519. Nağme: Gurbet İçinde Gurbet

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

 Soru: Kırık Mızrap’ta “Gurbet içinde gurbet / Yandım bihuzur oldum / Hasret içinde hasret / Hem boşaldım hem doldum.” deniyor. “Gurbet içinde gurbet” sözünden maksat nedir? Bugün cadı avını hatırlatan nefret operasyonlarıyla Hizmet gönüllülerine yapılanların ve farklı sebeplerle/sâiklerle en yakınların dahi zulme sessiz kalışının, hatta dâhil oluşunun bu gurbeti mük’ap hale getirdiği söylenebilir mi?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi tevcih ettiğimiz bu sual üzerine şu hususları dile getirdi:

* Esasında hak yolunda bulunuyor olmanın değişmez kaderidir belâ ve musibetler, fitne ve mihnetler. Zira bir insan, Allah karşısındaki duruşunun sağlamlığı ve ciddiyeti ölçüsünde ehl-i dalâletin hedefi hâline gelir. Hemen bütün nebiler ve Hak dostları türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış; değişik iktidar ve güç odakları tarafından âdeta kolları kanatları koparılmış, hatta kimileri asılmış, kesilmiş ve şehadet şerbetini içerek Hakk’a yürümüşlerdir. Evet, herkes seviyesine ve kamet-i kıymetine göre belalara maruz kalmıştır.

* Hazreti Eyyûb için “sabır kahramanı” denir; İnsanlığın İftihar Tablosu ise, “esbar” (en sabırlı, sabırlılar sabırlısı)dır.

* Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla onların yolunda yürüyen en makbul kullara gelir.”

* Ülkemizde dünden bugüne bazı haksızlıklar irtikâp edilmiştir, hatta insanların topluca asıldığı zamanlar da olmuştur. Fakat o devirlerde bile bugünkü gibi bir zulüm işlenmemiştir. Mesela, Atatürk ve İnönü dönemleriyle günümüzü kıyasladığınızda bir kısım insanların idam edildiği zamanlarda dahi milletin malına mülküne el konmamıştı; “Sen bizden değilsin; senin malın ganimettir, eşin çocuğun kızın da bir yönüyle cariyedir; bunları kullanmak da caizdir!” felsefesi görülmemişti.

* Geçmişte Demirel, Özal ve Ecevit gibi siyasetçilerden hiçbiri bugünkülerin işledikleri denaetlere tevessül etmediler; hele hiç kimsenin malını mülkünü gasp etme, hatta küçük bir çardağına el koyma dalaletinde bulunmadılar.

* Merhum Bülent Ecevit, Papa ile görüşmek üzere Vatikan’a gittiğimiz zaman oradaki elçiye telefon etmiş, “Bunlar benim aziz misafirlerim, orada bunlara refakat et, görüşmelerinin sağlanması için elinden geleni yap.” demişti. Bir başkası da dünyadaki elçilere haber gönderiyor: “Bunlar teröristtir, haindir, alçaktır, denîdir, vatan hainidir, eşleri cariyedir, malları da ganimettir. Dolayısıyla bulunduğunuz her yerde bunu anlatmak devlet farzı, vecibesidir!” O öyle diyordu, bunlar da böyle diyorlar. Bunları siz mantık terazisiyle tartın dünyada; onu bir yere bunları da bir yere koyun. Siz koymasanız dahi ahirette, mizan-ı Hak’ta onlar terazinin bir yerine konacak, bu alçaklığı yapanlar da terazinin başka bir kefesine konacaklardır.

* Belli dönemlerde hep tazyik vardı. Her darbede, 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta da asker baskıları gördüm. Kaçtığım da oldu, hapse de girdim. Fakat darbeyle başa gelmiş insanlar bile şimdikilerin yaptığı şenaat ve denaetleri işlemiyorlardı.

* Mük’ap sözünü terminolojimize Ziya Gökalp kazandırmıştır. Mesela, bir basit cehalet vardır, bir muzaaf cehalet vardır, bir de mük’ap cehalet vardır. Basit cehalet, insan bilmez; muzaaf cehalet, bilmediğini bilmez; mük’ap cehalet, bilmediğini bilmez ama kendini biliyor zanneder. Mük’ap demek üç buudlu, üç derinlikli demektir. Evet, soruda ifade edildiği gibi, gurbet içinde gurbete bir boyut daha eklenmiştir; bugünkü gurbetimize mük’ap gurbet dense sezadır.

* Dünyanın dört bir yanına açılan Hizmet erleri vazifelerini eda etmek adına her türlü fedakârlığa katlandılar. Gittikleri yerlerde belki dövüldüler, tartaklandılar, tanınmadılar; “Niye geldiniz buraya? Derdiniz nedir? Asimilasyon peşinde mi koşuyorsunuz? Misyonerler gibi bizi asimile etmek mi istiyorsunuz?” gibi kuşkularla, şüphelerle karşılandılar. Fakat o ülkelerin vatandaşları uzun süre nabız tuttular, kalb dinlediler, ritmi hep aynı buldular, aritmiye rastlamadılar; “Yahu bu adamların kalbi doğru atıyor. Nabızlarında bir istikamet var. Bakışlarında bir inandırıcılık var.” dediler ve bir kanaate vardılar. Değişik yabancı misyon şefleri kafaları o kadar karıştırmış olmalarına ve günümüzde zirve yapmış karıştırma fasıllarına rağmen de o kanaatlerini değiştirmediler. Sanki bütün dünya, rical-i devletiyle, entelektüeliyle ve halkıyla ahmak da sadece ülkemizdeki bazı ifsatçıların akılları her şeye eriyor.

* İfsat ehli şimdi de başka bir yalanla o ülkelere gidiyorlar. Her gittikleri yerde “Dünyadaki bütün okulları kapattık, siz neden hala açık tutuyorsunuz?!.” diyor, yalan söylüyorlar. Yeminle söylüyorum, sadece bir yerde bir okulun yeri değişti. O da “Aman, çok üzerimize gelmeyin, onlarla da aramızı açmayın; bu okul başka bir yerde de olabilir.” denmesi sonucu öyle oldu. Çoğu yerde o okullar zaten yerlileşti. Utanmadan yalan söylüyorlar!..

* “Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi / Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.”

* Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail’e karşı Mısır’da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyet!..

* İnsanlığın İftihar Tablosu’na zulmedenler de sadece O’na zulümle kalmamış, bütün Müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun maskat-ı re’si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akîl tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akîl bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti.

* İzmir’de Bozyaka’daki okul ilkti. Allah, fakiri de onun temelinde kazmayla kürekle çalışma şerefiyle şereflendirdi. Alın teriyle yaptık. Başka yerlerde değişim ve tebdili adına bir amele gibi çalıştık, ter döktük, gözyaşı akıttık. Bir yönüyle daüssıla adına onlar birer çekirdek, birer nüve oldu. Bakarken o adeseden baktık ülkemize ve ciğerimiz yandı, burnumuzun kemikleri sızladı. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’nun doğum yeri olan bir mekânı da Ebu Cehiller işgal edip temellük etmişlerdi. Bunlara böyle bakarken evvela ona da öyle bakmak lazım.

* Ondan sonra da gelen bütün zalimler aynı zulmü irtikâp etmek suretiyle, başkalarının alın teriyle, el emeğiyle ortaya koydukları şeylerin gidip tepesine kondular. Lenin de, Stalin de, Hitler de öyle yaptı. Kendilerinden olmayan kim varsa, onları ülkelerinden sürüp çıkardılar, trenlere bindirdiler, adeta ölüme mahkûm ettiler, ölebilecekleri kamplara sürdüler; sonra da onların mallarına mülklerine el koydular. Öteden beri bütün tiranların genel karakteri budur. Fakat onların en tehlikelisi de bu türlü mezalimi İslam’ı kullanarak yapanlar olmuştur.

518. Nağme: İman, Ümit ve Sabır

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları dile getirdi:

* Ümit her şeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikten asla söz edilemez.

* Allah’ın sonsuz kudretine inanan insanların ümitsizliğe düşmeleri düşünülemez. Zira bizi mülkünde istihdam eden O’dur. Mülk O’nundur ve O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. İsterse gecede gündüz; kışta da bahar yaratır. Dilerse gündüzü geceye, yazı da kışa çevirir.

* Ayet-i kerimenin ifadesiyle, وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ “Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin. Şurası bir gerçek ki, O’na inanmayan kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf Sûresi, 12/87)

* Ümit, Allah’a güvenin ifadesi olduğu gibi, iradenin hakkını vermek de demektir. Allah bir irade vermişse, niye ye’se düşelim ki?!. M. Akif ifadesiyle:

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar.”

* Hazreti Üstad, ümitsizliği çok büyük bir engel olarak anlatmış; “Yeis, mani-i her-kemaldir.” demiş; inşirah verici beyanlarıyla hep ümidin sesi soluğu olmuştur.

* Denebilir ki iman zayıfladıkça yeis güçlenir. Aksine, insan imanda ne kadar derinleşirse ümidi de o ölçüde pekişmiş olur.

* Mü’minlerin birbirlerine sabır tavsiye etmeleri gerektiği gibi ümit takviyesinde bulunmaları da lazımdır.

* Şayet yürüdüğünüz yol Peygamberlerin ve Hak dostlarının yürüdüğü doğru yol ise, Allah katiyen sizi yolda bırakmaz, size yolsuzluğun acısını tattırmaz.

* Yol O’nun yolu ise, o yolda çekilenler bile nimettir. Hiç öyle olmasaydı, Peygamberlere ve onların arkasında yürüyenlere o kadar ağır şeyler çektirilir miydi?!.

* Ashâb-ı Kiram efendilerimiz işkence ve eziyetlerin her türlüsünü çekmişlerdi. Yerinde boykotlara maruz kalmışlar, yerinde tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibâdelere uğramışlardı. Yurtlarını yuvalarını terk etme mecburiyetinde bırakılmışlar, farklı beldelere hicret etmek zorunda kalmışlardı.

* Boykot yaklaşık üç sene sürdü. İzdivaç yok; gökte yağmur, yerde nebat yok; alışveriş yok, yardım yok, yiyecek yok, ilaç yok… Müslümanlar sabır ve metanetle güneşin doğacağı ânı bekliyorlardı. O dönemde -günümüzde olduğu gibi- yaş kuru tefrik edilmeden, değmiş değmemiş denmeden herkese çektiriliyordu.

* Ondan sonra da gönülden inananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır; belki sadece isimler değişmiştir ama hemen her zaman bir kısım zalimler zulümlerine devam etmişlerdir.

* Boykot döneminin sonunda, hüzün senesinin ardından Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Miraç’la mükâfatlandırılması gibi, her sıkıntı fevkaladeden bir iltifatla taçlandırılmıştır. Meselenin sonucu bu ise, mü’min kaybetmiyor demektir; kaybeden zalimlerdir.

* Başlangıcı zehir zemberek, neticesi şeker şerbet bir şey varsa, o da, zalimlerin eliyle çekilen azaplar karşısında dişini sıkıp sabretmektir. Fasbirû.. fasbirû!.. (Öyleyse, sabrediniz.. sabrediniz!..)

517. Nağme: Bir İnâyet Çağrısı Olarak Kardeşlik

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu sorduk:

“Daha önceki sohbetlerde Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Medine-i Münevvere’ye hicret eder etmez ilk iş olarak mescid yaptırdığı, o tamamlanınca da hemen Muhâcir ve Ensâr arasında muâhât (kardeşlik akdi) ilan ettiği üzerinde durulmuştu. Günümüzde ister İslam coğrafyasındaki problemlerin, ister ülkemizde sürüp giden krizlerin, isterse de Hizmet’in maruz kaldığı musibetlerin hallinde kardeşlik, vifak ve ittifakın bir vesile olması söz konusu mudur? Bu konudaki mülahazalarınızı lütfeder misiniz?”

Muhterem Hocamızın verdiği cevabın ses ve video kaydını arz ediyoruz.

516. Nağme: Hak Yolun Sabırlı Yolcuları Olun!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’deki kanlı darbe girişimini şiddetle kınamış ve şöyle demişti:

“Fiilen darbeyi bin defa telin ederim. Darbe teşebbüsünü de telin ederim. Darbe yapalım mı mülahazasına karşı da makas gibi kollarımı açarım. Benim kanımı içmek isteyen insanlar bile demokratik usullerle şayet iktidara gelmişlerse, onların anti-demokratik bir yolla bertaraf edilmelerini hiçbir zaman düşünmedim.”

Dünya medyasına verdiği röportajlarda, darbe girişiminin ve şiddetin şahsıyla ve Hizmet gönüllüleriyle ilişkilendirilmesinin de büyük bir iftira olduğunu kesin bir dille ifade etmişti.

Bununla beraber, tam bir vahşet olan darbe teşebbüsünden hemen sonra ortaya konan cadı avı, nefret suçu ve yargısız infazların bütün dünya kamuoyunca bir “senaryo”nun parçası olarak algılandığını belirtmişti.

Muhterem Hocaefendi, elim hadiseden sonra ilk kez sohbet etti. O hasbihali arz ediyoruz.

Hocaefendi, Dünya Medyasının Sorularını Cevapladı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi,  Türkiye’de yaşanan meşum darbe girişimi sonrası bir basın toplantısı yaptı.

New York Times, Financial Times, Sky News ve The Guardian başta olmak üzere dünya medyasında önemli yer tutan kuruluşların temsilcileri röportaj talebiyle Hocaefendi’yi ziyaret ettiler.

9-10 gazetecinin her sorusunu içtenlikle yanıtlayan Hocaefendi, “Askeri müdahaleye hiçbir zaman olumlu gözle bakmadım. Demokrasi bu yöntem ile sağlanmaz.” dedi.

Bugün yaşananların ta yirmi sene evvel söylenen “Evvela bunların (Hizmet Hareketi’nin) hakkından gelmek lazım!” sözünün yansımaları olabileceğini dile getirdi.

515. Nagme: 2016-Ramazan Bayramı Sabahı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli Dostlar,

Mağduriyetlerin son bulması ve mazlumların acılarının dinmesi duasıyla, Ramazan bayramınızı gönülden tebrik eder, iki cihan saadeti dileriz.

