Hazer et! Dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir dane, bir kelime, bir öpme ile batma! Cihanları yutan letaifini böyle basit şeylerde batırma!
Mümin, hep hüsnüzan içinde olmalı. Fakat bazı konumları ihraz eden insanlar, bazı tabiatlar, o tabiatlarda korku vardır. Ve korkuyla ehl-i dünya onlara çok şey yaptırtabilir. Bazı tabiatlarda hubb-u cah hissi vardır; makam tutkusu… İlle de bir yerde olsun, mesela vekil olsun, bakan olsun, cumhurbaşkanı olsun, başbakan olsun…
Bazı kimselerde rahatlık tutkusu olabilir, bazı kimselerde haneperestlik olabilir, bazı kimselerde şöhretperestlik olabilir. Bazılarında da bunların pek çoğu birden bulunur. Hafizanallah!
Şimdi belli konumda olan insanlar, “uyunu sahire” gibi –yani devamlı uyanık bir göz gibi– gece gündüz hep çevresini çok iyi kontrol etmeli. Belki zaafları da görmeli. Fakat bu, vurmak, kırmak, kovmak, ezmek, yüzlerine vurmak, onları mahcup etmek, ta’yirde bulunmak. Bunların hiçbiri dinde tecviz edilmeyen şeyler.
Ama şöyle bir yaklaşım olabilir: “Acaba bu insan kayma temayülünde, ne yapsak da böyle bir vartaya düşmesine meydan vermesek?” Bu da belli konumda olan, belli yerleri ihraz eden, belli yerlerde direksiyon başında oturan, dümenin başında bulunan insanlara düşen sorumluluklardır.
Daha sonra bunlara meydan vermemek için, insanların çok ismetli, çok masum yaşaması lazım insanlarin. Bunu bir vesileyle ifade ettim, bir kere daha ifade edeyim: Bir Türk atasözü vardır, “Allah’tan korkmuyorsun, kullardan utan!” O duygunun canlı tutulması lazım. Birincisi bu.
İkincisi, Allah hakkı var bu işin içinde. Haram irtikâp ediyorsun, füyuzat hislerini öldürüyorsun. Hazreti Pîr diyor ki: “Bazı latifeler vardır ki, bu tür günahlar karşısında söner ve ölür.” Onlar, şayet Zât-ı Ulûhiyet’i öbür tarafta görmeye yarayacak latifelerse, o zaman hiç göremezsiniz. Dudaklarınızı yalarsınız, o latifeyi öldürmüşsünüzdür demektir. Onun için yine bir yerde diyor ki: “Hazer et! Dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir dane, bir kelime, bir öpme ile batma! Cihanları yutan letaifi böyle basit şeylerde batırma!” diyor.
Bu nedenle temkinli ve dikkatli olunmalı. Bir diğer yanı da şu: Hepimiz koskocaman bir heyet içindeyiz. Dünyada koskocaman bir çark dönüyor. İçinde birkaç milyon insan var. Düşünün ki birkaç bin, belki birkaç on bin tane insan, değişik yerlerde öğretmenlik, rehberlik gibi unvanlarla dünyanın değişik yerlerine yayılmış durumda. Sizin duygu ve düşüncenizi, sizin ruhunuzun ilhamlarını başka sinelere boşaltmak istiyorlar. Alacaklarını alıyorlar, vereceklerini veriyorlar. Herkesin hukuku var bu işin içinde.
Bu koskocaman cemaati mahcup etmek, öyle büyük bir vebaldir ki hafizanallah! Allah onu affeder mi, affetmez mi bilemiyorum. Çünkü umumun hukuku var. Sen bir yerde bir şirretlik yapacaksın, bir levsiyata gireceksin. Sonra “Falanlar da levsiyat içinde olabiliyormuş” dedirteceksin. Hafizanallah!
Bu da bir tür “hukuk-u amme” gibi bir şey oluyor. Bu açıdan titizlik gerekli. Bir taraftan hüsnüzan ederken, bir taraftan da insanları belli zaafları itibariyle adeta mercek altına alma, düşmelerine meydan vermeme, sürekli koltuk değneği gibi onlara destek olma, kubbedeki taşlar gibi baş başa verme, dökülmelerine dağılmalarına meydan vermeme gibi bir sorumluluk var.
Müminin ikilemi denebilir buna. Bir taraftan hüsnüzan ederken, bir taraftan da mülahaza dairesini açık bırakmak… Beşer deme! Türk atasözü ne der: “Beşer şaşar.” Beşer derken, bu bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın matmah-i nazar bir varlıktır, “ahseni takvîm”e mazhar bir varlıktır. Fakat bir de onun “şaşar” yanı vardır. O şaşar yanını da nazardan dûr etmemek lazım. O yanıyla bir şaşarsa, hafizanallah, bizi yere baktırır ve teveccühü kırar.





