Rahmân’ın has kullarının en önemli vasıflarından biri, boş/faydasız şeylerden yüz çevirmeleri ve her zaman “Allah yâr!” mülahazasıyla nefes alıp vermeleridir.
(Sözün burasında elektronik tabloya akseden dörtlük.)
“Kışta gelmiştin ama soluklarında bahar,
Bugün geçip gittiğin yollar, bitevî gülzâr;
Mefkûren uğruna dolaşmıştın diyar diyar,
Şimdi bir yâd-ı cemil oldun, ey vefalı yâr.”
Şimdi kalbin hep atıyor, diyor: “Yâr, Yâr!..” Hani vardı ya, bir tanesi… Evet o, bütün hayatı boyunca söylediği türküleri o kafiye ile gazele çevirmişti, naata çevirmişti: “Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr!..” Gayrısı ağyâr… Allah yâr!.. “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben, beni terk eyledim; gördüm ki ağyâr kalmadı.” Niyâzî-i Mısrî’den bu da. Allah yâr!.. Allah (celle celâluhu) “Allah yâr!” diyenleri ne bir yarın/uçurumun kenarında bırakır, ne de yârsız eder! O (celle celâluhu) yâr ise şayet, siz artık başka hiçbir yâr arama sevdasına tutulmayacaksınız.
Ayet-i kerimede قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruluyor: “Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” (Mü’minûn, 23/1) قَدْ “Kâd”, harf-i tahkiktir; “hiç şüphesiz, kat’î, aklınıza yanlış bir şey gelmesin” demektir. “Şüphesiz Mü’minler, kurtuluşa ermişlerdir.” Allah’a eren, kurtuluşa ermiştir; Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın yolunu bulmuş olanlar, o şehrâha girmiş olanlar, kurtuluşa ermişlerdir. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ İman edenler, iz’ân ufkuna ulaşanlar; cismâniyeti koyacakları yere koyanlar, hayvaniyeti koyacakları yere koyanlar; kalb ve ruha müteveccih yürüyenler…
El-Müflihûn… الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (Mü’minûn, 23/2) diyor. Bakın, önemli: Namaz kılıyorlar ama şekil değil, yatıp-kalkma değil, yetiştikleri kültür ortamında aldıkları şeyler değil; namazın ne olduğunu bilerek, onun Allah karşısında durma olduğunu bilerek, Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile, görülüyor olma mülahazasını görme mülahazasına bir rasathane yapma mülahazası ile onu ikâme ediyorlar. Evvelâ “görülüyor olma”ya çok ciddî bağlı bulunmak lazım ki, bir yönüyle görebileceğiniz şeyleri de tam göresiniz. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ * الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ Huşu içindedirler, ciddî bir saygı hissi ile yapıyorlar. Haşyet, insanın kalbinin o mevzuda Allah’a karşı duyduğu saygı. Ve bu saygı, eğer orada samimi ise, orada köpürüp duruyor ise, içeride kaynayıp duruyor ise, magmalar şeklinde insanın davranışlarına da aksedecektir.
Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyorsunuz: “Yâ Rabbi! Ben bunu yetmedi buluyorum, Sen de öyle emretmişsin; bir de asâ gibi eğilmek istiyorum, Senin azametin karşısında. ‘Yetmedi!’ diyorum. Kalkıp âdetâ bakışını temâşâ ediyor gibi bir kavme yapıyorum; orada رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ، حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا diyorum. Bu da yetmedi. Baktım, yine görüyor gibi davrandım. Hemen yüzüstü yere kapandım.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, tevazuunun zirvesi sayılan, başını-yüzünü yerlere sürdüğü andır!” Geçen gün de dendi: “Baş-ayak, aynı yerde / Öper alnı, seccâde / İşte insanı ‘kurbet’e taşıyan cadde.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır.” buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, Efendimiz, Efendiler efendisi. فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Madem o kadar yaklaştınız, orada kalbinizden gele gele içinizi Allah’a dökün; el açın, içinizi Allah’a dökün!..
Şimdi böyle bir namaz kılıyor; bakın, o ne büyük bir şey!.. Allah’a karşı yapılan bir ubudiyet. Fakat esasen o meselenin o hale gelmesi, o namazın öyle kılınması, belki bir yönüyle bir şeye bağlı… Sonraki ayetin başındaki “vâv” harfi, “vâv-ı takip” ise şayet, ondan hemen sonra geliyor: وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) Lağviyâttan hep yüz çeviriyorlar. Bir yerde nâ-sezâ, nâ-becâ hırıltılar oluyor; kulak tıkıyorlar onlara. O mevzuda söz etmeyi israf-ı kelâm sayıyorlar; i’mâl-i fikirde bulunmayı -bir yönüyle- düşünce israfı sayıyorlar. “Boş ver!” diyorlar, “Karakterinin gereğini sergiledi; onların yazdıkları, çizdikleri, attıkları, tuttukları şeylere, kulak tıkamak lazım.” Onlara kulak tıkanırsa, dil de o mevzuda harekete geçmeyi israf sayar: “Ben arkadaşıma (kulağa) karşı vefalı olmalıyım; madem kulak kapısını tıkadı, ben de böyle yapmalıyım!” der.
