha hızlandılar. Metafizik gerilimleri bir kat daha arttı. Daha bir hızlandılar, Allah’ın izniyle; beş senede realize edilebilecek bir şeyi, iki seneye sığıştırdılar.

  Nefis, şeytan ve mesâvi-i ahlâka karşı koyma, hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “büyük cihad”dır.

Bir taraftan, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışa dönük hayatına bakacak olursak, o başımızı döndürecek kadardır. Savaşlardaki stratejileri, o işin içinde var; evsâf-ı âliye-i Nebeviye, o işin içinde var, anlatılıyor: İnsanlığa karşı tavır ve davranışları, aile ile münasebeti, zevceleriyle münasebeti, insanlarla münasebeti, genel tavrı, âbide şahsiyeti, gerçek insan-ı kâmil olmak hususiyeti…

Bir diğer taraftan da O’nun iç dünyasından süzülenler ve ortaya koyduğu ubudiyet de başlarımızı döndürecek kadardır. Onun içindir ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) çok önemli bir savaştan dönerken, رَجَعْنَا مِنَ الْجِهَادِ الأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الأَكْبَرِ “Şimdi cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere (küçük cihaddan büyük cihada) dönüyoruz.” buyuruyor. Aynı zamanda kendi iç dünyasıyla da o kadar yaka-paça bir insan. Hâşâ, o bizim tahayyülâtımıza, tasavvurâtımıza, taakkulâtımıza gelen şeylere mâruz değildi. Fakat “mukarrabîn”e has kendi ufku açısından, Allah ile münasebetini değerlendiriyordu. Sürekli konsantrasyon mu istiyordu, ne idi? Sürekli, seyyidina Hazreti Musâ ile alakalı anlattığı gibi, “Başım arşın örtüsünün altında olmalı!..” düşüncesi veya onun da ötesinde bir beklenti adına “Tam hakkını veremedim!” mülahazası mıydı, ne idi? O “ekrabü’l-mukarrabîn” olma hususiyetine göre kendi derin muhasebesinin ifadesi miydi veya nazarı “ufuklar ötesi ufuklar”da bulunduğundan dolayı, “Ben tam onun hakkını veremedim!” mülahazasına bağlı bir cümle miydi, neydi?!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz” diyordu. Bu, bir.

İkincisi de O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir cemaatin önünde idi; arkasında insanlar vardı; ne yaparsa, o yapılıyordu; ne derse, ona riâyet ediliyordu. Efendimiz, bu beyanıyla da “Ha, işte böyle düşünün!..” demiş oluyordu: “Şimdi, düşmanla yaka-paça olduk, Allah’ın izniyle ya yere serdik veya geldi kabul ettiler. Evet, ya ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah’ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dediler veya “Teslim oluyoruz! İnsanî değerler etrafında bir araya geliyoruz; bizden ne istiyorsunuz, cizye mi, haraç mı, onu da veriyoruz. Amma bizi sıyanet edin, bizim için de sera olun!” dediler. Bu durumlardan hangisi gerçekleştiyse gerçekleşti. Böyle bir mücahededen dönünce “Cihad-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz! Nefis ile mücadeleye.. hislerimizle mücadeleye.. hiçbir zaman yakamızı bırakmayan şeytan ile mücadeleye dönüyoruz!” demek suretiyle, arkasındaki insanlara “İşte böyle düşünün! Böyle davranın! Bu anlayış içinde bulunun! Her zaman ciddî bir metafizik gerilim içinde bulunun! Bazen yaptığınız iyilikleri bile sorgulayın, ‘Acaba içine bir şey karıştı mı?’ deyin!..” buyurmuş oluyordu.

  İns ü Cinnin, Arap ve Acem’in, Dünya ve Ahiretin Efendisi (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli işte böyle bir aktivite içindeydi. Kurban olayım O’na!.. Farklıydı.. O’na bakarken, efendim, beşerdi ama beşer gibi değildi. Hak dostu, “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir beşerdir, fakat diğer insanlar gibi değildir. O, (bazı) taşlar arasında bir yakuttur.” diyerek bu hakikati ifade etmektedir. İmam Busîrî, Kaside-i Bürde’de şöyle der: مُحَمَّدٌ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَالثَّقَلَيْنِ وَالْفَريِقَيْنِ مِنْ عَرَبٍ وَمِنْ عَجَمِ “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın ve âhiretin, göze görünür ve görünmez ins u cin bütün yaratıkların, Acemi ve Arabıyla topyekûn insan topluluklarının efendisidir.” هُوَ الْحَبِيبُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ * لِكُلِّ هَوْلٍ مِنَ الْأَهْوَالِ مُقْتَحَمِ “O, Allah’ın Habîbi, gönüller sevgilisi öyle biridir ki, sinelere gelip çarpan her türlü korkuya karşı O’nun şefaati umulur.” (Bazı nüshalarda مُقْتَحِمِ şeklindedir.) Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), öyle birisiydi fakat dışa karşı bütün bunları yaparken, aynı zamanda aile hukukuna riayette de o kadar hassas idi.

Bununla beraber, aile fertlerinin de bir kısım beklentileri oluyordu. Hani, onlar da birer insan nihayet; bu türlü beklentileri olabilirdi. Dahası, dünya açısından adeta fakr u zaruret içinde bulunuyorlardı. Âişe validemiz.. anam benim, kurban olayım.. başımı onun ayaklarının altına koyayım!.. Diyor ki: “Bazen bir hilal biterdi, bir hilal daha, bir hilal daha, yani kamerî üç ay geçerdi de bizim evimizde sıcak su kaynamazdı.” Hazreti Urve (yeğeni, Esmâ validemizin ikinci oğlu, Abdullah’ın küçüğü) diyor ki: “Hala, ne ile geçiniyordunuz?” Hazreti Âişe validemiz cevap veriyor: “Vallahi, iki-üç tane hurma ve bir de soğuk su ile geçiniyorduk!

Şimdi bir taraftan savaşlar da oluyor, ganimet de geliyor ve herkese dağıtılıyordu, Ensar’a ensarca, Muhacirîne muhacirce dağıtılıyordu. Efendimiz’in tasarrufuna da humus (beşte bir) kalıyordu; Allah Rasûlü onu bakıp görmesi gerekli olan kimselere sarf ediyordu. Bir kere Suffe’de bir hayli insan vardı, Ebu Hüreyre gibi; bazen bunların sayısının yüzü aştığından bahsediliyor. Bu insanlar, fakir-fukara, dünyanın değişik yerlerinden gelmiş, tahassun etmişler, kendilerini ibadete vermişler, kulakları O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) lâl ü gûher kelimelerinde, mübarek yüzünün çizgilerinde… Dini absorbe etmek ve ondan sonra gelecek nesillere onu ifâza etmek, bütün dertleri bu. Dolayısıyla, Allah Rasûlü onlara bakıyor; ona veriyor, ona veriyor, ona veriyor. Veriyor, veriyor… Hani var ya:

Bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Rasûlü “Vallahi benim elimde de bir şey yok, inşaallah gelince veririm!” deyip vaad etmişti; yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Hazreti Ömer bu duruma fevkalâde üzülmüştü. Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesi karşısında dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Ver, yine ver, yine ver, yine ver, elinde bir şey kalmazsa da, “Gelirse vereyim!” de… Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللهِ، وَلاَ تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلاَلاً “Ver, hep böyle bol bol infak et ey Allah’ın Rasûlü, sakın Arş Sahibi Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Senden nimetlerini kesivereceğini zannetme, bu konuda endişeye girme!..” demişti. İki Cihan Serveri tebessüm buyurdu ve ardından şöyle dedi: هَكَذَا أُمِرْتُ “İşte Ben de bununla emrolundum.” Kurban olayım Sana!.. Kurban olayım!.. Ayağını bastığın toprağı, misk ü amber gibi gözüme sürme çekeyim!.. Benim Efendim!..

  “Tercihimiz Sensin, Senden vazgeçmeyiz ya Rasûlallah!..”

İnsan bu… Mal-mülk, dünyalık geliyor, geliyor; ezvâc-ı tâhirâta bir damla, başkalarına -bir yönüyle- derya. “Azıcık bize de olsa!” diyorlar. Allah Rasûlü, bu talep karşısında hiçbir şey demiyor. Mübarek cumbasına çekiliyor, -canım çıksın- ve bu haber dışarıya da sızıyor: “Mübarek annelerimiz hafif bir şey istemişler, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bu istekten hoşlanmadığı için, cumbaya çekilmiş!” Tabii bu mevzuda, yine en hassas olan Hazreti Ebu Bekir’dir, Hazreti Ömer’dir. Ömer radıyallahu anh, daha heyecanlı. Kızı da o hânede, Hafsa validemiz. “Benim kızım, Efendim’e ne yaptı ki, benim Efendim darıldı, bir yönüyle, i’lâ yaptı!..” Kapıya geliyor, “Ben Efendimiz ile görüşmek istiyorum!” diyor. Hazreti Bilal perdedâr, “İzin yok!” diyor. Çok ısrar ediyor; O’na (aleyhissalâtü vesselam) haber gidince, “Gelsin!” buyuruyor. Gidiyor Hazreti Ömer; yukarıya, cumbaya çıkıyor. Döşeği yok -canım çıksın-, hasırın üzerinde yatıyor; kalkınca, hasır yanlarında izler bırakmış. “Ya Rasûlallah, Bizans şöyle.. Persler şöyle.. Sen cihanın sultanısın, bu haline bak!..” Efendimiz şöyle buyuruyor: أَمَا تَرْضَى-يَا عُمَرُ- أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا اْلآخِرَةُ  “Razı olmaz mısın, istemez misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!

Sonra, Allah Rasûlü, şu ayet-i kerimenin emri mucebince eşlerine bir teklifte bulunuyor: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلاً * وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الآخِرَةَ فَإِنَّ اللهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا “Ey (Nübüvvetin en büyük temsilcisi olan) Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Yok, eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve Âhiret yurdunu istiyorsanız, o takdirde bilin ki Allah, içinizden O’nu görüyormuşçasına dikkatli davranan ehl-i ihsan için çok büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) Efendimiz diyor ki: “Ey peygamber kadınları, gelin; şayet dünyayı istiyorsanız, sizi bırakayım, gidin, ne istiyorsanız alın onu. Yok, Allah’ı, âhireti istiyorsanız, halinize razı olun!” İlk defa en sadık arkadaşının kerimesi, Âişe validemize meseleyi arz ediyor; “Allah böyle buyuruyor! İstersen, sen bu meselede kendin karar vermeden bir babanla annenle de görüş!” diyor. Onun önemini de vurguluyor. “Ya Rasûlallah!” diyor anam!.. Benim anam!.. Sana kurban olayım!.. “Ya Rasûlallah! Bunu anama-babama mı danışacağım!.. Ben Seni tercih ediyorum!” diyor. Evet, üç ay ocak yanmamış, su kaynamamış; soğuk su ve hurmayla geçinmişler; içlerinde hafif bir talep belirmiş.. ve Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir tavır içine girmiş. Buyuruyor ki annemiz: “Vallahi benim dediğim gibi, hepsi de öyle dedi!” Bu ne büyüklüktür, bu ne inceliktir, bu ne nezâkettir!..

  Hiç Kimseyi ve Hiçbir Hakkı İhmal Etmemenin Yanında Kullukta da Zirve Peygamber Ufku

Savaşlar öyle, tabiyeler öyle, stratejiler öyle… İnsanlara karşı tavrı öyle, eşlerine karşı tavrı öyle, torunlarına, küçük çocuklara karşı tavrı öyle… Mübarek kerimesinin kızını omuzuna alıyor namazda, secdeye giderken indiriyor. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizi, kucağında minbere çıkarıyor… Hiçbir kimse “Ben şu kadar bekliyordum da bulamadım!” diyemiyor, meşru dairede. Herkesin hukukuna kılı kırk yararcasına öyle riayet ediyor ki, “İhkâk-ı hak etmek için, hakkın âbidesini ikame etmek için gelmiş bu insan!” dedirtiyor. Çok yönlü. Bu da meselenin ayrı bir yanı.

Bütün o savaşlar, o aile efradını gözetme, o insanları idare etme, o herkese bağrını/vicdanını açma, o vicdana girmek, misafir olmak isteyenlere kat’iyen ayakta kalmama emniyet ve güveni verme gibi hususiyetlerinin yanı başında, Allah Rasûlü’nün bir de ibadet ü tâatinde bir hassasiyeti, bir inceliği vardı ki!.. Namaza durduğu zaman, namazlaşıyor, adeta kendinden geçiyordu. Başını secdeye koyduğu zaman, bazen ağlıyordu, tâ arkada hıçkırıkları bir sinerji şeklinde başkalarında da o heyecanı, o cuşişi (coşkunluğu) meydana getiriyordu.

Görüyorsunuz; İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah karşısındaki tavrı itibariyle, insanlarla muamelesi itibariyle, ibadet ü tâatteki inceliği itibariyle, ihsan şuuru, ihlas düşüncesi, yakîn anlayışı, tefviz ve tevekkül keyfiyeti itibariyle öyle iç içe incelikler yaşıyor ki, insanın başını döndürür. Hiçbir tavrı, hiçbir davranışı, melekler tarafından bile “Şöyle olsaydı daha iyi olurdu!” falan denmeyecek şekilde bir hassasiyet, bir incelik sergiliyor. Her mübarek tavrı, melekler tarafından temaşaya koşulacak bir tavır oluyor. Cenâb-ı Hak, onun damlasını mı diyeyim birkaç damlasını mı, kalb katılığına müptela olmuş günümüzün insanlarına da lütfetsin. (Ondan da Allah’a sığınıyor, “Kalb katılığından, Allah’ım, Sana sığınırım!” diyor.) Onu lütfetmek suretiyle, bizi kalb katılığından, kuruyan gözyaşlarından, ürpermeyen kalbden, insanlara insanca davranmayan anlayıştan kurtarsın, halâs eylesin.

