Düşünürlerimizden bir tanesi… Antipatinize sebep olabilir ama ben çok seviyorum onu… Ağlayarak namaz kılan bir düşünür, bir akademisyen; kısmen de Fakir’in hemşehrisi sayılır. Fransa’da doktora yapmış, gelmiş; Denizli’de iken de Hazreti Pîr-i mugân, Şem’-î tâbân ile tanışmış. Namaz kılarken, hıçkıra hıçkıra ağlayan bir insan…
Antrparantez: Siz hiç camilerde ağlaya ağlaya bayılıp kendinden geçen insan gördünüz mü? Ben şahsen, belli bir dönemden sonra görmedim. Gençler, kendilerinden geçiyordu belli bir dönemde. Fakat bir yönüyle o ruh hâletini öldürdüler esasen, kezzâb döktüler onun üzerine, kendilerine benzettiler. O gençlik, namazdan uzaklaştı, uyuşturucuya alıştı, sigaraya alıştı, içkiye alıştı. Sözde İmam Hatipli oldu… Onu hayatî her birim içine sokacaklardı; kendileri gibi adam yetiştireceklerdi. Doğru, kendileri gibi adam (!) yetiştirdiler… Nifakın yapacağı odur esasen.
O zat, “gırtlak ağası” derdi bunlara, gırtlak ağası. “Ses sanatkârı” tabirini de kullanırdı, ses sanatkârı… O Mevlidcilere, o cenazelerde dua edenlere, cenazelerde Kur’an okuyanlara, kimseye bir şey ulaşsın diye değil de esasen kendilerini ifade etme, bir yaptıkları şey ile yapacakları başka bir şeye yatırım yapma adına… “Bir yerde güzel ses ile şöyle bir Kur’an okursak, başka bir yere de çağırırlar; buradan beş geldi ise, oradan da on gelir!” filan… Yaptıkları şeyler hep başka bir şeye bir yatırım… Dolayısıyla bunlara “gırtlak ağası” bile hafif geliyor zannediyorum; “ses sanatkârı” sözü de hafif geliyor.
Esas mesele; dil-dudak, kalbe tercüman olmalı!.. Öyle ise şayet, kalb, imanî heyecan ile mızrap yemiş gibi ürperiyor, titriyor ve dil-dudak da “Yahu dur, acele etme! Ben bir bunu tercüme edeyim!” diyor ve kendine göre kendi renk ve deseniyle bir kombinezon ortaya koyuyorsa, bu, çevrede hakikaten bayıltan/öldüren bir tesir uyaracaktır. Ricâl’i (Efendimiz’in hadislerini nakleden râvîleri) okuduğumuz zaman görüyoruz; mesela, Kuteybe İbn-i Saîd bir yerde Kur’an-ı Kerim okurken, sohbet ederken, dört şahıs birden ölüyor orada.
Evet… Hiç unutmam… Ben telsizci idim askerde; Abdulbâsid Abdüssamed’i dinliyordum, Kur’an-ı Kerim okurken. Kur’an-ı Kerim’i okuyunca, Tekvîr Sûresi ile bitiriyordu; o kadar güzel okuyordu ki!.. Ben daha sonra onu teyplerde görmedim; hakikaten insanı bayıltacak şekilde okuyordu. Demişlerdi ki: “Orada o Kur’an okurken, bir tanesi düştü, bayıldı ve öldü.” İşte okumaya bağlı bu, kalbin sesine bağlı; dilin-dudağın -Bağışlayın; bağışlıyor musunuz?- hırıltısına, mırıltısına değil. İnsan, bir ney sesi verebilecekse, ne diye hırıltıya, mırıltıya, başka mahlukların sesine-soluğuna kendisini salıyor ki?!.
Geriye dönelim; evet, antrparantezi kapadık. رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا Hâl, tavır ve davranış ile, öyle bir konum ihraz ediliyor ki, insan, öyle bir konum ile kendini konumlandırıyor ki, orada hakikaten dilinden-dudağından dökülen her şeyi enine-uzununa değerlendirdiğiniz zaman, analize tâbi tuttuğunuz zaman diyorsunuz ki, “Vallahi bu çok dile-dudağa benzemiyor. Bu, olsa olsa kalbin sesi-soluğu olur.” O kalb ki, “Dil, beyt-i Hudâ’dır; ânı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye, Rahman, gecelerde.” Evet, “Tecelligâh-ı İlahî”dir o; Allah, oraya tecelli ediyor, hususiyle gecelerde.
Allah’ım! Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, bu Hizmet de Sana emanet!..
Şimdi o durumu ihraz etmek lazım ve işte o رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا duasını da ona bağlamak lazım. Yunus İbn Mettâ’nın (aleyhisselam) sözünü de o şekilde anlamak lazım. Hakikaten esbâb, bilkülliye sukût ediyor, yapacak bir şey yok… Bütün gönlüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor. Sebepleri, elinin tersiyle itiyor, “Sadece Sen varsın, başka şey aramaya gerek yok!” diyor. Allah da (celle celâluhu), “Ben varsam, meseleyi Bana emanet ediyorsan, işte Ben de yapacağımı yapıyorum!” diyor, onu (aleyhisselam) balığın karnından çıkarıyor.
Çok defa diyorum ki: “Allah’ım! Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, aynı zamanda bu Hizmet de Sana emanettir.” Bütün benliğim ile böyle diyorum: “Bunu başkasına, hükümete, devlete, siyasîlere emanet edersek, canına okurlar. Ama Sen, Emîn’sin. Sen, Mü’min ismi ile mevsûfsun veya müsemmâsın. Dolayısıyla hepsi Sana emanet!.. Nezd-i Uluhiyetinde, Hazîre-i Kuds’ünde bunları Sana emanet ediyorum, bahtına düştüm!.. Sen, emanete hıyanet etmezsin!” Bu açıdan da meseleyi Cenâb-ı Hakk’a havale etmek lazım.
Siz, bütün benliğiniz ile meseleyi O’na emanet ederseniz, O’nun da o engin lütfu ile, keremi ile mutlaka karşılığını bulursunuz. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de mukabelesinde bulunayım!” diyor. أُوفِ “Ben de vefâlı olayım.” diyor da burada fakat bunlar mukabele manasına gelir. “Sizin bu vefanız ölçüsünde, Ben de mukabelede bulunayım.” demektir. Ne yaptınız siz? Kul, kendi darlığı içinde, bir karış… Zât-ı Ulûhiyet, Kudsî Hadiste buyuruyor: “…Benimki bir adım. Siz bir adım attınız, Benimki gelme. Siz geldiniz, Benimki koşma. Sonra da dil olma, dudak olma, konuşma.” Yani siz kendi küçüklüğünüz ölçüsünde O’na karşı bir yaklaşım tavrı sergiliyorsunuz, O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğü ölçüsünde, onun ile mebsûten mütenasip bir teveccühte bulunuyor, hepsi bu.
Şimdi böyle bir ruh hâleti içinde -inşaallah- hem kendimiz için, hem de kardeşlerimiz için Cenâb-ı Hak’tan ferec ve mahreç talep edilirse, o, yere düşüp kalmayacaktır; Cenâb-ı Hak, kabul buyuracak, o fereci ve mahreci ihsan edecektir.
Not: Bu video, 29 Temuz 2019 tarihinde yayımlanan “İmtihan, Sekîne ve Kurtuluş” isimli Bamteli sohbetinden hazırlanmıştır.





