Posts Tagged ‘Habbab bin Eret’

520. Nağme: Kadere Rıza ve Yürekten Dua

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şunları söyledi:

“Erişir menzil-i maksuda âheste giden / Tîz reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.”

Onu kestirmeye de gücümüz yetmez..

Bazen, olmasını arzu ettiğimiz şey, hevâ ve hevesimize göre, hemen birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay içinde olsun isteriz. Oysa ki, bir sözde ifade edildiği gibi, bir çekirdekten meydana geldi cihan.. bunun için çağlar ve çağlar, jeolojik dönemler deniyor.. milyonlarca sene geçtikten sonra, yaratıldı insan. İşte, âdet-i İlâhîdeki muamma.. işte âdet-i Hannân u Mennân, Rahîm u Rahman.

Fakat, biz farkına varmadan, bazı şeylerin hemen çarçabuk olmasını istiyoruz. İnsan tabiatında vardır bu. Malum; zannediyorum mesele detaylı olarak Buhari-i şerif’te anlatılıyor: Habbâb bin Erett.. Habbâb’lar iki tane, ikisi de Ashab-ı Bedir’den.. Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün çekilen şeylerden az dert yanıyor; “arz-ı hâl”de bulunuyor demek daha uygun. Onların inceliklerine saygının ifadesi olarak bu tabiri kullanmayı seçtim, “arz-ı hâl”de bulunuyor, “şikayet” değil, “dert yanma” değil.

Şârin de dediği gibi, “Ben usanmam gözümün nuru cefâdan, amma / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!” Her gün bir yönüyle presleniyorlarsa, her gün başlarına balyozlar inip kalkıyorsa, her gün onlarda inkisar meydana getirebilecek bir ciğersûz, yüreği yakan hadise yaşanıyorsa, öyle bir arz-ı hâlde bulunmak, gayet normaldir. Habbâb bin Erett de olsa, Yâsir de olsa, Sümeyye de olsa, Ammâr da olsa, Bilal da olsa. Nihayet gidecekler, sözü-sazı hem yerdekilere hem de göktekilere geçen Zat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz-ı halde bulunacaklar. Parmağıyla işaret ettiği zaman Kamer’i şâk eden bir insan, elini kaldırdığı zaman, elleri boşa inmeyecekti, ona inanıyorlardı.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona şu olur, bu olur deme yerine, buyurdu ki: “Sizden evvel insanlar, alınırdı, kıtır kıtır doğranırlardı. Etleri kemiklerinden ayrılırdı, testere ile veya bıçkı ile… Fakat onlar, dinlerinden dönmezlerdi!” O da dersini alıyor.

Demek ki, bu yol böyle olmayı gerektiriyor. Bu yolun, bu yolda yürümenin bir kısım kendine göre, ona da handikap denecekse, handikapları var. Bu açıdan bir taraftan beklemeyi bilmek lazım, âhesterevlik demeyeyim de “tîz reftâr” olmamak lazım.

Hemen olsun; birkaç gün içinde, birkaç hafta içinde, zâlimler bulacaklarını Allah’tan bulsunlar, gaddârlar bulacaklarını Allah’tan bulsunlar… Binlerce, binlerce, binlerce insana çok küçük emarelerle böyle, zulüm yapanlar, haksızlıkta bulunanlar, dünyevî bütün haklardan mahrum edenler; onlar adına, umum halk adına, hakkı, adaleti ayaklar altına alıp çiğneyenler, bir yönüyle tavır ve davranışlarıyla Allah bilmezlik sergileyenler, peygamber bilmezlik sergileyenler; Kur’an’ı, Sünnet’i zaten bilmiyorlar, kulak dolması taklidî iman açısından bile onları dahi bilmezlik sergileyen insanlar, bir kısım zulümde, itisafta, irtikâpta, ihtilasta, gaspta, tagallüpte, tahakkümde, temellükte, milletin malını gasp etmede, gidip onun tepesine konmada bulununca, hemen Allah’tan bulsunlar diye beklenir.

Oysa ki, O (celle celâlühu) Rabbü’l-âlemîn’dir. O’nun, bir taraftan, Kahhâr, Cebbâr ism-i şerifi olduğu gibi; bir taraftan da Rahman, Rahim, Raûf, Şefîk isimleri vardır. Bu açıdan bütün esmâ-i ilâhîyesinin sıfat-ı sübhaniyesinin (gerek sözünü kullanırsak, bunlar O’nu bağlıyor manasına gelebilir.. burada diyecek bir tabir de bulamadığımdan dolayı, sadece aczimi ifade edip geçeyim.. ama Cenâb-ı Hakk, o “sıfat-ı sübhaniye”sinin, onun daha ötesinde “şe’n-i Rububiyet”inin, onun daha ötesinde -İmam-ı Rabbânî o tabiri kullanıyor- “itibârât-ı Rabbâniyesi”nin, bir yönüyle gerekleri veya) muktezîyâtı ne ise, onları yerine getiriyor, bizim hevâ ve hevsimize göre, hatta ısrarlı isteklerimize göre de değil. Meselenin bir yanı bu.

Bize kalsa, hemen isteriz ki, bugün yarın her mesele olsun-bitsin; zâlim cezâsını bulsun. Ama Allah (celle celâlühu).. Hazreti Ebu Bekir’e sürekli “مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ ahlemeke yâ Rabbenâ!” detirten Allah.. size “مَا أَشْفَقَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ eşfekekâ yâ Rabbenâ” dedirtecek Allah.. “مَا أَرْحَمَكَ يَا رَبَّنَا \ Mâ erhamekâ yâ Rebbenâ” dedirtecek Allah (celle celâlühu)… O, biz değil, O her şeyle bizden başka.. O bize ait ârıza sayılabilecek o nekâisten münezzeh, müberrâ. Meselenin bu yanını çok iyi kavramak lazım zannediyorum..

Tîz reftâr olmamak lazım, pâye dâmen dolaşır, ayağa etek dolaşır, tepe taklak gidersiniz. Bunu umumî manada alın; yapacağınız şeylerde de. Bazı projeler vardır ki, bunlar, yarım asır ister, bir çeyrek asır ister. Kaldı ki sizin projeniz de çok pahalı, çok emek isteyen bir proje. Nedir? Kalblerde Cenâb-ı Hakk’a imanın, aşkın ve heyecanın lâzım-ı gayr-ı mufârık halinde yerleşmesi.. tabiata mal olması, imanın içtenleştirilmesi, imanın iz’ân haline gelmesi.. Din-i Mübîn-i islam’ın bütün insanlıkça sevdirilmesi; kabul etmeseler bile, en azından “Bu din de diğer dinler arasında bir dindir!” dedirtilmesi.. Museviliğe, İsevîliğe, Budizme, Brahmanizme, Şintoizme saygı duyulduğu kadar, en azından, “Bu din de saygı duyulacak bir dindir!” dedirtilip bu ölçüde kabul ettirilmesi… Bunlar bir yönüyle de dünyada sulh-ı umuminin teessüsü adına atılan adımlardır. Yolunuz, bu.. Yönteminiz, bu.. Kullanmanız gerekli olan argümanlar da ona göre olması lazım.