Efendimiz’in hiçbir hakkı ihmal etmeyip herkese karşı hukuku gözetişinin şerhini gerektiği gibi diyemedim de bir tahşiyede bulundum. O’nu şerh etmek, O’nu tam anlatmak için mücelletler yetmez. Fakat ömrümüz vefa ettiği sürece O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmak suretiyle, Cenâb-ı Hak bizi de şereflendirsin. Ve dünyanın dört bir yanına O’nu anlatmak için giden kardeşlerimizi, arkalarına takılan, onları şakî gibi takip eden şeytanın avenesinin şerrinden de muhafaza buyursun!.. Vesselam.

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allahım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, mübarek ailesine ve güzide ashabına salât ü selam ederek bunu diliyoruz; kabul buyur Rabbimiz!..”

Bamteli: İFTİRALAR, ZULÜMLER VE SON ARZUM

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar.”

Dünya muhabbeti istikametinde bir adım atınca, o bir adım, ikinci adımı atmanın zorlayıcı bir sebebi ve aynı zamanda bir referansıdır. Olumsuz şeylere doğru atılan her adım, ikinci yanlış adıma bir çağrıdır, bir davetiyedir. Bütün mesâvîde, bütün me’âsîde, Hazreti Gazzalî ifadesiyle, bütün “mûbikât”ta ve “mühlikât”ta, bu böyledir. Bir kere yalan söylersin, ağzın alışır, yine söylersin. Bu, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifteki mübârek beyanına uygun düşmektedir. Zaten, O’nun beyanına uygun düşmeyen şeyler merdûttur.

Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse, kalbi yine parlar. Fakat tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur: ‘Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)’ (Mutaffifîn, 83/14)”

Evet, “İnsan, bir günah işlediğinde, bir hataya girdiğinde, kalbinde bir leke hâsıl olur.”. O “latife-i Rabbâniye”nin ufkunda bir kararma, bir yönüyle hakâik-i Esmâ’ya ve hakâik-i Sıfât’a nâzır o rasathanede bir küsûf, bir hüsûf yaşanmaya başlar. Hemen insan, istiğfar, tevbe, inâbe ve evbe ile Allah’a teveccüh etmezse, o kararma artar ve kalbi kuşatır. Derecesine göre, bizim gibi ümmîlerinkine “tevbe” deriz. Bir üstte o meseleyi duyarak, kalbi titreyerek, tepeden tırnağa ihtizaz yaşayarak yapanlarınkine de “inâbe” denir. Kur’an-ı Kerim, ona da çok yerde işaret buyuruyor; mesela, şöyle diyor: وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ “Rabbinize yönelip derin bir tevbe şuuru içinde O’na gönül verin.” (Zümer Sûresi, 39/54) Onun bir ileri seviyesine ise sofîler “evbe” diyorlar; ona da yine Kur’an-ı Kerim’de “evvâb” tabiriyle işaret ediliyor; mesela, نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “O ne güzel kuldur! Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.” (Sâd Sûresi, 38/30, 44)

İşte, o türlü mülahazaların üzerine dökülecek -kezzâb mı- hayır kevser gibi bir iksir, o olumsuz şeyleri yıkayacak, kalbi pîr u pâk edecek, aynı zamanda mele-i a’lânın sâkinlerince de imrenilir hâle getirecektir. Hatalar ve günahlar, insanın iradesinden korkmalı, tir tir titremeli; bir harama nazar, bir dilin dudağın o istikamette harekete geçmesi, bir kulağın mesmûât mevzuunda olumsuz şeylere dikkat kesilmesi… İnsan, iradesinin hakkını vererek, o olumsuzlukların ağızlarına “istiğfar” ile, “tevbe” ile, “inâbe” ile, “evbe” ile bir tokat indirmeli. Günah, otağını sizin kalbinizin bir yanına kurmak istediğinde, korka korka kurmalı; “Hemen arkadan istiğfar gelirse, her şeyi silip süpürüp götürecek ve bir kere de ben bu adamı aldatamayacağım artık!..” demeli. Günah/hata, tir tir titremeli, hakiki mü’minde.

  “Falanı öldüreceklerdi!”, “Ailemle uğraşıyorlar!” ve “Falanlar, terör örgütü!” Bunlar Birer Kuyruklu Yalan

Günah işleyen, kâfir olmaz; sadece Allah’a karşı isyan etmiş olur. Ama onda ısrar ediyorsa şayet, umursamıyorsa, “günahı umursamamak, en büyük günahtır!” O “kebîre”nin (büyük günahların) üç sayıldığı, beş sayıldığı, yedi sayıldığı, (yetmiş diyenler de var) yetmiş sayıldığı yerde, hepsinin üstünde “günahı umursamamak” vardır; o, belki hepsini ifade edebilecek şekilde öyle bir günahtır. Ve günümüzde bu, öylesine sârî bir hastalık halini almıştır ki, televizyonda ve İnternet’te, çok ciddi bir duygu-düşünce kirlenmesine sebebiyet verilmekte; iftira, tezvir, yalan görülmektedir. Öyle korkmazlık içinde, -bağışlayın- öyle utanmazlık içinde, öyle hayasızlık içinde, milletin gözünün içine bakıla bakıla sürekli öyle yalanlar söyleniyor ki!..

Şimdiye kadar söylenen şeyler, o bir kısım zift cerâidinde (gazetelerinde/yayınlarında)… Kim üzerine alırsa, “yarası olan gocunuyor” deriz, yarası olmayan da gocunmaz. Zift cerâidinde, akla hayale gelmedik şeyler… Bazen “falanı öldüreceklerdi!” derler ki, korkunç kuyruklu bir yalan. Ve hele bunu söyleyen bir yerde bir “mihrap” adamı ise, bir “minber” adamı ise, bir “kürsü” adamı ise, daha ötede adama benzeyen bir şey ise, söylediği bu şey, öyle bir ayıp, öyle bir denâet, öyle bir şenâettir ki!.. “Hep öteden beri böyle benim ailem ile uğraşıyorlar!” Kuyruklu bir yalan. “Falanlar, terör örgütü!” Kuyruklu bir yalan. “Paralel”, kuyruklu bir yalan. Ve bunun karşısında sesini çıkarmayanlar, “dilsiz şeytan”lar. اَلسَّاكِتُ عَنِ الْحَقِّ شَيْطَانٌ أَخْرَسُ Hakikat karşısında sesini çıkarmayana -hadis ifadesiyle- “dilsiz şeytan” deniyor.

Evet, bunların hepsi, hakkınızda söylenebilir. Çok olumsuz şeylere maruz kalmanın yanı başında, bir sürü yalanla da müttehem hale gelebilirsiniz. “Yalan” değerlendirilerek, “iftira” değerlendirilerek, “itiraf” süsü verilmek suretiyle bühtanlar değerlendirilerek, “isnad”lar değerlendirilerek, “ta’yîr”ler değerlendirilerek, “ta’yîp”ler değerlendirilerek, “tahkir”ler değerlendirilerek, “tezyif”ler değerlendirilerek kimi insanlar da iğfâl edilmiş olur. Bu, bir zatın böyle tek başına işlediği bir günah olmaktan çıkar. Onca insanı da idlâl ettiklerinden, “es-sebebu ke’l-fâil” sırrınca, Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde ifade buyrulduğu gibi, o sebebiyet verenler, diğerlerinin veballerini de sırtlanacaklardır. Kur’an’ı bilenler, anlayacaklardır bunu. Bir misal: لِيَحْمِلُوا أَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمِنْ أَوْزَارِ الَّذِينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ أَلاَ سَاءَ مَا يَزِرُونَ “Sonuçta da, Kıyamet Günü kendi günah yüklerini tastamam yüklenecekleri gibi, hiçbir kesin bilgiye dayanmadan saptırdıkları kimselerin günah yüklerinden bir kısmını da taşıyacaklardır. Gerçekten, sırtlarına ne kötü bir yük alıyorlar!..” (Nahl, 16/25)

Bu hakikati ifade için اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ (Sebep olan yapan gibidir.) demişler; اَلدَّالُّ عَلَى الشَّيْءِ كَفَاعِلِهِBir şeye delalet eden, -bir yönüyle- onu işlemiş gibidir!” Bir sürü insan, bu mevzuda şirazeden çıkarılıyorsa, yalan söylemeye alıştırılıyorsa, yalanı mahzursuz görüyorsa, iftirayı mahzursuz görüyorsa, buna sebebiyet verenler her bir insanın vebalini de yüklenirler.

  Hazreti Âişe Annemize münafıklarca atılan iftiraya maalesef bir kısım mü’minler de inanmışlardı.

Bir kısım münafıklar da mübârek Âişe validemize iftira etmişlerdi. Bütün analardan üstün; anaları üst üste yığsanız, Anadolu anası gibi tertemiz anaları üst üste yığsanız, onun (radıyallâhu anha) ka’kül-ü gülberlerinin bir tek kılına mukabil gelemez. Fakat bir-iki tane kendini bilmez densiz, onun (radıyallâhu anha) hakkında, hiç tutmayacak bir isnatta bulundular; sizin hakkınızda yapılan isnatlar gibi bir isnatta bulundular. Fakat o, iffetine düşkün, çok onurlu, nezih bir iklimde neş’et ettiğinden, İnsanlığın İftihar Tablosu’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) münasebetinden, Hazreti Ebu Bekir gibi nâdide bir insanın kızı olmasından ve anası gibi nâdide bir sahabenin kızı olmasından dolayı bütün bunların musibet olarak muzâafını yaşadı. Onunkisi, sadece bir isnat, bir iftira karşısında onun elemini duyma demek değildi; konumu itibariyle, “müfred” bir isnat değildi o; “muzâ’af” bir isnat değildi, “mük’ab” bir isnat değildi, “mük’ab der mük’ab” bir isnat idi. (Bu son tabir, Ziya Gökalp’e ait.) Böyle kat kat katlanmış bir isnat idi. Hazreti Meryem validemizin o mesele karşısındaki duyarlılığı ölçüsünde duyuyordu.

Hazreti Meryem Validemizin halini Kur’an şöyle anlatır:  فَأَجَاءَهَا الْمَخَاضُ إِلَى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَا لَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا “Derken, doğum sancısı O’nu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı. (Evlenmeden çocuk sahibi olmayı insanlara nasıl anlatacağının endişeleri içinde) ‘Keşke, bu iş başıma gelmeden önce öleydim de, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!’ dedi.” (Meryem, 19/23) Hazreti Âişe annemiz de böyle derin bir tahassürle adeta iki büklüm olmuştu. Maalesef, o korkunç iftiraya bir kısım safderun Müslümanlar da inanmışlardı. Sahabe gibi güzide, ufku açık, bir yönüyle vahiy çağlayanları altında yunup yıkanan, bir yönüyle de vahyin projektörleri karşısında her şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun doğru gören, doğru değerlendiren, yerli yerinde ona göre ifade eden insanlardan bile aldananlar olmuştu.

Yalan öyle, iftira öyle, tezvîr öyle… Bir de bu mevzuda meselenin doğrusunu, öyle olmadığını ifade eden insanların sesi kesilmişse… Vahiy geleceği âna kadar, Efendimiz de ızdırapla kıvrandı, Hazreti Ebu Bekir de ızdırapla kıvrandı, Vâlide de ızdırapla kıvrandı, Esmâ da ızdırapla kıvrandı. Belki bütün ezvâc-ı tâhirat da ızdırapla kıvrandılar. Ve bu günlerce sürdü; mübarek annemiz, yatağa düştü.

  “Bunlar fırâk-ı dâlle!” diyen şahıs sonunda kendi kimliğini ortaya koymuş oldu.

Size yapılan iftiralar ve isnatlar, zalimâne muameleler, derdestler, tehcirler, ta’yipler, tahkirler, tezyifler, hatta tepeden inip bütün bütün yok etme mülahazaları, çok kimseyi -belki- bu mevzuda olumsuz şeylere sevk edecek kadar onlarda şok tesiri yapmıştır. Dün Anadolu insanının en nezihlerinden iki tanesinin, annelerinin cenazelerine iştirak ederken arkadan kelepçeli olarak götürülmeleri öyle rikkatime dokundu ki, “O mübârek Anadolu’da insanlık bu kadar mı sukût etti!..” diye gözyaşlarımı tutamadım. Annelerinin cenâzesi… وَافَقَ شَنٌّ طَبَقَةَTencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş!” Führer’ler emredince, SS’ler de yapıyorlar. Denâetin, şenâetin bu kadar çirkini yaşanmamıştır Anadolu’da. Ama bütün bunları bazı kimselerin karakterlerine verecek -halk ifadesiyle diyeyim- “es” geçeceksiniz. Yoksa her şeyi alır içinize dert ederseniz şayet, yapmanız gerekli olan şeyi yapamazsınız; defaatle arz ettiğim gibi.

Bir tanesi… Ben onun hakkında şöyle böyle denen şeylere inanmıyor gi-bi i-dim, gi-bi i-dim. “Bunlar fırâk-ı dâlle!” demesiyle, taşlar yerine oturdu. Demek ki gerçekten dönmüş gibi görünmüş, kılık kıyafetle; fakat dönmeyip yerinde durduğunu “fırâk-ı dâlle” demek suretiyle tesbît ediyor, tescîl ediyor, ma’şeri vicdanda. “Allah, gerçekten Kendine dönmeye muvaffak eylesin!” diyeyim. Biz değil öyle, sadece bir basit ilmihalle yetinmek, her konuda ciddi bir eser okumakla da iktifa etmedik. Onların öğrendikleri gibi kitapların fihristine bakarak, fişleyerek, işleyerek ortaya kitap koyup kariyer yapmayı asla yeterli bulmadık. Bir kitaba bakarken, onu otuz kitapla da müzakere ederek, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in mübârek mülahazalarını zihinlerimizin bütün nöronlarına işlemek üzere işledik. Bir tek kelime ile, İmam Ebû Mansûr el-Mâturidî veya Eş’ârî hazretlerine, Ebu Hanife hazretlerine, İmam Mâlik hazretlerine, İmam Şâfiî hazretlerine, İmam-ı Hanbelî hazretlerine, selef-i sâlihîne aykırı yol tutmamaya gayret gösterdik. Senelerden beri hadisleri metnin kritiğini yaparak okuduk. Senelerden beri, birkaç kitabı beraber bulundurarak, ricalin kritiğini yaparak müzakere ettik. Onlara sorsanız, on tane insanın (ricâlin) sergüzeştini söyleyemezler. Hatta bir şey söyleyeyim; o mevzuda uzman olan en büyüklerine sorsanız -belki sonra bakar öğrenir- “Buhari’nin birinci hadisinin râvîsi kimdir?” diye, yemin ederim, bilmez; hem de o işte uzman geçinenler bilmezler. “Nâdânlar ederler sohbet-i nâdânla telezzüz.” Diploma ile olmuyor! “Divânelerin hemdemi, divane gerektir.”

