İkindi Yağmurları – Neden Kendinizi Anlatmadınız?

İkindi Yağmurları – Neden Kendinizi Anlatmadınız?

Ülkemizde kadın, erkek ve bebeklere kadar uzanan zulmü, değişik milletlere anlatmak, kendi vatanımızı başkalarına şikâyet sayılır mı?

O benim vatanıma canım kurban olsun!.. O, “anaların vatanı”dır. O güzel vatan, Anadolu!.. “Küçük Asya” dediğimiz Anadolu!.. Analar her zaman dolu dolu evlatlar doğurmuş ve onlar her zaman -Mâlik İbn Nebi’nin ifadesiyle- “Âlem-i İslam’ın şimalinde, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye olmasaydı, yeryüzünde Müslümanlık olmazdı!” dedirten hizmetler görmüşlerdir. İşte o evlatları doğurdu, o Anadolu.

O Anadolu, öyle bir ülke; o millet de öyle bir millet. Ama bugün onun başına musallat olan hükûmet, başka bir mesele. O hükûmetin içinde de -esasen- o zulmü, o ihtilâsı, o harâmîliği, o hırsızlığı irtikâp edenler, mahdut bir sınıf. Zannediyorum bir zelzele ile sarsıldıkları zaman, bir fay kırılmasıyla dağıldıkları zaman, bakacaksınız ki, o cephede sadece yirmi-otuz tane insan kalmış. Diğerleri, belli dönemlerde olduğu gibi, yine sizin İnternetlerinizin tuşlarına dokunup diyecekler ki: “Hakkınızı helal edin; hakkınızı yedik, sizin hakkınızda nâ-sezâ, nâ-becâ dırıltılarda bulunduk!” “Dırıltı” tabirine kırılmadınız, değil mi? “Dırıltılarda bulunduk!” diyecekler.

Evet, şimdi vatanın-milletin aleyhinde bulunmak başka bir meseledir; fakat o zulmü revâ görenlerin aleyhinde olmak ayrı bir meseledir. Medine’nin, Şam’ın aleyhinde olma değildir mesele; birinin aleyhinde olma söz konusu ise, Haccâc-ı Zâlim’in aleyhinde olma, Yezîd’in aleyhinde olma, bir manada Abdülmelik’in aleyhinde olma, Mervan’ın aleyhinde olma söz konusudur. Bunlar, o ülkenin, o beldenin, o muhitin insanının aleyhinde olma demek değildir.

Nasıl olursunuz ki?!. Şam’daki o Emevîler, Endülüs’ü fethettiler, bir yönüyle, Tarık İbn Ziyad ile. Ve sekiz asır orayı Batı Rönesans’ına ekollük yapacak bir ülke haline getirdiler. Nasıl diyebilirsiniz? Nasıl diyebilirsiniz ki, Abbasîler bir yerde, başkalarını yıktı, Bağdat’ta bir saltanat kurdular ama Rafizî yayılmasına karşı surlar-setler oluşturdular. Ve aynı zamanda ilme bir gelişme hızı verdiler ki, dördüncü-beşinci asırda, küre-i arzın çapını ölçecek insanlar yetişti. Beni Musa -hep arz ediyorum- küre-i arzın çapını ölçtüler; kaç metre? Meseleyi oraya kadar götürdüler, Allah’ın izni ve inayetiyle. Uçma denemeleri yaptılar. İbn Sina’lar yetiştirdiler, Harizmî’ler yetiştirdiler, Râzî’ler yetiştirdiler. Dünya tababetinde İbn Sina’nın kitapları yedi-sekiz asır okundu. Râzî’nin kitapları, yedi-sekiz asır okundu.

Dolayısıyla ülkenin kadınına da erkeğine de, ricâline de nisâsına da, şebâbına da kühûlüne de, şuyûhuna da (gencine, olgununa, yaşlısına da) canım kurban olsun. Can kurban olduğum bir ülkedir o ülke!.. Fakat bazen talihsizlikler yaşamış; bir yönüyle, liyâkati olmayan bir kısım kimseler gelmiş, musallat olmuşlardır. Ama saf, temiz, duru millet, hüsnüzannına yenik düşmüş; onları gerçekten o işin, o meselenin biricik temsilcisi gibi görme yanlışlığına düşmüştür, zühûlüne maruz kalmıştır.

Engel olamadığımız bir zulmü başkalarına duyurmak, ne günahtır ne vebaldir ne de millete saygısızlıktır; aksine onu durdurmaya vesile olması ihtimaline binaen bir vecibedir.

