Posts Tagged ‘denge’

Sevk-i İlâhi

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Büyük oluşumlar ve başarılar değerlendirilirken genellikle onların arkasında yer alan aktörlerin kabiliyet ve firasetleri itibara alınıyor, ilâhî inayet ise göz ardı ediliyor. İnsan iradesiyle Allah’ın inayet ve  yardımı arasındaki denge nasıl kurulmalı, bu konuda mü’mince yaklaşım şekli ne olmalıdır?

Cevap: Kur’an ve Sünnet’te en fazla üzerinde durulan konulardan biri de denge ve itidaldir. Yani ifrat ve tefritten uzak bir şekilde sırat-ı müstakim üzere olmak, böyle bir düşünce sistemi kurup buna göre bir hayat yaşayabilmektir. Rahman Sûre-i Celilesi’nin başında üç defa “mizan” zikredilir ve onun bozulmaması emredilir. Mizan ise ölçü, denge demektir; her şeyde ölçülü ve dengeli olunması gerektiğine işaret eder. Cenab-ı Hak bütün varlığı müthiş bir denge içinde yaratmış, her şeye hassas ölçüler takdir etmiştir. İnsanın da düşünce dünyasında, kalb ve ruh hayatında, Rabbiyle münasebetlerinde, insanî ilişkilerinde, tavır ve davranışlarında itidali koruması ve varlık nizamına uygun hareket etmesi çok önemlidir. Mizanın aşıldığı her şeyde dengesizlikler, bozukluklar, çatlaklar ve kırıklar ortaya çıkar. Mizanın kıstası ise en başta Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın düstur ve kaideleridir.

Cüz’i ve Külli İrade

Soruda bahsedilen husus da hassas denge gerektiren bir meseledir. İradî fiillerimizi ve kâinatta cereyan eden hadiseleri değerlendirirken kullanmamız gereken ince kıstaslar vardır. Başta kelam uleması olmak üzere İslâm âlimleri bu konuda Kur’ân ve Sünnet’e uygun dengeli yaklaşımı bulabilme adına ciddi gayret sarf etmişlerdir. İnsanı mutlak olarak kendi fiillerinin kaynağı gören Mutezile mezhebi ile cüz’i iradeyi yok sayan ve insanı rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprağa benzeten Cebriye mezhebi bu konuda ifrat ve tefriti temsil ederken, Ehl-i Sünnet uleması, ikisi arasında dengeli bir yol takip etmiştir.

Gerçi Eş’arîlik, ilk çıkış noktası itibarıyla bir yönüyle Mutezile’ye karşı bir reaksiyonu temsil ettiğinden, tam dengeyi koruyamamış olabilir. Bu sebeple İmam Eş’arî’nin irade konusundaki yaklaşımı bazılarınca “cebr-i mutavassıt” olarak isimlendirilmiş ve ciddi eleştirilere konu olmuştur. Fakat farklı zamanlarda da arz ettiğim gibi, onun bu konudaki yaklaşımının tam anlaşılabildiği kanaatinde değilim. Acaba o, insan iradesini izah ederken kullandığı “ıstıtaât maa’l-fiil” tabiriyle neyi kastediyordu? Onun bu yaklaşımının bir çeşit cebir olarak değerlendirilmesini de ifratkâr bir yaklaşım olarak görüyorum. Gerek İmam Eş’ari’nin gerekse onun fikirlerini ele alıp değerlendiren İmam Cüveynî, İmam Gazzâlî ve İzz b. Abdüsselâm gibi âlimlerin titizlikle seçip kullandıkları kelime ve kavramlarla neyi kastettiklerini bazen nüanslarıyla kavrayamadığımızdan onlar hakkında olumsuz hükümler verebiliyoruz. Ne yazık ki Eş’arî düşüncesinin eksik veya hatalı bir yorum olarak şöyle böyle cebirle ilişkilendirilmesi ve bu şekliyle medreselerimize ve ilim yuvalarımıza hâkim olması bize çok şey kaybettirmiştir.

Maveraünnehir’de neşet eden İmam Maturidî Hazretleri ise fikrî tartışma ve sürtüşmelerin nispeten dışında kaldığı için muhtemelen daha salim düşünme imkânı bulmuş ve bu gibi konulara daha dengeli yaklaşmıştır. Bu yüzden Maturidi akidesinin İslâm âleminde yeniden ihya edilmesini çok önemli görüyorum.

Bu iki Sünnî itikadi mezhep arasındaki detaya ait ihtilafları bir kenara bırakacak olursak işin özünde şunu diyebiliriz: Cenab-ı Hak şart-ı âdi planında insan iradesine değer veriyor. Bu yönüyle ona Zat-ı Ulûhiyet’in teveccüh ve meşietinin bir gölgesi nazarıyla bakılabilir. İradenin mahiyeti her ne olursa olsun, neticede insanın “dilemesi”, bir manada Cenab-ı Hakk’ın iradesinin tecellisine vesile oluyorsa o asla hafife alınamaz. Sanki siz iradenizle bir nokta koyuyorsunuz, Allah da o noktayı bir kitaba çeviriyor. Bizdeki irade, mahiyeti itibarıyla ne kadar küçük ve basit olursa olsun, hem davranışlarımızın ona bağlanması hem de ilahi iradenin teveccühüne vesile olması itibarıyla o çok önemlidir.

Allah’ın insana bahşetmiş olduğu bu kabiliyet, aynı zamanda ona verdiği değerin bir ifadesidir. O (celle celâluh), her şeye kadirdir, her şeyin dizginleri O’nun yed-i kudretindedir. Bu yönüyle O, insan iradesini hiç hesaba katmayabilirdi. Ama âdet-i Sübhaniyesi bu şekilde cereyan etmiyor. Her ne kadar O’nun fiilleri, icraatları, lütufları insan iradesiyle kayıtlı değilse de O, âdet-i ilâhiyesi gereği, bize vereceği lütufların pek çoğunu bizim irademiz paralelinde gönderiyor. Biz bir şeyi niyet ediyoruz, sonra onu yapmaya azmediyoruz, O da hikmeti iktiza ederse onu yaratıyor. Bu sebeple iradenin yerini çok iyi belirlemeli; önce onun hakkını vermeli, arkasından da Allah’ın lütuflarını beklemeliyiz. Allah’ın değer verdiği bir şeyi görmezlikten gelemeyiz.

İnsanın dilediği şeylerin meydana gelmesi, Cenab-ı Hakk’ın dilemesine bağlı olduğu için, geleceğe dair yapacağımız işleri ya da bir şeyin gerçekleşmesini beklediğimizi ifade ederken “inşaallah (Allah dilerse)” demek, yani O dilemeden hiçbir şeyin olmayacağını ikrar etmek çok önemlidir. Nitekim Kehf Sûresi’nde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun şahsında bütün mü’minlere hitaben şöyle buyrulur:  وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَٰلِكَ غَدًا إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ  وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَىٰ أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَٰذَا رَشَدًا “Hiçbir konuda: Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, “Ben yarın mutlaka şöyle yapacağım” deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve ‘Umarım ki Rabbim, beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar.’ de.” (Kehf Sûresi, 18/23-24)

Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere insan her işini mutlaka meşiet-i ilâhiyeye bağlamalıdır. Yapacağı her işin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu unutmamalıdır. Şayet kendi plan, proje ve stratejilerinin verâsında meşiet-i ilâhiyeyi mülahazaya almıyor, projelerinin tahakkuk etmesi için onun esas olduğunu hesaba katmıyorsa, olan her şeyin arkasında ilâhi iradeyi görmüyorsa o, hiç farkına varmadığı bir gizli şirke müptela demektir.

İnsan, işin başında yapılması gerekenleri yapma konusunda kusur etmemelidir. Plan ve projelerini sağlam yapmalı, Allah’ın ona verdiği irade gücünü sonuna kadar kullanmalı, hedeflediği şeye ulaşma adına ne gerekiyorsa titizlikle yerine getirmelidir. Kendisine düşeni yaptıktan sonra ise Allah’a tevekkül etmeli, O’nun iradesinin tecelli etmesini, O’nun inayetini beklemelidir. O’nun izni ve inayeti olmaksızın hiçbir şey meydana gelemez. Esbap bizim nazarımıza ne kadar güçlü görünürse görünsün, neticeyi yaratanın Allah olduğunu bir lahza hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Tenasüb-ü İlliyet (Sebep-Sonuç İlişkisi)

Elde edilen başarılara tenasüb-ü illiyet açısından bakılacak olursa, insanın ceht ve gayretleriyle, ortaya çıkan neticeler arasındaki münasebetin ne kadar zayıf olduğu görülecektir. Allah Teâlâ çok zaman, bizim damla mahiyetindeki gayretlerimizi denizlere çeviriyor.. bizim küçük çırpınışlarımızdan fırtınalar hâsıl ediyor.. bizim suya attığımız küçük bir taşın ortaya çıkardığı halkaları büyük dalgalara döndürüyor. Bizim cüz’i iradelerimizle ortaya koyduğumuz meyilleri, kudret ve iradesiyle şekillendiriyor.

Kendi açımızdan, hedeflerimizi, ceht ve gayretlerimizle tahakkuk ettirmek bir yana, çoğu zaman bunun nasıl olduğuna aklımız bile ermiyor. İşin sonunda geriye dönüp baktığımızda, bütün azametiyle Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı sübhaniyesini müşahede ediyoruz.

Ciddi bir marifetullaha sahip olmadan bu konularda müstakim ve dengeli düşünceyi yakalayabilmek bir hayli zordur. Çokları sebeplere tesir-i hakiki verdikleri için farkına varmadan şirke giriyor. Bu açıdan ileriki yıllarda Hizmet hareketini değerlendiren sosyal tarihçilerin veya tarih felsefecilerinin de yapılan işleri şahıslara bağlamak suretiyle şirke girmesinden endişe ediyorum. Bu, ortaya konulan başarıları görmeme, sahnedeki aktörleri takdir etmeme demek değildir. Şahısları, güzelliklerin kaynağı olarak görmek veya göstermek yerine, Allah’ın lütuflarının kendilerine aksettiği birer ayna olarak görebilmek ve onlara buna göre değer vermektir.

Allah yolunda hizmet için müesseseler açılmış, büyük organizasyonlara imza atılmış, insanlığa hayırlı olacak projeler ortaya konmuş olabilir. Yapılan herhangi bir işte, ortaya konan herhangi bir başarıda, biz meseleye sevk-i ilahi açısından bakar, Allah’ın belli şahısları belli istikamette istihdam etmesi olarak değerlendiririz. Ortaya çıkan güzellikleri falanın filanın karihasına vermez, birilerinin ceht ve gayretlerine bağlamayız. İnsanlara güç ve kabiliyetlerinin üstünde işler, kamet ü kıymetlerini aşkın sıfatlar izafe etmeyiz. Cenab-ı Hak, nezd-i ulûhiyetteki kadr u kıymetine rağmen Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahi, إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء Gerçek şu ki sen, istediğini hidayete erdiremezsin. Dilediğini hidayete erdirecek olan, Allah’tır.” (Kasas Sûresi, 28/56) buyuruyorsa, bize bu konularda konuşurken çok çok dikkatli olmak düşer.