  Size “terör örgütü” diyenler veya “fırâk-ı dâlle” iftirasını seslendirenler tarihin sayfalarına kapkara olarak kaydedilecekler.

Size “terör örgütü!” demek, dünyada en garip bir isnattır. “Paralel!” demek, en garip bir isnattır. En garibini de kendini bilmez bir tanesi, diplomalı cahil, “fırâk-ı dâlle” demek suretiyle söyledi. Öyle bir denaet, öyle bir şenaat irtikâp etti ki, yarın dayandığı kuvvetler, üzerinde bulunduğu blokaj yıkılınca tarihe kapkara olarak geçecek. Zulüm devam etmez; اَلْكُفْرُ يَدُومُ، وَالظَّلْمُ لاَ يَدُومُKüfür, mahkeme-i kübrâya, ma’dele-i ulyâya kalır; zulüm ise, gayretullah’a dokunduğunda, onu yapanları, beraber alır, seylaba kapılmışlar gibi beraberce sürüklenir giderler!” Evet, tarihe lekeli birer sayfa halinde intikal edeceklerdir. Dolayısıyla aldırmayın!..

Fakat binlerce insanı, insanca yaşama haklarından mahrum edenler, suretâ dönmüş ama aslında kılcallara kadar sızmış kimselerdir. Mübarek Anadolu insanının kılcallarına kadar sızmışlar. Kılcallara kadar sızan bu kimseler, yeryüzünde melekliği temsil eden insanlara karşı akla hayale gelmedik isnatta, iftirada, tezvirde, tahkirde, tezyifte bulunuyorlar. Kendi karakterlerini ortaya koyuyorlar. Bunu, zaman gösterecek; gelecek zaman gösterecek. Şu anda bile, azıcık insanlıklarını unutmamışlarsa -zannediyorum- o gelecekte zamanın göstermesinin karın ağrılarını çekmeye başlamışlardır bile. Hayalimde durumlarını canlandırıyorum; bu türlü şeyler akıllarına geldikçe, ya duvarlara yumruk vuruyorlardır veya bilmem neler gibi tekme atıyorlardır, şu anda. İnanın…

Çünkü إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللهِ مَا لاَ يَرْجُونَSiz, acı çekiyorsanız, onlar da sizin elem duyduğunuz gibi acı çekiyorlar. Ama siz, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden, engin şeyler umuyorsunuz.” (Nisâ, 4/104) Siz şimdiye kadar yaptığınız hizmetlerin karşılığında bir şey beklemediniz. 170 küsur ülkeye açıldınız, zannediyorum. Benim bildiğim arkadaşlar, Allah rızasından başka bir şey beklemediler. Bizimkine gelince, sadece cami kürsülerinden veya konferanslardan teşvikten ibaret…

  Haramîliği, Yolsuzluğu, Diplomasızlığı, Beceriksizliği Örtmek ve Diktatörlüğü Güçlendirmek Hesabına Kullanılan 17-25 Aralık ve 15 Temmuz Bahaneleri

Onların bin-de bi-ri-ni ta-nı-mam. Hatta yine “darbe” dedikleri bir dönemdeki o emniyetçilerden, adliyecilerden bin-de bi-ri-ni ta-nı-mam. Ama daha ilk gece, işte o ferzende-i bînamaz-ı Cibalî İmamı’nın, telefonda “Hemen derdest edin bu adamı!” demesi… Yahu bu işi yapan emniyetçiler, sizin emniyetçileriniz. Dün “Savcısıyız!” deyip askerleri tutturduğunuz emniyetçileriniz. Takdir ettiğiniz, göklere çıkardığınız adliyecileriniz, hâkimleriniz, savcılarınız. Ben yemin ederim, bunları daha sonra o televizyonlarda, siz söyleyince, simalarını gördüm, tanıdım. Hiç alakası yok. Fakat meselenin olduğu gece, paraların oradan oraya taşındığı gece, haramîliklerin setredilmeye çalışıldığı gece, rüşvetlerin ketmedilmeye çalışıldığı gece, bir kısım fetva eminlerinin de “Bunlar, -efendim- rüşvet değil, hediyedir!” dediği gece… Aynı gecede birden bire hemen suçluyu bulup onu tecziye etmek, onu karalamak, öyle bir denâet, öyle bir şenaattir ki, tarihte gâvur bile yapmamıştır bunu.

İkincisi; bir darbe planlanıyor. Öyle bir darbe ki?!. Başçavuşlar, onbaşılar, çavuşlar bile bir darbe planlasa, evvela ne yaparlar? Gitseniz, evde bu türlü şeyleri hiç bilmeyen, benim bacılarıma, analarıma sorsanız, derler ki, “Yahu en evvela başbakanı, cumhurbaşkanını, bakanları falan derdest ederiz!” Halkın üzerine tanklar sürüyorsunuz!.. Allah aşkına, böyle komik bir darbe olmaz. Ama diplomasızlığı gündemden düşürmek için daha büyük bir gündem oluşturmaya ihtiyaç vardı. Haramîliği/hırsızlığı gündemden düşürmek için, tapelerdeki resimleri ve konuşmaları gündemden düşürmek için, elini güçlendirmek için, karalamaya matuf daha farklı bir fırçaya, daha farklı bir siyah boyaya ihtiyaç vardı. Böyle bir oyuna, böyle bir senaryoya “bî idrâk” bazıları da inandılar. Ee inanmamaları için de bir sebep yoktu. İnsan “bî idrak” bile olsa inanmayacaktı ama farklı şeyi, müdafaa mahiyetindeki şeyi söyleyecek herkesin sesini kestiler. Yüzlerce konuşan insanı içeriye attılar. Yüzlerce müesseseye karşı tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte bulundular; gasbettiler, hırsızlık yaptılar. Sonra onların hakkından gelmek suretiyle, iktisadî/ekonomik durumdaki boşluğu kapamak istediler. Millete ait malları satmak suretiyle, işi beceremediklerini, yüzlerine-gözlerine bulaştırdıklarını setretmek için, onu kullanmayı düşünüyorlar. Şuraya devrediyorlar, buraya devrediyorlar, haramîlik yapıyorlar, sahiplerinin kolunu-kanadını kırıyorlar, alın teri ile kazanılmış şeylere gidip konuyorlar.

Evet, bütün bunlara mâruzsunuz. Ve her maruziyet mutlaka gelip bir yönüyle size tosluyor. Üzülüyorsunuz. Fakat “Herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler!” diyeceksiniz. İçinizde bunlara çok fazla yer vermeyeceksiniz. Denîler, denâetlerini hep işlerler. Yalanlarını, tekziplerini, iftiralarını, yüzlerine vurmak için çalışan avukatlar vardır. Vâkıa, Anadolu’da avukat da bırakmadılar. Bu işi dillendirecek hukukçu da bırakmadılar. Hatta işin bekçisini bile bırakmadılar. “Başka farklı bir ses çıkmasın!” diye sokaklarda, meydanlarda ilan ettiler: “Bir evden farklı bir ses çıkıyor mu? Hemen basın onları, siz onlara da ‘paralel’, ‘terör örgütü’ deyin, içeriye atın!” Birisinin bir dönemde dediği gibi, “Siz kapıyı kırın, içeriye alın; sonra o meseleyi suç göstermek için, biz kanun çıkarırız!” Dünya hukuk tarihinde yüzkarası; böyle bir denâet mülahazası duyulmamıştır. Yüzkarası; Lenin bile böyle bir şey yapmamıştır. Bütün sesler kesilince, sadece kesilmesi gerekli olan o hâin sesler yarasalar gibi çığlık atınca, dolayısıyla “doğru” duyulmuyor ve “hakikat” seslendirilemiyor. Hatta dıştan oraya giden insanlar bile, o genel manzara karşısında -belki- mebhût kalıyorlar, sessiz kalıyorlar. Var mı sesini çıkaran?!.

  Ölüme gülerek gideceğim; son arzum sorulursa, ölmeden evvel o zalimlerin ve dilsiz şeytanların yüzlerine tükürmek isteyeceğim!..

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; عَليْكُمْ بسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِيِّنَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِSiz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” Hazreti Ebu Bekir’e sövenlerin, Hazreti Ömer’e sövenlerin, Hazreti Osman’a sövenlerin, Hazreti Âişe’ye iftira atanların, Aşere-i mübeşşere’yi tel’in edenlerin görülmemesi, öyle korkunç bir dalalettir ki!.. Kavga etme başka, onları yeni bir cephe olarak ilan etme başka, onlarla vuruşma ve sürtüşme başka, devletlerarası münasebet açısından diplomatik ilişkiler başka… Fakat “Benim ashabıma söven, benden değildir!” diyor Allah Rasûlü. Hafizanallah!.. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer; peygamberler döneminde olsaydı, peygamber olurdu onlar. Çok peygamberin yaptığı şeyden büyük işler yapmışlardır o Hazreti Ebu Bekir’ler, o Hazreti Ömer’ler. Fakat onlar, onlara (radıyallâhu anhüma) söverken, kalkacak bir şom ağızlı “Ben, Sünnîlik (Ehl-i Sünnet) diye bir şey bilmiyorum!” diyecek. Ondan habersiz birisi de kalkacak “fırâk-ı dâlle!” diyecek. O ne demek? “Sünnet çizgisinden dışarıya çıkmış.” A be birader, وَافَقَ شَنٌّ طَبَقَةَ (Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş!) Hiç olmazsa, birbirinizle anlaşın da, belli bir noktada bir birlik ortaya koyun! Sen ayrı bir zevzeklik yapıyorsun, o ayrı bir zevzeklik yapıyor. İkisi de yalan fakat yalanlar örtüşmüyor. Madem anlaştınız, o zaman “Ben ne diyeyim burada?!.” deyip birbirinizle anlaşın! Allah hayrınızı versin!.. Allah, Kendini size tanıttırsın!.. Allah, sizi o lânetsi halden halâs eylesin!..

Evet… Açık dedim. Yok pervam. Bir tek arzum var: Bunu bana ve bu Hizmet’e yapanlar, idam sehpasına götürdükleri zaman bir tek arzum var. Ben de askere gitmeden evvel Edirne’de imam iken iki defa ruhânî reis olarak idamlıkta bulundum. Bu zulmü, bu haksızlığı, bu i’tisafı yapanlar, arzumu sorsa, “Son arzun nedir?” diye; rica edeceğim: “Gülerek ölüme gidiyorum. Bu zâlimleri getirin; ölmeden evvel, bunların yüzüne tükürmek geliyor içimden.

Benim son arzum budur, ölmeden evvel. “Tükürün o zalimlerin hayasız yüzlerine!..” deyip evvela kendim tüküreceğim. Masum insanları derdest edip içeriye atanlara.. mala mülke el koyanlara… ve arkadan bunlara Karakûşî kararla fetvâ verenlere, “Hiçbir zulüm yapılmıyor!” diyenlere, bunu açıktan açığa medya diliyle ifade edenlere.. binlerce insan, haksız-hukuksuz ezilirken, hak-hukuk ayaklar altında çiğnenirken, “Yapılan şeyler gayet âdilânedir!” diyen Karakuşî efendilere… Onların yüzüne tükürmeden gidersem, içimde ukde olur!.. Ama şimdi daha tükürmüyorum. Belki ihtida ederler, gerçek Müslüman olurlar, “fırak-ı dâlle” olmaktan kurtulurlar.

  “Ne olur, Allah aşkına, benim geleceğimi düşünün; bu okulları kapatın!” Diye Yabancılara Yalvaran Hâriciyeci

Biz ki mü’miniz; aldanırız, fakat aldatmayız!.. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: الْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيمٌ، وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌMü’min; aldanabilen, şeref-meâb, kerem-meâb bir insandır. Çizgisi belli olmayan, akı-karayı birbirine karıştıran fâcir kimseye gelince, onun işi-gücü ayak oyunudur!” Dolayısıyla, siz, karakterinizin gereği, mü’min olmanın gereği, belki aldanabilirsiniz ama asla aldatmazsınız. Aldandınız kılcallara sızmış hâinlere; Anadolu insanı düşmanlarına aldandınız. Bundan sonra da aldanabilirsiniz. Onlar, kalktı size karşı “Aldandık!” filan dediler. Otuz senedir, takdirle yâd ettiler; otuz senedir dünya da takdirle yâd ediyor. Onların para dökerek, kafa çalmaya, insan peylemeye çalışmalarına rağmen, hâlâ sadece bir yerde, bir okulu kapatmaya muvaffak olabildiler. O da yer değiştirme; kapatma değil, yer değiştirme sadece. Okulu bir yerden aldı, başka bir yere koydular, o kadar. Otuz senedir sizinle el ele, omuz omuza, diz dize, topuk topuğa namaz kılıyor gibi beraber bulunanlar, ricâl-i devletin de çocuklarını koyduğu o okulların kapatılması için, bütün güçlerini o istikamette seferber ettiler.