Öyle büyük bir proje ki, bütün dünyayı alakadar ediyor; bütün dünyanın ayağına gideceksiniz.. gerekirse, o güzelliklerinizi onların önüne değişik sergilerde, meşherlerde sereceksiniz, teşhir edeceksiniz.. kalbinizin derinliklerine kadar her şeyinize vâkıf olacaklar. endişe duyulmayan insanlar haline geleceksiniz.. güven duyacaklar, sözünüzle sazınızla, çaldığınız ney ile değil, davulunuzla dönbeleğinizle değil; halinizle, temsilinizle güven sergileyeceksiniz.. meşherler, sizin güven resimlerinizle -bir yönüyle- süslenecek.. hangi meşhere uğrarlarsa uğrasınlar, orada size ait temsilleri görecekler: Hep böyle boyunları önlerinde, Allah karşısında iki büklüm, kemerbeste-i ubudiyet içinde, kulluk mülahazasıyla tir tir titreyen insanlar.. insanlığa karşı derin saygı duyan insanlar.. kimseye kötülük düşünmeyen insanlar..

Antrparantez, bakmayın bir kısım densizler, kendileriyle uğraşıldığını zannediyorlar.. Ne 25 Aralık, ne bilmem hangi tarih, Temmuz’un kaçıydı filan… Bunlar, kendi ettikleriydi, kendilerine göre planlar çevirdiler; hazmedemedikleri, sindiremedikleri, bir türlü kabul edemedikleri insanları yok etmek için, böyle bir neticeye ulaşma, şu neticeye ulaşma adına, onları birer argüman olarak değerlendirdiler. İnsafları o kadardı, iz’anları o kadardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor; إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” Haya hissinizi yitirmişseniz, yani kendinizi edepsizliğin akıntısına salmışsanız, bir kere de o akıntıdan artık geriye dönme imkanı kalmamışsa, yalan da söyleyebilirsiniz, iftira da edebilirsiniz, tezvirde de bulunabilirsiniz, uydurma itirafçılar da oluşturabilirsiniz, önlerine kağıtlar, kalemler de koyabilirsiniz, “Bunlar hakkında şunu şunu şunu söyleyin, bu iftiraları atın, sizi içeriye almayalım!” da diyebilirsiniz…

Her sistemi aleyhte işlettirme.. derdest edip götüren SS’leri o mevzuda vazifelendirme, onlara bir şeyler vadetme.. birilerini protesto ettirme adına ceplerine 100’er dolar koyma.. mitingler yapmak, birilerine sövdürmek, küfretmek için, onlara yığın yığın paralar verme… Bunlar, millete kan kusturularak şu anda yapılıyor. Maalesef yapılıyor. İnsanın bir yönüyle ahsen-i takvim’e mazhariyetine rağmen yapılıyor. Masum insanlara yapılıyor. Haçlılar, kadınları derdest etmemişlerdi. Bir yönüyle, çoluk çocuğu derdest etmemişlerdi. “Sen de onlara karşı sempati duyuyormuşsun galiba!” diyerek derdest etmemişlerdi. Frederik Barbaroslar, Richard’lar, Philip’ler bu ölçüde zulüm yapmamışlardı. Korkunç bir zulüm yapılıyor. Amma çok defa bu, insanlığın kaderi olduğundan dolayı, size de “El-hayru fî mâ’htârehullah” veya “fî mâ kaddarahullah” (Hayır, Allah’ın seçip takdir ettiğindedir.) demek düşüyor.

“Zuhur eden neyse, hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder!” “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” (Kadere iman eden, kederden, öyle bulanık düşüncelerden emin olur.) Keder kelimesi o demektir, her üç harfe (harekeye) açık olduğundan dolayı, bulanık bir kelimedir: “Kedere-Kedire-Kedure” Her şeye açıktır. “Men âmene bi’l-kader, emine mine’l-keder” Evet, kudûretten, öyle bulanıklıktan, öyle karışıklıktan sıyrılmanın yolu, kadere iman etmektir. Levh-i mahfuz-u hakikatte ne yazılıysa, Allah neyi kaza buyuruyorsa, o mutlaka yerine gelir. Onu bir yönüyle belki yine ilm-i ilahî’deki hakikate uygun olarak, geriye çevirmenin yolu, Cenâb-ı Hakk’ın “atâ”sıdır, ekstradan lütfudur,

Bu atâ’nın en mühim vesilelerinden biri duadır. İnsanlık değişik bela ve mesâibe maruz kaldığından onları savmak için sebepler üstü dua. Evet dua, Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccühün unvanıdır.

Sebepleri silme atma değil; oturur konuşursunuz: “Şimdi bu gaileden nasıl sıyrılırız? Seyyidina Hazret-i Yusuf gibi dibine düştüğümüz bu kuyudan çıkmanın bir yolu bir yöntemi var mı? Veya Yunus b. Metta gibi, balığın kalbinden mi, midesinden mi, ağzından mı, sıyrılmanın bir yolu var mı? Veya Üstad hazretlerinin sabır kahramanı dediği Hazret-i Eyyûb aleyhisselam gibi acaba tepeden tırnağa bu yara bereden sıyrılmanın bir yolu var mı?” dersiniz. Sebeplere riayet edersiniz, elinizden geldiği kadar. Sebeplere o kadar değer verirsiniz; çünkü izzet ve azamete perde olmuşlardır. Değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, onları O yarattığından dolayı, O vaz’ ettiğinden dolayı, onlara belli ölçüde kıymet-i harbiyelerini bilerek saygılı olmak, Allah’a saygının ifadesidir. Fakat asıl mesele, Müsebbibü’l-Esbâb’a yönelmektir, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmektir.