Söz buraya gelmişken yaşadığım bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Üç üniversite hocası ziyarete gelmişlerdi. İçlerinden biri, Hizmet gönüllülerinin dünyanın farklı ülkelerinde yapmış oldukları güzel işlerden bahsederek bunların nasıl olduğunu sordu. Asıl demek istediği şey şuydu: Nasıl oluyor da sınırlı imkânlara sahip sıradan insanlar, pek çok devletin başaramayacağı bu kadar büyük işler başarıyorlar? O, yapılan hizmetlerin arkasında görünen şahıslarla ortaya çıkan neticeler arasında doğrudan bir bağ kurmakta zorlanıyor ve yaşadığı şaşkınlığı ifade ediyordu. Kim bilir belki de işin arkasında görünmeyen “farklı beyinler”, “gizli eller”, “süper güçler” olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ben tek kelimeyle “sevk-i ilâhî” cevabını verdim. Fakat tatmin olmuşa, merakı dinmişe benzemiyordu. Hatta belki de şaşkınlığı biraz daha artmıştı. Çünkü farklı düşünce dünyasına sahipti, belki sevk-i ilahi terkibinin ne anlam ifade ettiğini, bununla neyi kastettiğimizi de tam olarak bilmiyordu.

Biz, sevk-i ilâhî ifadesinden Allah’ın bizleri bir yola yönlendirmesini, O’nun tevcihiyle girdiğimiz yolda ilerlerken başımızdan aşağıya sağanak sağanak lütuflar yağdırması hakikatini anlıyoruz. Meseleye bu zaviyeden ve derince bakamazsanız, itikadî açıdan bir kısım inhiraflara düşmeniz kaçınılmazdır. Şahıslara kendi güçlerinin üzerinde güç isnat eder, semaya doğru dal budak salmış kocaman bir çınar ağacının mevcudiyetini küçücük bir tohuma bağlar, Allah’ın meşiet, inayet ve lütuflarını görmezden gelirsiniz.

Sözün özü, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sabah-akşam okunmasını tavsiye ettiği şu dualarında gizlidir: سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ، مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، أَعْلَمُ أَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah’ı her türlü eksikten kusurdan tenzih eder, O’na hamd ederim. Her türlü güç O’nundur, O’nunla gelir. O’nun olmasını dilediği olur, olmamasını dilediği de olmaz. Bilirim ki Allah her şeye kadirdir ve ilmi her şeyi ihata etmiştir.” (Suyûtî, el-Câmius-sagîr, hadis no: 8551)

Ebu Zer El-Gifârî

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Osman’ın Ebu Zer el-Gıfârî’yi Rebeze denen yere gönderip, orada zorunlu ikamete tâbi tutması olayını nasıl anlamalı ve bundan ne tür dersler çıkarmalıyız?

Cevap: Daha çok Ebu Zer künyesiyle meşhur olan bu şanlı sahabinin asıl adı Cündeb İbn-i Cünâde’dir. Gıfar kabilesine mensuptur. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini ve davetini duyunca Mekke’ye gelerek iman etmiştir. Mekke’de ilk iman edenlerdendir, hatta dördüncü veya beşinci Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır. İman ettiğini Kâbe’nin yanında ilan etmesi üzerine müşrikler tarafından dövülür. Hazreti Abbas’ın araya girmesiyle öldürülmekten kurtulur. Ancak ertesi gün tekrar aynı yere gidip imanını ilan eder ve başına yine aynı şey gelir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onu İslâm’ı anlatması için tekrar kabilesi Gıfar’a gönderir ve kendisine haber gelmedikçe tekrar Mekke’ye dönmemesini söyler. Kabilesine gittikten sonra öğrendiklerini anlatması ve yaşaması sayesinde kabile halkının yarısı Müslüman olur. Hazreti Ebû Zer, Uhud veya Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’ye gelerek ashâb-ı suffeye dâhil olur ve Allah Resûlü ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da oradan ayrılmaz.

Efendimiz’in Firaseti ve Te’vil-i Ehâdis

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr’in yalnız yaşayıp yalnız vefat edeceğini bir mucize olarak Tebük Seferi esnasında haber vermiştir. O sefer esnasında devesi zayıf olduğu için Ebu Zer ordudan geri kalır. Devesinden ümidini kesince eşyalarını sırtlanır ve yaya olarak yoluna devam eder. Nihayet bir konak yerinde istirahate çekilen orduya yetişir. Uzaktan gelmekte olan kimsenin Ebu Zer olduğunu öğrenen Allah Resûlü şöyle buyurur: رَحِمَ اللَّهُ أَبَا ذَرٍّ يَمْشِي وَحْدَهُ وَيَمُوتُ وَحْدَهُ وَيُبْعَثُ وَحْدَهُ “Allah, Ebu Zerr’e merhamet etsin! O, yalnız yürür, tek başına ölür ve tek başına haşrolur!” (Hakim, el-Müstedrek, 3/53)

Ebu Zerr’in ileride başına gelecekler, Efendimiz’e vahiy yoluyla bildirilmiş olabileceği gibi O, gördüğü bu manzarayı hadiselerin dilini okuma yönünde kendisine bahşedilen bir firasetle de yorumlamış olabilir. Bu tür yorumlamaya Kur’an’ın ifadesiyle te’vîl-i ehâdîs denir. Bazıları, te’vîl-i ehâdîsi sadece rüya yorumu olarak anlar. Oysaki onun alanı çok daha geniştir. Günlük hayatımızda cereyan eden hâdiselerden çeşitli mânâlar çıkarmak da tevil-i ehadisin bir çeşididir. Meydana gelen olaylar aslında misal âlemine ait sembollerin gözle göreceğimiz şekilde vücut kazanmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla tevil-i ehadis, misal âlemiyle şehadet âlemi, yani metafizik âlemle fizikî âlem arasındaki bu münasebetin sezilmesine, misalî sembollerin anlamlarının bilinmesine bağlıdır. Bu manaları anlayıp yorumlamak ise herkesin yapabileceği bir iş değildir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevil-i ehadisten yola çıkarak ortaya koyduğu pek çok yorum vardır. O, çevresinde olup biten hâdiseleri çok iyi okumuş ve bunlardan çeşitli mânâlar çıkarmıştır. Hatta bazı sahabilerin isimlerini değiştirmesine bile bu açıdan bakılabilir. Netice itibarıyla burada Nebiyy-i Ekrem, (aleyhi efdalu’s-salavati ve ekmelü’t-tahiyyat) Ebu Zer Hazretlerinin ordudan geri kalmasından, onun hâl ve tavırlarından yola çıkarak istikbalde zuhur edecek durumunu bildiren mucizevi bir beyanda bulunmuş ve bu ifadeleriyle bir karakterin ileride ortaya çıkacak genel durumunu haber vermiş olabilir.

Sahabe-i Kiram ve Onların Züht Anlayışı

Kur’ân, sahabe-i kiramı “sabıkûn-u evvelûn” olarak isimlendirmiş ve onlara farklı bir konum vermiştir. Dolayısıyla sahabe-i kiram hakkında konuşurken çok dikkatli olmalıyız. Onların başından geçenleri değerlendirirken mutlaka onların bu yüksek konumlarını göz önünde bulundurmalıyız. Genel anlamda sahabenin bu müstesna konumunun yanı sıra Hazreti Ebu Zer, ashab-ı kiram arasında, şahsî yaşantısıyla, zühdüyle ve dinî hassasiyetiyle öne çıkanlardan biridir. Müslümanlığı hep önde götürmüş ve çıtayı hep yüksek tutmuştur. Öyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde “Ebu Zer yeryüzünde Îsâ b. Meryem’in zühdüyle yürür.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb 35)

Ebu Zer Hazretleri, hayatını tam bir züht ve takva içinde yaşamıştır. Dünyaya ve dünya malına asla önem vermemiştir. Ona göre bir insan sadece iki maksat için dünyalık peşinde koşabilir; birincisi ailesine helal rızık temin etmek, ikincisi ise ahiret hesabına Allah yolunda infakta bulunmaktır. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası biriktirilen para ve malları “kenz” (dünya hırsıyla biriktirilen, stoklanan mal/servet) olarak görmüş ve servet sahiplerini bu hususta ikaz etmiştir.

O, kimseden sözünü esirgemeyen, doğru bildiği hakikatleri her yerde haykıran bir karaktere sahiptir. Özellikle Şam’da kaldığı dönemde Müslümanların servet sahibi olmalarından, rahat ve rehavet içinde yaşamalarından ciddi rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığını her yerde dile getirmeye başlamıştır. Onun bu sözleri, bazı kimseler tarafından memnuniyetle karşılansa da büyük bir kesimi de rahatsız etmiştir.

Dönemin Şam valisi Muaviye de Ebu Zerr’in eleştirilerinden ve ikazlarından nasibini almıştır. Ebu Zer, haksızlık yaptığı, yakınlarını kayırdığı ve lüks içinde yaşadığı gerekçesiyle Hazreti Muaviye’ye sert ikazlarda bulunmuştur. Hatta bir seferinde dayanamayıp ona bir tokat dahi atmıştır. Bu sert çıkışlarından sonra Muaviye de onu önce ileri gelen sahabilere şikâyet etmiş, netice alamayınca da durumu bir mektupla dönemin halifesi Hazreti Osman’a bildirmiştir. Devlet adına yer yer oldukça sert kararlar verse de şahsına yöneltilen itiraz ve sorgulamalar karşısında Muaviye’nin oldukça hoşgörülü davrandığı söylenebilir. Bugün siz değil bir valiye, onun kapıcısına bile böyle bir muamelede bulunsanız sizi kapı dışarı ederler veya hakkınızdan gelirler.

Durumdan haberdar edilen Hazreti Osman, Ebu Zerr’in Medine’de kalmasını ister. Fakat o, burada da aynı eleştirilerini devam ettirir. Herkesin kendisi gibi züht içinde bir hayat yaşamasını ister. Temel ihtiyaçlarından arta kalan malları infak etmeleri gerektiğini söyler. Mal sahiplerine Kur’ân’ın şu âyetini okur: “Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara, ‘İşte sizin biriktirip durduklarınız! Haydi tadın bakalım biriktirdiğiniz o şeyleri!’ denilecektir.” (Tevbe Sûresi, 9/34-35)

Hassas Yaşama ve Emre İtaat

Ebu Zer Hazretlerinin bu sözleri, toplum içinde ciddi rahatsızlığa ve sarsıntıya yol açar. Gelen şikâyetler üzerine Hazreti Osman, Ebu Zerr’i yanına bir miktar deve ve iki hizmetçi de vererek Rebeze’ye gönderir ve onun burada yaşamasını ister. Ayrıca kendisine yetecek kadar maaş bağlar. İhtiyaçlarını karşılaması için Medine’ye gelip gitmesine de müsaade eder. Bazı rivayetlerde Ebu Zerr’in kendi isteğiyle Rebeze’ye gittiği de ifade edilir. Ömrünün son iki yılını burada geçirir. Bu süre zarfında yönetim aleyhtarları kendisine gelerek halifeye isyan teklifinde bulunurlar. Ancak o, bu tür teklifleri şiddetle reddettiği gibi, onlara da halifeye bağlı kalmalarını tavsiye eder.

Hayatını büyük bir hassasiyet içinde yaşayan, dünya malına önem vermeyen ve aynı zamanda son derece hakperest olan Ebu Zer, gerektiğinde emre itaat etmesini de bilir. Bu yüzden vefat edeceği âna kadar Rebeze’de kalır. Efendimiz’in haber verdiği gibi yalnız yaşar, yalnız vefat eder ve yalnız defnedilir. Muhtemelen onun halifenin sözünün dışına çıkmamasında Efendimiz’in kendisine hitaben söylediği bu sözlerin de etkisi olmuştur. Vefat ettiğinde yanında cenaze namazını kılacak ve defin işlemlerini gerçekleştirecek kimse yoktur. Hanımının oradan geçmekte olan bir kafileye haber vermesiyle onlar tarafından cenaze namazı kılınmış ve Rebeze’de bir yere defnedilmiştir.