Evet, hâriciye elemanlarını da seferber ettiler. Geçenlerde biri anlatıyordu: Önemli bir yerdeki zavallı bir hâriciyeci, “Vazifemden olurum!” diye, “paralel diye içeri atarlar” korkusuyla, bulunduğu ülkenin hâriciye vekilinin önünde dize geliyor; “Ne olur, Allah aşkına, benim geleceğimi düşünün; bu okulları kapatın!” falan, diye yalvarıyor. Oradaki adam da, “Bu iş bize ait, siz burnunuzu her şeye sokmayın!” diyor. Evet, burunlarını her şeye sokan insanlar, burunlarından birer tenkir yumruğu yiyerek geriye döndüler. Bundan sonra da aynı şey olacaktır. Balkanlar’a dünya kadar para döktüler; medâris şeklinde vazife yapan okulları kapatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Allah (celle celâluhu) avene-i şeytana, bugüne kadar fırsat vermedi; bundan sonra da fırsat vermesin!.. Hizmet-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinde devam ettirsin!.. Ehl-i Sünnet çizgisinde hareket eden insanlara, “fırâk-ı dâlle!” diyen kimselere de Allah (celle celâluhu) hidayet eylesin!..

  Kime “terörist!” diyor bunlar?!. Bu Cemaat, terörist olamaz. Ona “terörist!” diyenlerin kendileri birer teröristtir!..

Heyhat, mü’minlere, hayatında karıncaya basmamış insanlara “terörist” diyorlar. Arkadaşlarımı da kendim gibi biliyorum. Bakın bugün yine bir şey yaşadım. Arıya ağladığımı size söylemiştim, değil mi? Bir karınca… Sırt üstü düşmüş, hayatı için nâmüsait, bulunmaması gerekli olan bir yerde, derlenip toparlanamıyor. Dışarıya çıkarıp güneşle buluşturduğumda hareket etti. Size yemin ederim, babamın kabirden çıkıp geriye dönmesi gibi sevindim. Çırpınan bir kelebek… Çırpınıyor, bir türlü kalkamıyor. Önce bulmakta bir hayli zorlandım. Dakikalarca yakalamak için uğraştım. Sonra elime aldım, dışarıya çıkardım, Güneş ile buluşturdum. Uçtuğunu görünce, birden bire adeta bir Kurban bayramı, bir Ramazan bayramı yaşadım, yemin ederim size. Ve en son, bugün; bir hayvancık… Sırt üstü düşmüş; “Acaba siyah çorabımdan düşmüş bir iplik mi?” dedim. Canlıysa eziyet etmekten korkarak, elimi uzattım. Sıktığım zaman “incitebilirim” diye, bir hayli baktım. Baktım çok hafif kıpırdanıyor; anladım ki karıncaya benzer, o türden bir canlı; belki bir termit. Burada termit oluyor mu, bilmiyorum. Nasıl yakalasam?!. “Farkına varmadan çok sıkarsam, canı çıkar zavallının!” diye düşündüm. Fakat sonra böyle tırnaklarımın ucuyla yakaladım bir yerinden. Çıkardım, kapıya koydum; tahtaların üzerine koyunca, hemen tahtaların birinin arasına sızdı. Size yemin ederim, annemin mezardan çıkıp gelmesi gibi sevindim.

Bu insanlar kime “terörist” diyorlar?!. Ben şu kaldırımlarda yürürken, belki yüz defa, belki birkaç yüz defa “Amanın, burada karınca olabilir, dikkatli basın!” demişimdir. Çevreme bakmadan yürüdüm hep, yanlışlıkla önümdeki bir canlıyı ezerim diye. Yılanın belini kıran bir arkadaşımla bir ay konuşmadığımın burada şahitleri vardır. Kampta benim çadırımın etrafında dolaşan bir yılanın belini -biraz da gösteri yapmak için- kırdığından dolayı, bir ay konuşmadım onunla.

Kime “terörist!” diyor bu insanlar?!. O cemaat, terörist olamaz. Ona “terörist!” diyenler, kendileri teröristtir; çünkü onlar, sızmışlardır. Başka yerden emir ile gelmişlerdir. Ama bütün bunlar, bir gün er-geç ortaya çıkacak. Bugünün utanmazları, o gün âsâ gibi iki büklüm olacaklar. Sizin yüzünüze bakamayacak hale gelecekler. O zift cerâidinde olanlar da, o türden cerâidle sizin aleyhinize atıp tutanlar da, sizi karalamak için boyacılarda siyah boya bırakmayanlar da, hepsi, ettiklerinin kat katıyla, Allah tarafından cezalandırılacaklar. إِنَّ اللهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَŞüphesiz Allah, hiç kimseye zulmetmez; fakat insanlar, kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 10/44)

“Zâlimlere dedirtir bir gün kudret-i Mevlâ / “Tallahi lekad âsereke’llahu aleynâ!” Ziya Paşa son kısmı Kur’an’dan iktibasla söylüyor. Seyyidina Hazreti Yusuf’un, daha sonra da Mekke’nin fethinde Efendimiz’in beyan buyurdukları âyet ilave edilmiş bir mısra: Zâlimlere dedirtir bir gün kudret-i Mevlâ / “Tallahi lekad âsereke’llahu aleynâ!” قَالُوا تَاللهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللهُ عَلَيْنَا وَإِنْ كُنَّا لَخَاطِئِينَ “Dediler ki: Allah’a yemin olsun ki, kasem olsun ki, Allah, sizi, bize üstün kılmıştı ama gelin görün ki, hased, çekememezlik, hazımsızlık, yapamadığımız şeyin bin katını yapmanız, bizi bu türlü taşkınlığa, dalalete, tuğyana, aşırılığa sevk etti!” (Yusuf, 12/91)

Yine de her şeye rağmen biz şöyle dua edelim:

اَللَّهُمَّ اهْدِهِمْ الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ آمِينَ

Allahım, onları da “sırat-ı müstakîm”e hidayet buyur; kendilerine nimet lütfettiklerinin yoluna; üzerlerine gazap hak olmuş bulunanların ve dalâlette olanlarınkine değil. Âmin…

496. Nağme: “Siz Kıvamınıza Ve Yürümenize Bakın!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları ifade etti:

Temsil dili ve hâl şivesi, Firdevsî’nin destansı beyanlarından daha beliğdir!..

*Temsilde öyle bir güç vardır ki, Firdevsî’nin beyanıyla kitaplar yazsanız ve o büyüleyici ifadelerle insanlara sunsanız, hâl ile ortaya konan temsilin bir damlacığı kadar tesir etmez. Şayet bugün dünyanın değişik yerlerinde sizin değerlerinize karşı saygı duyuluyor ve soluklarınız adeta oksijen gibi yudumlanıyorsa, bu belli ölçüde hâl ve temsile bağlıdır.

*Hâlde ve temsilde kaybeden kimseler, o boşluğu demagojilerle, diyalektiklerle, yalanlarla, iftiralarla ve nefsi tezkiye etmelerle doldurmaya çalışırlar. Fakat yalanla hakikatin boşluğunu doldurmak mümkün değildir. Binlerce yalan, tırnak ucu kadar bir hakikatin boşluğunu dolduramaz.

*İslamiyet muameleden ve hâlden ibarettir. Hâlde kaybedenler, ne kadar büyük iddialarla ortaya atılırlarsa atılsınlar, kendi kendilerini aldatıyorlar demektir.

*Biz her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz;

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik (hasene) ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.. ve bizi cehennem ateşinden koru!..” (Bakara, 2/201) deriz. Şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi ve hakkaniyetine emare sayarız.

Rica ederim, “Bu musibet, benim günahlarımdan dolayı oldu!” diyen kaç insan gösterebilirsiniz?

*Her problem akabinde başkalarını suçlar, kabahatleri ona-buna yükler durursak, vazifemizin dışında işlere girişmiş olur ve dağınıklıktan bir türlü kurtulamayız. Bu açıdan da bize düşen vazife, her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105) Evet, bu âyetin mânâsı, “Başkalarına hiç karışmayın, siz sadece kendinize bakın!” demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını gidermeye çalışırken, yanlışlıklarını görüp konuşurken insanın kendisini unutmaması, şahsî muhasebeyi asla ihmal etmemesi ve önce nefsinin kusurlarını düzeltmeye çalışmasıdır.

*Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. “Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah’la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..” diyerek, musibeti, iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü’mince bir tavırdır. Hani Türkiye’de bir sürü -el âlem “tabiî âfet” diyor- “ilâhî âfet” meydana geliyor. Rica ederim “Bu, günahlarımdan dolayı oluyor!..” diyen kaç tane insan gösterebilirsiniz?!. Oysa herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı sorumlulukları vardır. İnsanların kimisi aile, kimisi mahalle, kimisi nahiye, kimisi şehir, kimisi de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Her dairenin problemi öncelikle onun sorumlusuyla ilgilidir; bir ülkenin maruz kaldığı musibetler de bir yönüyle o ülke için söz sahibi olan insanlar yüzündendir.

“Allahım, ümmet-i Muhammedi (s.a.v.) benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki: “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım, ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etmişti. Yağmur duasına çıkmasını istemişlerdi. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle!..” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabe diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

*İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

*Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30) denilmektedir.

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) mescidde hançerlenince alıp evine götürdüler. Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Hazreti Ömer, “Oğlum! Git, Hazreti Âişe’ye benden selâm söyle. Fakat sakın, ‘Emirü’l-Mü’minînin selâmı var.’ deme. Zira şu anda ben Mü’minlerin Emiri değilim. ‘Ömer senden, iki arkadaşının (Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ebû Bekir) yanına defnedilmek için müsaade istiyor.’ de.” Abdullah İbn Ömer, babasının emrini yerine getirmiş, Hazreti Âişe’nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuştu. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hazreti Âişe Validemiz, “Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” deyivermişti. Oğlu bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Hazreti Ömer çok rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: “Vallahi, işte benim arzum buydu!”

Bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir.

*Urve Hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli -bir rivayette- “Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/48) -diğer rivayette- “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Hafizanallah, bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir. Kendi kusurlarını görmeyen zavallı kusur-zâde birilerine kalkar “paralel” der, birilerine kalkar “terör örgütü” der; müdde-i umumi (savcı) gibi elin âlemin kusurlarını araştırır: “On sene evvel ne demişti, ne söylemişti? Bu sözden ne çıkar? Hele bir kitaplarını karıştırın, bakalım elini-kolunu bağlayacak bir şey bulabilir miyiz?” İşte, insan kendine bakmayınca ve kendi kusurlarını görmeyince, şeytan onu bu türlü densizliklere sürükler; farkına varmadan o da kendini densizliğin çağlayanına salınca, bir daha da geriye dönmeye fırsat bulamaz.

*Allah’a mülâki olma ve O’nu hoşnut etme yolunda “Hel min mezid – Daha yok mu?” âbidesi olmaya bakmalısınız. Şayet iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak adına “Hel min mezid – Daha yok mu?” kahramanı olmazsanız, siz hiç farkına varmadan, şeytanın dürtüleriyle bir dünya hel min mezid zavallısı haline gelirsiniz. O zaman dünya hesabına “Daha yok mu?” der durursunuz: Bir filo daha, bir yalı daha, bir yat daha, bir araziyi kapama daha, biriyle bir irtikâba, irtişâya, ihtilâsa girme daha, mutlaka bir şeyler kotarma, koparma, elde etme daha… Kıbleni tayin edememişsen, ne tarafa yöneleceğini bulamamışsan, neyin arkasından koşacağını bilememişsen, bütün hayat boyu beyhude koşmuş olursun.

Yeni yetmelerin tahribatı ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar korkunç bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Allah’a şükürler olsun, Hakk’a adanmış ruhlar, rıza yolunun “Hel min mezid” abideleri oldular. Cenâb-ı Allah da onları te’yid buyurdu ve dünyanın hemen her yanında bir mum tutuşturmaya muvaffak kıldı. Milletimizin ekseriyeti ve onu idare edenlerin çoğu da yapılan hizmetleri hep desteklediler. Gittiği her yerde devlet başkanlarına “Ben bu arkadaşlara kefilim.” diyen Turgut Özal başta olmak üzere, belki elli yere referans mektupları yazan Süleyman Demirel ve Türkçe’nin Amerika’da bile öğretiliyor olmasının sevincini yaşayıp alakasını hiç eksik etmeyen Bülent Ecevit gibi rical-i devlet, meseleye sahip çıktılar. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran olarak yâd etmeliyim.

*Bunlara rağmen, yeni yetme bazı kimseler arkadan geldiler, milletimizin tarihinde çok farklı formatta ortaya konan böyle mükemmel bir açılımı yıkmak için adeta savaş ilan ettiler. Adeta savaş ilan ettiler ve her tarafta “Aman bu okulları kapatın, buralarda hainler yetişiyor!” dediler. Sanki yirmi senedir nabız tutan, kalb dinleyen dünya insanları ahmak!.. Sanki Amerikalılar ahmak, İngilizler ahmak, Almanlar ahmak, Afrikalılar ahmak; bütün devlet başkanları ahmak!.. Sanki sadece üç-beş tane yeni yetmenin aklı eriyor da “Sakın bunlara fırsat vermeyin; aman vermeyin ve bunların hakkından gelin!” dediler. Hâlbuki bu korkunç tahribat ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Kudsî bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” 

*Hadis-i şerifte işaret edilen o lütuflarla serfiraz olmak istiyorsanız, günlük dedikodulardan uzak kalarak kendi kıvamınıza ve yolunuzda yürümenize odaklanmalısınız. Mevcut sıkıntılarda alternatif yollar oluşturarak, istemeyenlere rağmen, nerede, nasıl ve hangi yolla yürümek gerektiği üzerinde yoğunlaşmalısınız. Nam-ı celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmadığı ve Anadolu insanının bin senelik kültür değerlerini götürmediğiniz bir yer bırakmamaya bakmalısınız. Dünya kardeşliği adına gittiğiniz her yere tohumlar saçmalısınız. Yeryüzünün dört bir yanında açtığınız okullar başağa yürüdüğü ve ser çekip ağaçlar halinde salınmaya durduğu gibi, bir gün geriye dönüp bakacaksınız ki bugün ektiğiniz tohumlar da başağa yürümüş, Söğüt’teki söğüt gibi ser çekmiş, dal budak salmış, bütün cihanı gölgesi altına almış ve herkese huzur, sulh u salah solukluyor…

Yüce Hedefe Kilitli Ruhlar

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (biri hafta içinde, diğeri cumartesi günü yaptığı iki hasbihalden müteşekkil) Bamteli’nde özetle şunları söylüyor:

Dar zihinli, kara bakışlı insanlar ufkunuzu karartmasın; dünya, aydınlığı sizin yolunuzda arıyor!..

