Mazlumlar, mağdurlar nazar-ı itibara alınarak, onların o sıkıntıları, dertleri paylaşılmalı!.. Hani hep ism-i mef’ûl kipiyle ifade ediyoruz: Mazlûmiyetlerini, mağduriyetlerini, ma’zuriyetlerini, mahkûmiyetlerini, daha değişik gâileler ile malul bulunmalarını… Bunların hepsini birden düşününce tabii ızdırap duyarız. Bir de hey’et ile umumî alakadârlığımız var ise, Hizmet ile ciddî alakadârlığımız var ise, kardeşlik ruhu tam inkişaf etmiş ise şayet, paylaşırız o âlâmı, o mesâibi, o devâhîyi. Paylaşıyoruz onlar ile beraber… Onlar, bazıları içeride; bazıları evlatlarından, eşlerinden, arkadaşlarından, dostlarından, anne-babalarından ayrı, onun hasreti ve hicranı içindeler. Bizler de o heyet içinde bulunmamız itibarıyla, aynı vücudun birer parçası, birer unsuru, birer molekülü gibi aynı şeyleri, aynı sıkıntıları paylaşıyoruz.
“Bayram o bayram olur!..”
Antrparantez; bu paylaşma işi, biraz o kardeşlik düşüncesini derinlemesine duymaya vabestedir. Herkes aynı ölçüde duymayabilir: Bazılarını yatağa düşürecek şekilde felç eder, o türlü şeyler. Belki çok defa o, Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz iradesine hürmetin gereği, o iradenin muradı ne ise, ona saygının ifadesi olarak yaşamaya katlanır; iradesinin hakkını verir ve katlanır o meseleye. Fakat insan olarak -esasen- ızdırap duyar. Hani İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar etmişimdir, biliyorsunuz: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!”
Evet, nice kimseler tekme yemiş, sarsılmış veya şiddetli bir darbe ile, bir balyoz ile, bir hıyanet ile yerle bir edilmiş, düşmüş, tökezlemiş, sürüm sürüm hâle gelmiş… Bunların hepsini böyle vicdanımızda derinlemesine duymak, kardeşlik irtibatımızın sımsıcak olması ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Duyarız, paylaşırız onlar ile beraber…
Dolayısıyla, bir ferec, bir mahreç isterken de esasen hem onlar için hem kendimiz için istemiş oluruz. Onlar için öyle bir ferec ve mahreç olunca, biz de bir yönüyle bayram ederiz. Alvar İmamı hazretlerinin “İslam yeniden doğa / Bayram o bayram olur.” diye bir şiiri vardır. Ona, başka iki mısrayı Fakîr ilave ediyor:
“İslam yeniden doğa,
Bayram o bayram olur.”
“Bayram o bayram olur.” o Hazrete ait.
“Işık zulmeti boğa,
Bayram o bayram olur.
Her yana rahmet yağa,
Bayram, o bayram olur.”
Çoğaltabilirsiniz bunu… “…Bayram o bayram olur.”
Sonra bir de müstezat yapıyor ama müstezatların mısra uzunluğunda olmaması esastır: “Gör ne güzel îd olur.” diyor; o, ne güzel bir bayram…
Şimdi, onlar, o bayramın sevincini paylaşırken kendi aralarında, bunun size uzanan yanı da az değildir; siz de bir bayram neşvesi içinde kendinizi hissedersiniz.
Bir taraftan o duygunun, o düşüncenin insanda olması lazım. Bununla beraber, öyle bir bayramın gelmesi, o “ferec”in, o “mahrec”in zuhur etmesi bir yönüyle hem ibadet ü tâatimiz ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâmma, hem de Allah’tan sürekli aynı şeyleri istemeye vabestedir.
Allah’tan başka kim var ki, gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-i nefsin zararlarını defetsin; öyleyse Yunus-vâri O’na yakarmalıyız!..
Seyyidinâ Hazreti Yunus İbn Mettâ, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) dedi. -Lem’alar’daki o konunun izahına bakabilirsiniz.- لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ “Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-Hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Sadece Sen’sin, Sen!” dediğimiz zaman… Gerçek, Sen’sin; bütün varlık, Sen’in vücudunun gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “İlim”ler, Sen’in ilminin gölgesinin, gölgesinin, gölgesi… “İrâde”ler, Sen’in İrâde’nin gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “Yok!” değil, var ama işte gölgenin varlığı gibi bir şey o. Bir “isneyniyet” -evet, usûliddin ulemasının ifade ettiği kelime bu- var burada fakat “Bir”isi esas, diğerine gelince o, zıllîdir ve izâfîdir.
Evet, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ Seni tesbih u takdis ederim!.. Burada “Sübhâneke” سُبْحَانَكَ kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ı evsâf-ı âliye ile tavsif etme ve noksan sıfatlardan da tebrie manasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın “Kuddûs” ism-i şerifinde de bu mana vardır. Hazreti Üstad, İsm-i A’zam gibi alıp yine Lem’alar’da zikrettiği o altı isimden biri de o; orada Kuddûs isminden de bahsediyor: Yeryüzünde maddî temizlik, nezahet, âhenk, eko-sistem ve aynı zamanda -orada ona çok temas edilmiyor ama- Cenâb-ı Hakk’ı tenzih manasına da gelir. Yani, Zât-ı Ulûhiyet:
“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”
“Sübhâneke” dediğimiz zaman, aynı zamanda bu manaları kastetmiş oluruz. Şu kadar var ki, Peygamber, kendi ufku itibarıyla meseleyi söylerken, çok derinlemesine söylemiş olur.