Farklı derinliklere sahip olan Hazreti Ebu Zer, dinin emirlerine sımsıkı bağlı kalmış, dinî yaşantısında çıtayı çok yüksek tutmuş, dünyayı istihkar etmiş, hayatını zühd ve takva üzerine kurmuş ve ölene kadar da çizgisini korumuş, bu yüzden de Allah Resûlü’nün övgüsüne mazhar olmuş şanlı bir sahabidir. Bu ölçüde zühd, takva ve vera anlayışını maalesef ki kaybettik. Şahsen ben, şimdiye kadar Ebu Zer ayarında bir Müslümanla karşılaşmadım. Onun anladığı, hazmettiği, içine sindirdiği mânâda zühd ve vera’a kilitlenmiş birini tanımadım. Hayatını Muhâsibî, İbrahim İbn-i Ethem, Fudayl İbn-i İyaz çizgisinde götüren, malı mülkü çok rahatlıkla elinin tersiyle itebilen birini bu gözler görmedi ne yazık ki! Zühd ve vera, insanın hem sinesinde hem de şahsi hayatında aranır. Hakiki mânâda zâhid olan kimse, dünyalık namına kaybettiği şeylere üzülmediği gibi, kazandıklarına da sevinmez. Bütün hayatını da bu anlayış üzerine bina eder. Bir kimse günde iki üç defa yemek yiyorsa, kat kat elbiselere sahipse, rahat bir evde yaşayıp rahat döşeklerde yatıyorsa onun zühdden bahsetmesi çok da gerçekçi olmayabilir. Bu sebeple bugün şurada burada pek çok “mütezâhid” (zahid geçinen) olsa da gerçek mânâda zahid göstermek çok zordur. 

Dinin Emirlerinde Objektif Kalabilme

Meselenin diğer boyutuna gelince, Hazreti Ebu Zerr’in bütün bu faziletleri müsellem olmakla beraber, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) ve nübüvvetin birinci dereceden varisleri olan Hulefa-i Raşidîn efendilerimizin yerleri ayrıdır.

Raşid Halifeler, sosyal hayatın realiteleri, bu realitelerin de kendine göre bir kısım problemleri olabileceğini çok iyi biliyor ve meseleyi dengede götürme adına helal dairesini kendi genişliğiyle ele alıyorlardı, daraltmıyorlardı. Azami zühd ve azami takvayı esas tutmak ve kendi şahsi hayatlarını da buna göre dizayn etmekle birlikte, dinin mubah kıldığı çerçeve içinde kalmak şartıyla insanların dünyadan istifadesinin, ruhsatları değerlendirmelerinin de önüne geçmiyorlardı. Eğer işleri Ebu Zerr’in takva anlayışına ve onun zühd düşüncesine göre götürmeye kalksalardı, insanları üstesinden gelemeyecekleri bir dinî yaşantıyla yükümlü tutmuş olurlardı. Çünkü bu, herkesin yürüyebileceği bir yol, herkesin altından kalkabileceği bir yük değildir.

Din-i Mübin-i İslâm insanlığa sunulurken onun objektif hükümleri öne çıkarılmalıdır. Bir insan kazandığı malların kırkta bir zekâtını, onda bir öşrünü ve kendisine terettüp eden daha başka mâlî sorumluluklarını yerine getiriyorsa, artık onun malına mülküne karışmaya kimsenin hakkı yoktur. Nitekim Allah Resûlü de birçok hadislerinde mümin olmanın, Allah ve Resulü’nün zimmetine (himaye ve korumasına) girmenin şartı olarak namaz, oruç, zekât, hac gibi dinin objektif hükümlerini saymıştır. Dinin temel emir ve yasaklarına uymak suretiyle Allah ve Resulü’nün zimmetine giren birinin hayatına müdahale edemezsiniz.  Üstelik Ebu Zerr’inki gibi bir züht ve takva anlayışının herkese dikte edilmesi, maddî ve ekonomik güçten mahrumiyeti de beraberinde getirebilir. Zira böyle bir anlayış, pek çoklarını say u gayretten alıkoyabilir, onların çalışma azmini kırabilir ve onları miskinliğe sevk edebilir.

Bazı kimseler şahsî hayatları itibarıyla azamî züht, azamî takva diyebilir ve dünyayı ellerinin tersiyle itebilirler. Kendileri için benimsedikleri bu hayat tarzını başkalarına da tavsiye edebilirler, etmelidirler. Fakat yaşadıkları bu zahidane hayatı başkalarına dayatmamalı, kendilerine benzemeyen, kendileri gibi olmayan insanları ta’n u teşnide bulunmamalıdırlar (ayıplamamalıdırlar). Esasında Raşit Halifeler de çok zahit yaşamıştı. Hazreti Ömer, halkın yoksul tabakası ne yiyor ne içiyorsa onları yiyip içiyordu. Hayatını buna göre programlıyordu. Ancak onlar kimsenin mal kazanmasına sınır koymuyor, kimseyi kendileri gibi yaşamaya zorlamıyorlardı. O dönemde, büyük servete sahip çok sayıda insan vardı.

Bu değerlendirmeleri yaparken inşaallah o büyük ruhu rencide edici bir ifade kullanmamışımdır. Kendi hassasiyetleri ve dinî duruşu itibarıyla ona karşı çok derin bir saygım vardır. O, şahsi hayatı adına ideal bir Müslüman, bir insan-ı kâmildir.

Rabbim, zühdün, takvanın, dünyayı istihkarın unutulduğu günümüzde, neslimize de içlerinden nice Ebu Zer’ler çıkarmayı nasip etsin. Nefsimizi, neslimizi, azami zühd, azami takva, azami ihlas ve daimi hizmet düşüncesiyle serfiraz kılsın.

Din Kolaylık Üzerine Müessestir

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Dinimizin yüsr (kolaylık) üzere müesses olduğu ifade edilmesine rağmen mevcut tabloya baktığımızda hakiki Müslümanlığı yaşamanın kolay olmadığı görülüyor. Çelişki gibi görünen bu durum nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Öncelikle konunun doğru anlaşılması için kolaylık ve zorluğun (yüsr ve usr) izafi birer kavram olduğunun da altını çizmek gerekir. Yani bu mesele şahısların anlayış ve algılarına göre değişebilir. Bazı kimseler, alıştıkları hayat tarzının etkisiyle, yerine getirilmesi hiç de zor olmayan bir kısım dinî mükellefiyetleri zor bulabilirler. Tahkikî imana ulaşmış, kulluk şuuruna ermiş samimi mü’minler ise zor gibi görünen nice amelleri hiç zorlanmadan yerine getirirler.

Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle dinin kolaylık olduğunu, Allah’ın, kullarının sırtına kaldıramayacakları yükler yüklemeyeceğini ifade buyurur. Ezcümle şu âyetler hatırlanabilir: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah (celle celâluhû) kimseye, kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara sûresi, 2/286) وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ “Allah’ın (celle celâluhû) gönderdiği dinde, altından kalkamayacağınız ölçüde size zor gelecek hiçbir şey yoktur.” (Hac sûresi, 22/78)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de şu sözleriyle, tebliğ ettiği dinin iki temel özelliğine dikkat çekmiştir: بُعِثْتُ بالحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ “Allah beni, ‘hanîfiyye-i semha’ ile gönderdi.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266) Burada geçen “hanîfiyye” lafzıyla kastedilen mana, İslâm’ın her tür şirk ve küfür şaibesinden uzak olması ve tevhidi esas almasıdır. “Semha” lafzı ise İslâm’ın genişlik, kolaylık ve müsamaha üzerine müesses bir din olması anlamına gelir.

Başka bir rivayet de şöyledir: أَحَبُّ الدِّينِ إِلَى اللَّهِ الحَنِيفِيَّةُ السَّمْحَةُ “Allah’ın sevip razı olduğu din, hanîfiyye-i semha üzere olandır.” (Buhârî, imân 29)

Buna benzer diğer bir hadiste ise Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: إِنَّ الدِّينَ يُسْرٌ، وَلَنْ يُشَادَّ الدِّينَ أَحَدٌ إِلَّا غَلَبَهُ “Din kolaylıktır. Kim onu zorlaştırırsa altında kalır ezilir.” (Buhârî, imân 29)

Allah ve Resûlü, bu ifadeleriyle, özü itibarıyla kolaylık üzerine müesses olan dinin zorlaştırılarak yaşanmaz getirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Din, teklif ettiği hükümler itibarıyla altından kalkılmaz değildir. O her ne kadar mü’minlere bir kısım yükler yüklese de bunlar taşınabilecek yüklerdir. Eğer bir insan, “Ben günde beş yüz rekât namaz kılacağım, ömür boyu oruç tutacağım, hayat-ı içtimaiyeye hiç karışmayacağım, bir evin tokmağına dokunmayacağım, evlâd u iyalle hiç meşgul olmayacağım…” derse, tabiatıyla savaşıyor, hayatı tersine götürmeye çalışıyor demektir. Fıtratla savaşan birinin başarılı olması mümkün değildir. Fıtratın rüzgârını arkasına almayan, dinen mükellef olduğu temel disiplinleri de yerine getiremez. Kullarının tekvinî emirler içindeki yerini, neyi götürüp neyi götüremeyeceklerini en iyi bilen Allah, buna göre mükellefiyetlerle onları mesul tutmuştur.

Yememe, uyumama, evlenmeme, meşru dünya zevklerini bütün bütün terk etme ve tüm hayatını mabette geçirme gibi şeyler insanî fıtrat ve tabiata terstir ve dolayısıyla uzun süre götürülmesi mümkün değildir. Kur’ân, Hıristiyanların ruhbaniyet uygulamasını şu şekilde eleştirir: “Nuh ve İbrahim’i (birer peygamber olarak) gönderdik ve onların zürriyetlerine peygamberlik ve kitap verdik. Onların bir kısmı hidayet üzere yaşasalar da pek çoğu yoldan saptılar. Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu Îsâ’yı gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Kendi ortaya çıkardıkları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, Allah’ın rızasına nail olma düşüncesiyle kendileri icat ettiler. Ne var ki ona gereği gibi de riayet etmediler. Onların iman edenlerine mükâfatlarını verdik. Buna mukabil çokları da (Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu doğru) yoldan saptılar.” (Hadîd sûresi, 57/26-27)

Hıristiyanlar, kendilerine emredilmediği hâlde ruhbanlığa talip olmuş ama onun altından kalkamamışlardır. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Allah’a daha çok kulluk yapma adına bütün geceyi ibadetle geçirme, her gün oruç tutma, ailelerinden uzak durma gibi kararlar alan sahabeden bazılarını bundan menetmiştir. “Ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve kötülükten en çok korunanınızım. Böyle iken bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında da uyur istirahat ederim. Aynı zamanda benim bir aile hayatım da vardır. Her kim benim bu yolumdan gitmez (sünnetime uymaz) da ondan yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5) sözleriyle onlara fıtrat ve kolaylık yolunu göstermiştir.

İslâm’ın fıtrat, kolaylık ve müsamaha üzerine bina edilmesi ve onda güç yetirilemeyecek ağır mükellefiyetlerin bulunmaması, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e büyük bir lütuf ve rahmetidir.

Nimet-Külfet Dengesi

Hz. Bediüzzaman; yaptığımız kulluk ve ubudiyeti, elde etmeyi düşündüğümüz nimetleri kazanmanın yolu değil, önceden mazhar olduğumuz nimetlerin bedeli olarak değerlendirmemizin doğru olacağını ifade ediyor. Evet, biz, Allah’a karşı çok şey borçluyuz. Bununla ilgili olarak üzerimize bir sürü vazife ve sorumluluk terettüp ediyor. Dolayısıyla Rabbimize karşı ne kadar ibadet yaparsak yapalım, O’nun hakkını eda etmiş olmayız. Allah, bizleri yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkarmış. Arkasından bizlere hayat lütfetmiş. Bununla kalmayıp akıl ve şuur sahibi insan kılmış. İnsan olmanın da üstünde bizleri imanla şereflendirmiş. Bunların her biri, öncekine göre farklı bir kıymet arz eden çok büyük nimetlerdir.

