İm’ân-ı nazar ve konsantrasyon marifet ve muhabbetin anahtarıdır; kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gâye-i hayâl olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır.
Güzel mülahazalarda konsantrasyon sayesinde, O’ndan gelen tecellîler, sizi sürekli bir tecellî sağanağı altında bırakır. Fakat siz, ne kadar uzak duruyor iseniz, hafizanallah, O’ndan uzaklaşmış olursunuz. O, yakındır. Gelin, Allah aşkına, o yakınlığı kendi uzaklığınıza kurban etmeyin!.. “Kulum, bana bir ayak gelir ise, Ben, bir adım gelirim!” diyor. Bu, mukabeledir; Allah, “adım atmak”tan, “gelmek”ten münezzehtir. Allah, o türlü yaklaşmalardan münezzehtir; O, her zaman bize yakındır, en yakındır: وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Gerçek şu ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona sürekli olarak neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, size, sizin şah damarınızdan daha yakınım!” Uzaklık kime ait? Cismanî, nefsânî, hevâî arzularına takılmış insanlara… “Cüdâ düştüm güzellerden / Derem: ‘Vâ hasretâ!’ şimdi.” Değişik vadilerde dolaşıyor; Güzel’den cüdâ (ayrı) düşmüş. Senin O’na karşı yapacağın şeyler, kendi uzaklığını aşmak ve O’nun yakınlığına ulaşmak… O, yakın. Fakat senin uzaklığın, senin elin ile, sun’î, senin yaptığın bir şeydir; onu aşmadıktan sonra ulaşamazsın! Ama bir şeylere takılıyorsan, elin-âlemin dediğine takılıyorsan, meclisini ve arkadaşların ile muhaverelerini elin-âlemin meclisleri kirlettiği gibi, sen de onlarla kirletiyorsan, uzaklığını aşamazsın, O’na yaklaşamazsın, hemdem olamazsın, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ile postnişin bulunamazsın!..
Bütün bu mazhariyetlerin arkasında, konsantrasyona ihtiyaç var. Siz, bir şeye -eskilerin ifadesiyle- im’ân-ı nazar etmiş iseniz, gözünüzü ona dikmiş iseniz, işte o zaman görüleceği görmüş olursunuz. Yoksa gözlerinizi açıp bakarsınız ama “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Bakarsınız ama böyle uyukluyor gibi bakarsınız, “Karşıda ne var, ne oldu demin?!” dersiniz. Huzur-i Risâlet-penâhî’ye geliyor, oturuyorlar, o dönemin siyasîleri. Dışarıya çıktıkları zaman “O adam ne demişti ki?!” diyorlar. Kur’an-ı Kerim ifade buyuruyor: وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ “Onlardan öyle kimseler vardır ki seni dinlerler. Nihayet yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara ‘O, demin ne söylediydi ha?’ derler. Onlar öyle kişilerdir ki Allah kalblerinin üzerine mühür basmıştır. Onlar hevâ ve heveslerine uymuşlardır.” (Muhammed, 47/16)
“O adam ne demişti ki?!” diyor/diyorlar. تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُنِيرًا “Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir, hayır ve ihsanı sınırsızdır.” (Furkân, 25/61) demişti. İnsanda ürperti hasıl edecek şey!.. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لأُولِي الأَلْبَابِ * الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i Imrân, 3/190-191) demişti. İnsanlığın İftihar Tablosu, gece semanın o gülen yüzüne bakıp bunu okuyor ve ağlıyor; “Yazıklar olsun bu ayeti okuyup ağlamayanlara!” diyor. Onlar, bunu duyuyor, dışarı çıkıyorlar; “Adam ne dedi ki?!” diyorlar. Kendileri cüdâm; İnsanlığın İftihar Tablosu’na da diyorlar “sıradan adam!”
Evet, bakma başkadır, görme başkadır. Bir sesin gelip kulağa çarpması başkadır, fakat onu bir şifre-küşâ (şifre çözen/açan) sistem gibi çözme başkadır: Bana ne diyor acaba? Ne anlatıyor bu? O meselenin kalbe nüfuzu, kalbi kendine göre ayarlaması, kalibrasyondan geçirmesi; bunlar başka şeylerdir. Dolayısıyla, insan bu donanımda yaratılmış ise, böyle fâniyât u zâilâta meyletmek suretiyle, değersiz şeylerde o yüksek donanımını kullanmak suretiyle israfa gitmemeli.
Maddî-manevî her türlü nimetin yaratılış gayesine ters kullanılması ve boşu boşuna harcanması savurganlıktır; giyim-kuşamda, içinde oturulan binada ve evin tefrişinde olduğu gibi, beyan, zaman ve sağlık misillü nimetlerin kadrinin bilinmeyişinde de israf söz konusudur.
Baştan dedik ya, “israf”. Düşünce israfı, bakma israfı, zaman israfı, benim dırdırlarım karşısında sizin zamanınızın israfı gibi, israfı.. israfı.. israfı… İsrafı sadece malda anlamamak lazım; yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatmada anlamamak lazım. Bunların hepsinde israf… يَا بَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Ey Âdem’in çocukları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’râf, 7/31) İsraf edenleri Allah sevmez. Neyde olursa olsun, israf edenleri, gereksiz şeylere takılıp gidenleri, olmayacak şeylere yelken açanları, nefsânî ve şeytânî arzulara takılıp gidenleri, Allah (celle celâluhu) affetmez; çünkü israf ediyorlar, çok önemli bir şeyi israf ediyorlar.