Şimdi siz bana gelse deseniz ki, “Ben günde bir saat dua ediyorum.” Ben âcizâne onu takdirle karşılarım, derim ki “Çok iyi ama sen o meseleyi biraz daha artırsan, daha iyi olur!”. Kendini Yusuf aleyhisselam gibi kuyunun dibinde düşün! Ve sâdece bir yönüyle dua hablü’l-metiniyle, dua kovasıyla dışarıya çıkacağını hesaba kat, ne kadar dua edersin? Sürekli vird-i zebânın olmalı o senin. Biraz sonra gelip deseniz ki, “Ben her gün üç saat dua ediyorum; gezerken de!” Hatta değişik vesilelerle ifade ettiğim için, yine öyle ifade etmek istiyorum; mesela istibra ânında, o esnada bile dudaklar hep aynı şeye kıpırdanmalı.. Yani deseniz ki, “Ben günde on saat dua ediyorum, hiç durmadan; oturduğum yerde bile, ciddî bir meselenin müzakeresi söz konusu değilse şayet, dua ediyorum!” Bazen sürekli bir şeyi tekrar edip durabilirsiniz. Bazen de daha önce dediğiniz şeylere atıfta bulunarak, onları tekrar edip durabilirsiniz. Mesela, bir dönemde her şeyi istemişsiniz Cenâb-ı Hakk’tan:

اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، نَفَحَاتِكَ، أُنْسَكَ، قُرْبَكَ، مَحَبَّتَكَ، مَعِيَّتَكَ، عِنَايَتَكَ، رِعَايَتَكَ، كِلاَءَتَكَ، حِفْظَكَ، حِرْزَكَ، حِصْنَكَ الْحَصِينَ، النُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ * اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ الْكَامِلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَتَمَّ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَتَمَّ، وَالصَّلاَةَ التَّامَّةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

اَللَّهُمَّ اْلإِيمَانَ، والإسلام، والإحسان، والقرآن * ربنا زدنا علمًا وإيمانًا ويقينًا وتوكّلا وتسليما وإخلاصًا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ *

Kafiye bu..

Bir dönemde, bunları söylemişsiniz. Bu defa, bunlara atıfta bulunarak: اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا سَأَلْنَاكَ إِلَى اْلآنَ  “Allah’ım bu güne kadar Sen’den istediğim her şeyi, istiyorum.” Bunu derken, her gün el-Kulub’d-Daria okuyor musunuz, okumuyor musunuz? Namazda ellerinizi kaldırıp dua ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Izdırar halinde, bazen içinizi O’na döküyor musunuz, dökmüyor musunuz? Mine’l-evvel ila’l-âhir o âna kadar deyip ettiğiniz ne kadar şey varsa, hepsine göndermede bulunarak, hepsinde Cenâb-ı Hakk’a olan, Cenâb-ı Hakk’tan olan taleplerinizi ifade etme adına, اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ  Nezd-i Uluhiyetinden, fazlından, kereminden, ihsanından, Zâtından, Zâtının re’fetinden, rahmetinden, rahmâniyetinden, rahimiyetinden; Uluhiyetinin rahmetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Rububiyetinin rahmaniyetinden, rahimiyetinden, atûfiyetinden, raûfiyetinden; Sıfat-ı sübhaniyenden, Esmâ-i Hüsna’ndan… Bunları şefaatçı yaparak, neyi istemişsem, ne beklemişsem; اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ كُلَّ مَا انْتَظَرْنَا مِنْ لَدُنْكَ إِلَى اْلآنَ Şu âna kadar hayır adına ne dedim, ne ettimse, hepsini bir kere daha istiyorum.

Bir, doğrudan doğruya ta’dâd ederek istek ve arzularınızı ortaya koyarsınız; bir de o güne kadar “mine’l-evvel ila’l-âhir”. Hayatınızın hangi saniyesinde, bir eşref saate veya Hazret-i Pîr’in dediği gibi “bir ân-ı seyyale”ye rastladığını bilemezsiniz. Bir ân-ı seyyale içinde, gerçekten Rabbimizden bir şey istemişsiniz. Şimdi, bir göndermede, bir atıfta bulunurken, yeni bir girdi yaparken, onların hepsini birden kastetmiş oluyorsunuz. Ve hepsiyle Cenâb-ı Hakk’a dua etmiş oluyorsunuz.

Onun için, umum ve şümullü, âmm ve şâmil dualardan bir tanesi şudur:

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ بِهِ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde, sıkıntı ânında, genişlik ânında, ailevî durumları itibariyle, falan dünyevî hususları itibariyle, hayır yörüngeli ne istemişse, hepsini Sen’den istiyorum”.

وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım sevgili kulun ve peygamberin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) her neyden Sana sığınmış, istiâzede bulunmuşsa, ondan da Sana sığınıyorum.”

Câmi, şâmil, âmm bir dua…

Bu me’surattan olan bir dua. Esasen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yapmış ve bunu bize talim buyuruyor.

Bu açıdan, sıkıntıların, ızdırapların, ızdırarların başına Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ile, tazarru ile, niyaz ile vurmak lazım..

Ha, bütün bütün böyle keyfinizi kaçıracak şeylere dalmak, Freud’un ifadesiyle anguazlar yaşamak, sizi kahredecek duygu ve düşüncelere balıklamasına dalmak… Bu da olmamalı. Fakat, ben, ızdırabı da esasen çok yüksek dualar gibi dua kabul ediyorum. Izdırap ve ızdırar hali.. Yani, balyozlar başınızdan aşağıya inerken, doğru, bir yönüyle sabreder, sabrın sevabını kazanırsınız.. fakat bir yönüyle de, ümmet-i Muhammed’in gelip başına musallat olan o bela ve musibetler karşısında, vicdanınız varsa, hissiyat-ı insaniyesiniz varsa, mahlukata karşı şefkatiniz varsa –ki, altı tane düsturdan bir tanesidir şefkat-. düşüneceksiniz. Bir yönüyle, düşünme sayesinde gerçekten şefkat etmek îcâb ediyor. Hani yürürken, diyorsunuz, “Aman dikkatli olun, burada karınca var!”. Yani bir yerde karıncaya basmamaya dikkat ederken, bir haşereye basmamaya dikkat ederken, beri tarafta, ayaklar altında ezilen, inim inim inleyen insanlar varsa, mü’minler eziyet altında inliyorlarsa, ızdırap çekiyorlarsa, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini paylaşmayan, onlardan değildir!”

Efendimiz’in bu beyanında ciddî bir tehdit var. Sen ayrı düşünüyorsun, demek ki ayrısın sen.. Senin, onlarla alakan yok. Evlâdın gibi, iyâlin gibi, eşin gibi, annen gibi, baban gibi, aile efradı arasında gerçek irtibat çerçevesinde. İrtibatını koruyabilen insanlar, aileleri içinde bir yangın varsa, içinde evladı, eşi, çocuğu tutuşmuş yanıyorsa şayet, -Hazret-i Pîr ifadesiyle- onu kurtarmaya koşarken, başka mülahazalardan bütünüyle sıyrılıp gitmeli, sadece o ızdırap ile kıvranmalı.. o ızdırarla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli. Bugün İslam dünyası böyle cayır cayır yanıyor, her yerde yangınlar var. Bir yönüyle işin başında bazıları da sözde yangını söndürüyor gibi, ama işin üzerine benzinle gidiyorlar. Yangın azgınlaştıkça, onlar daha da azdırmaya çalışıyorlar. Bu manzara karşısında, değil keyiflenmek, anguazla kıvranmak da olacak iş değil.

“Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme / Davranın, zira rezil olduk bütün bir âleme!” diyor M. Akif. Değil gülmek, eğer ağlayacaksanız, o hadiseye ağlayacaksınız. Bence onu bile israf etmemek lazım. Oturup kalkıp bu derdin ızdırabını duyacaksınız. Bu dert içinize düştüğü zaman, hemen yorganı atacak, yataktan fırlayacak, kalkacak ve abdestli abdestsiz, başınızı yere koyacak, orada bir miktar inleme faslı yaşayacaksınız. “Allah’ım! Bahtına düştüm, azametine ve uluhiyetine sığınıyorum, Zât-ı Akdes’ine sığınıyorum!” diyecek, Cenab-ı Hakk’ı, O’na ait evsâf-ı âliyesi, evsâf-ı celilesiyle yâd edecek ve bunları da kapıların aralanması için bir vesile yapacaksınız. وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ emrince vesileler ittihaz edeceksiniz ve ondan sonra içinizi O’na dökeceksiniz; hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız, hep yalvaracaksınız.

Belki bunları söylerken, “Bu adam bizim hakkımızda suizan mı ediyor; dua etmiyoruz kanaatini mi taşıyor!” diyebilirsiniz. Biraz kendi müşahadelerimin tesirindeyim, beni bağışlayın. Oturduğumuz zaman bir yerde, niye dudaklarımız bununla kımıldamasın? Neden dilimiz ağzımızda bu türlü şeylerle dönüp durmasın? Neden Rabbimizle baş başa kaldığımız zaman, seccâdemiz bununla ıslanmasın?

Bilemezsiniz, “ân-ı seyyâle”nin nerede pusuya yatmış olup da sizi beklediğini bilemezsiniz.. O “ân-ı münevver”in nerede pusuya yatmış sizi beklediğini bilemezsiniz. Bütün zamanın, bir yönüyle saniyelerini, sâliselerini, âşirelerini değerlendireceksiniz ki onu yakalayasınız. Size deseler ki “Tesbihi elinize alacaksınız, bunu yüz bin defa çevireceksiniz, bu dânelerin bir tanesinde rast gelecek o ân-ı seyyâle.. ve o zaman dediğiniz her şey olacak; birden bire bakacaksınız ki, gökten bir tane asansör indi ve siz ona bindiğiniz zaman hemen misali veya hakikî cennete ulaşacaksınız.” Şayet bunu diyen zata gerçekten inanıyorsanız, hakikaten alıp bu tesbihi bir milyon kere çevirmeyi düşünmez misiniz?

Vakitli, vakitsiz, gece-gündüz, bir dakika fevt etmeden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh, öyle bir şeydir. Eşref saati yakalamayı düşüyorsanız, bence onun peşinde olmak lazım.. Gizlemiş Allah bazı şeyleri. O eşref saat de, o münevver dakika da zamanın parçacıkları içinde gizlenmiş. Her ferdin onun peşinde olması lazım..

Bir ikincisi; şanslı yanınız itibariyle size bir şey diyeyim: Herkes arama mevzuunda ciddi davranır, bu mevzunun peşinde olursa şayet, maksat mutlaka hâsıl olur. Hani, Üstad hazretlerinin bir tabiri var: “İştirak-i a’mâl-i uhreviyye” Birinize, mesela Ümit hocaya rastlamayabilir de Safa hocaya rastlayabilir.. bilmem belki bu arada lütfeder, Kıtmir’e de rastlayabilir. Şimdi, bir yönüyle bu açıdan da umumun hakkı var gibi bir şey, umumun istifadesi söz konusu olan bir şey.

Cenâb-ı Hakk’a öyle yürekten teveccüh etmeli ki ölmeli âdeta, “Canımı al Allah’ım, ne olur, ümmet-i Muhammed’i içinde bulunduğu bu sıkıntıdan, bu ızdıraptan, bu kalaktan, bu ezilmeden, pestil gibi ezilmeden halas eyle!” mülahazasıyla!..

İştirak-ı âmâl-i uhreviye cihetiyle, madem iştirak etmişsiniz, evrad u ezkarınızı bölüştürmüşsünüz, yaptığınız duada bütün kardeşlerinizi anıyorsunuz; kimse dışta kalmıyor bu mevzuda. Ellerini açıp Cevşen’in başında veya duasını okurken, hep böyle diyor arkadaşınız:

اللهم إني أسألك لي ولإخواني وأخواتي وأصدقائي وصدائقي وأحبابي وأحبّائي، في كل أنحاء العالم وفي كل نواحي الحياة، لا سيما المغدورين، المظلومين، المحكومين، المعزولين، المضطرّين؛ وكذا جميع المؤمين المغدورين، المظلومين، المضطرّين  

“Allahım hem kendim hem de dünyanın her yanındaki ve hayatın her birimindeki kadın erkek kardeşlerim, kadın erkek arkadaşlarım, sevgili dost ve ahbabım, özellikle onlardan gadre ve zulme uğrayan, mahkûm edilen, azledilip sürgüne yollanan, ızdırar üçünde bulunanlar ve aynı şekilde bütün mağdur, mazlum ve muztarr Müslümanlar için Senden diliyor ve dileniyorum”

Kimse bu işin dışında kalıyor mu? Herkesi duanızın içine alacak şekilde dua ediyorsunuz. Şimdi, düşünün; siz burada, otuz tane insan, kırk tane insan, elli tane insan dua ediyorsunuz; iştirak-ı âmal-i uhreviye cihetiyle, birinizin duası eşref saate rastlarsa, birinizinki o mübarek ân-ı seyyâleye, münevver ân-ı seyyâleye rastlarsa, bir yönüyle, hepinizin duası arş-ı rahmette kabule karin olur. Ve Cenâb-ı Hakk da ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu o gaileleri, def u ref’ eyler. Allah def u ref’ eylesin. (Amin…)

Allah Teâla, قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ “Duanız olmazsa, ne yazarsınız ki, ne ifade edersiniz ki?!” buyuruyor, Furkan sure-i celilesinin 77. ayetinde.Yine, فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ “Dinini bütün yanlarıyla içten kabul ederek ve yalnız O’nun rızasını düşünerek Allah’a kulluk ve duada bulunun.” (Mü’min, 40/14) diyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَلدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ “Dua, ibadetin adetâ omuriliğidir.” buyuruyor.