Bayram programımız, her sene olduğu gibi, sabah namazından sonra, özellikle ülkemiz, milletimiz, ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) ve genelde bütün insanlık için toplu dua saatiyle başladı.

Bayram namazı, hutbesi ve duası tamamlandıktan sonra kıymetli Hocamız misafirlerimizin bayramlarını kutladı; Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in yaptığı üzere kadınların namaz kıldığı yere de uğrayıp onları da selamladı. Akabinde çocuklara çikolata dağıttı, onların gönüllerini aldı.

Bu safhalardan oluşan özet görüntüyü arz ediyoruz.

Muhabbetle…

514. Nağme: Kur’ân Ayı ve Mukâbelenin İlk Günü

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu senenin ilk terâvihini ikâme ettiğimiz Pazar günü, Ramazan boyunca malayani meşguliyetlerden bütün bütün uzaklaşarak bu Kur’ân ayına yoğunlaşmamız gerektiğini anlattı.

“Eşref saati, eşref dakikayı, eşref anı yakalama adına, ‘Bu dakika, o dakika olabilir; bu saat, o saat olabilir; bugün, o gün olabilir, Kadir Gecesi olabilir!..’ mülahazasıyla, etrafa levsiyât neşreden, adeta zift püskürtüyor gibi zift püskürten yayın organlarından uzak durmak, Allah’a yakın durmanın çok önemli vesilelerindendir.”

diyen Hocamız, hiç olmazsa şu bereketli mevsimde günlük dedikodulara ve şerli insanların kulak tırmalayan sözlerine tamamen kapalı kalmak lazım geldiğini vurguladı. Bu kutlu zaman dilimine ayrı bir derinlik katan mukabele sünneti üzerinde durdu; geçen sene yaptığı ve burada da uyguladığımız teklifi bir kere daha hatırlattı.

Selef-i sâlihîn efendilerimiz Kur’ân’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişler. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek Kur’an’ı çokça okumaya kendimizi alıştırabileceğimizi söyleyen Hocaefendi, bu kutsal ayın bizim için bir başlangıç sayılabileceğini ve yeniden Kur’an-ı Kerim’e dönüşe vesilesi olabileceğini vurguladı.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahi maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.” diyen Hocamız, “mealli/açıklamalı mukabele” usulünün yaygınlaşmasını arzuladığını ifade etti.

Muhterem Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin mana ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etti ve şu mülahazayı dile getirdi:

“Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can u gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.”

Cenâb-ı Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, O, burada yıllardır muhterem Hocamızın rehberliğinde yapageldiğimiz Ramazan mukabelesini son birkaç senedir geniş bir meal hatta bir tefsir çerçevesinde tamamlamaya muvaffak ediyor.

Bu Ramazan ayında yine her gün, sabah ve ikindi namazlarını müteakiben yaklaşık ikişer saatlik iki ayrı ders şeklinde mealli/tefsirli mukabele yapmaya azmettik. Mukabeleye Ramazan’dan bir gün evvel, ilk terâvihi kıldığımız gün başladık; böylece her gün terâvihte okuyacağımız cüzü önceden çalışmış olacağız.

Allah nasip ederse, bazı günler mukabelenin bir kısmını TV ve YouTube yayını olarak neşretmeyi hedefliyoruz. Şimdilik, bu nağmede Pazar günkü sohbeti ve aynı gün başladığımız mukabelenin bazı bölümlerini arz ediyoruz.

Mevlâ-yı Müteâl, hepimizi Ramazan-ı şerifi hakkıyla değerlendirmeye muvaffak kılsın; bayrama kurtuluş beratını alarak kavuşan kullarından eylesin; bu kutlu zaman diliminde ümmet-i Muhammed’e inşirah versin; Hakk’a adanmış ruhlara nusret, ferec ve mahreç lütfetsin. Amin!..

513. Nağme: Terör Örgütü Safsatası

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 Şeytan sürekli şüphe, tereddüt, vesvese ve mefsedet okları yağdırır.

*İnsanda, ilhamı ve vahyi alabilecek, duyabilecek, “mehbit-i ilham-ı ilâhî”ye mukabil, bir de şeytandan gelen şeyleri alabilecek “lümme-i şeytaniye” vardır. Bunlardan birincisi, din-i mübin-i İslâm’ın ruhuna uygun, insana ışık tutucu mahiyette ilhamlar, sünûhat, tulûat ve bütün bunların üstünde vahiy ve vahyin çeşitleri; diğeri ise insanı baştan çıkaracak, onun hayatını katıp karıştıracak şeytan vesveseleridir. Kötü duygu, düşünce ve niyetler, lümme-i şeytaniyede, şeytanın müdahalesinin ve nefsi işlettirmesinin neticesinde meydana gelir.

*Diğer bir ifadeyle; “lümme-i şeytaniye”, şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip nişan aldığı mü’minin kalb merkezinde önemli bir noktadır… Evet, insan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması gibidir.

*İnsî-cinnî şeytanların ağlarına düşmek, gereken tedbirleri almamaktan ve onların tuzaklarına karşı açık bulunmaktan kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak demektir. Her zaman temkinli ve muhasebe yörüngeli yaşamakla beraber, istiğfar ve istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

 Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker.

*Firavun, zulüm, baskı, zorbalık ve despotizmin simgesidir. Firavun, mutlak hâkimiyet iddiasındadır. Bu mutlak hâkimiyeti tek insanın devam ettirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla da, Kur’an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker. “Mele”, Firavun’un etrafındaki alkışçılar ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluktur.

*Kur’an-ı Kerim “O, halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) buyuruyor. Firavun, mele’ini, etrafında olan insanlarını, yani kabinesini hafife aldı, “Ben ne dersem, o! Mahiyeti değişmiştir düzenin, her şey bende başlıyor, bende bitiyor. Meselenin güftesi benim, bestesi de benim, o bestedeki nağmenin hepsi benim.” dedi.

*O böyle “ene, ene – ben, ben” dediği zaman, onlar da “Neam, ente, ente!.. – Evet, sen, sen!..” derler; gözünün içine bakar, değişik ima ve işaretlerini değerlendirir; “Öyledir efendim!” sözlerini tekrar eder dururlar. Bir arkadaşımızın ifadesiyle, insanları mahveden hep bu densiz mabeyn-i hümayun erkânı olmuştur. Öyle ki, Firavun, o mele’ine her meseleyi kabul ettirir; mesela “terör” dedirtir, “paralel” dedirtir; ne demekse?!.

 Gelin bu duaya hep beraber “âmin” diyelim!..

*Hakk’a adanmış ruhlar, yüce mefkurelerini bütün dünyaya duyurmak, mübarek bayrağımızı dört bir yanda dalgalandırmak, İstiklal Marşımızı her yerde dillendirmek için dört bir yana açılacaklar.. aynı zamanda terörle alakası olmayan gerçek Müslümanlığın ne demek olduğunu, Ruh-u seyyidi’l-enâm’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) fışkıran Müslümanlığın ne demek olduğunu, Raşit Halifeler’le çevresi surlar içine alınan, pekiştirilen Müslümanlığın ne demek olduğunu dünya insanlığına duyurmak için hizmet edecekler… Ve sonra siz kalkıp diyeceksiniz ki: Bunlar var ya!.. Hiç inanmayın! Yirmi senedir dünya bunları tanıyamadı. Nabızlarını tuttular, hekimler gibi kalblerini dinlediler, ritimde bir bozukluk yok, fakat bilemezsiniz, bunların ritimlerinin ne zaman bozuk atacağını bilemezsiniz! Dolayısıyla gelin bunlar için bir ferman çıkaralım ve diyelim ki: “Bunlar alçakların, densizlerin, aşağıların ta kendileridir, atın şuna bir imza!” Sonra ben bunu mele’me gönderdiğim ve onlar da imzaladıkları zaman bunlar “paralel” olacaklar, “terör örgütü” olacaklar!..

*Âmin diyor musunuz?!. Şayet biraz evvel saydığım vazifeleri yapan arkadaşlar terör örgütüyse.. eğer bu güzel işleri yapan ve bütün dünyada takdirle karşılaşan insanlarda zerre kadar terör düşüncesi, zerre kadar paralel olma düşüncesi varsa -onların bir kıtmiri olarak kendimi de katıyorum- Allah hepimizi yerin dibine batırsın. Âmin… Yok bu denen şeyler doğru değilse, ey yüce Allahım, Sen şahitsin!.. Dediklerini demiyorum, hakkımızda dediğimizi de demiyorum; bütün bunları Sana havale ediyoruz. Senin Âdil olduğuna inanıyoruz, zalimlere fırsat vermeyeceğine inanıyoruz. Bu şerirlerin, bu zalimlerin, bu hainlerin yeryüzüne yayılmış bu hizmeti engellemelerine fırsat verme! El uzatırlarsa, kollarını kır; adım atarlarsa, ayaklarını kır; bu mevzuda kafalarından bir şey çıkarsa, boyunlarını kopar!.. Nam-ı Celil-i Muhammedî’nin dört bir yanda dalgalanmasının engellenmesine fırsat verme Allahım!..

 “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!..”

*Bu kadar demek hakkımızdır bizim. Bu kadar onları Allah’a havale etmek de hakkımızdır. Bin tane mi, iki bin tane mi iftirada bulundular ve selim vicdanlar tarafından bunların hepsinin altına “Yalan!..” diye imza atıldı; “İftira!..” “Tezvir!..” “İdlal!..” “İğvâ!..” diye altına imza atıldı. Fakat hayâ hissini yitirmiş ve kendini edepsizlik çağlayanına salmış kimseler kötülükten vazgeçmiyorlar.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ hissini yitirmişsen ne halt karıştırırsan karıştır. “Karıştır” demek değildir bu. Bu türlü emirler tevbîh (kınama, azarlama) içindir; yani, “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!” demektir.

 Bir karıncaya basmamış insanlara “terör örgütü” demek eşi emsali görülmemiş bir alçaklıktır!..

*Evet, insan hayâ hissini yitirmişse, kendini edepsizliğe salmışsa, yaptığı hatalardan, yalanlardan, haramiliklerden, hırsızlıklardan, rüşvetlerden, irtikâplardan utanmıyorsa, o her haltı karıştırabilir. Fakat yaptıklarının hepsi yarın aleyhlerinde olabilecek, kendilerini tepetaklak cehenneme sürükleyecek mahiyette. Zira “Allah” diyenlerin önlerini kesmek istiyorlar. Bir karıncaya basmamış insanlara terör örgütü demek, zannediyorum, öyle bir alçaklıktır ki dünyada eşi, emsali görülmemiştir öyle bir alçaklığın.

*Her şeye rağmen siz yerinizde şimdiye kadar durduğunuz gibi hep sabitkadem olun. Bazı insanlar, sizden uzaklaşsalar da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Siz olduğunuz yerde durursanız, arada oluşacak uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler.

*Durduğunuz yerde durmanızın ve sabitkadem olmanızın bir manası da şudur: O yüksek karakterinizle, sövseler de yakışıksız söz etmeyin, döverlerse el kaldırmayın, kırarlarsa kırılmayın. Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor: قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ“De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84)

 “Paralel” ve “Terör Örgütü” iddiaları safsatadan başka bir şey değildir.

*Safsatalarla dünyanın en nezih insanlarını karalamaya çalışıyorlar ve sözde, “Bakın başınızın çaresine. Bu bir terör örgütüdür. Hâlâ burs veriyorsanız, hâlâ ‘Kimse yok mu’ unvanı altında ‘Kimse yok mu?’ diyenlerin imdadına koşuyorsanız, hâlâ dünyanın değişik yerlerinde okul açıyorsanız, siz terör örgütüsünüz. Başınıza geleceğe hazır olun!..” diyorlar. Böyle demek suretiyle hâlâ mütereddit, beyne beyne olan insanları koparma adına psikolojik bir savaş yapıyorlar. Yaptıkları, insanların kuvve-i maneviyelerini kırmak ve onları koparmaya çalışmak adına bir seviyesizliğin ifadesidir.

*Ben biliyorum ki, o Cebbâr, o Kahhar, o Kahhâr-ı Zülcelâl, o Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs, o Hazreti Müzill, o Hazreti Hâfıd, onları zillete maruz bırakacak; şanlarını, şereflerini, namlarını, nişanlarını yerle bir edecektir.

*Siz “paralel” safsatasına takılmadan, “terör örgütü” safsatasına takılmadan hizmetlerinize devam edin. Evet, bunlar safsatadır, dünyayı güldüren şeylerdir. Hukuk karşısında onları mahcup edecek şeylere takılmadan, bildiğiniz doğru yolda, Kitap’a uyan yolda, Sünnet’e uyan yolda, Raşit Halifeler’e uyan yolda bugüne kadar yaptığınız hizmeti devam ettirin ve insanlığın imdadına koşun.

*Moralinizi hiç bozmayın. Onlar, şom ağızlarıyla Allah’ın yaktığı meşaleyi söndürmek istiyorlar fakat Allah onu söndürmelerine fırsat vermeyecektir.

512. Nağme: Naz değil, niyâz!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 Rabbim, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri kulluk hediyelerinin bütününü kendi hesabıma Sana arz ediyorum!..

*Selâm, dua, azamet ve mülk sahibi olma, her türlü afet ve noksanlıklardan beri bulunma manalarına gelen “tahiyyât” çoğul olan bir isimdir. Tekili “tahiyye”dir. Tahiyye, hayat kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Namazda okunan teşehhüde de, tahiyyât denir.

*Teşehhütteki tahiyyât duaları Mirac gecesinde Cenâb-ı Hak ile Allah Rasûlü’nün konuşmalarını hatırlatmaktadır. Bununla birlikte tahiyye duası ile mü’min, اَلتَّحِيَّاتُ لِلهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ sözüyle, “Bütün kavlî (tahiyyât), bedenî (salavât) ve malî (tayyibât) ibadetler Allah’a mahsustur.” diyerek, önce Allah’a selâm ve saygı arz eder. Ardından İnsanlığın İftihar Tablosu’na hitaben اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ “Ey Peygamberim! Selâm ile birlikte Allah’ın rahmeti ve bereketi Sana olsun.” der. Bundan sonra mü’min, birlik ve uhuvvet şuuru içinde اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ “Selâm bize ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun.” şeklindeki duasıyla tahiyye ve selâmı bütün sâlih kullara gönderir.