*Müslümanlar olarak, yitirdiğimiz değerlerin yerlerini başka şeylerle doldurmaya kalktığımızdan dolayı çelişkilerden kurtulamamışız. Bir taraftan ilâhî nizamlar mecmuasını başta oryantalistler olmak üzere insanlara çirkin göstermişiz. Diğer taraftan arkadan gelen teröristler de Müslümanlığın dırahşan çehresini bütün bütün karartmışlar, karartıyorlar.

*Cenâb-ı Hak sizlere dünyanın değişik yerlerine açılma ve meselelerin doğrusunu gösterme fırsatı verdi. Beraber oturur kalkarsanız, evinize çağırırsanız, evlerine çağrılma zemini hazırlarsanız ve elinizin altındaki çocukları iyi birer çırak olarak çıkarırsanız, yüksek hakikatleri insanlara duyurabilir ve evrensel değerler etrafında bir hâle teşkil edebilirsiniz.

*Bunları ezbere bir kısım hülyalar ve kuruntular gibi görenler olabilir. Ama şu Türkçe Olimpiyatları’nda siyahın beyazla, beyazın siyahla nasıl sarmaş dolaş olduğunu hepiniz gördünüz. Bu bir araya getiricilik adeta evrensel bir mesele halini aldı ve dünya çapında bir ümit uyardı. O güzergâhta yürüyen ve o işe kendini vakfeden adanmış ruhlar, belli ölçüde -şimdilik belki dar bir dairede- dünya için ümit kaynağı oldu.

*Bu açıdan lokal olarak bazı kimselerin -bağışlayın- salya atmaları, diş göstermeleri, farklı ad ve unvanlarla takbihe, tahkire kalkmaları sizi müteessir etmesin. Dar bir alanda, dar zihinli bazı kimseler, bakışlarındaki siyah görmeye bağlı olarak sizi kara görseler ve göstermeye çalışsalar bile bütün dünya, aydınlığı sizin etrafınızda arıyor. Onca ifsâdâta rağmen dünyada devrilen insan sayısı o kadar az oldu ki!.. Allah’ın lütuf ve inayetiyle, şimdiye kadar çok büyük insanların etrafında hâleler oluşturan kimseler içinde olduğu kadar dökülme olmadı. Zayıf bir kısım karakterler, alınıp satılabilecek mahlûklar; bir villaya, iki villaya, üç villaya veya bir mandaya, iki mandaya satılabilecek kimseler ise her zaman çıkagelmiştir.

*Kendi ülkenizde bir kısım kimseler hasetlerinden, kıskançlıklarından ve yapamadıkları şeyleri siz yaptığınızdan, pek çok yerde Nam-ı Celîl-i İlâhî’nin duyulmasına ve Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açmasına vesile olduğunuzdan dolayı hazımsızlık gösterdiler. Allah’ın inayetiyle ortaya koyduğunuz hizmetler onların yapamadıkları şeylerdi; hazmedemediler!.. Bir de kendilerine iğnenin ucuyla az dokunulunca, mesavîleri biraz deşilince, mesavî irinlerine bir çuvaldız batırılınca, irinleri dışarıya akınca kendi irinlerine kendi mideleri bozuldu. Dolayısıyla da istifra etmeye ve etrafı da istifra ile kirletmeye başladılar. Fakat zannediyorum, bu halleriyle onlar kamuoyunda kendilerini gülünç duruma düşürdüler.

Bizim için Cennet isteği bile tâlî bir taleptir; çünkü pek âlî bir talebe bağlanmışız!..

*Hâlbuki Hizmet erleri, dünyevî hiçbir talebin arkasında olmayan, adanmışlık ruhuyla hareket eden, güzel amelleri Cennet’i elde etmeye bile bağlamayan ve onu bile hedefine almayan insanlardır. Onlar Cennet’i sadece Allah’ın lütfu, keremi ve fazlı olarak ister; onu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe-i Kirâm’ın (radiyallahu anhüm ecmaîn) şefaatlerine bağlayarak talep ederler.

*Evet, Cennet isteği dahi tâlî bir taleptir bizim için. Bizim tâlî talep yerine âlî bir talebimiz vardır: “Allahım Senden sadece amelde ihlas istiyoruz; yaptığımız şeylerde Senin rızanı hedefliyoruz; Senin ve Rasûlü’nün iştiyakını arzu ediyoruz. Zaman geçip durdukça, ebedlere kadar, her halimizde ve her şe’nimizde bu mülahaza ile oturup kalkmayı bize müyesser kılmanı diliyoruz!”

*Böyle ulvî bir gayeye dilbeste olmuş, onu hedeflemiş, bütün kabiliyet, istidat, muhakeme ve mantık gezi gözü arpacığıyla böyle kutsal bir hedefe yönelmiş birisi, sağa sola, tavşana tilkiye kurşun sıkmaz. Onun hedeflediği şey çok yücedir. Onun berisinde başka şeylere gözü gönlü kayarsa, birkaç adım insanlıktan geriye gitmiş olur.

*İnsan mükerrem bir varlıktır. Bu mükerremiyeti Hazreti Ekremü’l-Ekremîn’in, Ahsenü’l-Hâlikîn’in, Erhamu’r-Rahimîn’in yolunda değerlendirdiği zaman, tam hedefine yönelmiş, “gez göz arpacık” deyip atışını isabetli yapmış olur. Yoksa hafizanallah çok basit şeylere peylenmiş olur.

Ülkemizi parçalamak isteyenleri Allah’a havale ediyoruz!..

*Topkapı Sarayı bizim göz ağrımız; berikilere gelince, karın ağrımız. Ona aşk u iştiyakla bakarız. Koridorlarında dolaşırken, harem dairesinde dolaşırken, sultanların yatıp kalktığı yerlerde dolaşırken, Kur’an’ın okunduğu yerde gezerken, emanet-i mukaddesenin teşhir edildiği yerde dolaşırken devr-i Risaletpenâhîde dolaşıyor gibi oluruz. Şurasına burasına tonlarca altın sürmek suretiyle altınla yaldızlanmış saraylar hiçbir şey ifade etmiyor. Etseydi, o koca, devletler muvazenesinde muvazene unsuru Devlet-i Aliyye tarumar olmazdı. Onlar bizi tarumara götürdü.

*Dilerim şimdikiler de gönüllerini o türlü densiz şeylere kaptırarak Anadolu’da bir avuç Anadolu insanını -İttihatçılar’ın Devlet-i Aliyye’yi maceraya kurban ettikleri gibi- bir maceraya kurban etmezler. Parçalanma gırtlağımızda oldu, canlarımız gırtlaklarımıza geldi; dahasına tahammülümüz yok!.. Ülkeyi parçalamak isteyenleri Allah’a havale ediyoruz!..

*Müslümanlığın doğru yaşandığı, şekil ve suretin tâlî derecede ele alındığı bir dönemde, insanlar daha duyarlı ve daha hassastılar; zamanlarını çok iyi değerlendiriyorlardı. Onlar aynı zamanda birer ibadet aşığıydı. Selef-i salihîn arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar kendini ibadet ü tâate veren ne kadar insan vardır!..

İlimdeki Derinlikle Beraber İbadet Aşk u Heyecanı

*Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr tefsîr ve hadîs âlimi Şu’be bin Haccâc bin el-Verd o ibadet âşıklarından biriydi. Kütüb-i Sitte’de yüzlerce rivayeti bulunan Hazreti Şu’be, Basra’da sistemli hadis tasnifini ve ricâl tenkidine dair bilgi toplayıp değerlendirme faaliyetini başlatmıştı. Kendinden sonra gelen, hadis metin ve senet nakkâdı olan büyük âlimlerin kullanacağı sistemi o kurmuştu. Şayet Batı’da o düşünce ve o seviyede bir insan bulunsaydı, büyük filozof olarak kabul edilirdi. İlim, duygu ve düşünce itibariyle o kadar derindi; diğer taraftan ibadet ü tâatte de o ölçüde engindi. Hadisle iştigal etmediği vakitlerde sürekli namaz kılardı.

*Hazreti Şu’be bin Haccâc’ın rivayet ettiği binlerce hadis ve yetiştirdiği binlerce talebe var. O insanlar nasıl bir bast-ı zaman yaşıyorlar anlamak mümkün değil. Adeta onlar için dakika saat oluyor, saat günler oluyor, günler de haftalar oluyor. Bast-ı zaman hakikati sofilerce çok malum bir hakikattir. Bize gelince, biz bir kabz-ı zaman yaşıyoruz. Yirmi dört saati 24 saat kadar bile değerlendiremiyoruz. Yirmi dört saati 24 gün gibi değerlendirmişler adamlar ve mübarek bir miras bırakmışlar arkadan gelenlere. Her şeyi hazırlamışlar, paketlemişler; zümrüt, zebercet ve yakutla süslü ambalajlarla ambalajlamışlar. Tepkiye, reaksiyona sebebiyet vermeyecek şekilde arkadan gelen nesillere bırakmışlar; “Alın bunu, biraz daha öteye götürün; biz bir yere kadar getirdik, öteye siz götürün.” demişler.

*Bir örnek olması için Şu’be bin Haccac’ı söyledim. Bu konuda yüzlerce binlerce misal göstermek mümkündür. İbadet ve ubudiyette fani olmuş kulların başında da Ashab-ı Kiram gelir. Onlardan da bir örnek vermek istiyorum ama önce hadiseyi nakleden Urve bin Zübeyr’den (radıyallahu anh) bahsedeyim.

Kesilen Bacağına “Allah’a yemin ederim ki seninle hiç harama yürümedim!” Diyebilen Kahraman

*Büyük sahabi Hazreti Zübeyr’in oğlu olan Urve’nin annesi, mü’minlerin anası Hazreti Aişe validemizin kız kardeşi, yani Hazreti Ebu Bekir’in diğer kızı Esma’dır. Gerek baba, gerekse ana tarafından iman abidesi bir ailenin çocuğu olan Hazreti Urve, teyzesi Hazreti Aişe validemizin terbiyesiyle büyümüştür.

*Urve b. Zübeyr, oğlu Muhammed ile beraber Velid b. Abdilmelik’i ziyaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Oğlu Muhammed atların bulunduğu tarlaya girmiş, bir atın tekme vurmasıyla orada vefât etmişti. Az bir zaman sonra İmam’ın ayağında bir yara çıkmış, Velid’in doktorları ayağın kangren olduğunu, bunun ancak kesilmekle tedavi olabileceğini, yoksa bütün vücudu kaybetme ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdi. İmam ayağının kesilmesini kabul edince, doktorlar ameliyat için devrin şartlarına göre narkoz mahiyetinde içki içirmek istemişlerdi. Fakat İmam, “Allah Teâlâ haramda şifa kılmamıştır” diyerek içki içmeyi kabul etmemişti. Daha sonra hissi iptal eden bir çeşit narkoz ilacı içirmek istemişler, aklının izale edilmesini katiyyen uygun görmemişti. Doktorlara “Siz böylece vazifenizi yapınız!” diyerek hazır olduğunu bildirmişti. Doktorlar kendisini bağlamak isteyince, “Herhangi bir harekette bulunmayacağım, endişe etmeyiniz.” deyip başlayın işareti yapmıştı. Doktorlar, kemiği testere ile kesmeye başlayınca İmam’ın Allah’ı zikre daldığını görmüşlerdi. Buna taaccüp eden doktorlar, kestikleri ayağı, kızgın yağa daldırıp yaktıkları zaman İmam’a küçük bir baygınlık gelmiş, uyanır uyanmaz yüzünün terini silerek şu mealdeki âyeti okumuştu: “… Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.” (Kehf, 18/62). Kesilen ayağı kendisine gösterilince de şu sözü söylemişti: “Beni senin üzerinde yürüten Zât’a yemin ederim ki, seninle hiç harama yürümedim.”

*Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!”

“Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?”

*İşte bu büyük insan, Urve hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lutfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Günah, Hazreti Aişe validemizin rüyasına bile girmemiştir. Bir kadın olduğunu hissettiği an İnsanların En Şirini’yle yüz yüze gelmiştir. Vahy-i semavî sağanağı altında ömrünü geçirmiştir. Hicreti müteakip Efendimiz’le (aleyhissalatü vesselam) on sene beraber kalmıştır. Sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet edenlerden olmuş; hususiyle kadınlık âlemine ait, aşağı yukarı beş bin kadar hadis rivayet etmiştir. Din-i İslam adına yaptığı budur, fakat annemiz, bunları hiç kıymetli görmemiş; kulluğunu çok yetersiz bulmuş ve hep haşyetle gözyaşı dökmüştür.

*Hazreti Âişe Validemiz, yine bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: “(Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.”

“Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!”

*Allah rızası unvanlı yüce hedefe kilitli o büyük insanlar ibadet, ubudiyet ve hatta ubûdette fani olmuşlardı; Allah kapısının azat kabul etmez bendeleri gibi oturup kalkıp her zaman Hakk’ı hecelemiş, hep Hak’la gecelemişlerdi; fakat yapıp ettiklerini asla yeterli görmemişlerdi.