Vakıa, namaz da bir duadır; onun tesbihatı da duadır; el kaldırıp dua etme de duadır, secde mahalli, duadır; rükû mahalli, duadır; ayakta durma, duadır. İmamın arkasında dururken, okurken onu dinleme bir esastır. Bununla beraber sessiz dururken, mülahazalarınızı niye Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazla süslemek istemiyorsunuz? İmam, sessiz okuyorsa, siz de arkasında el pençe divan duruyorsanız, öyle bir el pençe divan durma, kemerbeste-i ubudiyetle kulluğunuzu Allah’a arz etme ânında neden mülahazalarınızı Cenâb-ı Hakk’a teveccühle süslemiyorsunuz?!.

Vesselam…

443. Nağme: Ashâb-ı Uhdûd ve Bir Ölüp Bin Dirilenler

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Bu sabahki derste Burûc Sûresi’nin tefsirini tamamladık; bu münasebetle, ikindi sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye Ashab-ı Uhdûd ile alakalı bir soru sorduk.

Malumunuz olduğu üzere, bu mübarek surede şu ayet-i kerimeler de bulunmaktadır:

قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلاَّ أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

“Ayât ve mucizeler zâhir ve bâhir iken, hazırladıkları çukurları, tutuşturulmuş ateşle doldurarak inanmış kimseleri içine atıp yakan, bu esnada hendeklerin çevresinde oturup dinlerinden dönmeleri için müminlere yaptıkları işkenceleri zevkle seyreden o zalimler kahrolsunlar. Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin yegane hâkimi, Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve bütün övgülere lâyık) Allah’a iman etmeleriydi.” (Burûc, 85/4-7)

Evet, Ashab-ı Uhdûd’un kimler olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler vardır. Zaten Kur’an da bu hadiseyi yer, zaman ve fâillerini belirtmeden zikretmektedir. Anlaşıldığına göre, dönemin zalim kralı, Allah’a inananları dinlerinden çevirmek, kendi sapık anlayışına döndürmek için onlara eziyet ederdi. Tekili “hadd”, çoğulu “uhdûd” olarak adlandırılan uzunlamasına ve derin hendekler, çukurlar, kanallar kazdırmış ve içlerine büyük ateşler yaktırmıştı. Allah’a imanda ısrar edenleri işkenceden geçirtir, sonra da ateşe attırırdı. Zalim ve avenesi, insanlıktan öylesine uzaklaşmışlardı ki, hendeğin etrafına oturur yaptıkları bu vahşeti zevkle seyrederlerdi.

Kırmızı Bülten.. Fe ni’me ve bihâ (ne güzel ve hoş, baş göz üstüne)!..

Ashab-ı Uhdûd ile alakalı çok önemli hususlara ve alınması gereken ibretlere geçmeden önce sohbetin sonunda yer alan üç paragrafı aktarmak faydalı olacaktır. Muhterem Hocaefendi hasbihalini şu cümlelerle bitirdi:

“Azîmet” (Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmaya çalışmak) deyip yolunda sabit kadem olan insanlar, cephelerini belli ettiler, bir bünyan-ı marsus (kurşunla perçinlenmiş yapı) gibi birbirlerine kenetlendiler; olup bitenleri sanki geçmişte olmuş vakalarmış gibi gülerek, tebessümle anlatıyorlar. Kendimi katarsam fahirlenme olur ama çoğunuz gibi ben de o arkadaşların yerinde olmak isterdim.

Zannediyorum şimdi Ekrem Bey’in yerinde, Hidayet Bey’in yerinde ve onların arkadaşlarının yerlerinde olmayı arzu eden çok insan vardır. “Onlara oldu da Cenâb-ı Hak neden bu lütfu bizden esirgedi?!.” Hâşâ, Allah esirgemez. Acaba zaafımıza binaen mi Cenâb-ı Hak bizi öyle bir şeye maruz bırakmadı? Zayıf mıydık acaba? Biz göz dolduran bir tavır, bir durum sergilemedik mi acaba bize gelmedi bu mesele?

Bu arada, istidradî şunu da diyeyim: Kırmızı bülten falan.. tuttururlarsa, ederlerse şayet fe ni’me ve bihâ (ne güzel ve hoş, baş göz üstüne)!.. Ama bütün bunlarla bir sindirme meselesi hedefleniyorsa, katiyen bilmeliler ki, hakiki mü’minler hiçbir zaman nifak düşüncesi karşısında eğilmemişler, hele secdeye asla kapanmamışlar, hep dimdik durmuşlardır Allah’ın izni ve inâyetiyle!..

Sevgili arkadaşlar,

Şu konuları göz önünde bulundurmak, aziz Hocamızın bu sohbetini daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır:

“Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

Ashab-ı Kirâm’ın ilklerinden Hâbbab bin Eret (radiyallahu anh) İslam dinini tercih ettiği dönemde, Müslümanlığı açığa vurmak, mal, can, izzet ve haysiyetin ayaklar altına alınmasına razı olmak demekti. Buna rağmen Hazreti Habbâb, kimseden korkmadan Allah Rasulü’nden duyduğu yüce hakikatleri anlatmak için fırsat kollardı. Kendisi Ümmü Enmar lakaplı müşrike bir kadının sultası altındaydı; demirciydi, kılıç yapardı. Rasûlullah onu çok sever, zaman zaman yanına çağırır, hususi iltifatta bulunurdu. Bunu öğrenen kadın kızgın demiri alıp o gün için kölesi olan Hazreti Habbâb’ın boynuna sürterek ona işkence etmeye başlamıştı. Daha sonra da henüz 15-20 yaşlarında bir genç olan bu büyük sahabi, boynuna kızgın demirler takılarak kavurucu güneşte bırakılmış, sırtına yakıcı taşlar konulmuş ve bu şekilde derisi eriyinceye kadar işkence edilmişti. Fakat Hazreti Habbab onca ızdırap ve eziyet karşısında bir sabır ve sadakat âbidesi olarak dimdik durmuştu.

Bir gün Hazreti Habbâb, İnsanlığın İftihar Tablosu’na, kendisini dağlayan Ümmü Enmar hakkında şikâyette bulunmuştu da Şefkat Peygamberi “Allahım Habbâb’a yardım et!” diye dua buyurmuştu. Daha birkaç gün geçmeden kadın, dayanılmaz bir baş ağrısına yakalanmıştı. Izdırabından feryâd u figân ediyor; sürekli kafasını yumrukluyordu. Nihayet, kendisine dağlama yaptırmasını tavsiye etmişlerdi. Ümmü Enmar, çaresizce Habbâb (radiyallahu anh)’tan istekte bulunmuş; o da uzun bir süre kızgın demir ile kadının başını dağlamıştı. Cenâb-ı Hak, adeta mazlumun âhının yerde bırakılmadığını ve bazen mahkeme-yi kübraya da havale edilmeden zalimin misliyle cezalandırıldığını göstermişti.