*Hazreti Üstad der ki: “Âciz bir abd, namazında ‘Ettahiyyâtü lillâh’ der. Yani, ‘Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-i küllîdir.”

 “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, إِنَّ اللهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ اللَّيْلِ “Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.” buyurarak, bir mânâda, “Sizin cismanî ve bedenî şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben de Rabbime ibadet etmekten lezzet alıyorum” demek istemiş; tabiat hâline gelmiş ibadet u taat düşüncesini nazara vermiştir. İşte her bir Müslüman’ın hedefi, böyle bir ufku yakalamaya çalışmak olmalıdır. Vâkıa herkes böyle bir zirveyi ihraz edemeyebilir fakat bu yolda olmak ve onu talep etmek de çok büyük bir fazilettir. Allah (celle celâluhu) bu konuda gösterilen cehd u gayretleri ibadet sayacak ve bununla o kişinin derecesini yükseltecektir.

*İnsan elbette mevcudiyetini devam ettirebilme adına yeme, içme, uyuma gibi bedene ait ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Fakat hayatını zühd çizgisinde yaşamak isteyen bir insan, gaflete sürükleyeceği düşüncesiyle dünyanın bu tür nimetlerinden doyuncaya kadar istifade etmek istemez. O, “Tatmaya izin var, doymaya izin yok.” sözünü kendine rehber edinir.

*Aslında, “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir. Çok günahkâr bir insan, nedametle iki büklüm olup yarlığanma dilediği zaman bağışlanma yoluna girmiş olacağı gibi, “Ne günahım var ki?” diyen bir kimse de işte bu sözle felaket çukuruna yuvarlanmış sayılır. Zira günahının farkında olanın tevbe ve istiğfarla arınma ihtimali her zaman vardır; kendisini ak kaşık sananın ise, önemsemediği küçük günahlardan oluşan koca koca veballerin altında kalıp ezilmesi kaçınılmazdır. Evet, “Benim ne günahım var?” sözü günahın ne olduğunu bilememenin ifadesidir. Hâlbuki insan Allah’ın bahşettiği nimetler ölçüsünde O’nunla münasebete geçmemişse, dünya sultanlığının üstünde tutacak kadar müslümanlığın kadr ü kıymetini bilmiyorsa ve önüne serilen hizmet imkânlarını değerlendirmek suretiyle rıza ve rıdvana ulaşma gayretinde değilse, o, ilahî ihsanlara karşı gözlerini kapatmış bir zavallıdır; gırtlağına kadar nankörlük içine gömülmüş böyle biri için başka günah aramak manasızdır.

 “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin!..”

*“Tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, bu, bir tevcihe göre, “en hâlis, en sâfi, en içten” anlamına, diğer bir tevcihe göre de, “yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe” mânâsına gelir. Bu hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh”; “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misal teşkil etmesi” mânâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, gerçek tevbeden söz edilirken, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا تُوبُۤوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.” (Tahrîm, 66/8) buyrularak böyle bir tevbeye işaret edilmektedir.

*Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, süm’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmamak; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulamak.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlamak.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîğaya çekmek.. altmış sene evvel yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını duymak… Bu hususlar da yürekten ve kabul edilmiş bir tevbenin emareleridir.

 Rabbenâ, zalimler bize musallat oldu; Sen Erhamürrâhimîn’sin!..

*Peygamberlerin başlarına pek çok musibet gelmiştir; fakat onların hepsi belalar karşısında kendilerine yakışan hal ve tavırları ortaya koymuşlar; Allah’a teveccühlerinde hep edepli ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Mesela; Hazreti Âdem, neticesinde yeryüzü çilehanesine gönderildiği o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdir buyurup onu infaz ettin.” şeklinde nazlanıp şikâyette bulunmayı hiç düşünmemiş, “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” (A’râf, 7/23) sızlanışıyla kendi nefsinden şekvâ etmiştir. Hazreti Eyyub, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” demeyi dahi peygamber edebine muhalif saymış; “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83) mahiyetindeki iç çekişiyle yetinmiştir. Yunus Aleyhisselam, “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) diye inlemiş; Hazreti Musa aleyhisselam ise “Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni?” (Kasas, 28/16) istiğfarıyla inlemişti.

*Ezelden gelip ebede giden Kelam-ı İlâhî’nin tek bir kelimesi, tek bir harfi dahi abesiyetten münezzeh ve müberradır. Kur’an’ın her bir kelimesi, her bir harfi bugün bize de hitap etmektedir. Hani, Doktor İkbal’le babası arasında geçen bir hâdiseyi size daha önce birkaç defa arz etmiştim. Doktor İkbal Kur’ân okurken babası gelip “Oğlum, ne yapıyorsun?” diye soruyor, o da elindeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip “Kur’ân okuyorum.” cevabını veriyor. Belki onlarca defa, bu soru-cevap faslı devam ediyor. Bir gün babası tekrar aynı soruyu sorunca, Doktor İkbal “Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun.” diyor. Bunun üzerine babası, “Evladım, evet, biliyorum ki elinde Kitap var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. O Kur’ân sana sesleniyor, Allah onunla sana hitap ediyor gibi onu oku!” cevabını veriyor. İşte Kur’an-ı Kerim’i bu bakış açısıyla okumalı ve onu derinden derine duyup hissedip değerlendirmeye çalışmalıyız.

 Hak dostları günah saydıkları şeylerde istiğfara sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehalet ederler.

*Selef-i salihîn efendilerimiz, her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hafızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdanî ızdıraba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfara sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehalet ederlerdi.

*Efendiler Efendisi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

*Herkes kendi konumu itibarıyla hata, kusur ve günahlarını mülahazaya alarak her gün yüzlerce kere estağfirullah/sübhanallah çekmelidir. Mesela Ebû Hüreyre Hazretleri’nin her gün on veya on iki bin defa sübhanallah dediği, istiğfar çektiği rivayet edilmiştir. Ona, “Bu çok değil mi?” diye sorduklarında; “Günahlarım sayısınca söylüyorum.” şeklinde cevap vermiştir. Devs’ten gelip ashâb-ı suffe arasına giren, uzun süre İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda bulunan, O’ndan en fazla hadis rivayet eden ve Allah Rasûlü’nden sonra herkesin kendisine başvurduğu bir menhelü’l-azbi’l-mevrud haline gelen o Devs’in aslanının bir günahı olacağını zannetmiyorum. Fakat o kendi ufku itibarıyla bunu gerekli görüyordu. O halde günahlarla delik deşik olmuş bizim bugünkü hayatımızı göz önünde bulundurunca, her gün birkaç bin defa istiğfar etsek yine de az sayılır.

*Hâsılı; ne şatahat ne naz, ne faikiyet ne de imtiyaz; bize düşen, mazhar olduğumuz her şeyi O’ndan bilip sürekli temkin ve daimî niyaz.

511. Nağme: Müflis, Riyâset Hırsı ve İstiğna

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 “İşte, gerçek müflis budur!”

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) ashabına “Müflis kimdir?” diye sorar. Ashâb-ı Kiram, müflisin bilinen manasını söyler; “Sermayesini kaybetmiş, varını yoğunu yitirmiş, maddi imkânları elinden gitmiş kişidir.” derler. Rasûlullah Efendimiz, asıl iflasın ne olduğuna işaret buyurarak hakiki müflisi anlatır: “Bir insan namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerden elde ettiği sevaplarla hesap meydanına getirilir. Hatırı sayılır hasenatı vardır ama onların yanı sıra birine bağırmış, öbürüne küfretmiş, diğerine vurmuş, berikinin malını yemiş, başkasına iftira atmıştır. Günahına girdiği kimselerin haklarını ödemek için kendi namazının, orucunun, zekâtının, haccının sevabından hepsine taksim edilir. Bu suretle borçlarını ödemeye çalışır; fakat amel defterindeki hasenatı biter de, borcu bitmez. Bu sefer, hakkına girdiği kimselerin veballerini üzerine alır ve tepe taklak Cehennem’e yuvarlanır!” Efendimiz, böyle anlatıp “İşte, gerçek müflis budur!” buyurur.

*Bir makam ve mansıp, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere verilmemelidir. Çünkü makam talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye sürükleyebilir. Onun için, bir yere yükselme, bir mevkî ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar.

*Layık olmadığı halde bir makamı tutmak veya bir mevkîyi işgal etmek de ahirette iflas ve kayıp sebeplerinden biridir. Bir köy muhtarlığından devlet başkanlığına kadar her makamın kendi çapında sorumlulukları vardır ve bir idareci raiyyetindeki herkesin haklarını ödemeden o iflas ve kayıptan kurtulamaz.

 “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”

* Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebu Ubeyde b. Cerrah hazretlerine “Ümmetin emini” buyurmuş ve onu Cennet’le müjdelemişti. Çünkü ümmetin arasındaki huzursuzluklar, hoşnutsuzluklar ve geçimsizlikler çok defa onun eliyle giderilirdi. Bir gün Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) onu Hazreti Ali’ye göndermiş, İslam’ın gurbet günlerine dair şu hususu nakletmesini istemişti: “Ya Ali, o günlerde sen daha çocuktun, biz birkaç defa ölümü göze almadan birine bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan, dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün bütün ümidimiz kesilirdi; fakat biz her şeye rağmen bunların hepsini göze alarak bir şey yapmaya teşebbüs ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey yapılamazdı.”

*Yine, Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) gönderdiği mektupta bu mevzuyla alâkalı da şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”

*İstiğna ve îsâr sadece mal, mülk, servet u sâmân karşısında ortaya konan bir tavır değildir; aynı zamanda makam, mansıp, takdir, alkış ve benzeri her türlü nefsanî istek ve arzuya karşı kararlı ve dimdik durmanın unvanıdır. Mesela ısrarla “Müdür ol, müsteşar ol, milletvekili ol.” diyerek sizi belli bir pâye ve makama çekip sürüklemeye çalışsalar, sizin hemen etrafınıza bakıp o işi daha iyi yapacağına inandığınız insanları işaret etmeniz de önemli bir istiğna ve îsârdır.

 Hırsla seçilme sevdasına tutulan ve “İlla ben olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen tek bir fert gösterilemez.

*Ayrıca eğer o makamın gereğini yerine getirecek başka birisi varsa, sizin öne atılmanız çoğu zaman sadece rekabet ve kıskançlık duygularını tetikler, nizaa ve ihtilafa sebebiyet verir. Mesela namaz kılınacak bir mekânda/mescitte on tane imamlık yapabilecek insan varsa, sizin hemen “Mihraba ben geçeyim.” diye öne atılmanız o vazifeye faydadan daha çok zarar verir.

*Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme” hizmet insanının şiarı olmalıdır. Evet, imamete ve riyâsete geçme tehlikeli bir iştir. Çünkü imamın, arkasındaki cemaat sayısınca mesuliyeti vardır. İmam, bir yanlışlık yaptığında, o, bütün cemaatin mesuliyetini yüklenmiş olur. Aynı şekilde bir vali, vazifesinde bir kusur yaptığında, vilayet sınırları içindeki bütün insanların vebalini yüklenmiş demektir. Keza devletin başındaki bir insan, ucu millete dokunabilecek bir yanlışlık irtikâp ettiğinde, o, bütün halkın vebali sırtında olarak ötelere yürür.

*Unutulmamalıdır ki, hırsla seçilme sevdasına tutulan ve “İlla ben olayım” diyen insanlar arasında hata etmeyen tek bir fert gösterilemez. Buna karşılık, “Bu işe ehil birisi olsun da, kim olursa olsun.” diyen insanlar arasında hata eden insan sayısı azdır. Nitekim Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Abdurrahman b. Semüre’ye (radıyallahu anh) hitaben, “Ey Abdurrahman! Baş olmayı isteme; eğer isteğin üzerine o görev sana verilirse, onunla başbaşa bırakılırsın. Şâyet sen istemeden sana verilirse, o işte ilâhî yardım görürsün.” demişti.

 Kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış insanların şiarları istiğna ve beklentisizliktir.

*Allah Rasûlü’nün vefalı dostları hiçbir zaman emirliği düşünmemiş ve riyâset sevdasına asla düşmemişlerdi. Öyle ki, İbn-i Sa’d ve İbn Esîr gibi müelliflerin naklettiklerine göre, Ebû Bekir efendimiz, hilafet söz konusu olunca ayağa kalkıp Hazreti Ömer’e biat etmek istemiş; fakat Hazreti Ömer hemen onun ellerine sarılmış, bu işe onun layık olduğunu belirtmiş ve biatını ilan etmişti. Hazreti Sıddîk, halife seçildikten üç gün sonra kürsüye çıkmış ve “Ey insanlar! Hilafeti kabul edişim, sizi yönetmeye aşırı istekli olmamdan değildi; bozgunculuktan ve ihtilaflardan korkmuştum. Şimdi ise, işi size bırakıyorum, istediğinizi başınıza getirebilirsiniz!” diye hitap etmişti. İnsanlar hep bir ağızdan “Biz sana biat ettik, seni bırakmayız!” deseler de, Hazreti Sıddık daha sonra da birkaç defa minbere çıkıp bu görevi kabul etmediğini bildirmiş; yerine başka birisini seçmelerini istemiş ve ısrarlar sonrasında vazifeyi mecburen üstlenmişti. Zaten, sadâkat burcunun kahramanı olan o zattan, başka türlü bir davranış da beklenemezdi. Zira o, Rasûl-ü Ekrem efendimizin riyâset konusundaki îkazlarını iyi biliyordu.

*Kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış insanların kredileri istiğnadır, tekeffüfte bulunmamaktır, halka el açmamaktır ve beklentisiz yaşamaktır. Gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde, “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür.

*Hazreti Ömer efendimiz, ruhunun ufkuna yürürken, halife olarak oğlu Abdullah’ı (radıyallâhu anhüma) tayin etmesini isteyenlere tek cümlelik cevap vermişti: “Bir evden bir kurban yeter!.” Hazreti Ömer bu sözüyle idareci olmanın sorumluğuna işarette bulunuyordu. Bununla beraber, hayatı boyunca îsâr ve istiğna yörüngeli yaşadığı gibi, aile fertleri konusunda da aynı hassasiyeti ortaya koyuyordu. Keza, ganimet taksiminde oğlu Abdullah’a başka bir sahabiye nispeten daha az pay ayırıyor; sonra da “Allah Rasûlü’nün huzurunda, falanı öyle bir savaşırken gördüm ki, evlâdım, onu bırakıp da bunu sana veremem.” diyordu.

 Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır.

*“Hizmette önde, ücrette gerilerin de gerisinde olmak” düsturu tarih boyunca i’tilanın (yükselmenin) en önemli vesilelerinden biri olmuştur. Hizmet ve vazife zamanı önde yürümenin yerini rahat ve rehavet alınca da çözülme, gerileme ve yıkılış kaçınılmaz hale gelmiştir.

*Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam), bu sözü, hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı ve Allah’ın bilinmediği bir yerde imarete talep sadedinde söylediği de nazardan dûr edilmemelidir.

 Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Zaten, insanlığa hizmet gayeli ve ahiret buudlu olmayan hayat ancak hayvanca yaşamaktır.

*Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Yusuf’un şu duası zikredilir:

رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِن تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

“Ya Rabbî! Sen bana iktidar ve hâkimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, âhirette de mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dâhil eyle!” (Yusuf, 12/101)

*Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir. Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken… Hâsılı onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam dünyevî imkânlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir.

*Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazip bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek işte bu irşadda bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. Şayet dine, imana, insanlığa hizmet mümkünse, hayat bir kıymet ifade eder. Aksi halde öyle yüce bir gayeden uzak yaşamaya dense dense hayvanca yaşama denir.

510. Nağme: İlahî İnâyetin Vesileleri

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 “Gönülden..” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur.

*İnsan, bir kere başkalarını sorgulamaya başlayınca sanık sandalyesine oturtmadık hiç kimse bırakmaz; daha baştan hüsn-ü zanna yapışmazsa, herkesi ve her şeyi yargılamaktan uzak kalamaz. Dolayısıyla, her fert nefsiyle hesaplaşırken -ye’se düşmemek şartıyla- kendini yerden yere vurmalı; fakat diğer insanlar söz konusu olduğunda hüsn-ü zanna sarılmalıdır.

*Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz kulluk adına hiçbir zaman kendilerini yeterli görmemişlerdir; hele onlardan bazıları derin bir muhasebe şuuruyla hayatları boyunca hep nifak endişesiyle yaşamışlardır. Hazreti Ömer ve Hazreti Âişe Validemiz de işte bu kimseler arasındadır. Hâşâ ki o pâk dâmenlere nifak yaklaşmış ve bulaşmış olsun!.. Ne var ki, onlar, kendi engin muhasebe ufuklarının yanı sıra, bu halleriyle bize akıbet endişeli yaşama dersi vermiş, hesaba çekilmeden evvel nefislerimizi sîğaya çekmemiz konusunda rehberlik etmiş ve her zaman kusurlarımızı gözden geçirip telafi etmemiz gerektiğini göstermişlerdir.

*“Gönülden..” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur. Aşk, heyecan ve marifetin bir mızrap gibi kalbe inmesi, o anki yürek yangınının dille seslendirilmesi, gönül nağmelerine gözyaşlarının eşlik etmesi ve bu hissiyatla her kelimenin ruhuna “Allahım Sen.. Sen.. Sen!..” iniltisinin sinmesi esastır.

 Allah’ın hususi teveccüh ve inayetinin önemli vesilelerinden biri, sürekli sohbet-i Cânan yörüngesinde yaşamaktır.

*Hâlis mü’minler gözlerini rıza ufkuna diker ve sürekli murad-ı ilâhîyi takip ederler. Onlar, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapar, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamazlar. Hatta rıza ve Rıdvan dışında uhrevî beklentilerden de sıyrılmaya çalışır, O’ndan yalnızca O’nu dilerler.

*Allah’ın hususi teveccüh ve inayetinin önemli vesilelerinden biri, sohbet-i Cânan yörüngesinde yaşamaktır. Bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedefimiz, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalıdır. Biz her zaman, bu istikamette gerekli cehd ve gayreti ortaya koyduktan sonra, “Hizmetlerimizle alakalı şöyle bir mevzu da vardı; hazır bir araya gelmişken onu da görüşüp karara bağlayalım.” demeli; neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz.

*Daha önce de değişik vesilelerle arz ettiğim üzere; bizim için ehemmiyeti ve büyüklüğü malum ve müsellem olan İstanbul’un fethi gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz “sohbet-i Cânan” olmalıdır. Evet, oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep “sohbet-i Cânan” demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Gönül kabı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz.

 Dünyada îsâr ruhuyla yaşayanlar, hatta bütün bütün isârlaşmış olanlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar.

*Allah’ın teveccüh ve inayetini celbeden mühim vesilelerden biri de uhuvvettir. Bir ve beraber olma çok önemlidir; “Vifak ve ittifak tevfîk-i İlâhiyenin en büyük vesilesidir!” Mü’minler bünyân-ı mersûs (parçaları birbirine kurşunla kenetlenmiş, sarsılmaz bir yapı) gibi olmalıdırlar.

*İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi manasına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek demektir. Tasavvuf erbabınca ise, en hâlisâne bir tefânî düşüncesiyle topyekûn şahsîliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir. وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle -Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak- işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur.

*İhtimal burada îsâr ruhuyla yaşayanlar, hatta bütün bütün isârlaşmış olanlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar. Nitekim hadis kitaplarında ahirete ait şöyle bir tablo anlatılmakta ve zenginler ile âlimlerin karşılaşmaları nazara verilmektedir: Servetini Allah yolunda infak eden zenginler ile ilmiyle âmil olan âlimler Cennet’in kapısında buluşacaklar. Âlimler, cömert zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü şayet siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkânları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla hakk-ı tekaddüm size aittir, buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat cömert zenginler, “Aslında, biz size borçluyuz; çünkü eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helalinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarf edemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve ard arda Cennet’e dâhil olacaklar. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu hadiseyi sadece gelecekten haber vermek için nakletmemiş, aynı zamanda ümmetine îsârlaşma ufkunu göstermiştir.

 Büyüklüğün bir ölçüsü de her zaman hakka boyun eğmek ve doğru karşısında geri adım atabilmektir.

*İnsan, birlik ve beraberliği zedeleyebilecek tavırlardan kaçınmalı, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğmeli ve doğru karşısında geri adım atabilmelidir. Bu cümleden olarak; seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا (Nisâ, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.

*Daha önce dile getirmeye çalıştığım bir hususu tekrarlamakta fayda mülahaza ediyorum: Şayet Kur’an ve Sünnet ile kendinizi test ettikten, dünya adına herhangi bir hedef arkasında koşmadığınızı bir kere daha gözden geçirdikten ve kendinizi ciddi bir nefis muhasebesine tâbi tuttuktan sonra “Elhamdülillah, yürüdüğümüz yol, günde kırk defa tekrar ederek ‘Allahım, bizi sırat-ı müstakîme hidayet buyur’ deyip dilediğimiz, Nebilerin, sıddîkların, şehitlerin, salihlerin yürüdüğü yol.” diyebiliyorsanız.. bir diğer taraftan da dini ve diyaneti özüyle benimseyememiş, sindirememiş, içselleştirememiş, dini dünyasını mamur kılma adına kullanan kimseler aleyhinizdeyse, yürüdüğünüz yol doğrudur. Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ın izni ve inayetiyle, birer asâ gibi dayanın onlara; hiç tereddüt etmeden ve hızınıza hız katarak, Allah’ı sevdirme adına koşun dünyanın dört bir bucağına!..

 “Hiç korkmayın, tasalanmayın ve va’dolunduğunuz Cennet’le müjdelenip sevinin!”

*Dava insanı ahirete yürüyeceği zaman mutlaka bir hizmet başında olmaya bakmalıdır. Bu konuda, Hazreti Halid’in, ruhunun ufkuna yürüyeceği zamanki inkisarı çok ibretliktir. Hazreti Halid, son anlarını yaşarken “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri.. geçin gözümün önünden birer birer!..” der; bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı inkisarla kıvranır. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını görüp “Neden ağlıyorsun?” diyen bir sahabîye şöyle cevap verir: “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i’lâ-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat görüyorsunuz, şimdi eli kolu bağlı, yatakta ölüyorum.” O büyük kahraman rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi sayar. Evet, koşarken ölmek, bir hizmetle meşgulken Allah’a yürümek de çok önemlidir.

*Niyetinde, yaşayışında, söz, tavır ve davranışlarında hep istikametin temsilcisi olmaya çalışan adanmış ruhlar -kendileri onu hedeflemeseler de- gelecek nesiller tarafından hayırla anılacak ve birer yâd-ı cemil haline geleceklerdir. Onların âhirete yürüyüşleri ve melekler tarafından istikbal edilişleri ise, tariflere sığmaz bir güzellikte olacaktır. İstikâmet üzere yaşayanların mükâfatı bir ayet-i kerimede şöyle anlatılmaktadır:

 إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

“Şüphesiz ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip sonra da istikamet üzere doğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner ha inerler; onlara ‘Hiç korkmayın, tasalanmayın ve va’dolunduğunuz Cennet’le müjdelenip sevinin!’ derler.” (Fussilet, 41/30)

509. Nağme: Kibir Marazı ve Büyüklüğün Mikyası

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

“Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!”

*Üstad Hazretleri On Dördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor.

*Evet, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı kalbin zümrüt tepelerine taşıyabilecek olan latîfeleri öldürebilir. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayr-ı meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen sahte bir tavır, yalan bir beyan, faydasız bir söz onu manen ölüme götürür. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir. Kibir de kalbi öldürücü virüslerden biridir.

Kibir, basireti kör eden bir perdedir.

*Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Bundan dolayı olsa gerek, Peygamber Efendimiz, “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan insan Cennet’e giremez.” buyurmuşlardır. Çünkü kalbinde kibir ve gurur bulunan kimse için hidayet yolları tıkanmıştır.

*Nitekim Cenâb-ı Hak, mütekebbirler hakkında şöyle buyurmaktadır:

سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آيَةٍ لاَ يُؤْمِنُوا بِهَا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الرُّشْدِ لاَ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ

“Hiç hakları olmadığı, olması da mümkün bulunmadığı halde yeryüzünde büyüklenip çalım satanları âyetlerimden yüz çevirteceğim. Öyle ki onlar, yolumuzun doğruluğuna dair ne kadar iz, işaret ve delil görürlerse görsünler yine de onlara inanmazlar. Olgunluk ve doğruluk yolunu görseler, onu izlenmesi gereken yol olarak benimsemezler; buna karşılık, eğrilik ve taşkınlık yolunu görseler, hemen onu takip edilecek yol olarak benimserler. Böyle yaparlar, çünkü onlar âyetlerimizi baştan ve peşinen yalanlamış olup, onların anlam ve faydalarını idrakten bütün bütün uzaktırlar.” (A’râf, 7/146)

*Hazreti Üstad, tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir. Çünkü insanın halk ve Hak nezdindeki büyüklüğünün gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır.

Hazreti Âdem’den İnsanlığın İftihar Tablosu’na kadar bütün peygamberler birer tevazu ve mahiyet kahramanı olmuşlardır.

*Bütün peygamberler, Hakk’a teveccühlerinde, ibadet ü tâat ve diğer muamelelerinde hep edepli olmasını bilmiş ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Hazreti Âdem’in, maruz kaldığı o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdirde bulunup onu infaz ettin.” diyeceği yerde, “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” türünden sızlanışları.. Hazreti Yunus’un “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” yakarışı.. Hazreti Eyyub’un, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” şeklindeki arz-ı hâle bedel “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” mahiyetindeki iç çekişi.. Hazreti Musa’nın, bir zelle karşısında mazeret döktürmeden hemen “Ey Rabbim, ben nefsime zulmettim beni bağışla!.” demesi; aç-susuz bir gölgeliğe sığındığında, “Yedir, içir, karnımı doyur.” yerinde “Rabbim! Lütfedeceğin her nimete muhtacım.” şeklindeki beyanları hep bir tevazu, bir saygı ve yüksek bir edep emâresidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ise, tam bir tevazu ve mahviyet âbidesidir. Huzur-u Risalet penahide birisi O’na, “Seyyidimiz” dediğinde –hakikatte O, öyle olsa bile– o sahabiye bu ifadesinden dolayı itapta bulunmuştur. “Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) âyet-i kerimesi nazil olduğunda Ashab-ı kiramdan bazılarının aklına farklı bir düşünce gelebilir diye, “Beni, Yunus ibn-i Metta’ya tercih etmeyin!” buyurmuştur. Başka bir zaman kendisinin mehabet ve heybetinden titreyen birine, “Korkma! Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum.” demiştir.

*Bir sahabi ile bir Yahudi aralarında tartışırlar; yahudi, “Hazreti Musa daha büyüktür!” derken, sahabi de Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in daha büyük olduğunu söyler. Muhatabı ısrar edince, sahabi ona bir tokat vurur. Peygamber Efendimiz hadiseyi öğrenip o sahabinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca hemen olaya müdahale eder; “Beni, Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim!” der ve orada meseleyi ta’dil eder.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in her sabah ve akşam tekrar ettiği şu dua tek başına O’nun tevazu ve mahviyetine delildir. Buyuruyor ki:

اَللّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ شَيْأً وَأَنَا أَعْلَمُ وَأَسْتَغْفِرُكَ لِمَا لاَ أَعْلَمُ

“Allahım, bile bile Sana bir şeyi ortak koşmaktan Sana sığınırım, bilmediğim şeylerde de Senden mağfiret dilerim.”

Raşit Halifelerin tevazu ve mahviyetlerini ortaya koyan şu çarpıcı sözlere bakar mısınız?

*Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ

مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ

ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ

إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مُذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ

مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ

مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

“Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) öyle tevazu ve mahviyet abidesiydi ki, sadece şu duası bile bunu göstermeye kâfidir: “Allahım, ben sert ve şiddetli biriyim, bana yumuşaklık ihsan eyle. Ben güçsüzüm, bana kuvvet ver. Ey Rabbim, idaresini üzerime aldığım bu ümmeti doğru yola irşat için bana güç ve kuvvet lütfet.”

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını, tevazu ve mahviyetini çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

Allah aşkına, ilk günkü nezahet içinde Hizmet şiirinin kâfiyesini koymaya çalışın!..

