Biz, evde öldük; “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki imam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş; sonra mektebe ve tekyeye koştuk ama heyhat hepsini yokluğa mahkum gördük!..
Evet, bunlar acı; yıkıntılardan bahsin ifadesi esasen; çöküşlerin, kırılmaların bahsinin ifadesi… Fakat değişik dönemlerde, bir kısım yenileyici insanlar, “tecdîd hareketleri” ile insanlarda olması gerekli olan o duyguyu uyarmaya çalışmışlar. Dinin ifadesiyle, Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn isimli eserinde geçen bir hadiste “Müceddid” deniyor; “yüz sene” kaydıyla ifade ediliyor. Bu, yüz sene de olabilir, doksan sene de olabilir, Ömer İbn Abdülaziz’i müceddid gördüklerinden, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüz sene sonra olması itibarıyla veya bi’setinden (Peygamber olarak vazifelendirilişinden) yüz sene sonra olması itibarıyla, “Demek ki esasen yüz senede bir Müceddid geliyor.” denilmiş. İmam Gazzâlî’yi, Hicri beşinci asırda bir müceddid olarak görebilirsiniz. İkinci bin seneye girdiğimiz zaman İmam Rabbânî hazretlerini öyle görebilirsiniz. Bu çağa doğru geldiğimiz zaman, on dokuzuncu asırda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi öyle görebilirsiniz.
Bu büyük insanlar, yaşadıkları çağ, dönem, durum itibarıyla, kırılmaların keyfiyetine göre bir diriliş projesi ile, diriliş planları ile ortaya çıkmışlar; insanlara dupduru soluklarla -İsrafil gibi- yeniden dirilme ruhu, dirilme havası üflemişlerdir. Biraz evvel o sözle ifade ettim: Mevcudiyetleri, başkalarında bir sinerjiye sebebiyet vermiş; “Onlar gibi biz de dirilelim!” denmiştir.
Hani değişik vesileler ile arz etmeye çalıştığım gibi, bir camide keşke imam konuşurken, bazen konuşamayacak hâle gelecek şekilde hıçkırıklara boğulsa!.. Keşke kalbi dursa, ölse!.. Keşke minberden aşağıya yuvarlansa, ölse!.. Bir kitap boyu anlatmadan daha ziyade vicdanlarda tesiri olacaktır. Bu duygu, insanlarda, sizin câminizde de ölmüş mü, ölmemiş mi? İnsafınız ile meseleyi test edin!
Biz, evde öldük! “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik. İmam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş!.. Cenazelerin insana ifade edeceği hiçbir şey yoktur. “Acaba mektep, tekvinî emirleri, Kur’an’ın emirleri ile örtüştürmek suretiyle bize Zât-ı Uluhiyet adına bir şey ifade eder mi?!” diye oraya doğru yöneldik. Gördük ki skolastik düşünce içinde bocalayıp duruyorlar; ne medrese bir şey verecek durumda ve zenginlikte ne de mektep bir şey verecek durumda ve zenginlikte. Yok… Hepsi yokluğa mahkûm… Yokların varlık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur. “Yok”un “var”lık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur!
Hâlbuki buna (yuva, mektep, medrese ve tekye birlikteliğinin seviyeli eğitimine) eskilerin ifadesiyle “eşedd-i ihtiyaç” ile ihtiyacımız vardı. Ve Çağın Sözcüsü esas bu duygu ve bu düşünceyi tetiklemek üzere vazifelendirildi (istihdam edildi). O yüksek fetânetiyle, engin düşüncesiyle, Kur’an anlayışıyla, Sünnet mülahazasıyla, kendi zamanını doğru okuyarak, zamanın yorumlarını kendi mülahazaları içine katmak suretiyle yeni yeni sentezler yaparak, insanlarda çok farklı şekilde “uyanma duygusu” meydana getirmeye çalıştı. Bir ba’s-u ba’de’l-mevt nefehâtı üfledi insanlara, bir diriliş nefehâtı üfledi insanlara…
Size gelinceye kadar renk attı mı, soldu mu, o da pörsüdü mü? Bir gülistana doğru giderken, bir bâğistana doğru giderken, bir bostana doğru giderken, acaba vefasızlıktan dolayı biz de onun açtığı o gülistanı hâristana mı çevirdik?!. Yoksa çağa göre, şartlara göre, ona o çağın renk ve desenini ilave ederek çok yeni şeyler ortaya koyduk mu, sentezler ortaya koyduk mu?!. Recâ ve ümit açısından, ben, “koyduk” istikametinde veya “koydunuz” istikametinde mütalaada bulunmak istiyorum; recâm, çağa uygun renk ve desenler koyduğunuz istikametinde.
Fakat bir şeyi tahrip çok kolaydır. Senelerden beri, üç asırdan, dört asırdan beri balyozlarla, külünklerle yıkmaya çalıştıkları bir şeyi, bir kaleyi tamir ediyorsunuz. Bu, hemen birden bire yapılacak gibi değil. İhlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu bazen bir nesilde bu meseleyi Allah’ın izni-inayetiyle ayağa kaldırır. Fakat o ölçüde ihlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu olmazsa, belki iki nesil ister, belki üç nesil ister, bir yetmiş beş sene ister, Allahu a’lem. Öyle bir ba’s-ü ba’de’l-mevt, öyle bir diriliş… Üstad Necip Fazıl -makamı cennet olsun- “ba’s-ü ba’de’l-mevt” derdi. O ekolden yetişen Sezai Karakoç, “diriliş” sözcüğüyle o duyguyu ifade etmeye çalıştı. Dolayısıyla ikisi de aynı şeyi ifade ediyor.
Öyle bir diriliş… Acaba bir nesilde mi halledilir, iki nesil mi ister, üç nesil mi ister? Diş sıkılırsa, ihlas istikametinde, ihsan duygusu istikametinde konsantrasyona geçilirse, hep oturulur kalkılır “Allah!” denirse, Allah’ın izni-inayetiyle, belki bir nesle bile kalmaz, on senede olur. Günümüzdeki telekomünikasyonu, inkişaf etmiş telekomünikasyonu hesaba katmalı… Teknoloji öyle inkişaf etmiş ki, bir tuşa basmakla, Tayvan’daki, Tayland’daki insanla hemen münasebete geçiyorsun; duygu ve düşüncelerini onun gönlüne boşaltabiliyorsun. Medya o istikamette öyle inkişaf etmiş ki, aynı günde, aynı demde, aynı ânda hemen herkese her şeyi duyurabiliyorsun. Bu açıdan da bunlar yerinde değerlendirildiği zaman, rantabl değerlendirildiği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle, daha kısa zamanda öyle bir diriliş gerçekleştirilebilir. Yitikler, bir yönüyle, keşfedilmiş olabilir: Şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik… İnsanî değerleri de yitirmiştik… Bunları arama ruhuyla yeniden kendimiz oluruz. -“Kendimiz olma” konusuna dair yazılmış yazılar var.- Yeniden kendimiz oluruz… Cenâb-ı Hak, bizi, kendimiz olmaya muvaffak eylesin!..
Not: Bu video, 15 Nisan 2019 tarihinde yayımlanan “Yitiklerimiz, Arayış ve Diriliş” isimli Bamteli sohbetinden hazırlanmıştır.