Bir defasında Hazreti Ömer (radiyallahu anh), sahabe efendilerimize müşriklerden çektikleri sıkıntı ve ızdırabları sormuştu. Hazreti Habbab öne çıkarak, “Ya Emirelmü’minîn! Şu sırtıma bak!” demişti. Hazreti Ömer, Habbâb bin Eret’in sırtındaki yara izlerine nazar edince, hayretle “Bugüne kadar böylesini hiç görmemiştim!” mukabelesinde bulunmuştu. Hazreti Habbâb şunu söylemişti: “Müşrikler, benim için bir ateş yaktılar ve beni ateşin içine attılar. Bir adam ayağıyla göğsüme bastı. Ateş her yanımı sardı. İşte o ateşi, en sonunda, vücudumdan eriyen yağ ve sırtımdan akan kan söndürdü.”

Habbab bin Eret (radıyallahu anh), kızgın çakıllar üzerine sırtüstü yatırılıp göğsüne kendinden ağır taşların yüklendiği o günlere dair bir hatırasını anlatır ve der ki: Allah Rasûlü, Kâbe’nin duvarının dibine oturmuştu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım, “Ya Rasûllallah, Cenâb-ı Hakk’a dua etmez misin, bize yardım eylesin!” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

“Sabret anneciğim sabret!..”

İhtimal Allah Rasûlü, muzdarip sahabiye, gördüğü işkence cinsinden bir zulmü haber vermiş; sonra da onu müjdelemiş; “Taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine de onlar Allah’tan ve dininden vazgeçmezlerdi. Allah va’dini yerine getirecek, güllerinizi açtırıp, bülbüllerinizi öttürecek ama siz acele ediyorsunuz!” demişti. Rivayetlere göre, işte bu münasebetle, Ashab-ı Uhdud’dan da bahseden Burûc Sûresi nazil olmuştu. Bu Surede, Kur’an-ı Kerim, hendekler içinde ateşler yakarak inananları içine atıp sadistçe seyreden o günün Neronları’nın vahşetinden bahsetmekte ve aynı zamanda İslâm milletlerini tahakkümleri ve tasallutları altına alan istismarcı müstemlekecileri işaretlemektedir.

Ashab-ı Uhdud, inananları ateş dolu hendeklere atıp cayır cayır yakarken, biri kucağında, ikisi de eteklerinden tutmuş üç çocuklu bir kadının getirildiği ve dininden dönmezse çocuklarıyla beraber ateşe atılmakla karşı karşıya bırakıldığı da rivayet edilir. Kahraman kadın imanı uğruna çocuklarıyla birlikte ölümü çoktan göze almıştır; işkencelere rağmen dinini terketmez. Bunun üzerine önce büyük çocuğu, sonra diğeri gözlerinin önünde ateşe atılır. Yüreği parçalanan anne, gözyaşı yerine yanaklarından kan akıtır ama ilahi rızayı kazanmak uğruna sabreder. Sıra kendisine geldiğinde bir an tereddüt yaşar; çünkü kucağındaki masum yavrusunu düşünür. Annenin halinde imandan gelen bir vakar, metanet ve sükunet vardır; fakat içinden kopan feryad, Arş-ı A’layı titretir. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk kundaktaki bebeği konuşturur; “Sabret anneciğim sabret. Dininde sebat göster ve bırak kendini ateşe. Çünkü sen Hakk üzerinesin, Allah seninle beraber.”

قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِ Müminler affetseler de dine ve imana dokunanların affolunmayacaklarını işaret edercesine Kur’an “kutile” sözüyle “kahroldular, kahrolsunlar, canları çıksın, lanete uğrasınlar” diyor o zalimler hakkında. Müslümanlara komplolar kuranlar, işkenceler edenler, hapishane hapishane dolaştıranlar, ölmeden mezara koymaya uğraşanlar kahrolsunlar. Zaman geçmiş, asırlar değişmiştir ama küfrü temsil eden bütün firavunlar, bütün mütekebbirler, bütün mağrurlar aynı hava içinde olmuşlardır. Değişen sadece işkence şekilleridir. Öncekiler ateşlere atmışlar, testere ile parçalamışlardır; sonrakiler de kendi karakterleri ve zamanlarının usulleri zaviyesinden çeşitli eza ve cefalar yapmışlardır/yapmaktadırlar. Ne ki, bütün zulümlere ve engellemelere, bütün yumruklama ve tekmelemelere rağmen halis müminleri yollarından çevirememişlerdir ve çeviremeyeceklerdir. Tiranlar vurdukça yeni yeni filizler çıkmış, yeni yeni şuleler yanmıştır. İnşaallah, bundan böyle de hiç durmadan filizler yeşerecek ve şuleler parıldayacaktır.

Bir Ölüp Bin DirilenYiğit

Ashab-ı Uhdud’la alâkalı, hemen her tefsir kitabında anlatılan bir vak’a daha vardır. Müslim, Tirmizî ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedi gibi bir kısım hadis kitaplarına dayanılarak anlatılan hâdise şudur: Bir kralın bir büyücüsü vardır. Yaşı epeyce ilerleyen büyücü, krala “Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir çocuk ver de ona büyü öğreteyim.” der ve kralın kendisine verdiği çocuğa büyü öğretmeye başlar. Fakat çocuğun eviyle büyücü arasında bir rahip (henüz İslam gelmeden önce kendi döneminde Allah’ın gönderdiği Peygambere iman edip onun dinine hizmet eden bir bilge) vardır ve çocuk bir gün o rahibin yanına uğrar. Rahibin anlattığı şeyler çocuğun daha çok hoşuna gider.

Bir gün halkın gittiği yol üzerine korkunç bir canavar çıkar. Çocuk yerden bir taş alır ve “Allah’ım, eğer Sen rahibin yaptıklarını büyücünün yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler.” diyerek taşı atar. Canavar ölür, insanlar da yollarına giderler. Çocuk bu olayı rahibe anlatınca, rahip “Oğlum, sen şimdi benden üstünsün. Bundan ötürü imtihan edilebilirsin. İmtihan anında beni ele verme.” der. Gün geçtikçe çocuk daha bir seviye kazanır ve meşhur olur; öyle ki körü, abraşı ve diğer hastaları iyileştirmeye başlar. Derken, bir gün kralın âmâ olan bir nedimi de kendisini iyileştirmesi için çocuktan istekte bulunur; çocuğun ona karşı cevabı “Ben kimseyi iyi edemem, ancak Allah iyi eder. Eğer Allah’a inanırsan, O sana şifa verir.” şeklinde olur. İyi olan nedim, kralın yanına gidince, kral hayret eder ve bunu kimin yaptığını sorar. Nedim de, “Rabbim iyi etti.” diye cevap verir. Kralın, “Yani ben mi?” sorusuna ise, “Hayır, benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah.” cevabını verir. Kral, “Senin benden başka Rabbin mi var?” diye nedime çıkışır ve ona eziyet etmeye başlar.