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görünen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı (ayrılmaz parçası/vasfı) değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değildir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

*Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini, fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Evet, Allah, bu dini, fâcir adamla da te’yid eder. Dine ve insanlığa hizmet eden herkes kendisine bu açıdan bakmalıdır.

*Râbia Adeviyye validemiz, kendisine dünyevî nimetler teklif edenlere “Allah Allah, beni niye böyle hakaret zeminine çağırıyorsunuz. Ben ‘İlle rü’yet-i Mevlâ.. ille rıza-yı ilahî!..’ diyorum.” şeklinde cevap verirmiş. Zavallılar, cahiller; (sadece “Rabia İşareti” yapıyorlar) o kadar biliyorlar. O büyük kadın, kendisine izdivacı kastederek “Anacığım, o işi düşünmediniz mi?” diyen iki Hak dostuna “Allah Allah!.. Ben de sizi Allah’a gönül vermiş insan zannediyordum. Neyden bahsediyorsunuz siz?” diyor.

*İnsan, gerçekten bir şeye kilitlenmişse, kendisini bir kısım meşru haklardan bile mahrum edecek kadar o işte fani olur. Ona “fenâ fi’l-fiil”, “fenâ fi’l-Hizmet”, “fenâ fi’l-Hareket”, “fenâ fi i’lâ-i kelimetillah” denir. Hizmet’te fâni olma.. Hareket’te fâni olma.. İ’lâ-yı Kelimetullah’ta fâni olma.. nam-ı celil-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselam)’ın dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde fâni olma…

*Bir yere kadar Allah bunu size yaptırdı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Günümüzde kendini Müslüman zanneden kimselerin, metres kullanan kimselerin, taaddüd-i zevcâta giden kimselerin, uyuşturucuya kendisini salan kimselerin, kirli yurtlar/pansiyonlar açan kimselerin gırtlaklarına kadar kirlilik içinde bulunmalarına karşılık, siz meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifâ ederek, gayr-ı meşru daireden gözünüzü keserek, üzerinize zerre kadar çamur sıçratmadan, istikamet içinde, nezahet içinde, nezafet içinde, temizlik içinde bu hizmet şiirinin kafiyesini koymaya çalışın. Buyuruyor ki: “Benim nâmım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” Allah aşkına, Peygamber hatırına bu kafiyeyi koymaya çalışın; Efendimiz’in adını oralara kadar götürmeye çalışın!..

508. Nağme: Kopukluk.. ve Peygamberâne Şefkat

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

“Kaç kişinin katilisin?!.”

*Şahısların fıtratları da nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup tespit edilmeli ve farklı argümanlar kullanılmalıdır. Aksi halde, dine çağırma ile dinden kaçırma öyle birbirine karışır ve Sonsuz Nur’a koşması beklenenler O’ndan o denli uzaklaşırlar ki, onları bir daha döndürmek hiç mümkün olmaz. Bu itibarla, usulün başı olan “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikati anlatılırken dahi belli bir üslup takip edilmelidir ki maksadın aksiyle tokat yenmesin.

*Belki çoğumuzun tebliğ yapayım derken insan kaçırmamızın altında da temelde bu üslup hataları vardır. Nitekim eskiden mürşitler bir araya gelince, birbirlerine “Kaç kişinin katilisin?” diye sorarlarmış. Yani; sen dini anlattığından dolayı kaç kişi dinden uzaklaştı ve kendini manevî ölüme saldı!..

“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın!”

*Din-i mübîn “yüsr” üzere vaz’ edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran kimse, dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Zira kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini zorlaştırmamak ve ondan nefret ettirmemek; bilakis yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in emridir. Halis mü’min, insanları neyin kaçırıp, neyin celb edeceğini çok iyi hesaplamalı ve her zaman بَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” nurefşan beyanı istikametinde hareket ederek, şefkat ve mülâyemetle gönülleri kazanmaya çalışmalıdır.

Genç, gayr-i ihtiyarî “anam” deyince, kanlar içindeki kalb gencin eline sarılır “yavrum” der inler.

*Aslından ziyade, vermek istediği mesaja bakılması gereken menkıbelerin birinde bir genç anlatılır. Sevdiği kız, gencin annesinin kalbi karşılığında onunla evlenmeyi kabul eder. Habîbe, “annenin kalbini getir, gönlüme mukabil” deyince, aşk şarabıyla sarhoş olmuş, her şeyi unutup gözü dönmüş genç gider, annesini öldürür. Kalbine bıçağı vuracağı sırada bıçak kayıp kendi elini de keser. Genç, gayr-i ihtiyarî “anam” deyince, kanlar içindeki kalb gencin eline sarılır “yavrum” der inler. O kalbin sesi, aslında bütün annelerin sinelerinin sesidir. İşte bizim yolumuz böyle bir şefkati gerektirir; hizmet gönüllüleri kopup gitmiş olanlara karşı bile bu ölçüde bir şefkat ortaya koymalıdırlar. Çünkü hakiki bir mü’min hiç kimsenin kopuk olarak ötelere gitmesini ve ebediyen kaybetmesini istemez.

*Kopuşlar çok küçük bahanelerle başlar fakat zamanla insan hiç farkına varmadan merkezden öyle uzaklaşır ki bir daha da dönme fırsat, güç ve takati bulamaz. Hazreti Üstad diyor ki, “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Demek ki bir günah işleyince, o günah başka bir günaha çağrı oluyor. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir.

“Sizden birinin azı dişi Cehennem ateşinde, Uhud dağı büyüklüğünde olacaktır.”

*Rahhal (bazı kaynaklarda Raccal) b. Unfuve Müslüman olmuş, Kur’ân’ın bazı ayetlerini öğrenmiş, bir süre de Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanında bulunmuştu. Bir gün o, Hazreti Ebu Hüreyre ve Hazreti Furat b. Hayyan oturup konuşmakta iken Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) onların yanına uğramış ve “Sizden birinin azı dişi Cehennem ateşinde, Uhud dağı büyüklüğünde olacaktır.” demişti. Hazreti Ebu Hüreyre çok korkmuştu; hele Furat b. Hayyan bir harpte şehit düşünce, onun korkusu da ikiye katlanmıştı. Çünkü o dehşetli ikaza muhatap olarak geriye, Rahhal ile kendisi kalmıştı. Nihayet Rahhal, Müseyleme ile birlikte irtidad etmiş ve onun için yalan şehadette bulunarak Rasûlullah’ın, Müseyleme’yi kendine veliaht tayin ettiği iddiasını seslendirmişti. Yemame Savaşı’nda Zeyd b. Hattab onu öldürünce, Hazreti Ebu Hüreyre onun akıbetine çok üzülmekle beraber kendi sırtından adeta dağ ağırlığında bir yükün kalktığını hissetmişti.

*O büyükler nefislerinden hiç emin olmamış ve kendilerini hep sıradan görmüşler. Elli sahabi ile görüşmüş, hadisin devâsa imamlarından, Ebu Hanife’yle karşılıklı münazara yapmış büyük bir insan olan Amir ibni Şerahil (Ameş) bir arkadaşına diyor ki: “Ben vefat ettiğim zaman, cenazeme kimse gelmesin; şayet bir mahzuru yoksa, bir çukur kaz ve beni bir beze sarıp at içine!..” Kendisini sessizce bir çukura atılacak biri gibi kabul ediyor.

“Herkes evine, deveyle, koyunla, mal mülkle dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” 

*İnsanlığın İftihar Tablosu, insanların hidayete ermesi ve Ashâb-ı Kiram’ın akıbetleri için tir tir titriyor; kopmalara meydan vermeme yolunda problemlerin üzerine şefkat ve ciddiyetle gidiyor; muhataplarının akıllarının ve kalblerinin itminan içinde olması için gayret gösteriyordu.

*Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.

“Benim bir kaybım var!..”

*Millet olarak, hatta topyekün insanlık olarak bugün sürekli kayıplar veriyoruz. Bizim pek çok kaybımız var. Şehvet gayyasına yuvarlanan, nefis cehennemine düşen, fuhuş, kumar, uyuşturucu gibi kâtillerin eline geçen her insan bizim kaybımız. Ne ki, şayet elimizden geliyorsa, bize o kayıpları da arayıp bulmak, hiç kimsenin ebedî hüsranına razı olmamak ve herkese bir kurtuluş yolu göstermek için çabalayıp durmak düşüyor.

*Bildiğiniz gibi, onbeş-onaltı yaşlarındayken henüz İslam ahlakını bilmediğinden sürekli çevredeki kadınları rahatsız eden Cüleybib, Rehber-i Ekmel ile tanışıp O’nunla nurlanınca ve iffetini koruma hususunda O’nun dualarını alınca, artık Medine’nin en hayâlı gençlerinden biri haline gelmişti. Bir süre sonra da önlerine bir cihad imtihanı çıkmıştı ve Cüleybib (radıyallahu anh) orada şehadet şerbeti içmişti. Savaş sona erince herkes cesedini mücahede meydanında bırakıp ruhuyla ötelere kanatlanan şehitlerini aramış, bulmuş ve onların techîz ü tekfîniyle uğraşır olmuştu.

*O hengâmede Şefkat Peygamberi yüksek sesle sordu; “Aranızda kaybı olan, herhangi bir yakınını bulamayan var mı?” Sahabe efendilerimiz “Hayır, ya Rasûlallah, aradığımız herkesi bulduk” dediler. İşte o zaman Mahzun Nebi, gözleri yaşlı, “Ama benim bir kaybım var!” dedi, “Ben Cüleybib’imi kaybettim!” diye ekledi ve evladını yitirmiş, yüreği yaralı bir baba gibi yitiğini, hayır kudsî yiğidini aradı.. uzun arayışlar sonunda onu buldu, başını mübarek dizine koydu ve şöyle buyurdu: “Allahım, bu bendendir, ben de ondanım.” Görüyor muyuz Fahr-i Kâinat (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz’in hiç kimseyi atmadan ve kimsenin hatasına bakmadan herkesi kazanma gayretini?!. Anlıyor muyuz Fazilet Güneşi’nin insanlara sahip çıkma ve onlara karşı vefalı olma hassasiyetini?!.

*O buydu.. O buydu!.. Böyle olunca kendimiz gibi olacağız. Böyle olunca kendimizi O’nun yolunda bulacağız. Böyle olunca -Allah’ın izni ve inayetiyle- Cennet’e dâhil olacağız. Allah bizi O’nun yolundan, O’nun düşünce tarzından ve O’nun mesajının hakikatinden ayırmasın!..

507. Nağme: Kardeşlik Hukuku

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.”

*Herkes aynı hidayet çizgisini takip eder, aynı taleplerde bulunur ve aynı duyguları paylaşırsa, vifak ve ittifak adına artık ekstradan bir kısım argümanlar kullanmaya ihtiyaç kalmaz. Yürüdüğümüz yol birliği bizi hiç farkına varmayacağımız şekilde Cenâb-ı Hakk’ın murat buyurduğu istikamette tam bir vifaka ve ittifaka ulaştırır. Bugün ona şiddetli ihtiyaç var.

*Hazreti Bediüzzaman İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.” diyor. Dalalet yolunda insanlar bir kısım menfaatler mülahazasıyla bir araya gelseler bile, o ca’lî ve sun’î birlik uzun ömürlü olmaz. Vifak ve ittifakın uzun ömürlü olması, hidayet yolunda olmasına bağlıdır. Ancak Allah’ın murad-ı sübhanisine uygun yürüme yolunda kalıcı bir vifak ve ittifak temin edilebilir.

“Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”

*Toplumda huzurun temini herkesin kendisine terettüp eden vazifeyi bihakkın yerine getirmesine ve fertler arasındaki sevgi ve hürmet bağlarının canlı tutulmasına bağlıdır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا “Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizi, Birr 15) buyurmuştur. Küçüklerimize şefkat etmeyen, onları bağrına basmayan, kucaklamayan, sıyanet etmeyen, ahiret ve ebedi saadetlerini de hesaba katarak gerektiği ölçüde onların üzerlerine eğilmeyen; büyüklerimize karşı da saygılı ve hürmetle dopdolu olmayan kimseler için, “Bizden değildir.” buyurmak suretiyle böyleleri hakkında oldukça ağır bir ifade kullanmış ve böylece bu meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

“Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz.”

*Büyüğe karşı saygılı olmak küçüğün vazifesidir fakat büyüğe düşen de şefkat, merhamet ve mülâyemetle küçüğün üzerine eğilmekle beraber ondan asla hürmet beklememektir. Evet, kimse kendisini diğerinden farklı görmemelidir. Bu çerçevede Hazreti Üstad Bediüzzaman’ın “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.” ölçüsüne uygun hareket etmek çok önemlidir. Bu, yaşı başı, konumu, bulunduğu makamı baskı unsuru gibi görmeme, mütekabiliyet çizgisi içinde iş yapma ve yaptırma şeklinde de anlaşılabilir.

*Evet, kimse ben büyüğüm düşüncesiyle kimseyi kendisinin dûnunda görmemelidir. Manevî büyüklük, ilim açısından büyüklük, bir şeyler okumuş olma yönüyle büyüklük, yaş-baş itibarıyla büyüklük, insanların tayin, takdir ve büyük görmeleri zaviyesinden büyüklük; belediye başkanı, nahiye müdürü, ilçe kaymakamı, vilayet valisi, parlamenter, bakan, başbakan veya cumhurbaşkanı olma itibarıyla büyüklük… Bunlar -başkalarının onu büyük görmesi ayrı bir mesele- insanın kendisini büyük görmesine sebebiyet vermemelidir; çünkü öyle bir kabul bir kompleksin ifadesidir.

*Yavuz Sultan Selim, bir manada gerçek insanlığın yolunu göstererek şöyle buyuruyor: “Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş / Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.”

“Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.”