İlle de bu dudaklar kıpırdayacaksa şayet, O’nu ifade eden bir şeyler ile kıpırdamalı. “Lâ ilâhe illallah!” demeli, “Sübhânallah” demeli, “Elhamdülillah” demeli, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، سُبْحَانَ اللهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ، بِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ demeli… Demeli ve böylece denecek şey değerlendirilmeli!..
Evet, böylece lağviyâta karşı kapılarını ardına kadar kapıyorlar, sonra da arkasına sürgüler sürüyorlar. Lağvî düşünceler geldiğinde, “Hiç zorlamayın! Ne kapıyı kırabilirsiniz, ne içeriye girebilirsiniz, ne de benim düşünce konsantrasyonuma dokunabilirsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle!..” diyorlar.
“Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velileri (dostları ve yardımcılarıdır.) Bunlar insanları iyiliğe teşvik ederler, onları kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar.”
Bakın ondan sonra ne geliyor? İmam Şâfiî’ye göre “Vâv” yine takip manasına… Hanefiler, “Vâv”ı mutlak cem’ için kullanıyorlar ki, “Hepsi aynı kategoride mütalaa edilebilir.” demektir. Sanki burada İmam Şâfiî’nin sözünü esas almak daha uygun olabilir; o da çok önemli bir imam, İmam Şâfiî. وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ “Onlar ki, zekât için çalışırlar.” (Mü’minûn, 23/4) Onlar, aynı zamanda zekât ameliyesini yaparlar; o işi aksiyon/fiil halinde yerine getirirler. الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ gibi. Şöyle diyebilirsiniz: فَاعِلُونَ “Fâilûn” kelimesi, ism-i fâil olduğundan dolayı devam ve sebata delalet eder. لِلزَّكَاةِ “Li’z-zekâti” ifadesi, mutlak zikredildiğinden, orada harf-i tarif de bulunduğundan ve aynı zamanda “Lâm” da tahsîs için olduğundan, esasen, bütün himmetlerini/faaliyetlerini zekata tahsis ederek, zekatı sadece bir yönüyle değil, mallarından verecekleri gibi düşüncelerinden de verirler, aynı zamanda değişik imkânlarından da verirler, ilimlerinden de verirler, âsâr-ı ber-güzîdelerinden de verirler, kitaplarından da verirler. Verirler… Hep bu “verme” faaliyeti içinde bulunurlar. Çünkü “ism-i fâil” devam ve sebata delalet eder.
Şimdi, وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ bunun, yani وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ beyanının önüne geçmiş. Önce lağviyattan yüz çevirmek… Demek ki evvelâ “terk-i menâhî”, ondan sonra “emr-i ma’rûf” geliyor. Bir de münkeri emretmek ve aynı zamanda maruftan insanları alıkoymak var ki, Tevbe sûre-i celîlesinde, münafıkların sıfatı olarak anlatılıyor: اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü (küfrü, me’âsîyi) emrederler, iyilikten (imandan, tâatten) vaz geçirmeye uğraşırlar, ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar Allah’ı unuttular (Ona tâati bıraktılar), O da onlara unutma muamelesi yaptı. Şüphesiz ki münafıklar fâsıkların ta kendileridir.” (Tevbe, 9/67) Bazısı, bazısından… Al onu, ona vur; onu da ona vur. Karakter bakımından, düşünce bakımından, al onu ona vur, onu ona vur. Birini gördüğün zaman, diğerlerine baktığında, “Allah Allah! Aynı fabrikadan çıkmış gibi şeyler bunlar!” Aynı elin örgülediği varlıklar gibi; ruh dünyaları itibarıyla, nefis dünyaları itibarıyla… يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ Onlar, münker ile emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ Maruftan da nehyederler. Sonra Kur’an, iki ayet ile onların o karakterlerini ifade ediyor; İlk ayet, وَعَدَ اللهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ diye, diğeri كَالَّذِينَ ifadesiyle başlıyor. İki ayet ile de onların genel karakterlerini resmediyor.
Altta, ondan sonra ne geliyor? Bak, evvelâ o kötülük, o olumsuzluk sıfatı, o münafıklık sıfatı anlatılıp bir kere “Ondan uzak durun!” dendikten sonra, وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır.) Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte bunlar o kimselerdir ki, Allah onları rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü azîzdir (va’d ve vaîdini yerine getirmekten hiçbir şey Onu acze düşüremez), hakîmdir (her şeyi yerli yerinde, hikmetle yapandır).” (Tevbe, 9/71) وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ değil, (öncesinde Münafıklar için kullanılan) “bazısı, bazısından” ifadesiyle değil; أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ beyanıyla, “Bazısı, bazısının candan dostudur.” Elinden tutar, bakışını yönlendirir; yürümesi gerekli olan yola yönlendirir; dostudur, refikidir, yoldaşıdır onun. وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ Ee böyle olunca, ne olur? يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ Allah’ın hoş gördüğü ve emrettiği şeyleri emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ Kötülüklerden vaz geçirmeye çalışırlar. Sonraki ayetlerden birinin fezlekesiyle bitirelim: وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte gerçekten felaha erenler, kurtuluşu garanti edenler, bunlardır.” (Tevbe, 9/88) Evet, (felaha erme ortak noktasında) قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ile birleşti. Vesselam.
Not: Bu video, 1 Nisan 2019 tarihinde yayımlanan “Huzur Vesileleri ve Sohbet-i Cânân” isimli Bamteli sohbetinden hazırlanmıştır.