*Hadis ilminin büyük imamlarından, A’meş lakabıyla meşhur Süleyman b. Mihran (rahimehullah) hazretleri tabiîn tabakasının mümtaz simalarındandı. Misafirperverlik gibi güzel hasletlerde numune-i imtisal, fıkhî meseleleri çözmede müşkilküşâ bir fakih ve Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) lâl ü güher sözlerini sonraki nesillere ulaştıran en güvenilir ravilerden biriydi. Hayatı bütünüyle amel-i salihle geçen, aynı zamanda hiçbir tûl-i emeli de olmayan A’meş hazretleri, bütün faziletleriyle beraber, kendisini bir hiç olarak görürdü. Vefatına yakın hastalanmıştı. Yanındakiler “Bir doktor çağıralım” deyince “Yahu ne tabibi! Benim için değmez. Beni bana bıraksalar kendimi bir ateşten korun içine bırakıverirdim; elimde olsaydı kendimi şuradaki mezbeleliğe atıverirdim. Siz de öyle yapın. Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!” demişti.

*Bir A’meş hazretlerinin bu hissiyatını, bir de “Acaba benim cenazeme de çok iştirak olur mu?” diyen günümüzün bencil, egoist, egosantrist, narsist insanlarını düşünün!.. Öncekiler, göz açıp kapayıncaya kadar günaha girmemişler ve dinin temel disiplinlerini bizlere intikal ettirme mevzuunda sürekli beyinlerini zonklatmış, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, öz beyinlerini burunlarından kusmuşlar. Fakat kendilerine de işte öyle bakmışlar.

“Günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.”

*Bir de Esved b. Yezîd en-Nehaî var ki, aşk derecesinde gönlümün onunla irtibatı olduğu kanaatini taşıyorum. Alkame, İbrahim ve Esved, Nehaî ailesinin abide şahsiyetleri. İmam Rabbani hazretlerinin, “Hakikat-i Ahmediye’yi (aleyhissalatu vesselam) arızasız temsil eden Ebu Hanife’dir” dediği İmam-ı Azam bu Nehaî ekolünde, medresesinde, mektebinde yetişmiş.

*Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” demiş.

*İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalı. İmam Şafii’nin dediği gibi demeli:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي     جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ       بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

*İşte bir reca nefesi daha:“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle çok az bir şeydir; deryada damla bile değil.)

Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!..

*Müslümanlık adına öyle bir fakr u zaruret yaşıyoruz ki hiç sormayın! Müslümanlık açısından dilencilerden daha fazla dilenciyiz. Maalesef böyle bir ortamda neşet ettik! Buna rağmen Allah’ın verdiğine hamd u sena olsun! Binlerce hamd u sena olsun ki küfür gayyasına yuvarlanmadık, rüşvet almadık, haram yemedik, saraylara dilbeste olmadık; evlatlarımızı, eşlerimizi, çoluk çocuklarımızı, torunlarımızı kayırma ve yakınlarımızı kollama sevdasına düşmedik!..

*Hazreti Esved, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvetle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor.

*Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım.

*Bir kudsî hadiste “İki korkuyu cem etmem, iki emniyeti de birden vermem” buyuruyor Allah (celle celalühu). Korkusunu dünyada yaşamış, burada o hissesini kullanmış insanlar, öbür tarafta öyle bir şeye maruz kalmazlar. Burada sere serpe, hep emniyet ve güven içinde yaşayan, “Şu villa senin, bu villa benim; şu saray senin, bu saray benim!” deyip ömrünü hep bohemce zevk u safada geçiren insanlar, korkuyu ötede duyarlar.

“Keşke falanı dost, rehber, serkar edinmeseydim!” deyip inleyecekler!..

*Korkuyu ötede yaşayacak olan insanlar “keşke”lerle inleyecekler. İnleyecek, parmaklarını ısıracak ve şöyle diyecekler: “Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı.” (Furkan, 25/27-29)

*Evet böyle feryat edecekler: “Keşke falanların arkasına düşmeseydik, filanları desteklemeseydik, falanların yalanlarına, iftiralarına inanmasaydık; hiç olmazsa medenice, entelektüelce başkaldırsaydık, ‘Yeter artık!’ deseydik, nankörlük yapmasaydık…” Böyle diyecekler ama bu yakarışları bir fayda vermeyecek.

*Ne acıdır ötede böyle bir nedamete düşmek: “Beni yoldan çıkardılar: Villalar verdiler, insanlığımı satın aldılar. Paralar verdiler, ahsen-i takvime mazhariyetimi satın aldılar, Allah’la münasebetimi satın aldılar, Efendimiz’le münasebetimi satın aldılar. Yalanlarla beni kandırdılar, vadettikleri şeylerle başımı döndürdüler, bakışımı bulandırdılar da doğru yolu bıraktım ve ben de onların arkasına düştüm; yanlışlarında bile onları alkışladım, baştacı ve serkar yaptım, arkalarından gittim; gittim ama kendime ettim!..” Böyle inleyecekler ama oradaki pişmanlık hiç fayda vermeyecek.

İmtihan Dünyası

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konular üzerinde duruyor:

“Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”

*İnsan her zaman imtihanda olduğunu hiç hatırdan çıkarmamalı. O, imtihanda ya ikrama mazhar edilir veya orada hor ve hakir olur. “Bu dünya bir dar-ı imtihandır!” deniyor. Ayrı bir ifadeyle, bu dünya dar-ı hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. Biz ücret ve mükâfatımızı almışız: Var olmuşuz, insan olmuşuz, Müslüman olmuşuz, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ümmet olmuşuz, Kur’an’la tanışmışız, onun adesesiyle kâinata bakmışız, inananlar için Cennet vaadiyle şereflendirilmişiz, su-i akıbetten inzar edilmişiz…

*“Meşru dairedeki zevkler ve lezzetler keyfe kâfidir.” der Üstad Hazretleri. Meşru daire ile iktifa eder, gayr-ı meşru daireye karşı bütün kapılarınızı, pencerelerinizi kapatırsınız. Fakat her şeye rağmen, unutmamak lazım ki, yürekten Allah’a inanıyorsanız, yürekten Allah’a inananlarınki gibi sizin imtihanlarınız da eksik olmayacaktır. Belki de imanınızın derecesine, Allah’la münasebetinizin enginliğine, mefkûreye gönül vermenize ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden inkıyad etmenize göre çok ağır imtihanlara tabi tutulacaksınız.

Belanın En Çetini Peygamberlere, Sonra Velilere, Nihayet Derecesine Göre Mü’minlere Gelir!..

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususiyetlerine rağmen sürekli preslenmiş ise, arkasındaki insanlar da preslenebileceklerini hesaba katmalılar. Bu açıdan, maruz kalınan musibetler karşısında sarsılmamalı; -haşa ve kella- içten küskünlüklerle Allah’ın kazasına karşı rızasızlıkla mukabelede bulunmamalı!.. Rızasızlığın rüyasını bile görmemeli; ima yoluyla ya da kelam-ı nefsî ile dahi onu konuşmamalı!..

*Herkes belli ölçüde çekecektir; en büyükler en ağırına maruz kalacaklardır. Bu zaviyeden de eğer herkes inancının seviyesine göre imtihana tabi tutulacaksa, belanın en çetini, en zorlusu başta Enbiya-i izâma, sonra Hak dostlarına ve seviyesine göre diğer mü’minleredir. O zaman, dininden ve diyanetinden ötürü dünyada bir tokat yemeyen insanlar kendi akıbetlerinden endişe etmeliler. Nedendir ki acaba şeytan ve şeytanın avenesi onlarla çok meşgul olmuyor?!.

*Nedendir ki acaba İnsanlığın İftihar Tablosu’na yeryüzünde yaşama hakkı verilmiyor? Nedendir ki Hazreti Ebubekir (radıyallahu anh) boy hedefi haline geliyor? Nedendir ki Hazreti Ömer efendimiz bir Persli münafık tarafından şehit ediliyor.. Hazreti Ali efendimiz bir münafık tarafından şehit ediliyor.. Hazreti Osman efendimiz şeytanın dürtüsüyle bir kısım gafil insanlar tarafından şehit ediliyor?!. Nedendir ki Hazreti Hasan efendimiz zehirleniyor, şehit ediliyor? Nedendir ki o dönemin Yezitleri tarafından Seyyidina Hazreti Hüseyin Kerbela’da şehit ediliyor? Nedendir?.. İmanlarının kuvvetinden, Allah’la olan irtibatlarından, bu dünyanın dar-ı imtihan olduğu hakikatini göstermelerinden…

Ahiret Endişesi ve Kuru Ekmeğini Zeytinyağına Bandırmakla Yetinen Devlet Başkanı

*Dünyada kendini hep emniyet içinde gören insanlar, ahiret emniyetini burada kullanıyorlar demektir. Niye bunu böyle dedin? Ben demiyorum; kudsî hadis diye rivayet edilen mübarek beyanda, Allah (celle celaluhu) şöyle buyuruyor:

لاَ أَجْمَعُ عَلَى عَبْدِي خَوْفَيْنِ وَ أَمْنَيْنِ

“Kuluma iki emniyeti birden vermem, iki korkuyu da birden vermem.” Burada emin, güven içinde, rahat, bir eli balda bir eli kaymakta, saraylarda, villalarda, yalılarda, yatlarda, tenezzühlerde, gezilerde, yazlıklarda, kışlıklarda ve “Gözün üstünde kaşın var!” dedirtmemede olanlar emniyeti dünyada yiyip bitiriyorlar demektir.

*Ömer b. Abdülaziz, çok defa şu âyeti okuyup kendinden geçerdi:

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

“Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla sefa sürdünüz.” (Ahkâf, 46/20) Siz dünya hayatında, bütün yaptığınız iyiliklerin karşılığını gördünüz, mükâfatınızı aldınız, sanki dünya için gelmiş gibi her şeyinizi dünyada yiyip bitirdiniz ve ahirete bir şey bırakmadınız.

*Ömer b. Abdülaziz, Hazreti Ebubekir efendimize çok benzer; zühdü, takvası, idari kabiliyeti ve adaletinden dolayı onu beşinci halife olarak sayarlar. Onun döneminde hazineler öyle dolup taşıyor ki, hazinedarlar gelip diyorlar: “Efendimiz, hazine çok fazla veriyor, yığıldı kaldı burada; ne yapacağız?” Diyor ki: “Bütün fukaraya dağıtın.” Dağıtıyorlar. “Dağıttık, insanların hepsi nisaba mâlik oldu, zekât verecek hale geldiler. Şimdi ne yapalım?” sorusuna karşılık Halife “Rüştünü idrak etmiş insanları evlendirin!” diyor. Devlet, böyle bir devlet; Emevî’de devletin zirveleştiği dönem. Servet öyle; bal da akıyor kaymak da. Fakat Hazret’i yakından tanıyanlar diyorlar ki: “Sabah kahvaltı ve öğlen yemek olduğunda tabağın içinde bir parça zeytinyağı ve bir de kuru ekmek; ekmeğini yağa batırıp ağzına götürüyor.” O büyük insan, “Ben ne yaparım, ‘Allah’ın size ihsan ettiği iyilik ve güzellikleri dünya hayatında yiyip bitirdiniz!’ denirse?” mülahazasıyla zühde bağlı yaşıyor.

Musibetler Karşısında Kaza ve Kadere Rızasızlık Hissinin Başına Balyoz İndirmeli!..

*Evet, dünya dar-ı imtihan ve hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. Şayet, duygunuz, düşünceniz, mefkûreniz, gaye-i hayaliniz ve kendinizi bağladığınız idealiniz itibarıyla bazılarınız dedikodu sıkıntısına maruz kalıyorsanız, bazılarınızın adı bazı şeylere karışıyorsa, bazılarınızın haklarında kırmızı bülten çıkarılıyorsa, gönül koymamanız ve darılmamanız lazım. Bu türlü şeylere maruz kalınca, her defasında

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” sözüyle içimize şöyle böyle gölgesi düşmüş rızasızlık hissinin başına bir balyoz indirmeli, kendi sesimizi kesmeli, iç dürtüleri bununla susturmalı ve iç konuşmaların ağzına fermuar vurmalıyız.

Haya Âbidesi Hazreti Meryem’in İffet İmtihanı

*Cenâb-ı Allah’ın, “İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona rûhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle alem için bir ibret yaptık.” (Enbiya, 21/91) diyerek yücelttiği Hazreti Meryem bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir. Öyle ki, temiz ve nezih bir atmosferde, iffetli ve şerefli bir şekilde yetişen Meryem validemiz, o paklardan pak mahiyetiyle adeta mücessem iffet haline gelmiştir. Hazreti Meryem, daha doğmadan ana-babası tarafından mâbedin hizmetine vakfedilmiş bir kutludur. Mâbede adanmış olması sebebiyle çocukluğunu ve gençliğini hep orada geçirmiştir. Zaman gelmiş o, lâhûtî âlemden gönderilen nimetlerle perverde edilmiştir. Bazı camilerimizin mihraplarının üstünde yazılı bulunan, “Zekeriya, onun yanına mâbede ne zaman girse, beraberinde yiyecekler bulurdu. ‘Meryem, bu yiyecekleri nereden buluyorsun!’ deyince de o, ‘Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.’ derdi.” (Âl-i İmrân, 3/37) âyeti, bu harikulâde hususların ifadesidir. İşte böylesi mânevî atmosferde günlerini geçiren ve lâhûtî âlemin maddî ve mânevî nimetleriyle perverde olan iffet ve namus âbidesi bir kadın, en hassas olduğu konuda bir imtihana tabi tutulur; birden sebepler üstü denecek şekilde hamile kalır.

*Bu ne müthiş imtihandır. Hazreti Meryem, kavmine bunu nasıl izah edecektir? Kavminden uzak bir yere çekilmeye karar verir. Aslında onu uzlete çeken şey, iffeti ve namusudur. Doğum sancıları onu kıvrandırmaya başladığı anda, Hazreti Meryem sevk-i ilâhî ile bir hurma ağacına yaslanır ve başına gelen şeyler karşısında derin derin düşüncelere dalar; dalar ve “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!” (Meryem, 19/23) der. “Keşke ölseydim.. unutulup gitseydim!” sözleri her şeyden önce onun iffet duygusunun ifadesidir.