Yapılan işkenceye dayanamayan nedim, sonunda çocuğun ismini söyler. Kral, çocuğu çağırtıp ondan da aynı cevabı alınca, ona da işkence etmeye başlar ve bu fikrin rahipten çıktığını öğrenir. Kral üçünü de çağırarak dinlerinden dönmelerini ister ve onları ölümle tehdit eder. Bunlar inançlarında ısrar edince, rahibi de, nedimini de testereden geçirir; çocuğa gelince, onu da yüksek bir dağdan aşağıya atmaları için adamlarına teslim eder. Ne var ki çocuk, “Allah’ım, beni bunlardan kurtar.” diye dua edince, dağ sarsılır ve kralın adamları aşağı yuvarlanır.

Adamlardan kurtulan çocuk da, tekrar kralın yanına gelir ve adamlarının başına gelenleri anlatır. Kral, bu kez çocuğu başkalarına teslim eder ve eğer dininden dönmezse onu denizin derin bir yerine atmalarını emreder. Çocuk, duasıyla onlardan da kurtulur ve krala gelerek, söylediklerini yapmadığı sürece kendisini öldüremeyeceğini bildirir. Ardından da insanları bir yere toplayıp, kendisini bir dala asmasını, sonra da torbasından bir ok çıkararak, “Çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla.” diyerek atmasını ve ancak bu şekilde kendisini öldürebileceğini ifade eder. Kral, çocuğun söylediklerini yapar; ok çocuğun bağrına saplanır ve çocuk ölür. Olup bitenleri izleyen halk ise, biz çocuğun Rabbine inandık derler. Bunun üzerine kral, hendekler kazdırıp içlerini ateşle doldurtur ve inananları o hendeklere atar…

Bir dönemde yaşanmış böyle bir hâdise, kendine has şartları göz önünde bulundurulmak suretiyle her asır için önemli mesajlar ihtiva etmektedir. Anlaşılan o ki, o dönemde bir gence el uzatılmış, onunla meşgul olunmuş, sinelerde olgunlaştırılan ilhamlar onun ruhuna boşaltılarak yeni bir toplum ve yeni bir nesle doğru ilk adım atılmış.

Kıssanın kahramanı o gençte bir peygamber mantığı seziliyor; ihtimal o da peygamberlik mânâsına ait bir hakikati temsil ediyordu ve Allah da onu eşrara karşı koruyordu. Öyle ki, teslim edildiği adamların kimisi dağdan aşağı düşüp ölüyor, kimisi de denizde boğulup gidiyordu. Tabiî bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın ona vermiş olduğu bir kuvve-i kudsiye sayesinde oluyordu. Ne yapıp yapıp onu öldürmeyi düşünüyorlardı, ama nafile, Allah (celle celâluhu) fırsat vermiyordu. İhtimal biraz da demokratik davranıyor ve çocuğun toplum içinde uyarmış olduğu teveccüh veya bir mânâda fitneden ötürü hemen tepesine binip öldüremiyorlardı. Belki de onu öldürmenin bir kısım içtimaî komplikasyonlar doğurabileceği endişesi de taşınıyordu. Bu mevzuda açık bir şey olmamakla birlikte, bütün bunları satır aralarından çıkarabilmek mümkündür.

Sonra “Halkı topladıktan sonra beni bir dala asacak ve sadağından çektiğin bir oku ‘Çocuğun Allah’ının adıyla’ deyip atacaksın.” diyor. Ve şehit olup gidiyor; şehit olup gidiyor ama değerini bularak gidiyor; geride bıraktığı ses, arkadakilere yetip artıyor; madde temelinden sarsılıyor ve Allah’ın varlığı bütün vicdanlarda duyuluyor. (Son kısım Prizma-4 kitabından alınmıştır.)

***

[1] Bkz. Bürûc sûresi, 85/4-9.

[2] Ashab-ı Uhdûd kıssası için bkz.: Müslim, zühd 73; Tirmizî, tefsîru sûre (85); Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/17.

 

Yolumuzun Kaderi ve Vazifemiz

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, yeni sohbetinde şu konuları anlatıyor:

*İmam-ı Gazalî hazretleri, günahları ve kötü fiilleri “mühlikât” (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) olarak isimlendirirken, sevapları ve salih amelleri de “münciyât” (kurtaran, felaha götüren ameller) başlığı altında ele alır.

Zâlimler kaybetmeye mahkumdur!..

*Günümüzün hadiseleri İmam Gazalî’nin ifadesiyle değerlendirilecek olursa, zalimlerin mezalim, mesavî, hud’a ve intikam şeklindeki değişik kötülükleri, kendileri hakkında mühlikât, mazlumlar için ise münciyât sayılır. İnsan onunla inlerse, onunla oturur kalkarsa, dualarında mağdurları da beraber dillendirir ve ne ölçüde moral verecekse, onlara moral verirse, bir taraftan çekerken, diğer taraftan da kazanmış olur.

*Tarih boyu hep çekenler ve çektirenler vardır. Eğer çektirilenler, hak ve doğru yolda yürüyorlarsa, onlar kazanıyorlar, diğerleri de kaybediyorlardır; bütün tarih boyunca böyle olmuştur. Zâlim hep kaybetmiştir; mazlum ise, şayet inanıyorsa, Allah’la irtibatı varsa, yüksek idealler uğrunda o mücadeleyi veriyorsa, hak hakikat adına dimdik duruyorsa ve bundan dolayı kendisine gelip gelip tosluyorlarsa, o mazlumiyet, o mağduriyet, o mahkûmiyet onun için bir kazanç vesilesi olagelmiştir.

*Tarih boyunca pek çok peygamber gelmiş ve Allah’ın mesajını getirmişlerdir. Ne var ki, hemen hepsi kavimleri ya da bazı düşmanları tarafından reddedilmiş, alaya alınmış ve zulme maruz bırakılmışlardır.

Peygamberlere de “sefih, kâhin, mecnun” demişler, size “haşhaşi” demelerine aldırmayın!..