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Dolayısıyla ilk günlerde, çölden yeni gelmiş bir bedevî, bozuk bir üslup, çirkin bir eda, yakışıksız bir tavır ve kaba bir ses tonuyla “Muhammed kim?” diyebiliyor ve Efendiler Efendisi’ne, “Abdulmuttalib’in torunu” diyerek hitap edebiliyordu. Fakat bir gün geliyordu ki, herkes, O’nun kim olduğunu, konumunun neden ibaret bulunduğunu, Hak katındaki yerini ve Allah’la münasebetindeki enginliğini duyuyor, görüyor, anlıyordu. Kısa bir süreliğine de olsa, O’nunla oturup kalkanlar, O’nun söz incilerini derme fırsatı bulanlar hemen Rasûl-ü Ekrem’in boyasıyla boyanıyordu. Öyle ki, O konuşurken, Ashab efendilerimiz başlarında kuş varmış da onu kaçırmamak için hiç hareket etmemeleri gerekiyormuş gibi duruyor ve pürdikkat O’nu dinliyorlardı.

*Rehber-i Ekmel’e karşı saygılı davranmak sahabenin vazifesi, öyle bir saygı da O’nun hakkıydı. Evet, O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), bir yere ayak bastığı zaman değil orada oturan insanlar, arzın altındaki çürümüş kemikler bile ayağa kalkmalıydı. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisi için toparlanılıp ayağa kalkılınca, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu.

*Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât), kendisi için ayağa kalkanlara “Acemlerin büyüklerine kalktığı gibi ayağa kalmayın!” dediği hâlde, Sa’d b. Muaz hazretleri meclise girerken “Efendiniz için ayağa kalkın!” buyurmuştur. O, bu mübarek beyanıyla, insanların onur ve haysiyetlerini koruma, özellikle de toplumun önünde yer alan insanlar hakkında itimat telkin etme ve halkın gönlünde onlara karşı hürmet hissi uyarma gibi hikmetler gözetmiş olabilir.

“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez / Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez!”

*Rehber-i Ekmel Efendimiz’in amcazadesi olan Abdullah bin Abbas hazretleri daha sağlığında “Hıbrü’l-Ümme” (ümmetin allâmesi) “Bahr” (ilimde derya) ve “Tercümânü’l-Kur’ân” (Kur’ân’ı bize intikal ettiren, ilâhî muhtevayı tercüme eden) gibi sıfatlarla anılan büyük bir âlimdi. Hazreti Ömer, ashabın yaşlılarından oluşan “Meşveret Meclisi”ne, yaşının küçük olmasına rağmen İbn Abbas’ı da alırdı. Hazreti Zeyd bin Sabit de sahabenin ileri gelenlerinden ve âlim bir zat idi. Bir gün, Zeyd b. Sabit, ata binerken, İbn Abbas, onun atının üzengisini tutmuştu. Zeyd b. Sabit de ona, “Ey Rasûlullah’ın amcasının oğlu, böyle yapma!” demişti. İbn Abbas, “Âlimlerimize böyle yapmakla emrolunduk.” mukabelesinde bulununca Zeyd b. Sabit hemen onun elini öpmüş ve şöyle buyurmuştu: “Biz de Rasûlullah’ın yakınlarına karşı böyle yapmakla emrolunduk.”

*Ne büyük küçüğüne karşı şefkatinden taviz vermeli, onu kucaklama mevzuunda ahesterevlik etmeli ne de küçük onu görmezlikten gelmeli. O ona karşı vazifesini bihakkın yerine getirmeli, o da ona karşı bihakkın vazifesini yerine getirmeli. Çünkü esas birliği bozan ve insanları çok yanlış, şeytanî yol olan ayrıştırmaya sevk eden sebep, bazılarının kendilerini fâik görmeleridir. Kendini büyük görmek bir zehirlenme ve bir nevi cinnettir.

*Farklılık, üstünlük ve bencillik gibi marazlardan doğup beslenen ayrılık duygu ve düşüncesi, bir milleti yıkan temel unsurların başında gelmektedir. Mehmet Akif’in “Tefrika girmeden bir millete düşman giremez / Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez!” beyti de bu hakikati ifade etmektedir.

Katiyen ye’se düşmemeli, asla her şey bitmiştir dememeli ama bir ızdırap korosu oluşturup dua dua inlemeli!..

*Katiyen ye’se düşmemeli, asla her şey bitmiştir dememeli. Allah’ın bitirmediğini kimse bitiremez. Firavun bitirememiş ki başkaları da bitirsin.. Nemrut bitirememiş ki başka Nemrutlar da bitirsin.. Hitler bitirememiş ki başka Hitlerler de bitirsin.. bitiremezler!.. Fakat, başkalarının ızdırabını paylaşma, onu aynen yaşama, ağıt kesiyorlarsa beraber ağıt kesme, iştirak etme, ızdırap korosu oluşturma çok önemlidir. Aksine sevinçli bir hadise söz konusu ise, mesela bir dostumuz hacca gidip gelmişse, onun o sevincine ortak olma, bu defa da sevinç korosu oluşturma; hatta o sevinç, gözyaşı dökmek şeklinde icra ediliyorsa, ona o şekilde iştirak etme kardeşlik hukukunun gereğidir.

*Günümüzde bir bela ve musibet üzerimize çökmüşse, sürekli balyozlar inip kalkıyorsa, kimin başına balyoz inmiş olursa olsun, hepimiz onun ızdırabını ruhumuzda duymalıyız.. duymalı ve başımızı seccadeye koyup, “Allahım, buna bir son ver; zalimlerin iflahını kes, mazlumların imdadına lütfeyle, koş!” demeliyiz.

*Hazreti Pir’in dediği gibi, dua külliyet kesbettiğinde kabule karîn olur. Izdıraplar da külliyet kesbettiğinde muzdariplerin ızdırapları zâil olur; muztarların ıztırarları son bulur. Toptan inlemek lazım; toptan sevinmek lazım.

*Hatta siz, mesleğiniz ve meşrebiniz itibarıyla, Hareket’in felsefesi ve dünya görüşünün gereği olarak, bütün insanlığın, hususiyle İslam dünyasının ızdırabını ruhunuzda duymalı, onlar için el açıp yakarmalısınız. Teheccüdünüzü ve ondaki duanızı onunla taçlandırmalı ve seccadenizi gözyaşlarınızla ıslatıncaya kadar “Ne olur Allahım bahtına düştük, Sen Müslümanlara ferec ve mahreç ihsan eyle!..” diye yalvarmalısınız.

506. Nağme: “Gel, şu kararmış dünyamızı da aydınlat!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Asırlar boyunca nice kapkaranlık devirler sürpriz bir şafakla aydınlanmıştır.

*Zulmetler hiçbir zaman sürekli olmamıştır; bazen ışık inkıtaları yaşanmıştır ama onda da kalıcı bir kesinti vuku bulmamıştır. Bir yerde güneş batmışsa başka bir yerde doğmuş; diğer yerde batmışsa bir başka yerde doğmuş ve izafi tecellileriyle başlarımızı hep okşamıştır. Asırlar boyunca nice kapkaranlık devirler sürpriz bir şafakla aydınlanmıştır.

*Hangi çağ olursa olsun, sıkışmalar, genişliğe çıkmanın adeta sırlı anahtarları gibidir; açılmayan kapılar o esnada açılır. Her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir. Hadis diye rivayet edilen fakat İmam Sühreverdî’ye ait olduğu söylenen, “Sıkıştırdığın kadar sıkıştır, sıkışmanın son noktası açılma demektir.” sözü de bunu ifade eder.

*Evet, “Karar kararabildiğin kadar zira kararmanın son noktası fecrin başlangıç noktasıdır.” Gecenin en karanlık noktası fecr-i kâzibe tekâbül eder. Fecr-i kâzibin kendisi yalancı bir fecirdir ama o, fecr-i sâdıkın en doğru şahidi ve en inandırıcı referansıdır.

O geldi; zulmün sesi kesildi, mazlumun âhı dindi ve sinelerdeki adalet duygusu dirildi!..

*Sahabe-i Kiram’ın neş’et ettiği dönemde kopkoyu bir cehalet vardı. O gün yalan-doğru iç içe, günah-sevap yol arkadaşı, fazilet mefhumu silik bir kavram, rezalet hevâ ve heves pazarlarının en mergûb metâıydı. Hemen herkes o vahşethâne-i belâda birbirini endişe ile süzüyordu; hak ayaklar altında pâyimâl, kuvvet bütün azgınlığıyla her şeye hâkim ve dişli olmak âdeta bir imtiyazdı. Sözü sadece pençesi güçlü olanlar söylüyordu. Hayvanî ölçüler içinde boğuşma insanların her günkü tabiî hâli.. birbirini yemek mârifet.. kaba kuvveti iradenin hakkı saymak takdirlik iş idi.

*O dönemde ismet, iffet, hakka hürmet mülâhazaları en sefil günlerini yaşamaktaydı ve günümüzdekinden de beterdi; ne kalbe rağbet ediliyordu ne akla itibar; hakaret görüyordu salim düşünce ve dinî duygular.. vicdan, zihnin bir yanına sıkışmış yitik mefhumlu bir ucûbe.. ruh, biyolojik hayatın birkaç kademe altında sürüm sürüm bir mağdur.. hırsızlık râyiç, harâmîlik yiğitlik, yağma-talan şecaat emaresi.. düşünceler sefil, duygular vahşi, yürekler merhametsiz ve ufuklar da zifte boyanmış gibi simsiyahtı.

*Öyle korkunç bir dönemde her şeye yeten muhteşem bir kalb enginliğiyle O geldi; O geldi ve bir hamlede dünyanın çehresindeki yıllanmış küfleri temizledi.. ufuklardaki isi-pası sildi.. gönülleri ışık ümidiyle şahlandırdı.. gözlerdeki perdeyi kaldırdı ve ruhlara o güne kadar görmedikleri farklı şeyleri müşâhede etme zevkini duyurdu.. aklın nabzını kalbin ritmine bağladı.. sinelerdeki değişik hezeyanları kalbî ve ruhî heyecanlara çevirdi.

*O geldi ve bütün yaslı çehrelerdeki kederlerin yerini en içten tebessümler aldı.. O geldi, zulmün sesi kesildi.. mazlumun âhı dindi ve sinelerdeki adalet duygusu dirildi.. O geldi kaba kuvvete “Dur!” deyiverdi; mütecavizlerin haddini bildirdi ve hakkın dilindeki zincirleri çözdü.

“Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.”

*Merhum Mehmet Akif, “Bir Gece” şiirinde o günkü karanlığı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’yla atan şafağı ne güzel anlatır:

“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,

Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!

Nereden görecekler? Göremezlerdi tabiî:

Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;

Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar,

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin

Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları yere serdi!

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;

Medyûn ona cemiyyeti, medyûn ona ferdi.

Medyûndur o masûma bütün bir beşeriyyet…

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.”

Bir kere daha ışık gelip karanlığı boğacak ve her yana yeniden nurlar yağacak!..

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz şöyle buyurur:

بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ

“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!”

*Günümüzde de din ve samimi dindarlar koyu bir gurbet yaşamaktadırlar. Fakat Asr-ı Saadet’te ve sonraki zaman dilimlerinde ışık gelip karanlığın tepesine bindiği gibi, bir kere daha ışık gelecek, karanlığı boğacak. Her yana yeniden nurlar yağacak ve sizin beklediğiniz o mutlu günler beklenmedik şekilde, sürpriz bir mahiyette bir bir doğacak.

*Ne var ki, imtihan zamanında sabretmek, mazlumiyetlere rağmen mefkûreye sahip çıkmak ve Hak yolda başa gelen her şeye katlanmak çok önemlidir. Ashab-ı Kiram’ın büyüklüğünde ve hiç kimsenin onların derecesine yetişemeyecek olmasında bu hususun da tesiri vardır. Zira Sahabe-i Kiram efendilerimiz İslâm’a sahip çıkmanın çok pahalı olduğu bir zamanda ona sahip çıkmışlardır.

*Merhum Mehmet Akif “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.” sözüyle aslında Ashab-ı Bedr’i küçültmüyor; fakat bir şair mülahazasıyla, bir şiir esprisi içerisinde berikileri biraz yukarıya çıkartıyor. Allah nezdinde öyle de olabilir; öyleyse o Allah’ın bir lütfudur. Mektepte sarığını açıp Çanakkale’ye koşan ve şehadete yürüyen o insanların azm ü ikdamlarını hafife almamak lazımdır. Bununla beraber mutlak fazilette Ashab-ı Kiram ile kimse boy ölçüşemez.

Bedir Savaşı’nın İslâm tarihinde, Bedir Ashabı’nın sahabe arasında ve Bedir’e iştirak eden meleklerin de bütün melekler içinde hususî bir yeri vardır.

*Sahabe, enbiyâdan sonra, ittifakla insanlığın en büyükleridirler. Sahabe, Allah Rasûlü’nün peygamberliğiyle ve risaletiyle münasebettar olmuşlardır. Ayrıca, “Sohbette insibağ vardır.” Ashab-ı Kiram, Efendimiz’in sohbetine mazhar olmuş ve O’nun boyasıyla boyanmışlardır. Dahası onlar her zaman doğruluğun peşinde bulunmuş; Sâdık-ı Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimizin etrafında, sadakat üzere hale oluşturmuş ve Müseylimetü’l-Kezzâb’ların şe’ni olan yalana asla tenezzül etmemişlerdir. Bir de vahiy sağanağı altında yaşadıklarından sürekli canlı kalmış ve hep daha ötelere mesafe almışlardır. Bütün bunlarla beraber, Sahabe-i kiram, müthiş bir yalnızlık ve koyu bir vahşete maruz yaşadıkları halde Allah’ın dinine ve peygamberine sahip çıkmışlardır.

*Bedir, Mekke ile Medine arasında bir mevkinin adıdır. Belki de ay oradan çok iyi temâşâ edildiği için bu yer “Bedir” diye anılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, meleklerin zaman zaman yeryüzüne indikleri; bu cümleden olarak, onların, Bedir Savaşı’nda Müslümanları teşcî etmek ve kuvve-i mâneviyelerini artırmak için, başlarında Cebrail (aleyhisselâm) olduğu hâlde mü’minler arasında dolaştıkları Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmektedir.