Bütün bunların yanında Cenâb-ı Hak bize, sayılamayacak daha birçok nimet lütfetmiştir. Bütün bu nimetler kendi cinsinden şükür ister. İnsanın, kendisini iç içe lütuflarla kuşatan Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluk mükellefiyeti vardır. Öncelikle bu hususun aklen, mantıken kabul edilmesi gerekir. Kul, Rabbine karşı bir sorumluluğunun olduğunu bilmelidir. Dünyevî birtakım mazhariyetlere eren bir kimse, İmam Ebu Hanife, İmam Gazzâli veya Hazreti Bediüzzaman’a talebe olma bahtiyarlığına eren biri, böyle bir mazhariyetin gerektirdiği bir kısım sorumluluk ve mükellefiyetlerinin olduğunu bilir. Peki, her türlü mazhariyetin ötesinde, Allah’ın kulu olan, Resûlüllah’ın arkasında saf tutan mü’minler ne büyük bir mesuliyet ve yükümlülük altında olduklarının farkında mıdırlar?

Mükellefiyet ve külfet, aynı kökten gelen iki Arapça kelimedir. Her mükellefiyet, az ya da çok bir külfet içerir. Yani, bir mükellefiyeti olan kişi, bazı zorlukların üstesinden gelmek zorundadır. Ne var ki dinî mükellefiyetlerin içinde barındırdığı zorluklar, takat-i beşeri aşan şeyler değildir. “Teklif-i mâ lâ yutak (kişiyi, takatini aşkın bir şeyle yükümlü tutma)” içermeme, dinin temel karakteridir. Dünyadaki her işin kendine göre büyük ya da küçük zorlukları vardır. Dinî yükümlülükler de buna dahildir. Bununla birlikte İslâm, bütün hükümleriyle yaşanabilir bir dindir. İşte dinde kolaylığın asıl olmasından kastedilen öncelikli mana budur.

Biraz daha açacak olursak, dinî emirlerin yaşanmasının belli ölçüde bir külfet ve zorluğu vardır. Mesela Allah Resûlü (sallâllahu aleyhi vesellem), günahlara keffaret olup insanın derecesini yükselten amellerden biri olarak, إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Zor durumlarda bile abdestini tastamam almayı” sayar. (Müslim, tahâret 41) Cennet’in nefsin hoşuna gitmeyecek bir kısım zorluk ve meşakkatlerle (mekârih) çevrili olduğunu, yani Cennet’e girmenin bunların üstesinden gelmeye bağlı bulunduğunu bildiren hadis-i şerif de aynı manaya işaret eder. (Buharî, rikâk 28; Müslim, cennet 1) Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibadetlerin her birinin de kendine göre bir zorluğu vardır. Fakat bunların hiçbiri, kaldırılamayacak, götürülemeyecek ve üstesinden gelinemeyecek yük değildir.

Öte yandan, dinin emir ve yasaklarına, sadece kulun meşakkat çekip çekmemesi açısından da bakılmamalıdır. Bunların maddî-manevî, dünyevî-uhrevî pek çok fayda ve hikmetler içerdiği unutulmamalıdır. Mesela Allah’ı zikretmek ve ibadet ü taat, insanın içinde öyle bir itminan hâsıl eder ve onda öyle bir ruh inşirahı meydana getirir ki bunun yeri başka bir şeyle doldurulamaz. Nitekim Kur’ân da kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle oturaklaşacağını ve itminana ereceğini ifade buyurur. (Ra’d sûresi, 13/28) İbadetlerin her birinin ferdî, içtimaî ve iktisadî hayatımıza bakan yönleri itibarıyla daha birçok faydaları olduğu da muhakkaktır. Bunların hepsinin ötesinde insanın ebedî Cennet nimetlerine kavuşması, Allah’ın rıza ve rıdvanını elde etmesi bu mükellefiyetleri yerine getirmesine bağlıdır. İbadetler ve dinin emrettiği muamelata dair hükümler, içerdiği bütün maslahat ve hikmetlerle birlikte düşünülecek olursa bunların zorluk olarak görülmesi mümkün değildir. İşte dinin hanîfiyye-i semha olmasının bir manası da budur.

Kolaylaştırın, Zorlaştırmayın!

Din, kolaylık üzerine müesses olduğu ve insana hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı adına çok büyük hayırlar vaadettiği hâlde maalesef bazıları onu yaşanmaz gibi görebiliyor. Çağımız insanı manevî hayatı itibarıyla çok yaralı. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi asırlardan beri rehnedar olan, harabeye dönen bir kaleyle karşı karşıya bulunuyoruz. İmanın temel esasları sarsıntıya maruz kalmış. Zat-ı Ulûhiyet mevzuunda tuhaf tuhaf düşünceler ortalıkta geziyor. Allah Resûlü’nün izinden gidilmiyor, sünnetine uyulmuyor. Anne-babaya karşı fevkalâde bir saygısızlık var. Yuvalarımız dağılıyor, akrabalık bağlarımız zayıflıyor, sosyal münasebetlerimiz bozuluyor. Allah’a karşı asıl yerine getirilmesi gereken vazife ve mükellefiyetler yerine getirilmeyince, onun berisindeki sorumluluklar hayli hayli ihmal ediliyor. Sanki alabora olan ve içindeki her şey sağa sola dağılan bir geminin içinde bulunuyoruz.

Dinî hükümlerin kadr u kıymetinin bilinmesi ve işin zorluğuna bakmaksızın onların hassasiyetle yerine getirilmesi için, her tarafı harap olmuş bu kalenin tamir edilmesine, parçaları sağa sola dağılmış geminin yeniden derlenip toparlanmasına ihtiyaç var. Farklı bir ifadeyle, toplumun çok ciddi bir rehabilitasyona tâbi tutulması ve irşad edilmesi gerekiyor. Bunun için de bir araya gelişlerimizde sözü hep sohbet-i Canana getirmeli, sürekli iman, marifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk üzerinde durmalıyız. Bir taraftan mükemmel bir temsil ortaya koyarken diğer yandan da her fırsatı değerlendirerek insanlara Rabbimiz’i, Efendimiz’i ve dinimizin güzelliklerini anlatmalıyız.

İslâm’ı anlatırken “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, ilim 11; Müslim, cihâd 6) esprisine bağlı kalmalı ve dinin objektif hükümleri üzerinde durmalıyız. Hususiyle, pek çoğu itibarıyla Medine döneminde nazil olan beş vakit namazı kılma, Ramazan orucunu tutma, malın belli bir kısmını zekât olarak verme ve haramlardan kaçınma gibi açık ve muayyen hükümleri öne çıkarmalıyız.

Bununla birlikte, dinin bu objektif hükümlerinin yanında birtakım “sübjektif mükellefiyetler”in olduğunu da unutmamalıyız. Allah dostları, sınırları ve çerçevesi belli olan hükümleri yerine getirmenin yanı sıra, işin çok daha zoruna da talip olmuşlardır. Onların bir kısmı, Mekke’de nazil olan mutlak emirleri esas alarak, bütün ömürlerini ibadet ü taatle geçirmişlerdir. Bu da insanın marifet ufkuyla ve ihsan şuuruyla alakalı bir meseledir. Fakat günümüzde kendisini böyle bir sorumluluk altında hisseden ve buna göre hareket eden insan sayısı bir hayli azdır.

***

Not: Bu yazı, 28 Nisan 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Müteheyyiç Fıtratlar ve Dengeli Hareket

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Bazı insanlar müteheyyiç (heyecanlı, coşkulu) olurlar. Hz. Üstad da kendini müteheyyiç fıtratlar içinde görür ve bu tür fıtratların rahatının sa’y ve cidalde olduğunu ifade eder. Müteheyyiç fıtratlar, olayları başkalarına nazaran çok daha farklı algılar ve meydana gelen hâdiseler karşısında derin heyecan duyarlar. Bu tiplerin tavır ve davranışları, hareket ve mimikleri çok defa başkalarına benzemez. Mesela onlar, toplumun maruz kaldığı sıkıntı ve meşakkatleri, belâ ve musibetleri derinden derine ruhlarında duyar ve âdeta bunlar karşısında hafakan geçirirler. Başkalarına nazaran hassasiyet ve duyarlılıkları çok yüksektir.

Böyle bir fıtrata sahip olmayı mutlak anlamda bir fazilet olarak görmemek gerekir. Zira bu, insan tabiatıyla ilgili bir meseledir. Herkesten bu ölçüde bir hassasiyet beklemek doğru olmayabilir. Bazı kimseler vardır ki sineleri, sadırları çok geniştir, his dünyaları yeterince inkişaf etmemiştir. Hatta öyleleri vardır ki cihan yansa umurlarında olmaz, İslâm dünyasının cayır cayır yanması uykularını kaçırmaz. Denize atsanız ıslanmayacak ölçüde gamsız olan bunlara mukabil, öncekiler, havadan dahi nem kaparlar. Ağustos kuraklığında dışarı çıksalar, ıslak olarak geriye dönerler. Bütün bunlar, bir yere kadar fıtrat ve tabiatla ilgili meselelerdir.

Temkin ve Teenni ile Hareket

Müteheyyiç ruhlar, iyi mürşitlerin elinde terbiye gördüğü takdirde insanlık adına çok faydalı hizmetlere muvaffak olabilirler. Çünkü onlarda, sönmeyen, dinmeyen bir heyecan vardır. Onları harekete geçirmek için bir dinamo veya bir lokomotife ihtiyaç yoktur. Zira tabiatlarında mevcut olan heyecanları, zaten onları, hayalini kurup mefkûre hâline getirdikleri hedeflere sevk edecektir. Gamsız ve dertsiz insanları tetiklemek ve harekete geçirmek ise çok zordur. Ekstra gayret gerektirir. Hz. Pir, hayatını tembel tembel geçiren bu tipler için, “Ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslamiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki, hakikat-i İslamiye’yi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüç-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” der. (Bediüzzaman, Münazarat)

Hz. Pir, sürekli cedid (yeni) ve taze bir nesil beklentisi içerisinde olmuştur. Kur’ân’ı semadan yeni nazil oluyor gibi duyacak, ona Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın baktığı gibi bakacak, tamamıyla Allah’a müteveccih ve adanmışlık ruhuyla inandığı meselelere sahip çıkan bir nesl-i cedid! On tane lokomotif bağlasanız bile yerinden kıpırdatamayacağınız hareketsiz, durgun ve vurdumduymaz insanlara karşı da yukarıdaki sözleri yöneltmiştir.

Bu itibarladır ki insanın, müteheyyiç bir fıtrata ve hüşyar duygulara sahip olması çok önemlidir. Fakat bunun da kendine göre riskleri vardır. Şayet bu tür insanlar, duygularını akıl ve mantıklarıyla kontrol edemez ve şer’î disiplinlerle bir çerçeveye oturtamazlarsa çok hatalar yaparlar. Aceleci davranıp oyun bozarlar. Hislerine yenik düşüp meşru çerçevenin dışına çıkarlar. Dolayısıyla asıl önemli olan, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî ve Hz. Bediüzzaman gibi, his ve heyecan insanı olmanın yanı sıra aynı zamanda temkin ve teyakkuz insanı da olabilmektir. Bir taraftan sinenizi herkese açacak ve herkesi sevgiyle kucaklayacak ölçüde geniş bir vicdana sahip olacaksınız; diğer yandan her şeyin bir vakt-i merhunu olduğunun farkında olacak, zamanın hükmüne boyun eğecek, soğukkanlı davranmayı ve planlı hareket etmeyi terk etmeyeceksiniz.