İnsan, bir akıntıya kapılmış ise, niyetinde deryaya gitme olmalı!.. Pusulası olmayan, hedefi belli olmayan bir gemiyi varması gerekli olan yere götürmeye hiçbir rüzgârın gücü yetmez! Rota, belli olması lazım; onu belirlemede pusula olması lazım veya daha modern sistemler olması lazım, tâ insan hep gideceği yere kilitli olsun. Yoksa yüzüyoruz denizin yüzünde; karşımıza bir tsunami mi çıkar, başka bir dalga mı çıkar, başka bir Allah’ın belası mı çıkar; bu defa yolsuzluğun riskine öyle bir maruz kalırız ki, bütün gücümüzü-kuvvetimizi -daha sonra- kullansak, o korkunç tahribatı tamir etmeye yetmez.
Gelin, Allah rızası, için -siz öylesiniz inşallah, ben kendi zaviyemden konuşuyorum- zamanımızı/vaktimizi başkalarının -eğer nezaketim müsaade etseydi “dırdıriyât” diyecektim- dırdıriyâtıyla israf etmeyelim. “Dırdır” kelimesi Türkçemizde; o “yât” kelimesi Arapçadaki Cem’-i müennes sigası oluyor. Cem’-i müennes sigasıyla söyledim, çünkü dırdır, dırdır doğurur; o espriye binaen herhalde, dilimden öyle çıktı. O türlü şeylere kulak vermeden, esas kulak kesilecek şeylere kulak vermek lazım; göz ile, konsantre olunacak şeylere konsantre olmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak ve dağınıklığa düşmemek lazım.
Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’i tâbân, Ziyâ-ı himmet diyor ki: “İki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaya yetmez!” Sekiz elimiz de olsa, on altı elimiz de olsa, otuz iki elimiz de olsa, yapılması gerekli olan şeylere yetmez. Öyle ise, zihnimizdeki o milyonlarca nöronun hepsini aynı noktaya teksif etmek suretiyle onlara emirler vermeliyiz; kumandalar, sinyaller göndermeliyiz: “Bakın şu noktaya müteveccih olun!” demeliyiz.
Nedir müteveccih olmanız gerekli olan şey: Dört bir yandan türlü türlü gâileler ile kuşatılmış gibi bir haliniz var. Ama Cenâb-ı Hak türlü türlü fereçler ve mahreçler de ihsan ediyor. Siz bir yere kapatıldığınızı hissediyorsunuz, kapıyı kapatıyorlar; Allah (celle celâluhu), çıkacak bir pencere açıyor. Onlar, bir yönüyle kendi dünyamızda oturup-kalmanıza mani oluyorlar; dünya, kapılarını ardına kadar açıyor: “Siz gidin o Hızır soluklarınızı dünyanın değişik yerlerinde soluklanın! İnsanlığın o türlü soluklara ihtiyacı var!” Şimdi Allah, bir kapıya bedel, bin tane kapı açmış mı açmamış mı? “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah -efendi- Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor bir Hak dostu. Bir kapı bend ettiler, Hazreti Allah bin kapı küşâd eyledi. Dünyanın bin yerinde, kulaklar size ait sesleri artık çok ciddî bir intizar ile bekliyor: “Acaba ne diyecekler bu adamlar? Elin-âlemin ‘Şöyle!’ dediği bu insanların düşünce dağarcıklarında acaba ne var? Getirip önümüze ne dökecekler bunlar?” diye intizar içinde…
Öyle ise öyle şeyler dökmeliyiz ki, o pazarda, o piyasada arz ettiğimiz şeyler, en çok talep edilen şey olmalı! Döktüğümüz malın kıymeti, aynı zamanda talebi de artırır. Götürür bakır dökerseniz oraya, demir dökerseniz şayet, talep de ona göre olur. Döktüğünüzün kıymeti aynı zamanda sizin de kıymetinizi aksettirir. Dünya böyle bir intizar içinde bekliyor ise şayet, bu asimetrik taarruzları ve bütün bunların tesirini kırmanın da tek yolu, oturup-kalkıp kafa kafaya verip, “Şu muvakkat gâileleri, sınırlı bir dairedeki gâileleri, Allah’ın izni-inayeti ile nasıl savarız? Pencereleri kapı haline nasıl çeviririz? Ev kapısını, kale kapısı haline nasıl getiririz? Yerde yürüyoruz, üveyikler gibi nasıl kanatlanırız? Ulaşılması gerekli olan yerlere, bilmem vitesi kaçta bir vasıta gibi, daha kısa zamanda nasıl ulaşırız? Sesimize-soluğumuza ciddî bir iştiyak ile intizar içinde bulunan insanlara, o sesi, o soluğu nasıl çabucak duyururuz; o ses ile, o soluk ile onları doyururuz?” İnsan bu konuya konsantre olursa, zannediyorum, zamanını israf etmemiş, düşüncesini israf etmemiş, aktivitelerini israf etmemiş, müzakerelerini, meşveretlerini israf etmemiş olur. Ve bunlar, hâristana çevirdikleri o acayip zemini, bir anda bakarsınız gülistana, bâğistana, bostana çevirivermiş…
Not: Bu video, 1 Nisan 2019 tarihinde yayımlanan “Huzur Vesileleri ve Sohbet-i Cânân” isimli Bamteli sohbetinden hazırlanmıştır.