*Bedir Savaşı’nın İslâm tarihinde, Bedir Ashabı’nın sahabe arasında ve Bedir’e iştirak eden meleklerin de bütün melekler içinde hususî bir yeri vardır. O kadar ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethine hazırlanırken, Hâtıb İbn Ebî Beltaa, fetih hazırlığını Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerine bildirmeye teşebbüs eder. Bir kadınla onlara mektup gönderir. Fakat Allah, Efendimiz’i bundan haberdar eder. O da gidip mektubu getirmeleri için Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir, Hazreti Mikdad’ı gönderir. Derken mektup getirilir. Mektup Hâtıb İbn Ebî Beltaa’dandır. Hâtıb İbn Ebî Beltaa’nın yaptığı, normal ölçülere göre nifak sayılır. Bu yüzden, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), “Yâ Rasûlallah, bırak şu münafığın kellesini alayım!” der. Bunun üzerine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne biliyorsun? Belki Cenâb-ı Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara savaş günü bakıp ‘Siz istediğinizi yapınız, Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de Cennet’e girmeye hak kazanmışsınız.’ buyurmuştur.” diye cevap verir.

Ne gam o gemidekilere ki, dümende oturan sensin ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)!..”

*İslam’ın garipliğini, ümmetin kimsesizliğini ve Hizmet gönüllülerinin gurbetini vicdanımızda duyup Muzdarip Şair’in “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”ndeki yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına yöneliyoruz:

“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed.

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!

Alem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu

Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

Ümmeti bırakma böyle mazlum.”

*Sadi Şirazi, “Ne gam o gemidekilere ki, dümende oturan sensin ya Muhammed!..” der. Evet, kaptanlığını İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı bir gemi de asla batmayacaktır; zira Habib-i Ekrem ve onun tayfası her zaman Cenâb-ı Hakk’ın koruyup kollamasına mazhardır.

505. Nağme: Mü’minlerin Temsil Fakirliği

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Mü’min, her zaman emniyet, güven, doğruluk, sadakat, sulh ve huzurun temsilcisi olmalıdır.

*İman; “emn ü emân” kökünden türetilmiş; inanmak, güven vaad etmek, başkalarının emniyetini temin etmek ve emin, güvenilir, sağlam olmak mânâlarına gelen bir kelimedir. Allah’a inanmak, O’nu tasdik etmek ve doğrulamak, vicdanî itiraf ve kalbî iz’anda bulunmak da bu mübarek kelimeye yüklenen mânâlardan sadece birkaçıdır.

*İman edene mü’min denir. Mü’min, diğer insanlara emniyet ve güven vaad eden, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Emin ve güvenilir olma manasına emanet, bir Peygamber sıfatıdır.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in hayatına ve ahlakına baktığımızda, O’nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hıyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda imanın sâdık temsîlcisi olma gibi hususlar O’nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “Mü’min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar.

*Lügat itibarıyla “silm” ve “selâmet” kökünden gelen “esleme” fiilinin ism-i faili olan “müslim” kelimesi, “kendini Hakk’a teslim eden kişi” mânâsına geldiği gibi, “selâmete erdiren, esenliğe çıkaran, karşılıklı emniyet ve barış tesis eden insan” mânâsına da gelmektedir. Bu açıdan, “Müslüman” dendiğinde, “Allah’a teslim olan, bundan dolayı O’nun emir ve nehiylerine hassasiyetle riayet eden ve böylece kendisini selamet atmosferi içinde tutan insan” akla gelmelidir. Ayrıca, “başkalarının da ondan gelecek şeyler karşısında selamet ve güven içerisinde bulunduğu, barış ve emniyetin temsilcisi, emanette emin insan” mânâsı anlaşılmalıdır.

Allah Rasûlü’nün temsili tebliğine denk idi, belki onun da önündeydi.

*Dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi; yani tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesidir.

*Temsil, insanın deyip anlattıklarını kendi hayatına tatbik etmesi, önce kendisinin yapmasıdır. Peygamberlerin önemli bir vasfı tebliğdir. Tebliğ, nebinin Allah’tan aldığı vahyi başkalarının sinelerine ifâza etme vazifesidir. Bu çok önemli, baş tacı bir misyondur fakat buna denk, belki onun da önünde temsil, yani duyurduğu, bildirdiği hakikatleri kendisinin de milimi milimine yaşaması gelmektedir.

*Allah Rasûlü, emir ve tebliğ buyurduğu her hususu önce kendi hayatına tatbik ediyor, onu haliyle gösteriyordu. Mesela, insanın mükellef olduğu farzlar için, Hazreti Pîr’in de ifade ettiği gibi, abdest ile beraber günde bir saat kâfidir. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, bize mükellefiyet adına teklif buyurduğu bu ibadetlerin on katını yapıyordu. Ümmetine objektif mükellefiyeti emrediyor ve kimseyi farzların ötesine zorlamıyordu ama kendisi ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu.

*Evet, Allah Rasûlü sabahlara kadar namaz kılardı. Hücre-i Saâdet o kadar dardı ki, -o hücreye canlarımız kurban olsun- Efendimiz’e rahat secde edecek kadar bile yer kalmazdı. Âişe Validemiz’in naklettiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namaza durduğunda dakikalarca kıyam ve kıraatte bulunur, secde edeceği zaman eliyle Hazreti Âişe’nin ayaklarına dokunur ve ancak o mübarek Validemiz ayaklarını çektikten sonra oraya secde edebilirdi.

Günümüzde inananların başındaki en büyük bela hal ve temsili yitirmiş olmalarıdır.

*Bizim birkaç asır evvel yitirdiğimiz husus hal ve temsildir. Militarist bir düşünceyle, meseleyi şekle bağladık. Bir sosyoloğun dediği gibi, kültür Müslümanlığına takıldık.

*Çok tekerrür eden bir mülahazamız var: Ezkaza sizler bir kilise ya da bir havra haziresinde neşet etseydiniz, sonra da bir rasathaneden veya çok uzakları gösteren bir dürbünle âlem-i İslam dediğimiz şu mezar-ı müteharrik bedbahtların diyarını seyretseydiniz, Müslümanlığı tercih, takdir, tebcil adına içinizde bir duygu uyanır mıydı?!.

*Demek ki, şekle ve surete takılıp kalmamız sadece bize zarar vermiyor, aynı zamanda İslam’ın nurundan istifade edebilecek insanlara da mani oluyor. Bu açıdan da dünyanın bir kısım batıl düşünceler içinde bata çıka yürümesine sebebiyet veren hususların başında İslam dünyasındaki hal ve temsil fakirliği sayılabilir. Hal ve temsili yitirmemiz en büyük beladır bizim için.

*Urve bin Zübeyr hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

“Selahaddin-i Eyyûbîlerin, Fatihlerin yurdu…” O yurt böyle mi olmalıydı?!.

*Haçlı seferlerinin başındaki insanlardan biri olan İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard kötülük duygusuyla dopdolu şekilde gelip savaşmış olmasına rağmen ülkesine dönünce, “Selahaddin’den insanlık öğrendim.” demişti.

*Merhum Mehmet Akif, Selahaddin-i Eyyûbî ile Fatih’i bir mısrada, bir sırada zikreder, “Selahaddin-i Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu…” der. O yurt böyle mi olmalıydı? Birbirini yiyen canavarlar gibi insanlarla mı dolmalıydı?

*Selahaddin-i Eyyûbîlerin, Fatihlerin yurdu Yezidlere, Haccaclara kaldıktan sonra, elbette ki onlar kendilerine göre SS’ler oluşturacaklardır. Onları kışkırtacak, samimi ve yürekten Müslümanların üzerine salacaklardır. Bu canavarlığı gören ve bu tabloyu bütün şenaat ve denaetiyle müşahede eden siz olsanız, ne dersiniz Allah aşkına?!. Vicdanlarınızı yoklayın. Bu manzara karşısında Müslümanlık adına bir tercihte bulunmayı düşünür müsünüz? Vebal kime ait? Emniyeti zir ü zeber (altüst, darmadağın) edenlere.. silm ü selâmı zir ü zeber edenlere!..

Dünyada “tebliğ” ve “temsil”den daha büyük ve daha mukaddes bir vazife yoktur.

*Her şeye rağmen, bize düşen, bütün benliğimizle bir kere daha Allah’a yönelmek, yüce mefkûremiz adına hareket etmek ve kusursuz bir sa’y ü gayretle gerilmektir. M. Akif ne hoş söyler:

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,

Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ’ (Necm, 53/39) vardı!..”

*Din-i mübîn-i İslâm’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimiz’i, Kur’an’ı, iman esaslarını ve İslâm’ın şartlarını söz ve hal ile anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada “tebliğ” ve “temsil” dediğimiz bu işten daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenâb-ı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı.

504. Nağme: Yangın, O Reçete ve Gaflet

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

O cephaneliklerin yığılmasına göz yumanlar vatana, millete, dine, diyanete ihanet etmişlerdir!..

*Nikbîn, hadiselerin kötü ve çirkin yüzlerine gözlerini kapatıp her şeyi sadece iyi ve güzel yönleriyle ele alan; bedbîn ise her şeyi kötü ve kapkara gören kişi demektir. Hakikatbîn veya hüdâbîne gelince, o, her şeyi kamet-i kıymetine ve keyfiyetine uygun olarak görmeye çalışan insandır. Doğru olan, hakikatbînliktir; istikamet erlerinin bakışı da bu olmalıdır, her şeyi bugünüyle, yarınıyla, öbür günüyle olduğu gibi ve bütün olarak görmek. Bugün her şey güllük-gülistanlık olabilir ama atmosfer şartlarının ne gösterdiği de itibara alınmalıdır. Şayet bağınızı, bahçenizi vuracak dolu, tipi, boran tepenizde kol geziyorsa, bunu da görmek lazımdır.

*Dıştan o cephanelikler sizin dağınızın, tepenizin dibine gömülmüşse.. o silahlar bir gün birilerinin eline verilerek mübarek Anadolu’da peşi peşine kargaşalara, kargaşalar fasit dairesine -o onu doğuran, o onu doğuran, o onu doğuran, birbirini takip eden fesat fasit dairesine- sebebiyet verecek şekilde stoklanmışsa.. siz de bunlara bilerek göz yummuşsanız, doğrudan doğruya vatana, millete, dinine, diyanetine ihanet etmiş sayılırsınız. Belki bir gün uluslararası hukuk da meseleye böyle bakacak ve Pinochet’leri alıp istintak ettiği gibi sorumluları istintak edecektir. Fakat o güne kadar ülkede belki de taş taşın üstünde kalmayacak. Bakmayın, öyle nikbînlik içinde her şeyi süt liman görmelerine bakmayın. Gafilin ve anlamayanın görüşüne göre hüküm vermeyin.

“Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!..” Mübarek ülkende Haçlı döneminde olduğundan daha fazla yangın var!..

*Bir toplum canavarlaşıyor, gulyabaniler haline geliyor, herkes birbirinden nefret ediyor. Bir de bütün bunlar, birilerinin mevcudiyetlerini devam ettirme adına, ayrıştırma gibi farklı bir yol ve yöntemle daha da içinden çıkılmaz hal alıyorsa.. ve bir de bu ayrıştırmalar kutsala dayandırılıyorsa; mesele Müslümanlık gibi gösteriliyorsa, bu kafirîlikler Müslümanlık gibi gösteriliyorsa, Müslümanlık diye sürüler bunların arkasından sürükleniyorsa… Herhalde o ülkedeki bütün felaketler onların yüzünden; zelzele oluyorsa o hainlerin yüzünden, insanlar insanları öldürüyorsa o hainlerin yüzünden; baba evladını, evlat babasını dinlemiyorsa, aile içinde kopukluklar yaşanıyorsa, aile fertleri birbirinden kopuyor ve birbirini düşman gibi görüyorsa, o serkarlar veya serkerler yüzünden.

*Onca utanmaz karşısında -bağışlayın beni- utanan insanlar kendilerine düşen misyonu eda etmeliler; el açıp yalvarmalılar, yürekleri çatlayasıya yalvarmalılar. “Allahım ecdattan tevarüs ettiğimiz vatanımızı ve milletimizi, onu bölüştüren bir kısım şakilere bırakma! Bilmem nereli bir külhânîye terkedilmeyecek kadar mübarek bir memleket, mübarek bir millettir; Allahım ne olur, o ülkeyi, o milleti hainlere bırakma!” diye başımızı yere koyup dua edelim. Allah için, Rasûlullah için, dininiz için, diyanetiniz için, bu korkunç yangını görmeye çalışarak, hiç olmazsa dualarınızla, birer itfaiyeci gibi davranın. Sûzî ifadesiyle “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var / Dedim: Zahirde mi? Dedi: İhfada yangın var! / Sefine-i kalbime yağlı paçavra attın ey dost / Bülent avaz ile dersin: Bakın deryada yangın var!” Yangın var!.. Senin mübarek ülkende Haçlı döneminde olduğundan daha fazla yangın var; işgal döneminde olduğundan daha fazla yangın var!..

Kürt Meselesinin Çözümü ve Doğu-Güneydoğu’nun Huzuru Adına On Sene Önce Sunulan Rapor/Reçete

*Bir hususu dile getirmeyi düşünmüyordum; o mesele benimle ölüp mezara gömülsün istiyordum. Evet, M. Akif’in “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.” dediği gibi; onların bu mevzudaki duyarsızlığını, hissizliğini, hareketsizliğini, leş kesilmişliğini ifade etmeyi hiç istemiyordum. Fakat icmâlen arz edeceğim:

*Yeni fitne ve fesat tohumunun saçıldığı dönem.. başkalarının senin ülkenin bir kesimini bir yönüyle cephanelik haline getirmek istediği, orada silah stokları yapmaya başladığı dönem.. işin başlangıcı. Tabir-i diğerle, “süreç” safsatasıyla bizim kendimizi aldatmamızdan sekiz-dokuz sene evvel… Haddimi bilmeyerek zamanın serkarlarına bir mesaj gönderdim. Gönderdiğim mesaj/rapor aklımda kaldığı kadarıyla şu maddeleri ihtiva ediyordu:

*Hazreti Bediüzzaman, o dönemde Prens Sabahattin’in yaptığı adem-i merkeziyet yönündeki çağrıları tenkit etmiş; toplumda birlik ve beraberliği sağlayan bağlar güçlendirilmeden adem-i merkeziyete gidilmesinin farklı unsurların merkezden kopmasına sebebiyet vereceğini, bunun da on üç asır evvel ölmüş olan cahiliye dönemi ırkçılığını canlandıracak bir fitneye yol açacağını belirtmiştir. Binaenaleyh, bölge merkezden asla koparılmamalıdır fakat orası tam bir cazibe merkezi haline getirilmelidir. Samimi gayretler neticesinde o coğrafya mutlaka kalkındırılmalı ve öylesine mamur hale getirilmelidir ki, önemli bir medeniyet merkezi konumunu yeniden kazansın, imrenilir bir vaziyete kavuşsun ve bölge halkının hepsi halinden memnun olsun.