Bir insan, yoluna baş koyduğu mefkûresine ve arkasında koştuğu davasına ne kadar bağlı olursa olsun, şayet temkin ve teenni ile hareket etmezse milletin başına büyük gaileler açabilir. Şayet dert ve ızdırap, basiret ve firasetle birlikte bulunmazsa insana büyük hatalar işletebilir. Müteheyyiç fıtratlar, atacakları adımlarının önünü arkasını hesap etmeden sosyal, siyasal veya iktisadi hayatta gördükleri yanlışları düzeltme adına fevri hareket edebilir, anti-demokratik çıkışlar yapabilir ve böylece tamir adına büyük tahriplere yol açabilirler. Tarihte bunun yığınla misali vardır.

Evet, tembellik ve uyuşukluğun, durağanlık ve humûdetin ne insana ne de topluma hiçbir faydası yoktur. Bunlar kaldırılıp çöplüğe atılması gereken özelliklerdir. İnsanın ne yapıp edip bu gibi olumsuz sıfatlardan sıyrılması gerekir. Samimiyet, heyecan, dert, ızdırap ise övgüye layık özelliklerdir. Ne var ki doğru adımlar atabilme adına tek başına bunlar da yeterli olmaz. Bunların yanı sıra insan, mutlaka aktif sabrı kendine ilke edinmeli, yeri geldiğinde, hoşa gitmeyen bazı hâdiseleri hazmetmesini bilmeli, sinesini geniş tutmalı, planlı ve programlı hareket etmeli, belirli bir vakit gerektiren işleri gerçekleştirmede acele etmemelidir.

Kısacası mü’min, denge insanı olmalı ve her zaman ölçülü hareket etmelidir. Yoksa İslâm’ın ve insanlığın kaderi ile alâkalı büyük meselelerde yapılacak yanlışlıklar, hukukullaha öyle bir tecavüz olur ki, ahirette onun vebalini tartacak kantar yoktur.

Vicdanı Engin Sabır Kahramanları

Eğer siz, insanla meşgul oluyor, ahlâk ve faziletin toplumda boy atıp yeşermesini istiyor, hak ve adalet peşinde koşuyor, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkeri kendinize vazife biliyorsanız, bütün bunların kolay olmadığını ve belli bir zaman istediğini baştan hesaba katmak zorundasınız. Vahiyle desteklenen ve fetanet-i uzma sahibi olan Allah Resûlü’nün (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), cahiliye insanının elinden tutup onları evc-i kemalât-ı insaniyeye ulaştırması bile yirmi üç senesini almıştır. O, bu hususta da ümmetine rehberlik yapmış ve tekvinî emirlere uygun hareket etmenin ehemmiyetini göstermiştir. Eğer O, her şeyi harikuladeler kuşağında götürseydi, biz kimi örnek alacaktık? O, hareket tarzıyla bizlere potansiyel insanın nasıl hakiki insanlığa ulaşacağının yollarını, bunun için ne tür sıkıntılara katlanılması gerektiğini ve bunun adım adım nasıl gerçekleştirileceğini göstermiştir.

Bir parmak işaretiyle Ay’ı ikiye yaran, parmaklarından şakır şakır sular akıtan, bir avuç yemekle üç yüz insanın karnını doyuran O Nebiler Serveri, Allah’tan isteseydi, -Bûsirî’nin kasidesinde dediği gibi- Allah O’nun hatırına dağları altın yapardı. Fakat Efendimiz’in vazifesi bu değildi. O, Cenab-ı Hakk’ın kendisine yüklediği tebliğ vazifesini temsil derinliğiyle birlikte götürüyordu. Yirmi üç sene boyunca içinde hiç falsosu olmayan bir hayat yaşamıştı. Çok büyük problemlerle karşılaşmış ve Allah’ın izniyle bunların hepsinin üstesinden gelmişti. Vahşi ve bedevi bir toplumdan medeniyet muallimleri çıkarmıştı.

Bizler de günümüz dünyasında varlığını devam ettiren bir hayli problemle karşı karşıya bulunuyoruz. Gerçekten çözümü çok zor ve çok kompleks problemlerimiz var. Bu problemlerin çözümünün aceleci fıtratlara tahammülü yok. Bu gibilerin problemleri halletmek için ortaya koyacakları her girişim, yeni yeni problemler hasıl eder, insanların zafer beklediği yerlerde bile üst üste falsolar yaşatırlar. Mevcut sorunların üstesinden gelebilecek insanların, fevkalâde geniş sadırlı, engin vicdanlı, mütemekkin ve müteyakkız olmaları gerekiyor. Ta ki heyecana kapılmasın, dengesiz davranmasın, başkalarını tahrik etmesin, cepheyi genişletmesin, sarsıntı ve bozgun yaşatmasınlar, mevcut imkân ve fırsatları çok iyi kullanmak suretiyle, planlı bir şekilde problemlerin üstesinden gelsinler.

***

Not: Bu yazı, 15 Kasım 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Büyük Davaların Çilesi

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Tarihe baktığımızda, ortaya çıktıkları dönemde büyük davaların kıymetinin herkes tarafından gerektiği ölçüde idrak edilemediğini, bunların mümessillerinin yeterince anlaşılamadıklarını görüyoruz. Bunun sebepleri nelerdir?

   Cevap: Hepsi için bunu söyleyemesek de birçoklarının kaderi böyledir. Onlar, yaşadıkları zaman zarfında tanınamamışlardır. Hatta onlarla aynı ortamda neş’et eden ve aynı sofrayı paylaşan insanlar dahi yakınlığın hâsıl ettiği uzaklığı yaşamışlar, yakını görememe gibi bir hastalığa duçar olmuşlardır. Maalesef çokları da bu hastalıktan yakasını kurtaramamıştır. Gerek peygamberlerin gerekse onların sadık takipçilerinin hayatlarına bakacak olursanız bunun pek çok misalini görebilirsiniz. Elbette bunların hepsi aynı seviyede değildir. Bazılarında bu durum nispeten daha azken bazıları bütünüyle yaşadıkları toplumdan tecrit edilerek yalnızlığa terk edilmiştir.

Mesela nübüvvet zincirinin son halkası İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakacak olursanız, hususiyle risalet yıllarının başlarında onun nasıl bir yalnızlığa terk edildiğini görürsünüz. Mekkeli müşriklerin uzun yıllar boyunca O’na “Ebû Talib’in yetimi” gözüyle bakmaları veya O’nu “beraber aynı sokakları paylaştıkları bir çocuk veya genç” olarak algılamaları, hakikatleri görmelerine mani olmuştur. Yakından bakmalarına rağmen doğru görememişlerdir.

   Akran Arasındaki Rekabet

Öte yandan hadis kritikçilerinin de üzerinde durduğu üzere muasırlar arasında tenafüs (rekabet ve kıskançlık) duygusu vardır. İnsan çok kâmil olmalıdır ki kendi akranlarının faziletlerini kabul edebilsin. Eskiden ulema veya meşayih arasında cereyan eden şöyle bir uygulamadan bahsedilir: Bir hoca talebesine belirli kitapları tedris ettikten, talim ve terbiye adına onu belirli bir noktaya getirdikten sonra şöyle dermiş: “Oğlum, bundan sonra benden alacağın bir şey kalmadı. Falan yerde şöyle bir zat var. Sen bundan sonra onun rahle-i tedrisine katıl.” Tenafüs hissini yıkma, rekabet duygusunun önünü alma veya kıskançlığa meydan vermeme adına böyle bir tavır çok önemlidir. Ayrıca bu, ulema arasında çok önemli bir ahlâk ve âdetin de yerleşmesine vesile olur.

Kalb ve ruhun hayat derecesine yükselme yerleri olan tekye ve zaviyelerde de bu tür uygulamalar olmuştur. Diyelim ki bu yola girmiş bir hak yolcusu, bir şeyhin gözetimi altında “seyr ilallah” makamına ulaştı. Şayet şeyh, müridini “seyr fillah”, “seyr maallah” veya “seyr anillah” makamlarına taşıyamıyor, ona bu ufukları gösteremiyor, bu yolda ihtiyaç duyacağı zâd u zahireyi ona temin edemiyorsa çok rahatlıkla şunu demiştir: “Oğlum, bundan öte ben seni taşıyamam. Falan yerde mürşid-i kâmil bir zat var. Onun çilehanesine git ve rahle-i tedrisinin önünde diz çök.”

Bu tür hakperestçe tavırlar yukarıda bahsedilen olumsuz duyguların önünü alacaktır.

   Kendi Dönemlerinde Tanınamayan Büyükler

İnsanların, özellikle farklı meşrep ve mesleklerdeki insanlara karşı hakperest davranabilmeleri daha zordur. Bu tür kişiler arasında kıskançlık hisleri daha fazla görülebilir, kendilerinden büyük olan insanlara karşı rahatsızlık duyabilirler. Tarihte bu tür hadiseler sıklıkla olmuştur.

Mesela İmam Gazzâli Hazretleri kendi yaşadığı dönemde kamet-i kıymetine uygun olarak tanınmamıştır denebilir. Hatta bazıları ona bid’atçı nazarıyla bakmıştır. Pek çok muasırının tenkidine uğramıştır.

Bugünden geriye dönüp baktığımızda biz İmam Rabbani’ye “müceddid-i elf-i sani” diyoruz. Fakat o da kendi devrinde yeterince bilinememiştir. Öyle ki hapishaneye atılmış, türlü çilelere maruz bırakılmıştır. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin, Mevlana Halid el-Bağdadi’nin ve daha nicelerinin de yaşadıkları dönemde kıymetlerinin bilindiği söylenemez.

Doktor Muhammed İkbal’in Esrâr-ı Hôdî, Rumûz-ı bî-Hôdî, Peyâm-ı Meşrik, Cavidname gibi eserlerini bugün okuyor ve şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: “Keşke bu engin fikirler zamanında tanınsaydı. Bunlar Hindistan’da çok önemli bir ses ve soluk olur ve çok farklı şeyler ifade ederdi.” Ne yazık ki toplumlar, kendi içlerinden çıkan peygamberlere karşı da, daha başka büyük zatlara ve fikirlere karşı da yeterince vefalı ve insaflı davranamıyor.

Günümüze doğru geldiğimizde, Hz. Pir’in de muasırlarınca tanındığı söylenemez. Ulema-i benamdan kaç insan ona sahip çıkmıştır? İlahiyat camiasından onu müdafaa edecek üç-beş insan dahi çıkmamıştır. Şayet o günün ulemasını yetiştiren Darülfünûn veya Medresetü’l-vaizin gibi eğitim kurumlarından mezun olanlar o zata sahip çıkmış olsalardı, ortaya koyduğu hizmetlerin tesiri çok daha büyük olurdu. Çünkü bu tür insanlar toplumda kanaat önderi olarak görülür. Millet onların gözünün içine bakar; söylediklerine itibar eder. Şayet onlar Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu cevher hazinesine karşı kamu vicdanını uyarsalardı, büyük inkişaflara vesile olabilirlerdi. Arkadan gelenlerin bu eserlerden hareketle ortaya koydukları hizmetlerden hâsıl olan sevap, onların defter-i hasenatlarına da akardı.

Bunları söylerken, âdeta bir havari gibi o zata ölesiye sahip çıkan, hapishaneleri bir Cennet köşesi gibi kabullenen insanları unutmamak gerek. Onlar, hakikaten yerleri doldurulamayan insanlar. Fakat sayıları çok da fazla olmamıştır. Hepsi bir avuç insandır.

Burada kendimize de şu soruyu sorabiliriz: Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen acaba biz o zatı ve ortaya koyduğu düşünce yapısını hakkıyla tanıyabildik mi? Kim bilir belki de onu layık-ı vechiyle tanıyıp anlamak gelecek nesillere nasip olacak. Onun işaret ettiği yerlere otağlarını kuran ve onun temelini attığı dava yörüngesinde hayatlarını devam ettiren insanlar, ortaya koyduğu hizmetler ve telif ettiği asar-ı bergüzidesiyle o zatı tanıyacaklar. İnşallah o zatın beklediği misyon, arkadan gelen bu aydınlık nesil tarafından yerine getirilir.