*“Keşke bundan evvel ölseydim!” diyor anamız. Evet, öyle bir imtihan ki dağların başına konsa, zannediyorum dağlar toz duman olur. Eğer birine imtihandan azade olarak hem burayı Cennet gibi yaşama hem de öbür tarafta Cennet’e gitme meselesi söz konusu olsaydı, o mübarek validemize olurdu. Fakat gördüğünüz gibi Hazreti Mesih’e ana olmak için, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’la öbür tarafta bir araya gelmek için presleniyor, presleniyor, presleniyor!..

Hazreti Aişe Validemizin İmtihanı: İfk Hadisesi

*Efendimiz’in hane-i saadetlerinde Hazreti Aişe validemiz de büyük bir imtihana tabi tutulanlardandır. Mevlana Şibli’nin tahkikiyle on dört, on beş yaşlarındayken, idrake adımını attığı an Efendimiz’in hane-i saadetine de adımını atıyor. Gözünün içine haram girmiyor ve vahyin sağanak sağanak yağdığı bir hanede ömrünü geçiriyor. Annemiz, Müreysî vakasından dönülürken bir aralık ihtiyaç için ayrılınca kafileden geri kalıyor. Arkadan gelen bir sahabi onu getiriyor. Bu hadise münafıkların serrişte etmesi için yetip artıyor. Münafıkların başı Abdullah ibni Übeyy ibni Selûl, iftirayı yayıyor; zift medyası gibi propaganda yapmasını öyle biliyor ki, ona bir kısım mü’minler bile inanıyorlar; üç beş kişi de olsa o mevzuda kayan mü’minler de oluyor.

*Anamız, Hazreti Meryem gibi iffetli, gözlerinin içine, hayaline haram girmemiş. O iftira çok ağırına gidiyor, hatta yatağa düşüyor. Öyle bir imtihan ki, Allah (celle celaluhu) Nur Sûresi’ndeki ilgili ayeti hemen indirebilirdi ama -Tebük’e iştirak etmeyenlerin elli gün bekledikleri gibi- imtihan günlerce sürüyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da vahiy gelmeyince, meselenin gerçek yüzü kendisine Hak tarafından bildirilmeyince, kutsi bir hayret ve dehşet yaşıyor. Efendimiz -haşa- kendi keyfine söz söyleyemez ki; o zamanki hali de O’nun peygamberliğine delalet eder. O çekiyor, Hazreti Ebu Bekir çekiyor, anamız çekiyor. Bu dünya dar-ı imtihan ve hizmettir, dar-ı ücret ve mükâfat değildir. İmanına ve seviyesine göre herkes bazı şeylere maruz kalacaktır. O validemiz de maruz kalıyor. O validemizin başına gelen de -zannediyorum- toptan heyet-i umumiyemizin başına gelseydi, çil yavrusu gibi sağa sola savrulur giderdik.

Elmas ile Kömür Ruhluların Ayrılmaları İçin Çok İnce Eleklerden Geçiriliyorsunuz/Geçirileceksiniz!..

*Yolumuzun cilvesi bu!.. Şayet bu yolda yürüyorsanız, önceden olduğu gibi şimdi, şimdi olduğu gibi de gelecekte bazı şeylere maruz kalacaksınız. Hazreti Pîr’in dediği gibi, çok eleneceksiniz, ince eleklerden geçirileceksiniz; elmas ile kömürün birbirinden ayrılması için çok defa eleneceksiniz.

*“İnsan dininin gücü ölçüsünde imtihana tabi tutulur.” buyuruyor Efendimiz. İnsan, dininde kavi ise, imtihanı çok ağır olur. Zayıf, kenarından köşesinden meseleye sarılan, yeni yetme, Hazreti Pîr’in ve sizlerin bela ve musibetlere maruz kaldığı dönemde ekmeğe “pepe” diyen çocukların bunu anlamaları mümkün değildir. Onlar dünyayı zevk u sefa yeri olarak görecekler ve bütün zevk u sefalarını dünyada yaşayacaklar; ahiretlerini, Allah’la olan münasebetlerini karartacaklar. Allah ıslah eylesin, kalblerine iman ilkâ etsin ve bize de bu dünyanın dar-ı imtihan olduğunu ihsas buyursun (hissettirsin/duyursun). Bizi iman-ı kamil, amel-i salih, rıza-yı etemm ve ihlas-ı etemm ile serfiraz eylesin.

462. Nağme: Kârûn’un Değil Selef-i Sâlihînin Yolunu Seçin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dün ikindi namazından sonraki hasbihaline Nebe Sûresi’nin son ayetlerinin hatırlattıklarıyla başladı ve bir kere daha adanmış insanların hayatı nasıl değerlendirdiklerini misalleriyle anlattı. Hocamız, sözleri arasında şu cümlelere yer verdi:

*Kendileri için yaşamayan ideal insanlar, yaşamayı yaşatmaya çoktan kurban etmişlerdir.

*Rahat yaşama düşüncesini ayaklar altına almalı ve öbür tarafa giderken İnsanlığın İftihar Tablosu gibi gitmeli. Meselenin sözünü söylemek kolay.. “Biz iki hurma ve bir bardak suyla ömrünü geçiren Peygamberin ümmetiyiz!.” Kolay bunu söylemek!.. Fakat öyle yaşamaktır önemli olan.

*Hazreti Ebu Bekir gibi gitmek.. zannediyorum geride bir çardak bile bırakmadan ötelere yürümüştü.

*Bir davaya gönül vermiş insanlar, dünyevîliklere takılırlarsa -Allah korusun- gaye-i hayallerinde muvaffak olamayacakları gibi, gelecek nesiller tarafından da birer yâd-ı kabih olarak yâd edilirler. Hazreti Musa’nın yanındayken, gider kendilerini Firavun gayyasında bulurlar.

*Herhangi bir menfaate bağlı hizmet eden insanların şimdiye kadar kalıcı bir muvaffakiyet sergiledikleri görülmemiştir. Edip eyledikleriyle muvakkaten bazı şeyler ortaya koysalar bile, onlarla beraber, yaptıkları şeyler de hazana maruz kararsız ağaç yaprakları ya da saman çöpleri gibi savrulup sağa sola saçılmıştır.

*Yörünge dünya olunca ne dünya elde edilebilir ne de ukbâ. Belki bazı kimseler muvakkaten surî, hayvanî, cismanî, beşerî bir mutluluk yaşayabilirler fakat o mutluluğun akıbeti öyle bir hezimet, öyle bir ızdırap, öyle bir şenaat, öyle bir denaettir ki böylelerinin ne dünyada yeri vardır ne de ukbâda.

*İnsanlığın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken torunları Hasan ve Hüseyin efendilerimiz vardı ve onları hiç kimsenin sevemeyeceği şekilde seviyordu. Onları aynı zamanda vilayet (velayet) ağacının birer çekirdeği/fidesi olarak görüyordu. Bununla beraber, “Torunlarım için şunu istiyorum, bunu istiyorum!” demedi. Kendisinden maddi yardım talep eden kızcağızı Hazreti Fatıma annemize ahireti işaretledi ve öteye bağlı kalmasını öğütledi. Hazreti Aişe validemiz oldukça dar bir hücrecikte hayatını geçirdi. Çünkü Allah Râsulü, kendi yakınlarına hep dünyanın geçiciliğini ve ahiret yörüngeli yaşamak gerektiğini anlattı. Halbuki, isteseydi onları sultanlar, prensler gibi, VIP’e bağlı bir hayat içinde yaşatırdı.

*Bu öyle bir töreydi ki, her şey ayakta duracaksa onunla durabilirdi. Nitekim başta Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz olmak üzere Ashab-ı Kiram bu anlayış üzere yaşamışlardı. Onlar cihan çapındaki başarılarının karşılığında bir çardak bile istememişlerdi.

*Onlar, kadınıyla erkeğiyle hayatlarını böyle değerlendirmiş, ruhlarının ufkuna böyle yürümüşlerdi. Saray maray bilmiyorlardı, servet bilmiyorlardı. Altınlar, gümüşler, zebercetler, yakutlar şakır şakır akıyordu; fakat o, topluma, devlete, millete akıyordu.

*Hazreti Ali de böyleydi. Hiç kimse evladını tavsiye etmedi. Evladı adına, damadı adına kimseden bir şey istemedi. Kayırmadı yakınlarını.

*Yakınlara yardımda bulunmak, onları görüp gözetmek adam kayırmaktan ve kamu malını onlara kullandırmaktan çok farklı bir konudur. Kur’an-ı Kerim akrabaya iyiliği farklı ayetlerle anlatmaktadır. Bakarsınız, görürsünüz, muhtaç ve sürüm sürüm olmalarına, miskince yaşamalarına meydan vermezsiniz. Başta anne-babanıza, sonra diğer akrabalarınıza, sırasına göre, belki nenenize, dedenize, amcalarınıza, halalarınıza, teyzelerinize, dayılarınıza -Kur’an-ı Kerim’in sıralamasına göre- normal hayatlarını sürdürecek şekilde yardımcı olursunuz. Fakat bu onları, başkalarının haklarını alarak hususi mahiyette kayırma, kollama ve başkalarına tercih etme demek değildir. Bakım ve görümleri bir hukuk olarak sizin üzerinize terettüp ettiğinden dolayı onları el-âleme el açtırmama demektir.

*Benim bir kıymet-i harbiyem yok; şahsım adına esas kıymet diye düşüneceğim bir şey varsa, o da sizin içinizde bulunmamdır. Allah beni bir diken gibi bu gül bahçesinden söküp dışarı atmıyor; ben bunu cana minnet biliyorum. Fakat haddimi aşarak bir şey demek istiyorum: Eğer hizmete kendini vermiş, vali, kaymakam, milletvekili olmuş ve bu konumları şahsî veya yakınlarının dünyevî hayatları adına değerlendiren insanlar varsa, iki elim dünyada da ukbada da yakalarında olsun. Hakkımı helal etmiyorum. Rasûl-ü Ekrem de hakkını helal etmeyecektir onlara.

*Ben hiç üzülmüyorum, vallahi, billahi, tallahi hiç arzum da olmadı; bir tane hücrem olsun diye arzum olmadı. Bırakın onu, kardeşlerim için de hep dua ettim: Allahım dünyanın en fakir insanları gibi yaşasınlar. Çünkü hizmetin itibarı çok önemlidir. Onlara atılan bir taş, hizmete atılmış olur. Fahirlenme maksadıyla demiyorum bunu. Bir yüce davaya gönül vermişseniz, gözünüz onun üzerindeyse, gözünüzü başka yere teksif etmek suretiyle himmetinizi dağıtmamanız lazım. Himmetinizi dağıttığınız ve tek önemli, hayati konuda konsantre olamadığınız zaman kalıcı bir başarı sergileyemezsiniz.

*O şatafata, o debdebeye, o ihtişama bakıp da bir şey oluyorlar zannetmeyin. Burada ben akıbetleriyle alakalı bir şey derken sadece, adet-i ilahiyeye dayanarak arzediyorum: Çok yakın bir gelecekte, saman çöpü gibi sağa-sola savrulduklarını gördüğünüzde o Kârûn’un servetine bakıp da “Keşke bizim de olsaydı!” falan diyen insanlar gibi, -hakikati görünce- “Allah’a hamdolsun ki, Allah bizi onlar gibi etmedi!” diye ferih-fahur sevineceksiniz, Allah’a hamd u senada bulunacaksınız.

*Allah’a hamd u sena yolunu seçiniz, Kârûnların yoluna sürüklenmekten Allah’a sığınınız.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: Kimse Ameliyle Kurtulamaz

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

 

لَنْ يُنَجِّيَ أَحَدًا مِنْكُمْ عَمَلُهُ قَالُوا وَلاَ أَنْتَ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قَالَ وَلاَ أَنَا، إِلَّا أَنْ يَتَغَمَّدَنِي اللَّهُ بِرَحْمَةٍ، سَدِّدُوا وَقَارِبُوا، وَاغْدُوا وَرُوحُوا، وَشَيْءٌ مِنَ الدُّلْجَةِ، وَالقَصْدَ القَصْدَ تَبْلُغُوا

عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ سَدِّدُوا وَقَارِبُوا، وَاعْلَمُوا أَنْ لَنْ يُدْخِلَ أَحَدَكُمْ عَمَلُهُ الجَنَّةَ، وَأَنَّ أَحَبَّ الأَعْمَالِ إِلَى اللَّهِ أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ

***

Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallahu anh),

Nebiler Sultanı Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Sizden hiçbirinizi asla kendi ameli kurtaramaz!’ buyurdu. Sahâbîler, ‘Yâ Rasûlallah! Seni de mi?’ diye sorduklarında Rasûlullah Efendimiz şöyle cevap verdi:

Evet, beni de. Ancak, Allah’ın rahmetiyle bürüyüp koruması hariç. Binaen aleyh sizler doğru yolu tutun, ifrat ve tefrite girmeyin, gündüz ve gece ibadetlerinizi ihmal etmeyin. Gece yarısını da teheccüd gibi ibadetlerle değerlendirin. Her hâl ve hareketinizde itidâli koruyun, orta yolu tutun ki, maksadınıza eresiniz.”

Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ) annemiz de bu konuda Allah Rasülü’nden şu nakilde bulunmuştur:

“Doğru yolu tutunuz, iş ve ibâdetlerinizde dengeyi koruyunuz. Şunu iyi biliniz ki, sizlerden hiçbirini kendi ameli cennete koyamaz (amelinize değil, Allah’ın rahmetine sığının). Amellerin Allah’a en sevgili olanı da, az olsa bile en devamlı yapılanıdır.”

(Sahih-i Buhari)

***

Kimse Ameliyle Kurtulamaz

Bu hadisler hem ibadetlerde hem de diğer her türlü beşeri ve sosyal münasebetlerde itidalli olmayı, ifrat ve tefritten sakınmayı tavsiye edip orta yolu tutmanın faziletine ve Allah katındaki değerine işaret etmektedir.