Evet, bu açıdan vatana, millete karşı saygısızlık değil. Elbette değişik milletlere anlatacaklar o zulmü, tâ dünya -bir yönüyle- zulme “Dur!” desin artık. Cenâb-ı Hak o mübarek ülkeyi, bölgeyi dağılmaktan, saçılmaktan muhafaza buyursun! Yurdumuzdur… Orada evimize el koymuşlardır, malımıza-mülkümüze el koymuşlardır; önemli değil bunlar. Bizim, dünyada zaten dikili bir taşımız yok. Her şeyimize el koysalar bile, bu ülke bizim olsun yeter!

Amma, başındaki insanlar, o işe yetmez. Yetmediklerini gösterdi, kendilerini problemler sarmalı içinde buldular ve şimdi çırpınıp duruyorlar: “Şuraya mı dilencilik yapsak, buraya mı dilencilik yapsak?!.” Sizi yok etme, yıkma adına etrafa para saçmak suretiyle kin ve nefretlerini, rezaletlerini ortaya döküyorlar. Bu kadar yakışıksız laflar ettim ve siz de bundan rahatsız oldu iseniz, bağışlamanızı rica edeceğim.

Zannediyorum, dünyanın zaten değişik yerlerinde çok farklı ad ve unvanlarla bir kısım hukukî müesseseler -aynı zamanda müeyyide hakkı, yaptırım hakkı olan müesseseler- yeni yeni bir şeyler yapıyorlar. Duydukça, olup-bitenleri duydukça seslerini yükseltiyorlar.

Şu kadar çocuğun, anne kucağında, memede, belki süt emme imkânı bile bulamadan, hücrelerde, zindanlarda ağlayıp durduğu ve bazen ağlamalara bile makul cevap verilemediği gibi hallere dünya yavaş yavaş muttali oluyor. Hanımın kocasından ayrı düştüğü, kocanın hanımından ayrı düştüğü.. ikisini de içeriye almışlarsa şayet, biri ayrı hücrede, öbürü ayrı hücrede.. başka zalimlerin yapmadıkları şeylere maruz kalma işi… Bunlar, elbette ki ülkemizin-milletimizin aleyhinde olmadan anlatılmalı. Esas bu işi yapanlar, adlî, idarî, siyasî, istihbârî, mülkî kimlerse şayet, onları anlatmak, hususiyle o mesâvîyi, o günahları irtikâp eden kimseleri nazara vermek, “Bir bunları dinleyin.. gözcü olarak bir gidin.. bir o zindanlara kulak verin.. bir oradaki insanların diyeceklerine kulak verin!” demek; bu, inanan insanların meşru hakkıdır. Bu hak, ne günahtır, ne vebaldir, ne de millete karşı, vatana karşı saygısızlıktır.

Haktır; hatta o hakkı kullanmamak ve zulmü duyurmamak bir yönüyle vebaldir. Zulüm duyurulmadığı takdirde, onlar hâlâ o zulme devam edeceklerinden dolayı, belki Allah, sorguya tâbî tutacaktır: “Neden kendinizi anlatmadınız? Neden o zâlimleri dünyaya duyurmadınız?!” diye Cenâb-ı Hak, sîğaya çekecektir.

Bu açıdan, hiçbir kötülük yapmamış, kötü hiçbir şey yapmadığı halde dünyanın dört bir yanına sürgüne mecbur bırakılmış insanlar, elbette maruz kaldıkları zulümleri zâlimin işini kolaylaştırmama adına anlatmalıdırlar. Zira zalimin işini kolaylaştırma en büyük veballerdendir. Zalimin işini kolaylaştırmama adına yapılması gerekenler yapılmalıdır. Hazreti Musa (aleyhisselam), zalimin işini kolaylaştırmama adına, dönüp “Özür dilerim ey Amnofis! Sen biraz arkadan koşturdun, zahmet çektin, kusura bakma!” falan dememiştir. Hazreti Nuh (aleyhisselam), dememiştir. Hazreti İbrahim (aleyhisselam), dememiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dememiştir. Hiç kimse dememiştir. Demek, zalimden özür dilemek, zulme iştirak etme demektir.

Allah, onları hakiki hidayete erdirsin!.. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatiyle serfirâz kılsın! Bu yanlış yoldan dönmeye muvaffak eylesin! Size-bize de sabr-ı cemîl ihsan eylesin!.. Yol, doğru; yöntem, doğru; hedef, doğru… Çekilen bir kısım sıkıntılar var; olsun, ne gam!.. Günahlarımıza kefaret olacak; varsın, olsun!.. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah’a hamdolsun.”

Not: 13 Kasım 2017 tarihli Bamteli’den hazırlanmıştır.

  • https://s1.wohooo.net/proxy/herkulfo/stream
  • Herkul Radyo