Demek ki muasırları tarafından tanınmama, pek çok büyük dava, büyük düşünce ve bunların mümessillerinin kaderi olmuştur. Bunların bazıları hiç tanınmamış, bazıları da tanınması gerektiği ölçüde tanınmamıştır.

Hz. Mesih’in (aleyhisselâm) de kendi döneminde yeterince hüsn-ü kabul gördüğü söylenemez. O kâmet-i bâlâ’nın evi -yüz bin defa haşa ve kellâ- âdeta bir eşkıya evine yapılan baskın gibi basıldığı zaman, kalabalıklar önünde kollarını makas gibi açıp, “Durun, burası çıkmaz sokaktır!” diyecek on tane mert insan çıkmamıştır. Onun aralarından ayrılmasından sonra ancak insanlar onun kıymetini takdir etmeye başlamış, büyük kalabalıklar halinde arkasından koşmuşlardır. Onun dininin, devletler tarafından resmi olarak tanınması için ise birkaç yüz yıl geçmesi gerekmiştir. Fakat bu sefer de getirdiği mesajın renk ve deseni bozulmuş; içinden bazı şeyler çıkarıp atılırken, Roma putperestliğine ait bazı yabancı unsurlar da onun içine sokulmuştur.

Hayaliyle tarihin sayfaları arasında gezinen insan, bu tür vefasızlık örnekleri karşısında farklı sorgulamalara girebilir, “Falanca zat niye kamet-i kıymetine uygun bilinemedi?” veya “Neden falan zatın etrafında yer alan ve saff-ı evveli teşkil eden insanlar kendilerine terettüp eden vazifeleri hakkıyla yerine getiremedi?” diyebilir. Bu tarihî sorumluluğa sahip çıkmak herkese nasip olmamıştır.

   Aklî ve Mantıkî Bağlılık

Bu noktada önemli bir hususun üzerinde durmakta fayda var. Bazı büyük zatların, sayıları binlerle, milyonlarla ifade edilebilecek sayıda sevenleri olmuştur. Elbette böyle bir bağlılık hafife alınamaz. Muhabbetin ve duygusal bağlılığın da bir değeri vardır. Fakat asıl önemli olan, bu bağlılığı sadece duygusal zeminde bırakmayarak aklî ve mantıkî alana da taşıyabilmektir. Farklı bir ifadeyle hissi alaka ve irtibatı, mantıkî alaka ve irtibatla tahkim etmek, sağlamlaştırmak ve altını doldurmak gerekir. Bu yapılabildiği takdirde sevgi ve alaka da devamlı olur.

Başka bir misalle meseleyi anlamaya çalışalım. Mesela biz, Allah’ın (celle celaluhu) sevilmesi gerektiğini söylüyor, pek çok vesileyle de bu sevgiyi ifade ediyoruz. Fakat burada asıl önemli olan, Zat-ı Ulûhiyetin, esmâ-i hüsnâsıyla, sıfât-ı sübhaniyesiyle ve bunların varlık âlemindeki tecellileriyle bilinip tanınmasıdır. Bediüzzaman, İmam Rabbani veya Muhyiddin İbn-i Arabi gibi büyük zatlar kendi ufukları ve duyuşları zaviyesinden bunu yapmaya çalışmışlardır. Çünkü iptidai seviyedeki bilgilere dayalı olan bir alâka ve sevgi, ufkun genişlemeye başladığı daha sonraki dönemlerde yeterli olmayabilir. Bunun altının mutlaka doldurulması gerekir. İşte bu takdirde hissî alâka ve irtibat, mantık ve muhakemeyle güçlendirilmiş olur. Böyle bir insan kimi niçin sevdiğini bilir. “Şunu şundan dolayı seviyorum.” diyebilir. Sevgiyi gerektiren sebepler üzerinde tefekkür ederek her geçen gün bağlılığını, sevgisini daha da pekiştirebilir, güçlendirebilir ve her yerde gürül gürül ifade edebilir.

Aynı durumu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında da düşünebiliriz. Yaşadığı dönemde önde gelen sahabe, O’nun getirdiği mesajla, bu mesajın ifade ettiği manayla O’nu tanıdıkları ve sevdikleri için ömürlerini O’nun yoluna vakfetmiş ve bütün zorluklara göğüs germişlerdir. Onlar ayaklarını öyle sağlam bir zemine koymuş, duygu ve düşüncelerini öyle kökleştirmişlerdir ki çok büyük hadiseler karşısında dahi en küçük bir sarsıntı yaşamamışlardır. Fakat O’na duydukları alâkayı sadece hissî seviyede götüren, aslında O’nun mesajını hakkıyla idrak edemeyen kişiler irtidat hadiselerinde devrilip gitmişlerdir.

İşte önemli olan, büyük zatlara karşı duyulan alâka ve irtibatı böyle bir zemine oturtabilmektir. Yoksa altı boş hissi alâkalar uzun soluklu olmayabilir. Söz konusu zatlar fikirleriyle, eserleriyle ve yüksek ufuklarıyla tanınabilirlerse, onlara karşı duyulan irtibat da sürekli hale gelecektir. Bu irtibatın akıl ve mantık yörüngeli götürülmesi sevgiyi azaltmayacak, bilakis artıracaktır.

Görüldüğü üzere gerek peygamberleri gerekse onlardan sonraki büyükleri sevenlerin hepsini aynı seviyede değerlendiremeyiz. Bunlardan bazıları, meseleyi sadece -cı’ya, -cu’ya bağlayabilir; aidiyet mülahazasıyla hareket edebilirler. Kitle psikolojisiyle hareket ederek bir zatın yanında bulunmayı âlemin gittiği yoldan gitmiş olma mülahazasına bağlayabilirler. Fakat bazısı da vardır ki o zatın eserlerini didik didik eder. Ortaya konulan fikirleri derinlemesine bir mantık ve muhakeme ile gözden geçirir. Söylediklerini ve yaptıklarını engin bir kalb ve geniş bir vicdan ile duyar ve hazmeder. Bütün bunlar, onlara duydukları güven ve bağlılığa ayrı birer payanda olur.

   Şeytanın Bir Aldatmacası

Meselenin bir de, başta peygamberler olmak üzere dava sahibi büyük zatlara bakan tarafı vardır. Onların hiçbirisi bu konuda bir beklenti içinde olmamış, hakkıyla tanınıp bilinemediklerinden şahısları adına şikâyette bulunmamış, kıymetlerinin takdir edilemediği gerekçesiyle kimseye küsmemişlerdir. Bunlarla uğraşmak yerine kendi vazife ve misyonlarına yoğunlaşmışlardır. Onların bu tavrı, bizim için de örnek olmalıdır. Eserleriyle, fikirleriyle ve aksiyonlarıyla bulundukları dönemde veya daha sonraki çağlarda derin etkiler bırakan büyük zatlar dahi layık-ı veçhiyle anlaşılamamış ve bilinememişlerse ve buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi yollarına aynı azimle devam etmişlerse, bizim gibi sıradan insanların anlaşılamaması ve tanınamaması evleviyetle mümkündür ve bu bizim takılacağımız bir şey olmamalıdır. Küskünlüğe, dargınlığa düşmemeli, hizmetlerimize hız kesmeden devam etmeliyiz.

Allah yolunda atılan adımların hiçbiri hafife alınamaz. Damla mahiyetindeki küçük işler dahi bir araya gelerek zamanla bir derya meydana getirebilir. Günümüzde Allah ve Resûlü’nü tanıtma adına dünyanın dört bir yanına açılan adanmışların ortaya koydukları ceht ve gayretler takdire şayandır. Aklı başında olan, vicdan ve insafla meseleye bakabilenler de yapılan faaliyetler karşısında takdir hislerini dile getirmekte, hatta bir kısmı itirariyle onlar da bunun bir kenarından tutma isteklerini izhar etmektedirler. İman ve Kur’an hizmeti ağır bir defineyi taşımaya benzediğinden, yardıma koşan eller karşısında bize düşen vazife, minnet ve şükranla karşılık vermektir.

Ne var ki kibir, inat, haset, önyargı gibi manevî hastalıklara müptela olmuş bazı insanların, yapılan güzel işlerin karşısında yer aldığı ve hatta bunları engellemeye çalıştığı da bir vakıadır. Hatta bir kısım şom ağızların, yapılan güzel hizmetleri bilerek çarpıtmaya çalıştığı, meseleyi hiç olmayacak yerlere çektiği de acı bir gerçek. Bütün bunların yanında bilgisizliğin sebep olduğu bir tavır alma da söz konusudur. Çünkü insan, bilmediğinin düşmanıdır.

Olan biten bu hâdiseleri görmezden gelmek ve bunlar karşısında üzülmemek elde değil. Fakat burada şeytanın bizi aldatmasına da meydan vermemek gerektir. Bazen şeytan sağdan sokularak kadrimizin bilinmediği noktasında bize telkinde bulunabilir ve karşımızda duran kalabalıkları da farklı bir surette nazarımıza arz edebilir. Dolayısıyla biz de yapılan hizmetler karşısında kendi insanımızdan tam bir teveccüh görememiş olmanın verdiği kırgın hissiyatla onlarla ilgili farklı değerlendirmelere gidebilir, “Bunlar, niye dünya çapında önemli bir projeyi gerçekleştirme peşinde koşan adanmışları görmüyorlar?” diyebilir; muhataplarımızı vefasızlıkla, duyarsızlıkla veya duygusuzlukla suçlayabilir; küskünlük, dargınlık gösterebiliriz.

İşte çoğu zaman elimizde olmadan hayalimize, tasavvurlarımıza ve zihnimize takılan bu tür mülahazaları hemen irademizle baskı altına almasını bilmeli, “Ebu Hanifelerin, Ahmed İbn Hanbellerin, İmam Gazzalilerin, İmam Rabbanilerin kadr u kıymetinin bilinmediği bir yerde biz kim oluyoruz ki!” diyebilmeliyiz. İnsanların bizden yüz çevirmesini, karşımıza geçmesini kendi eksik ve kusurlarımıza, hata ve günahlarımıza bağlayabilmeliyiz. Hatta bizi rahatsız eden bu tür tavır ve davranışları “istihkakımız” olarak görebilmeli, kendimizle yüzleşmeli, kendimizi sorgulayabilmeliyiz.

Ya da şöyle demeliyiz: “İhtimal biz, inandığımız değerleri ve yürüdüğümüz yolu onlara anlatacak doğru üslubu yakalayamadık veya seviyemiz bunları anlatmaya yetmedi. Onlarla daha seviyeli şekilde muhatap olunması gerekiyordu.” Biz peygamber değiliz ki Cenab-ı Hakk’ın emrettiği meseleleri sulandırmadan, başkalaştırmadan ve renk attırmadan kendi orijinallikleri içerisinde sunabilelim. En bariz ve açık hakikatler bile bizim kalbimize ve dilimize uğrama talihsizliğine maruz kalınca renk atabilir, matlaşabilir. Bu sebeple başarısızlıkları ve olumsuzlukları yıkacak birilerini arama yerine bunlarda kendi rolümüzü araştırmalıyız.