*Hazreti Nuh (aleyhisselâm) nübüvvetle serfiraz kılınmış; insanları, Allah’a kul olmaya davet etmiş ve gemi mucizesi gibi harikuladeliklerle teyid edilmişti ama kavmi ona, -hâşâ- “sefih” ve “mecnun” diyordu. Size “haşhaşi” demişler, aldırmayın. “Çete” demişler, aldırmayın. “Sülük” demişler, aldırmayın. Peygambere “sefih” demişler; bunak demektir bu.

*Bazı edepsiz kimseler de İnsanlığın İftihar Tablosu’na hücûm etmiş ve O’na saygısız sözler söylemişlerdir. Âlemlerin şeref abidesi olan Peygamber Efendimiz’e -hâşâ ve kellâ- şair, kâhin, sihirbaz, cahil gibi en çirkin isnatlarda bulunmuşlardır; estağfirullah, yüz bin defa estağfirullah.

*Hazreti Âdem’den Hazreti Nuh’a, ondan Rasûl-ü Ekrem Efendimize kadar insanlığın tarihine baktığınız zaman, göreceksiniz ki, adet-i ilahi hiç değişmeden devam edegelmiş. Değişen nedir? Şartlara göre senaryolar değişmiştir; zulüm ve ceza şekillerinde bir kısım farklılıklar olmuştur.

Dağınıklığa düşmemeli!..

*Realiteleri kabul etmek ve dağınıklığa düşmemek lazım. “Şimdi ne olacak?” Bunlarla güç ve kuvvetimizi dağıtırsak, esas mükellef olduğumuz hususları yerine getirme mevzuunda kullanacağımız enerji kalmaz; enerjimizi beyhude kullanmış oluruz. Dağılmamak lazım. İki işi yapmaya çalışırken, üçüncü dördüncü bir meşguliyete kalkışırsak, bütün bütün dağılırız.

*Böyle bir feşel (fiyasko) yaşamamak için en ehemmiyetli konular üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. O da şudur: Konjonktür bizi şöyle bir duruma itti. Bu durumda biz, gaye-i hayalimiz, mefkuremiz için rantabl olarak nasıl çalışırız? Şu anda içinde bulunduğumuz şartlar, neler yapmamıza müsaittir? Bu mevzuda hizmet adına ne türlü alternatifler oluşturabiliriz. İşte buna bakmamız lazım.

*Yoksa “Falan zalim şunu yaptı, filan zalim bunu yaptı. Falan kara yayıncı şunu yaptı, filan ak yayıncı bunu yaptı…” Bunlarla meşgul olduğunuz zaman, kafa dağınıklığına düşersiniz; nöronlar taşımaz bunu; korteks çatlayıverir birden bire. Sonra yapacağınız işlerde üst üste fiyasko yaşarsınız. Öyleyse, dağılmamak lazım.

*“Onlara şöyle mukabele edelim, böyle mukabele edelim!” gibi mülahazalara da girmemek lazım. Elbette ki iftiralar karşısında, tekzip, tavzih, tashih hakkını kullanma her zaman için mahfuzdur; avukatlar ve bilenler o hakkı usulünce kullanırlar. Ama “O bana bir şey dedi, ben de ona diyeyim! O benim için yakışıksız şu lafları atıverdi, ben de kendi kendime veya birkaç arkadaş içinde onun dediği şeye yakın bir şeyler söyleyeyim. O bana tilki dedi, ben de ona -bari- tavşan diyeyim.” Bunlar faydasız şeyler. Bunlarla geriye hiçbir şey dönmez. Aklı başında bir mü’min, yapacağı her hareketle geriye bazı şeylerin dönmesine göre planlar ve projeler oluşturmalı; “Ben ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım ki, hareketim bazı şeyler kazandırsın?” düşüncesiyle hareket etmelidir.

“Geçmiş ümmetlerin başlarına gelenlere mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?”

*Cenâb-ı Hak, ilahî âdeti gereğince insanları hayatları boyunca çeşit çeşit imtihanlara tâbi tutar. Böylece tıpkı elmasın kömürden, altının da taş ve topraktan ayrılması gibi onların hasını hamından, saf olanını olmayanından ayırır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

الم أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“Elif, Lâm, Mîm. Mü’minler sadece “İman ettik” demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler?” (Ankebût, 29/1-2)

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)

*Cenâb-ı Hak, sabredip mücahedelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142)Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.

“Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

*Habbab bin Eret (radıyallahu anh) anlatıyor: Allah Rasûlü, Kâbe’nin duvarının dibine oturmuştu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım, “Ya Rasûllallah, Cenâb-ı Hakk’a dua etmez misin, bize yardım eylesin!” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kadın Hîre’den Hadramût’a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.”

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Mefkûre kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını kullanmamalıdırlar; bu düşünceyle Hazreti Pir, “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini istimal etmiştir. Zarar mevzuuna gelince, hadis-i şerifin ifadesiyle, “Zarar verme yoktur; zarara zararla mukabele de yoktur.”

*Bizim tek derdimiz rûh-i revân-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasıdır. Yahya Kemal ne hoş söyler:

“Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.

Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden,

Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.

Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i,

Akseyleyince Arş’a lisân-ı Muhammedî.”

Olumlu düşünmeli, müspet hareket etmeli ve emanetin hakkını vermeli!..

*Siz yapılması gerekli olan şeyleri yapın; ötesini Allah’ın rahmet ve inayetine bırakın. Üstad Hazretleri, bu mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar.

*Biz bugün bütün himmetimizle, şimdiye kadar yapılan şeyleri alıp ileri götürmeye bakmalıyız. Ötesinde, bize şu kötülüğü yapmışlar, bu kötülüğü yapmışlar.. onlar hakkında da “Cenâb-ı Hak günahlarını affetsin!” der, acıma hislerimizi ifade ederiz. Çünkü zulmedenler, imanları varsa ve imanlarına rağmen zulmediyorlarsa, onlara acımak lazım; zira size kazandırdıkları halde onlar kaybediyorlar. Ahirette umumi bir hukuka tecavüzün cezasını çekerler. Âmme hakkı, Allah hakkıdır; Allah hakkına tecavüz etmişliğin cezasını çekerler. Dolayısıyla da acımaya kesb-i istihkak ederler; acınacak durumdadırlar.

*Şu halde bize düşen şey, o durumda olan insanlar hakkında “Allahım bizleri de onları da sırat-ı müstakime hidayet eyle. Bize de onlara da yanlış şeyler yaptırtma. Öbür tarafta bir bela, bir musibet şeklinde gelip başımıza dolanacak şeyleri bize yaptırma!” demektir. Evet, biz hem onlar hem de kendimiz için hep olumlu düşünmek ve müspet davranmakla mükellefiz.