Zât-ı Ulûhiyeti, Zâtına şayeste ve lâyık tavsif ettikten sonra, kendi durumuna geçiyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ O kapının eşiğine başını koyarak, “Allah’ım! Başım, Kapının eşiğinde…” diyor. Evet, bu meseleyi daha arızasız ifade etmek için “rahmetinin eşiğinde, re’fetinin eşiğinde, şefkatinin eşiğinde…” demek, teşbih ve temsile meydan vermeden bir ifade tarzı olur; çok defa onu tercih ediyoruz ve (Çağlayan başyazılarında da) o tercih edilmişti esasen. “Başım orada…” سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ben, zâlimlerden oldum!” diyor. O hep -böyle- tekrar edip durduğundan dolayı balığın karnında, Zât-ı Ulûhiyet de onu kurtarıyor; balık getiriyor O’nu (aleyhisselam), bir sahile atıyor. Açık; Kur’an-ı Kerim’de, iki yerde net ve detaylı olarak anlatılıyor.
Ve sonra döndüğü zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, o bir insan halâs oluyor fakat yüz bin insan veya daha fazlası O’na (aleyhisselam) iman etmek suretiyle kurtuluyor; bu da O’nda inşiraha vesile oluyor ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu da ortaya konmuş oluyor.
Şimdi bu ayeti okuduk: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Sonra hemen اَللَّهُمَّ اجْعَلْ لَنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım! Bize de ferec ve mahreç ihsan eyle!” diyebiliriz.
Balığın karnında olduğunuzun tam şuuru ile Allah’a teveccüh edeceksiniz ki, nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet inkişaf etsin ve sizin geceniz, deniziniz ve balığınız da size hizmetkâr edilsin.
Antrparantez bir şey daha arz edeyim: Arkadaşlar çok güzel rüyalar gördüler. Bazen Efendimiz, doğrudan doğruya, yakazaten, temessül buyurarak çıktı karşılarına; bazen Hazreti Ebu Bekir, bazen Hazreti Halid… Bu “büyük” zatlar temessül buyuruyor. Tabii Efendimiz’in büyüklüğü, “büyüklük” sözü ile ifade edilemez. Fakat meseleyi nispetlere bağlayarak ifade etmemeli. “Büyük” O (sallallâhu aleyhi ve sellem); büyük… Fakir’in ifadesi ile “gâye ölçüsünde bir vasıta, bir vesile” esasen. Onun için, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Kelime-i Tevhîd’inde, Cenâb-ı Allah’ın ism-i şerifi ile Efendimiz’in mübarek ismi yan yana zikrediliyor.
Efendimiz, temessül buyuruyor; Hazreti Hâlid, temessül buyuruyor… Şahısların karakterlerine göre, o andaki sıkıntının keyfiyetine göre… Birisi de Yunus İbn Mettâ’yı (aleyhisselam) rüyasında görüyor. Fakat bazen onlar öyle net görülüyor ki, belki oradaki birkaçı da görmüş oluyor onu. Yunus İbn Mettâ’ya (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam) diyor ki “Sen, bu لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ duasını okudun; Cenâb-ı Hak, sana salâh ve necât verdi. فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ ‘O’nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık, onu halas ettik.’ (Enbiyâ, 21/83) dedi.” Hazreti Yunus, o şahsa buyuruyor ki: “Ben onu, balığın karnında söyledim!”
Demek ki sıkıntı, seni öyle bir sıkacak ki, canın, gırtlağına gelecek; tâbir-i diğerle, esbâb bilkülliye sukût edecek fakat O’nun (celle celâluhu) ile irtibatını koparmayacaksın, her şeye rağmen… Hazreti Yusuf (aleyhisselam) gibi kuyunun dibinde bile… Cenâb-ı Hak vahyediyor; Hazreti Yusuf daha çocuk orada. Allah, ona vahyediyor; o işin encamını ona göstereceğini vadediyor. Dolayısıyla da ciddî bir itmi’nân içinde… Şikâyet ettiğine dair bir şey yok… Biraz sonra bir kova iniyor oraya; su çıkarılacağına, insanlığın güzeli, insanı bayıltacak güzellikte bir çocuk çıkarıyorlar oradan, kuyunun dibinden.
Bunun gibi, esbâb, bil-külliye sukût edince, esasen, nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Dolayısıyla da لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ derken, bütün arkadaşlarımız/kardeşlerimiz için اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا niyazı da ilave edeceğimiz bir duadır.
Hani, tavır ve davranışlarımız, o kapıda olmalı; ayrı bir mesele. Fakat aynı zamanda beyanlarımız da olmalı… Öyle olunca, zaten beyanımız dilin-dudağın beyanı olmaz. Günümüzde her şey, dilin-dudağın beyanı… O câmilerde duyduğunuz din adına söylenen sözler, dilin-dudağın beyanı, kalbin sesi değil!..
Not: Bu video, 29 Temuz 2019 tarihinde yayımlanan “İmtihan, Sekîne ve Kurtuluş” isimli Bamteli sohbetinden hazırlanmıştır.