Kısaca, maruz kaldığımız vefasızlıklara makul birer mahmil bulmalı, onların iç dünyamızı kirletmelerine izin vermemeliyiz. Şeytanın veya nefsimizin bu tür kirli düşünceleri zihin dünyamızda köpürtmesine ve bizi yanlış vadilerde dolaştırmasına müsaade etmemeliyiz. Aklımıza gelen bu tür düşüncelerden hızlı bir şekilde sıyrılmalı, onların ruhumuza yerleşmesine ve sonrasında da çevremizdeki insanlara karşı içimizde kırgınlık ve küskünlüklerin oluşmasına meydan vermemeliyiz. Biz, yaptığımız hizmetleri birilerinin bilmesi, görmesi ve takdir etmesi için yapmıyoruz; sadece Allah rızası için yapıyoruz/yapmalıyız. O bildikten ve razı olduktan sonra başkaları bilse ne olur, bilmese ne olur!

Bize düşen vazife, şu muvakkat dünya hayatında üzerimize terettüp eden vazife ve sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirebilmek, bunların mükafatını da sadece Allah’tan beklemektir. Kadrimizin bilinip bilinmemesinin hiçbir önemi yoktur. Biz işimizi Kur’an ve Sünnet’in ruhuna uygun yaptıktan sonra bütün dünya karşımızda olsa dahi Allah mükafatımızı verecektir. Eğer yapılan hizmetler insanların teveccühüne mazhar olursa, bu durumda da bunu Allah’tan gelmiş büyük bir lütuf ve nimet olarak kabul eder, öper başımıza koyar, Rabb-i Rahîmimiz’e hamd ü sena ederiz.

***

Not: Bu yazı 28 Şubat 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Öze Bağlı Kalma ve Dağınıklıktan Sıyrılma

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Hariçte meydana gelen can sıkıcı hâdiseler ve maruz kalınan bir kısım musibetler bizi ciddi meşgul ediyor ve kendi değerlerimizden uzaklaştırabiliyor. Bu konuda kalb istikametini koruma adına dikkat edilecek hususlar nelerdir? 

 Cevap: İlk olarak ifade etmek gerekir ki, dış dünyada ne tür hâdiseler yaşanırsa yaşansın, bir mü’min için asıl önemli olan Allah’la münasebettir. O, öncelikle kendi nefsine yönelmeli, kalbi ile Allah arasında bir kopukluğun olmamasına dikkat etmeli ve sürekli ziya kaynağı ile irtibatını devam ettirmeye çalışmalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınızın bir yanı hâline getirdikten sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi, 5/105) şeklindeki ifadeleriyle, mü’minleri iç dünyalarına yönelmeye ve öncelikle onun ıslahıyla uğraşmaya çağırmıştır. İşte bu sebepledir ki insan günde belki birkaç defa kendisini test etmeli ve nefsinin doğru yolda olup olmadığını kontrol etmelidir.

Hiç şüphesiz insan, kendisinin doğru bir çizgide olup olmadığını kontrol etmek için bir kısım kıstaslara ihtiyaç duyacaktır. Bunlar da başta Kur’ân ve Sünnet’in emirleri, sonra da selef-i salihînin bu iki kudsî kaynaktan yola çıkarak ortaya koydukları içtihatlar, üzerinde ittifak ettikleri icmalar veya istihsan ve maslahat gibi delillerle ortaya koydukları daha başka hükümlerdir. Onlar dini anlama ve yorumlama adına ortaya koydukları olağanüstü gayretleriyle âdeta bu konuda hiçbir karanlık nokta bırakmamışlardır.

   İstikameti Muhafaza

Bir insan, önündeki bu aydınlatıcı kaynaklara rağmen hâlâ istikameti yakalayamıyor ve bir kısım yerlerde karanlık içinde kalıyorsa o, karanlığı kendisi icat ediyor demektir. Esasında “Siz kendinize bakın!” âyeti aynı zamanda bu manayı da ifade etmektedir. Yani bizim maruz kaldığımız çeşitli sıkıntıların asıl sebebi, kendi kusurlarımızdır. Eğer kendimizi iyi bir muhasebeye tâbi tutabilirsek, bu hataların pek çoğunu görebiliriz.

  Mesela insanın kendi arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin önüne çıkarması bu kusurlardan birisidir. Yüce Allah, كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.” (Kıyâmet Sûresi, 75/20-21) beyan-ı sübhânîsiyle insan tabiatındaki bir boşluğa dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede ise insanın dünya sevgisi şu ifadelerle seslendirilmiştir: وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Gerçekten insan mala çok düşkündür.” (Âdiyât Sûresi, 100/8) İnsan, fıtraten dünyaya ve hazır lezzetlere düşkün olduğundan, mü’min olmasına rağmen yer yer bunları dinin emirlerinin önüne geçirebilmektedir. Hatta bazen dine hizmet ederken bile, rıza-i ilâhîyi veya meselenin uhrevî kazancını değil, kendisine gösterilen ihtiram ve saygıyı makbul görmektedir. Böyle bir kişi ise kabul görmediği, alkışlanmadığı ve hatta eziyete maruz kaldığı bir dinî hizmeti tasvip etmeyecek ve negatif bir tavra girecektir.

Hiç şüphesiz bir mü’minin, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmesi, gafil ve cahil çevrenin alkışlarının da etkisiyle onu şımartması ve küstahlaştırması, kendisine yönelen övgü ve takdirlere kendi malıymış ve hakkıymış gibi sahip çıkması kaybettirici hususlardır. Bundan salim kalmanın yolu ise, Cenâb-ı Hakk’ın potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yarattığı insanın, fiilî olarak da bu kıvamı yakalamaya çalışması, yani gerçek insan olma yolunu takip etmesi ve istikametten ayrılmama noktasında sürekli nefsiyle yaka paça olmasıdır. İnsan bunu başarabildiği takdirde, yukarıdaki âyetin de ifade ettiği üzere dalâlete düşen insanlar katiyen ona zarar veremeyeceklerdir.

   Siz Kendinize Bakın!

Eğer biz toplumsal bir huzur istiyorsak, öncelikle kendimizi düzeltmeye ve gerçek insanî seviyeyi yakalamaya çalışmalıyız. Çünkü biz dosdoğru olacağımız âna kadar, başkalarının düzelmesini bekleyemeyiz. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen emir, اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak Sûresi, 96/1) âyeti olmuştur. Aynı şekilde daha sonra nazil olan âyet-i kerimelerde de şöyle buyrulmuştur: يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ * وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ * وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ *  وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ * وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni temiz tut! Pis ve murdar olan her şeyden kaçın! Verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret!” (Müddessir Sûresi, 74/1-7) Yani Yüce Allah, ilk olarak Nebiyy-i Ekrem’in şahsını muhatap almış ve bir yönüyle O’na “Öncelikle sen kendine bak ve işe kendinden başla!” demiştir.

Aslında o, peygamberliğinden önce de tam bir güven abidesiydi. Enbiya-i izam’ın sahip olduğu ismet, iffet, fetânet ve tebliğ ruhu gibi sıfatları kâmil manada temsil ediyordu. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavmini İslâm’a davet etme için Ebû Kubeys tepesinin üzerine çıkıp, “Şu tepenin arkasından düşman geliyor desem, bana inanır mısınız?” diye sorduğunda, orada bulunanların hepsi olumlu cevap vermişti.

Dolayısıyla bir yönüyle bu gibi âyetlerin, O’nun şahsında esas ümmetine ders verdiğini söyleyebiliriz. Yani eğer biz de başkaları nazarında inandırıcı olmak istiyorsak, fevkalâde sadık ve güvenilir olmak, herkese emniyet ve güven telkin etmek ve son derece mütevazi olmak zorundayız. Zira bu konumda olmayan insanlar inandırıcı olamazlar. İffet ve ismetleri aleyhinde söz söylenen insanlar başkaları nezdinde güvenilirliklerini ve inandırıcılıklarını kaybederler.

Bu açıdan toplumda farklı patlamalar olabilir. Bir kısım zalim ve müstebitler devirmeye güçleri yettiği anda, kendilerine muhalif gördükleri insanların tepesine binerek onları ezip geçebilirler. Bazen de toplumlarını herc ü merce sevk edecek daha başka hâdiselere sebebiyet verebilirler. Fakat bütün bunlar karşısında Müslümanlara düşen, falanı filanı ta’n u teşni etmek yerine öncelikle kendileriyle meşgul olmak ve kendilerini düzeltmektir. Onlar başlarındaki zalimlerden şikâyet etmek yerine öncelikle, “Acaba Allah bu zalimleri niye bizim başımıza musallat ediyor?” diye düşünmelidirler. Çünkü onlar dosdoğru olacakları âna kadar, başkalarıyla uğraşmaları faydasızdır. Zira, كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/22) hadisinin de ifade ettiği üzere, tabanda bulunan insanlar nasıl olursa, idarecileri de aynı olacaktır.

Sütün kaymağı sütten oluşacağı gibi, şapın kaymağı da yine şaptan oluşacaktır. Menkıbe olarak rivayet edildiğine göre Haccac-ı Zalim’e Hz. Ömer’in adaleti hatırlatıldığında o da yanındakilere, “Hele siz onun çevresindeki insanlar gibi olun, bakın ben de nasıl Ömer gibi oluyorum.” demiştir. Bu sözüyle Haccac, kendisinin tam da onlara uygun bir idareci olduğunu hatırlatmak istemiştir.   

   Hakiki İnsanlığa Giden Yol

Öte yandan öncelikle kendisiyle meşgul olmayan ve nefsini ıslah etmeye çalışmayan bir insanın, zamanla Allah’tan kopacağında, kalbi ile Allah arasında bir kısım hüsûf ve küsûfların yaşanacağında şüphe yoktur. Çünkü böyle birisi bazen enaniyetine takılacak, bazen biliyorum mülâhazalarına girecek, bazen de aidiyet hissiyle hareket edecektir. Dolayısıyla din ve diyanet adına iş yapıyorum zannettiği yerlerde bile meseleyi kendisine bağlı götürecektir. Eğer böyle birisi güç ve kuvveti ele geçirecek olsa, o zaman da tiranlar gibi davranacaktır. Zira enaniyet, bilgi, servet insanı kör ettiği gibi, iktidar ve hâkimiyet de onu kör eder. Hele bir de kitlelerin körü körüne onu takip etmesi, alkışlaması ve pohpohlaması gibi faktörler söz konusu ise, böyle bir kişinin zehirlenmesine ve körlük yaşamasına muhakkak gözüyle bakılabilir. Manevî körlüğe maruz kalmış böyle birisi ise çok açık ve net görülebilecek hakikatleri dahi göremeyecek, doğru ve yanlışı birbirinden ayıramayacaktır.

Bu itibarla da insan ruhî ve kalbî hayatı üzerinde hassasiyetle durmalı, Allah’la kendi arasına ne nefsinin, ne hayvanî hislerinin, ne kin ve nefretlerinin ne de daha başka mülâhazaların girmesine ve dolayısıyla tamiri imkânsız kopuklukların meydana gelmesine müsaade etmemelidir. Daha da ötesinde o, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin İhyau ulûmi’d-din isimli eserinde üzerinde durduğu her türlü mühlikâttan (helâke götürücü unsurlardan) uzak durmalı ve yine onun münciyât (kurtuluşa vesile olan ameller) adına zikrettiği her ne varsa, sımsıkı bunlara yapışmalıdır. Çünkü mühlikât Allah’la kul arasına bir kısım perdelerin girmesine sebebiyet verdiği gibi, münciyât da bunların bertaraf edilmesine ve kalblerin yeniden ilâhî tecelliler ile buluşmasına vesiledir.

O hâlde insana düşen vazife, yılandan ve çıyandan kaçarcasına bütün bu olumsuzluklardan uzak durmasıdır. Esasen insanın, hakiki insanlığa yükselmesinin yolu da buradan geçmektedir. Ebu’l-Feth el-Büstî, أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَاسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانُ “Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.” sözüyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Demek ki insan bunları yitirince, insanlığını da yitirmiş olacaktır.