Buna göre aşırılıklardan sakınıp denge ve itidal üzere yaşamak, bir mü’minin değişmez hayat vasfı olmalıdır. Çünkü ibadet ve bilumum hayırlı işlerde süreklilik ancak böyle kazanılacak, beşeri münasebetlerde iyilik ve güzelliğe de ancak böyle ulaşılabilecektir.

İfrat ve tefritten yani eksik ve aşırılıklardan kaçınıp orta yolu tutan insanlar hem Cenab-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerinde hassas ve istikamet üzere bulunacak, hem de halka karşı sorumluluklarında muvaffak olacaklardır.

Böyle dengeli yaşayan mü’minler asla kendi amellerine güvenmeyip, iyilik ve güzellikleri Allah’ın lütfundan bekleyecek ve bu şekilde bir vesileyle daha Allah’ın rızasına çağrıda bulunmuş olacaklardır.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: Allah’a Kavuşma İsteği

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَن عُبَادَةَ بْن الصَّامِتِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

 

 مَنْ أحَبَّ لِقَاءَ اللهِ، أحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ، ومَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ، كَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ

قَالَتْ عَائِشَةُ أو بَعْضُ أَزْوَاجِهِ: إنَّا لنَكْرَهُ الموتَ، قَالَ

لَيْسَ ذَاكِ، وَلَكِنَّ المؤمِنَ إذَا حَضَرَهُ الموتُ بُشِّرَ برِضوانِ اللهِ وَكَرَامتِهِ،

 فَلَيْسَ شَيءٌ أحَبَّ إلَيْهِ مِمَّا أمَامَهُ، فَأحَبَّ لِقَاءَ اللهِ، وَأَحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ، وإنَّ الكافِرَ إذَا حُضِرَ بُشِّرَ بِعَذَابِ اللهِ وَعُقُوبَتِهِ، فَلَيْسَ شَيءٌ أكْرَهَ إليْهِ مِمَّا أمَامَهُ، كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ، وَكَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ

***

Allah’a Kavuşma İsteği

 

Ubâde b. Sâmit (radıyallahü anh)

Sultan-ı Rusûl (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimiz’in

şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!”

Hazreti Aişe (radıyallahu anha) veya ezvâc-ı tâhirâttan birisi, “Biz ölümü kerih görürüz” deyince, Aleyhissalâtu vesselam Efendimiz şu mukabelede bulundu:

“Kasdımız bu değil. Lâkin, mü’mine ölüm gelince, Allah’ın rızası ve ikramıyla müjdelenir. Ona, önündeki (ölümden sonra kendisini bekleyen) şeylerden daha sevgili bir şey yoktur. Böylece O, Allah’a kavuşmayı ister, Allah da ona kavuşmayı ister. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allah’ın azabı ve cezasıyla müjdelenir. Bu sebeple ona önünde (kendini bekleyenlerden) daha kötü bir şey yoktur. Bundan dolayı Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”

(Buhari, Rikak 41; Müslim, Zikr 14)

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: Sıla-i Rahim

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهَا

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

الرَّحِمُ مُعَلَّقَةٌ بِالْعَرْشِ

 تَقُولُ: مَنْ وَصَلَنِي وَصَلَهُ اللّهُ

 وَمَنْ قَطَعَنِى قَطَعَهُ اللّهُ

* * *

Müminlerin annesi Hazreti Aişe (radıyallahü anhâ),

Kurbet Sultanı Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın

şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Rahim Arş’a asılıdır, der ki: “Kim beni vasleder, bitiştirirse Allah da ona sıla yapsın. Kim beni koparırsa Allah da onu koparsın.”

(Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim)

Sıla-i Rahim

Sıla-i rahim; akraba ve yakınlardan başlayarak bütün insanlara karşı şefkat, merhamet, ilgi, alaka, ziyaret ve onların yardımına koşma gibi çok geniş manaları ifade eden bir tabirdir. O, yakınlardan başlayarak bütün insanlara karşı dinimizin bize yüklediği mesuliyetlerden birisidir. Yüce dinimiz İslam, sıla-i rahim’e çok ehemmiyet vermiş ve bunun karşılıklı sevgi, saygı, dayanışma ve yardımlaşmaya vesile olduğunu bildirmiştir.

En yakından başlayarak en uzak daireye kadar insanların dertleriyle dertlenip onlara yardımcı olmak, hasta ziyaretinde bulunmak, bir cenazeyi teşyi etmek, zor zamanlarında insanların yanında olmak, sevinçli anlarında mutluluklarını paylaşmak, mektup yahut telefon gibi vasıtalarla onlara ulaşmak sıla-i rahim olarak kabul edilmiştir.

Hal-hatır sormak, selam vermek, el sıkışmak gibi ameliyeler de sıla-i rahime dâhildir. Bu fiiller insanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışma bağlarını güçlendiren ve bu yönüyle Allah katında çok makbul olan davranışlardır.

Sıla-i rahim denildiğinde ilk olarak yakın akraba anlaşılmışsa da aslında sıla-i rahim; komşu ve arkadaş çevresini ve hatta muhtaçlık derecesine göre bütün insanlarla ilgilenmeyi kapsamaktadır. Hatta bazı hadis âlimlerine göre, kim daha çok muhtaç ise, onunla ilgilenmek evlâ yani öncelikli ve daha faziletlidir.

Sıla-i rahim’in zıddı olan kat-ı rahim, insanlarla beşeri münasebetleri koparmak olup dinimizde son derece zemmedilmiştir. Nitekim bir hadiste bildirildiğine göre bir adam Rasülullah (aleyhissalâtu vesselam)’a gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! Benim yakınlarım var. Ben onlara sıla-i rahim’de bulunuyor, iyilik yapıyorum. Onlar ise benimle alakayı kesiyor ve bana kötü muamelede bulunuyorlar. Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar ise bana karşı kaba davranıyorlar.” deyince Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, “Eğer dediğin gibiyse, onlara sürekli kül atıyor gibisin. (Yani onlar sana ateş atarken sen şefkatinle kül atıp onların elindeki ateşi söndürmeye çalışıyorsun. Bazıları bu ifadeyi “onlara sıcak kül yutturmuş oluyorsun” şeklinde tercüme ederler. O takdirde akrabasını unutup onlarla ilgiyi kesenler sıcak kül yiyen kimseye benzetilmektedir. Kül yiyen kimse çok geçmeden korkunç bir ıstırap çekmeye başlar. Midesi yanar, bağırsakları kavrulur, aşırı derecede susuzluk duyar. Ne kadar su içerse içsin harareti bir türlü sönmez.) Sen, anlattığın şekilde davranmaya devam ettikçe, onlara karşı Allah’ın yardımı seninle olacaktır.” buyurmuştur.

Sıla-i rahim, Efendimiz (aleyhissalatu vesselam)’ın peygamberlikten önce de devam ettiği hayırlı amellerden birisidir. Nitekim Hazreti Hatice annemiz, Allah Rasülü’ne iman edip O’nu teselli ederken, Efendimiz’in sıla-i rahim’de bulunması, muhtaçların yardımına koşması gibi güzel amellerini zikretmiştir.

Mevzumuzu, sıla-i rahim’le ilgili şu önemli hadis-i şeriflerle bitirelim:

 مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَبْسُطَ اللّهَ تَعَالَى لَهُ فِي رِزْقِهِ، وَأَنْ يَنْسَأ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ

“Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ömrünün uzatılmasını isterse sıla-i rahim yapsın.” (Buhari, Tirmizi)

تَعَلَّمُوا مِنْ أَنْسَابِكُمْ مَا تَصِلُونَ بِهِ أَرْحَامَكُمْ فَإِنَّ صِلَةَ الرَّحِمِ مَحَبَّةٌ فِي الْاَهْلِ، مَثْرَاةٌ فِي الْمَالِ، مَنْسَأةٌ فِي الْاَثَرِ

Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim ailede sevgi, malda bolluk, ömürde de uzamaya vesiledir.” (Buhari, Tirmizi)

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

416. Nağme: Efendimiz’in Namazı, Secde Duası ve Hücre-i Saâdet

Herkul | | HERKUL NAGME

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hasbihalinde şu hususlar üzerinde durdu:

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurur:

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyması gibi iki mülâhaza bir araya gelir; bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce de Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği ve secdede okunması tavsiye edilen dua şöyledir:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allah’ım, muhakkak ben nefsime namütenahî zulümde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Uluhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.”

*Kanaatimce, İnsanlığın İftihar Tablosu’na nispet edilecek her şey “saadet”, “kutlu”, “mutlu” gibi sıfatlarla anılmalıdır. Bu mevzuda Kitap ve Sünnet’te bir şey görmedim; fakat, Efendimiz’e gönülden saygımızın ifadesi olarak, böyle davranmak gerektiğine inanıyorum. Halk “Hira Mağarası” diyor; bunu kullanmada bir mahzur olmayabilir; lakin Efendimiz’e saygının gereği olarak ona “Hira Sultanlığı” denmeli; “saadetli Hira yuvası” denmeli. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hicret ederken tahassun buyurduğu yer hakkında Sevr Mağarası değil, “Sevr Sultanlığı” diyeceksiniz. “Kabr-i Saadetleri”, “mutlu kabirleri”, “kutlu kabirleri” diyeceksiniz. Hatta “makbûr” düşüncesini hatırlattığından dolayı ona kabir dememeyi tercih ederim. Bir yönüyle “ruhunun ufkuna yürüme limanı” derim. Saygınız ölçüsünde saygı görürsünüz.

*Hücre-i Saâdet o kadar dardı ki, -o hücreye canlarımız kurban olsun- Efendimiz’e rahat secde edecek kadar bile yer kalmıyordu. Âişe Validemiz’in naklettiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namaza durduğunda, secde edeceği zaman eliyle Hazreti Âişe’nin ayaklarına dokunuyor ve ancak o mübarek Validemiz ayaklarını çektikten sonra oraya secde edebiliyordu.

*İmam Bûsîrî, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ortaya koyduğu derin kulluğu anlatırken der ki:

ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ اَحْياَ الظَّلاَمَ اِلٰي

اَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُرَّ مِنْ وَرَمِ

“Ben, ayakları şişinceye kadar geceleri ibadetle ihya eden O Zât’ın sünnetine, onu terk etmek suretiyle zulmettim.”

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz (bir rivayette de Hazreti Bilal), “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu.

357. Nağme: Heyecan, Cesaret, Ortak Akıl ve Zafer

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili arkadaşlar,

Bugün “Bamteli – Özel” de denebilecek yeni bir sohbet sunacağız. Aslında bunu önümüzdeki haftanın Bamteli olarak düşünmüştük. Fakat, elhamdulillah dün akşam da çok güzel bir hasbihal kaydettik; muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, dünyevîlik, şahsî çıkarlar, en geniş manasıyla yolsuzluk ve istiğna konularını anlattı. Allah nasip ederse, dünkü o enfes sohbeti pazartesi günü Bamteli olarak arz edeceğiz. Dolayısıyla yine çok taze olan diğer hasbihali de hiç bekletmeden paylaşmak istiyoruz.

Kıymetli Hocamız, 28:18 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde neşredeceğimiz bu sohbette şu hususları anlatıyor:

*Heyecan, cesaret ve metafizik gerilimin önemi,

*Bu güzel hasletlerin mantık ve ortak akılla dengelenmesi lazım geldiği,

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalatü vesselam) şecaati ve Huneyn misali,

*Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehaya) muvakkat ve zahirî hezimetleri dahi nasıl zafere dönüştürdüğü,

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in meşverete verdiği ehemmiyet ve ailevî meselelerini bile Ashab-ı Kiram ile istişare edişi,

*Hazreti Aişe (radiyallahu anha) validemizin iffeti,

*Cereyan eden kırılmalar karşısında asla ümitsizliğe düşmeme fazileti,

*2020 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapma hakkının İstanbul’a verilmeyişi,

*Ülkemizin ve değerlerimizin tanıtımında Türkçe Olimpiyatları’nın misyonu.

Hürmetle…

349. Nağme: Adanmış Ruhların Farklılığı

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç gün önce yaptığı bu sohbeti 20 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Bu güzel hasbihalin muhtevasını az da olsa yansıtması için kıymetli Hocamızın sözlerinden seçtiğimiz bazı cümleleri aşağıya kaydederek dualarınıza vesile olmasını diliyoruz:

*Adınız orada burada anılıyorsa, çok farklı çevrelerden üzerinize zift püskürtülebilir ve onca olumsuz hadise karşısında insan ye’se düşecek hale gelebilir. Fakat, etrafınızı zift, toz, duman sarsa bile onu şöyle böyle yararak içerisinde, ilerisinde ya da daha ötesinde bazı güzellikleri görmeye çalışmak ve asla ümitsizliğe düşmemek lazım.

*Adanmışlık, başka mülahazalara bütün bütün panjurları kapamayı ve sadece adandığı işe konsantre olmayı gerektirir.

*Mülahazalarımız şu sözlerde güzel ifade ediliyor: “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î)

*Adanmışlık, görenlerin “deli” diyeceği ölçüde bir farklılığı gerektirmektedir. Şu kadar var ki, adanmışların farklılığının en önemli bir derinliği de farklılıklarının farkında olmamaları ve hiçbir zaman başkalarına yukarıdan bakmamalarıdır.

*Adanmış ruhlar, ölesiye civanmertlikler göstermeli ama bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturuna riâyetle hayat sürmelidirler.

*Adanmış ruhlar, vefat ettiklerinde kalabalık bir cemaat tarafından teşyi edilmeyi dahi beklemezler; adı bile unutulacak şeklide silinip gitmeyi dilerler. Unutmayan birisi varsa, başkalarının hatırlamasına gerek var mı? Allah nisyandan münezzehtir. Rasûlullah’a duyuruyorsa, o nisyandan münezzehtir. Böyle önemli, sâdık iki kaynak tarafından hep biliniyorsanız, hep yüzünüze bakılıyorsa, başkaları tarafından anılmanın ne anlamı olur ki? Niye anlamsız şeylere takılacaksın, anlamlı şey varken?!. Neden anlamlı şeye konsantre olmuyorsun!..

*Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)