Burada antrparantez bir hususu arz etmek istiyorum. Bir insan, bunlara dikkat etmediği takdirde tepe taklak cehenneme mi gider? Hayır, hiç kimsenin böyle bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur. Zira bu, Allah’ın rahmetinin enginliğine terstir. Biz, amellerimizin azlığına ve küçüklüğüne rağmen Yüce Allah’ın bizi rahmeti ile yarlıgayacağını ve affedeceğini düşünür ve ciddi bir reca hissi içine gireriz. Fakat diğer taraftan Allah’a karşı son derece saygılı olmak ve O’na karşı arızasız ve kusursuz bir kulluk ortaya koymak, O’nun terk edilmemesi gereken hakkı ve bizim de terk etmememiz gereken en önemli vazife ve sorumluluğumuzdur. Bu açıdan da biz, sürekli mahiyet-i insaniyemizin kıvamına bakmalı, necata götürücü vesileleri araştırmalı ve helâk sebeplerinden de uzak durmalıyız.

Eğer biz, kendi durumumuzu kontrol etmez ve durduğumuz yer ile durmamız gerekli olan yeri bilemezsek, bu defa başkalarının tavır ve davranışlarına göre yer ve yön değiştirmeye başlarız. Haset ve rekabet duygularına yenik düşmüş iman ehli bazı kimseler bizim aleyhinize hareket edebilirler. Bazıları da inkâr ve ilhatlarının bir gereği olarak bize cephe alabilirler. Her iki kesim de bizim hakkımızda bir kısım komplolar tertip edebilir. Bunların hile ve entrikalarının farkında olmamız ve bunları savma adına makul ve alternatif stratejiler geliştirmemiz bir yana; eğer biz sürekli onlarla meşgul olur, onların yaşadığı paranoyaya iştirak eder ve hele atacağımız adımları ihtimal ve vehimlere göre atarsak, yukarıda zikredilen “Siz kendinize bakın!” âyetine muhalif davranmış oluruz. Neticede onların zararından kurtulamayacağımız gibi, kendimizi düzeltmeye ve yapmamız gerekli olan asıl işleri yapmaya da fırsat bulamayız.

   Asıl Vazifemiz

Peki, nedir bizim asıl işimiz? Biz, elimizden geliyorsa bütün insanlığa ebedî kurtuluşun yollarını göstermeli, onları Cennet’e yönlendirmeli ve hiç kimsenin Cehennem’e gitmemesi adına cehd ve gayret göstermeliyiz. Yüce Allah, ezelî ilmiyle kimin hangi ameli yapacağını bildiğinden, bazıları için Cehennem’i takdir etmiş olabilir. Hiç kimsenin bunun önüne geçmesi mümkün de olmayabilir. Fakat bu, bizi alâkadar etmez. Bize düşen, son ferdine kadar bütün insanlığın Cehennem’den kurtulması noktasında azimli ve kararlı olmaktır.

Esasen böyle bir gayeye kilitli yaşamak, başkalarının ebedî saadetlerini kaybetmemesi adına ölüp ölüp dirilmek, insanların ebedî helâk ve hüsrana maruz kalacağı korkusuyla canı gırtlağında yaşamak peygamberlik yolunun bir gereğidir. Nitekim Yüce Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin hidayeti mevzuundaki durumunu, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) sözleriyle anlatmıştır. Antrparantez ifade edeyim ki, âyetteki bu ilahî ikaz, Allah ile o en sevgili kulu arasındaki bir meseledir. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderen Zat, O’nun hüzün ve ızdırabını dengeleme adına bunları söyleyebilir. Fakat bizim O’nun hakkında böyle bir söz söylememiz ve bu tür düşüncelere girmemiz doğru değildir.

Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim nokta şudur: Bu âyetler, bir taraftan insanlığın iman etmesi mevzuunda Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tadil ederken, diğer yandan da onu takdir etmiş ve yüceltmiştir. Çünkü burada işarî olarak şöyle bir mana da gizlidir: “Sen öyle yüce bir kâmetsin ki, âdete kendin için yaşamıyor; başkalarının kurtuluşu adına neredeyse kendini helâk edeceksin.”

İşte bu, yaşatma duygusudur. Günümüzde de peygamber yolunun takipçilerinin en önemli vazifesi budur. Varsın başkaları onlar hakkında kendi paranoyalarına göre değişik plânlar tertip etsinler. Kendileri, makam hırsı, çıkar arzusu ve iktidar beklentisine bağlı yaşadıklarından, başkalarını da bu yolun yolcusu görsünler. Buna dayanarak da hasım gördüklerini yok etme adına elli türlü alternatif plân oluştursunlar. Bütün bunlar, onları bağlamamalı ve kendi yolundan alıkoymamalıdır. Onlar, Allah’ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu insanlığa sevdirmeye kilitlenmeli ve bütün stratejilerini bu istikamette oluşturmalıdırlar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/90, 91) Bu hadis de göstermektedir ki, Allah tarafından sevilmenin yolu, O’nu kullarına sevdirmekten geçmektedir. Çünkü onları deli gibi sevme, ebedî dirilişin de temel unsuru ve vesilesidir.

Ne yazık ki Müslümanlar bu konuda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiremediklerinden ötürü, insanlığa belli bir dönemde fetret yaşattılar. Cismanî zevklerinden ve yaşama sevdalarından sıyrılarak kendi değerlerini muhtaç sinelere duyurma istikametinde tıpkı sahabe-i kiram ve havariler gibi dünyanın dört bir yanına açılamadılar. Açılıp İnsanlığın Medar-ı İftiharı’nı kendi büyüklüğü ve kendi ihtişamıyla insanlığa tanıtamadılar. Tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil sergileyerek gönüllere giremediler. O Sonsuz Nur’un bütün dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağı olduğunu gösteremediler. En azından O’nun hakkındaki olumsuz düşünceleri izale ederek, “Bu, çok büyük bir insan.” dedirtemediler. Neticede insanlığa günümüzde de hâlâ etkisini devam ettiren böyle bir fetret dönemi yaşattılar. Elbette bunda, inanmayanların gafletlerinin, duyarsızlıklarının ve ön yargılarının da tesiri vardı. Fakat önemli olan, Müslümanların yapmaları gerekli olan işi yapıp yapmadıklarıdır.

Sahabe efendilerimiz, neredeyse dünyanın üçte birine açılmışlar ve çok kısa bir zamanda kopkoyu karanlıklar içinde yüzen bir dünyayı aydınlatmışlardı. Gittikleri yerlerde gönüllere taht kurmuşlar ve insanlarda kendi değerlerine karşı ciddi bir alâka uyarmışlardı. Bunu da bilgiçlik taslayarak, güç ve kuvvetleriyle değil; imanları, samimiyetleri ve sağlam temsilleriyle başarmışlardı. Eğer biz bugün yarım yamalak da olsa dinin güzelliklerini yaşayabiliyorsak, o ani’l-merkez gücün tesiri sayesinde yaşıyoruz. Çünkü onların meydana getirdikleri ani’l-merkez güç, günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu itibarla şunu bir kere daha ifade etmek istiyorum: Gerek size yakın duran ve sizinle birlikte başını secdeye koyan ve Allah karşısında iki büklüm olan insanlar, gerekse öteden beri aleyhinizde bulunan insanlar sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsünler, paranoyalarına bağlı ne türlü plânlar yaparsa yapsınlar, size düşen vazife, insanlığa evvela Allah’ı ve Peygamber’i sevdirmek, ondan sonra da Allah ve Peygamber’den ötürü insanların birbirini sevmesini sağlamak ve bütün dünyada bir barış ortamının oluşmasına katkı sunmaktır.

   Sevgi ve Hüsnüzanda Denge

Adanmışlar, kendi vazifelerini tastamam yerine getirmenin yanında, başkalarıyla kuracakları münasebetlerde de son derece dengeli olmaya çalışmalıdırlar. Mesela birisine karşı sevgi gösterilecek, delice bir alaka ortaya konulacaksa bu, Allah ve Resûlüllah olmalıdır. Onlardan sonra Raşit Halifeler, ardından da sahabe efendilerimiz gelmelidir. Maalesef biz, kendimize ait pek çok değeri kaybettiğimiz gibi, Allah ve Resûlüllah sevgisinde de yaya kaldık. Eskide olduğu gibi camilerde Hz. Ruhu Seyyidi’l-En’am’ın adı anıldığında bayılıp düşen insan gördünüz mü hiç! Bizim Allah sevgimizi çaldılar; Peygamber sevgimizi çaldılar ve bütün sevgi kabiliyetlerimizi dünyaya ve kendi nefsimize bağladılar. Dolayısıyla biz de muhabbet mahrumu insanlar hâline geldik.

Sevilmesi gerekli olan şeyleri, sevilmesi gerekli olduğu ölçüde derinlemesine sevemedik. Bazen de bu sevgiyi suiistimal ettik. Farkında olmadan yanlışlar yaptık. Mesela birilerinin bazı iyiliklerini göz önüne alarak, onlara karşı ciddi bir sevgi gösterisinde bulunduk. Bu da gayretullaha dokundu. Neticede Allah, aklımızı başımıza almamız adına bizi şefkat tokatlarına maruz bıraktı. ‘Gayrimeşru muhabbetimizin cezası olarak merhametsizce tokatlar’ yedik. Bununla bir yandan da O, sevdiklerimizin, zannettiğimizin aksine bu ölçüde teveccüh ve takdire layık olmadıklarını bize gösterdi. Demek ki insanlara gösterilecek sevgi ve alâkada haksızlık etmeme ve dengeyi koruma çok önemli bir faktördür.

Başkalarıyla kurulacak münasebetlerde dengeli olunacak diğer bir yer de, onlar hakkındaki kanaat ve zanlarımızdır. Hz. Pir’in ifadesiyle bir mü’min, hüsn-ü zan mümkün oldukça, su-i zanna girmemelidir. Başkaları hakkındaki vehimlerine ve ihtimallere dayanarak plân ve projeler oluşturmamalıdır. Herkesin kötülük yapacağı hesabına bağlı işler yapmamalıdır. Çünkü bütün bunlar su-i zandır. Su-i zan ise öyle büyük bir günahtır ki tek başına insanı tepetaklak götürebilir. Fakat bunun yanında eğer siz, birisinden birkaç defa çelme yemişseniz, kündeye getirilmişseniz, size el-ense atılmışsa, işte orada da hüsn-ü zannın yanında âdem-i itimat prensibini işletmeniz gerekir. Eğer siz sırtınızı döndüğünüzde birileri sizi arkadan hançerliyorlarsa, bir daha onlara arkanızı dönemezsiniz.

Sözün özü, bizim asıl vazifemiz kendimizle ve kendi mefkûremizi gerçekleştirmekle meşgul olmaktır. Böyle yüce bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için adanmışların dağınıklıktan sıyrılmaları gerekir.  Onlar himmetlerini, gayretlerini ve fikirlerini dağıtacak her türlü faktörden uzak durmalıdırlar. El-âlemin gerek medya yoluyla, gerekse daha başka platformları kullanarak ortaya attıkları yalan yanlış şeylerle meşgul olmamalıdırlar. Yer yer bu türlü şeyler onların uykusunu kaçırsa ve onlarda mukaddes hafakanlar meydana getirse de onlara asla yapmaları gerekli olan farzlar üstü farz vazifelerini unutturmamalıdır. Gönül erleri, bütün ruh güçleriyle ve bütün zihin fakülteleriyle kendi meselelerine konsantre olmalı ve hep o yolda yürümeye devam etmelidirler. Hz. Pir’in dediği gibi, iki elimiz var; dört elimiz olsaydı yine bu istikamette kullanmamız icap ederdi.


*Not: Bu yazı ilk defa neşredilmektedir. İnşallah, bundan sonra bu bölümde her hafta yeni bir Kırık Testi okuyabileceksiniz.