*Orada eğitim çok ciddi şekilde ele alınmalıdır. Çünkü eğitim problemi çözüldüğü zaman çok problemler de çözülecektir. Çözülecek bu problemlerin başında da geleceği karanlık görme, sulh içerisinde hak ve adaletin bir gün ikame edilebileceğine inanmama ve ümitsizlik girdabında debelenme marazları vardır. O bölgeye tayin edilecek muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitmeliler. Bu yaşatma duygusuyla serfiraz, gaye-i hayali ve mefkûresi olan fedakâr rehberler, sağlam bir eğitim müessesesinde sağlam bir nesil yetiştirirler. Fedakâr öğretmenleri o tarafa göndermek suretiyle eğitim müesseselerini diriltici, canlı hale getirmek lazım. Zira mekteplerdeki o çocuklar -şehadetleri makbul olmasa bile- aileler içinde söyledikleri sözlerle Anadolu’nun diğer kesimine karşı en sadık şahitlerin tesirinden daha tesirli olurlar. Bu şekilde işi dipten almak suretiyle, bugün olmazsa yarın orayı ihya etmiş olacaksınız, rica ederim, (kimseye el öptürmem ama her zaman başkalarının elini de öpmüşümdür; belki onu da dedim bilemiyorum) elinizi öperim, ne olur bunu yapın.

*Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmesin? Bakın, yurtdışındaki okullarımızda Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. O bölgenin mekteplerinde de Kürtçe seçmeli dil olsun. Kürtçe radyoları olsun, televizyonları olsun.

*Sağlık açısında bölgeyi ele alın, sağlık müesseseleri kurun. Türkiye’de çok pratisyen hekim var, onların çoğu doğuya gönderilebilir. Çünkü her doktor, direk halkın yanında, evinde iç içe olup onları kucaklayabilir. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderilse. Onlar da sağlık ocaklarında onlara sağlık hizmetinde bulunsa, okullarda halka koruyucu hekimlik adına dersler verip sağlıksız şartların oluşmasını önlemiş olsa. Böylece hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etseler.

*Oraya gerçekten halkla içli dışlı olabilecek askerler tayin edilmeli. Bu suretle, bir yönüyle halkın dimağındaki darbe yapan, baskı uygulayan, balyoz gibi tepelerine inen o yanlış asker telakkisinin silinmesi sağlanmalı. Öyle insanlar gönderilmeli ki, 27 Mayıs’ın travması silinmeli, 12 Mart’ın travması silinmeli, 12 Eylül’ün travması silinmeli, 28 Şubat’ın o toplumda travması silinmeli.

*Keza, oraya gitmeye hazır emniyet memurları vardır. Sağlam karakterli, vazifeşinas, yaşatma duygusuyla serfiraz, içi yaşatma heyecanıyla dopdolu emniyet mensuplarını gönderin oraya. Gidip gerçek emniyeti temsil etsinler; hatta imkân dâhilinde çocuklar ile top oynasın, hediyeler versin ve gençlerle sıcak ilişkiler içinde olsunlar Çünkü çocuklar ve gençler daha önce oldukça ürkmüş, korkmuşlardır. Polis ya da asker abisinin elinden hediye alan ve onun tarafından giydirilen bir çocuğun devletine kötü nazarla bakması ve kandırılması oldukça zordur. Evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyebilecek, güvenin teminatı olan emniyet mensupları gönderin ki hem halkın gönlüne girsin hem de fesat ve idlâle fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsınlar.

*Yine yüreğini tamamen diriliş duygusuna bağlamış Mülkiyeliler, valiler, kaymakamlar, vali yardımcıları tayin edilmeli. Gaye-i hayali olan, enaniyetine bağlı kalmayan, yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gören Mülkiyelileri hususi mahiyette seçin ve oraya tayin edilmeli. Halkın içinde olsunlar ister polisiyle ister emniyetçisiyle, ister askeriyle… Namaz kılan o insanlar sağa selam verdikleri zaman valiyi görsünler, sola selam verdikleri zaman kaymakamı görsün, emniyetçiyi görsün, polisi görsün, sağlıkçıyı görsünler.

*Bölgede oranın dilini bilen din adamları vazifelendirilmelidir. O halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderilmelidir. Ayrıca doğuda yetişmiş çok değerli âlimler mevcuttur ve orada kanaat önderlerine çok önem verilir. Onlara seminerler verilmeli, güvenlikleri temin edilmeli ve halkın kuvve-i maneviyesini arttırmak adına onlar yüreklendirilmelidir. Dahası yetiştirdikleri talebelere imam ve hatiplik imkânları sağlanmalı; halka kendi dillerini bilen samimi insanların rehberlik yapması için zemin oluşturulmalıdır.

*Bunları yapacak dünya kadar insan vardı; Mülkiyeliler vardı, valiler vardı, kaymakamlar vardı. Böylece dört bir yandan surlar oluşturulmak suretiyle mel’un düşüncelerin o mübarek toplumun içine sızmasına fırsat verilmeyecekti.

*Bunları söylerken, şimdiye kadar, endişe duyduğum bir şey oldu: Reçetenin mahiyeti bu, yaklaşım bu, konuşma bu. Fakat acaba bizim oradaki vatandaşlarımız, mübarek vatandaşlarımız (meseleyi farklı yorumlarlar mı?) Gönlümüzün sesiyle bunu söylüyoruz; ileriye matuf seçme-seçilme gibi bir derdimiz yok bizim. Başbakanlığımızı, Cumhurbaşkanlığımızı devam ettirme gibi bir derdimiz yok. Siz onları ona katlayıp önüme getirseniz, elimin tersiyle itmezsem, ben dünyanın en alçak insanıyım!.. Öyle bir derdimiz yok. Bizim derdimiz; gönüllerin imarı.. insanın yeniden ahsen-i takvim ufkuna ulaştırılması.. insana yeniden ne mahiyette yaratıldığının hatırlatılması; o mahiyet ve donanımına ait dinamiklerin anlatılması.. ve yeniden insanın kalbinin Allah’la buluşturulması.

*İşte bunları dedim âcizane; arkadaşımızla o notları gönderdim oraya. O günkü serkar elinin tersiyle itti bunları. İtti ve aynen şöyle dedi: “Ben oraya tayin edecek insan bulamıyorum. Bir vali tayin ettim, birkaç gün sonra ‘Beni -bu bilmiyorum ne türlü yer filan- buradan al!’ falan dedi.” Bahanesi buydu.

*Şimdi âcizane bir imamın, bir vaizin, haddini bilmeyerek işin başındaki bir insana on sene evvel gönderdiği reçetenin hâsılı bu. Belki bazı maddelerini de unuttum. Bunlar on sene evvel söylenen sözler. Bilmiyorum, onlarda hala var mı bunlardan izler. Hiç zannetmiyorum, çünkü bakışlarında adamlar dümdüzler!..

503. Nağme: Yolumuzun Kaderi ve Doğruluğunun İki Delili

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Sabredenlere müjdeler olsun!..

*Kur’ân-ı Kerim’de

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) buyurulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş; daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre tıpkı ibadetlerin insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır.

*O hâlde Allah’ın insanları imtihandan imtihana sürüklemesi ve onları farklı imtihan unsurlarıyla test etmesi karşısında mü’mine düşen vazife, maruz kaldığı her imtihanda dişini sıkıp sabretmesi; ayrıca bu durumu kendisiyle yüzleşme, kendini bir kere daha gözden geçirme ve iyi bir kıvam sergileyip sergileyemediğinin muhasebesini yapma adına bir fırsat bilmesidir.

Hakiki mü’min bütün korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” der.

*Hazreti Üstad, Hücumât-ı Sitte’de insanı derdest eden hastalıkları anlatırken havf hissini de zikreder. İnsanın ayağına pranga ve boynuna tasma olan marazların başında korku gelir.

*Bu yolda, insî cinnî şeytanların desise ve tehditlerine maruz kalırsınız: “Malınızı elinizden alırız. Sizi dünyevî yaşayışınız itibarıyla tazyiklere maruz bırakırız. Önünüzü keseriz. Size yürüme fırsatı vermeyiz. Her köşe başında bir gulyabaniyle bir kere daha yakanıza sarılırız. En meşru işlerinizde bile size hesap sorarız.” Bu türlü şeylerle sizi korkutur, yürüdüğünüz doğru yoldan sizi vazgeçirmeye çalışırlar. Mü’min bunları gülerek karşılamalı ve atlatmalı.

*Evet, dünyanızı ve ikbalinizi elinizden almakla korkuturlar.. istikbalinizi karartmakla korkuturlar.. makamdan mahrumiyetle korkuturlar.. kemik atıyor gibi, üç-beş kuruş bir şey önünüze saçar, sonra da “Keseriz bunu!” der korkuturlar.. “İki kilo kömürü keseriz” diye korkuturlar. “Yüz lirayı vermeyiz, keseriz!” diye korkuturlar. Korku, Allah belası öyle bir virüstür ki, insanın içine düştüğü zaman insan onun esiri olur.

*Oysaki korku, mehafet ve mehabet hissi şeklinde Allah’a karşı duyulması gereken bir kuvvedir. İnsan Allah’tan korkuyorsa, O’na karşı saygılıysa ve O’nun mehabetiyle oturup kalkıyorsa, hürriyetini elde etmiş demektir; artık o, başka korkulara karşı, bir gladyatör gibi meydan okur; “Hepiniz gelin, topunuz birden gelin!..” diyebilir.

“Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” 

*Bütün dünyevî korkulardan sıyrılmış olan Sahabe efendilerimizde dine adanmışlık ve ahiret hedefli yaşama ruh hali vardı. Kur’an nurları ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in insibağı onları en kötü şartlara dahi hazır hale getirmişti. Defalarca imtihandan geçeceklerine, zaman zaman düşmanla yaka paça olacaklarına, maldan ve candan fedakârlık gerektiren hadiselerle karşı karşıya kalacaklarına ve bütün tehlikelere/tehditlere mukabil dimdik durarak sonraki nesillere de hüsn-ü misal teşkil etmekle vazifeli bulunduklarına gönülden inanmışlardı. Evet, Allah’ın ve Rasûlü’nün verdiği haberler iliklerine ve nöronlarına öyle işlemişti ki, onlara kendi varlıklarına inanmanın ötesinde inanıyorlardı.

*Şu ayet-i kerime onlardaki bu iman, cesaret, metanet ve teslimiyeti destanlaştırmaktadır:

وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَ قَالُوا هٰـذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْليمًا

“Mü’minler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce, ‘İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği (zafer)! Allah da, Rasûlü de elbette doğru söylemişlerdir.’ dediler. Mü’minlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece iman ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzâb, 33/22)

*Sahabe efendilerimizin insanların telaşa kapılıp paniklemesi beklenen şartlarda dahi paniklemedikleri, aksine imanlarının ve teslimiyetlerinin ziyadeleştiği gibi, inşaallah değişik belalar ve gâileler karşısında günümüzün adanmış ruhları da aynı kıvamı gösterir, asla paniklemez; vazife ve sorumluluklarını bihakkın yerine getirirler. Dört bir yandan bela ve musibet gelse, onlar aynı sahabe gibi, “İşte bu, Allah ve Rasûlü’nün bize vâd ettiği…” der ve yürürler.

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.”

*Cenâb-ı Hak, sabredip mücahedelerini sonuna kadar götürenlerle yarı yoldan dönenleri ayırt edip yaptıkları amelleri onlara da göstermek için kullarını imtihan etmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede O şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırt edip meydana çıkarmadan, kolayca Cennet’e girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142) Allah (celle celâluhu) bu imtihanı, kullarının takınacakları tavrı öğrenmek için yapmamaktadır. Zira O (celle celâluhu), bu mevzuda sabredeceklerle etmeyecekleri ilm-i ezelîsiyle zaten bilmektedir. Ancak, bildiği bir hakikati, ilm-i şuhûdîsi ile kullarına da gösterip bildirmek istemektedir.

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Sizden evvel gelenlerin başlarına gelen dâhiyeler, gaileler başınıza gelmeden, o sarsıcı yıldırımlar başınızda dönmeden, hatta iş nebi ve beraberinde bulunanlar “Allahım yardımın ne zaman?” diyeceği kerteye varmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?

Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ı sevdirme adına, koşun dünyanın dört bir bucağına!..

*Yürüdüğünüz bu yolda Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan ve Sünnet-i Seniyye’ye muhalif olarak, Ebu Bekir’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Ali’lerin, Aşere-yi Mübeşşere’nin, Âl-i Beyt-i Rasûlullah’ın (radıyallahu anhüm ecmaîn) yürüdüğü yolun dışında yürüdüğünüz endişesi var mı içinizde? Nam-ı Celil-i İlahi’yi tanıttırmadan başka bir sevdanız var mı? Herkesin Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i tanıyıp bilmesi ve O’nunla belli ölçüde münasebete geçmesi haricinde bir talebiniz, beklentiniz, hedefiniz var mı?!..

*Sizin bu doğru disiplinler ve prensipler istikametinde yürümenizin yanında, isabetli iş yaptığınıza bir de negatif taraftan, hafife alamayacağınız bir delil vardır: Zalimler sizin yaptığınız bu hizmetleri hazmedemiyor ve yaptığınız şeyleri dünyanın değişik yerlerinde yıkmaya çalışıyorlarsa, bu da hakkaniyetinize bir delildir. Haccac’lar, Yezit’ler, Amnofis’ler, Batılıların üç asırda yapamadığı şeyleri Cenâb-ı Allah’ın o mübarek milletimizin fedakâr ve vefakâr evlatlarına yaptırmış olmasını çekemiyorlarsa, bu da negatif yandan sizin doğru yolda olduğunuzu gösterir.

*Kur’an ve Sünnet ile kendinizi test ettikten, dünya adına herhangi bir hedef arkasında koşmadığınızı bir kere daha gözden geçirdikten ve kendinizi ciddi bir nefis muhasebesine tâbi tuttuktan sonra “Elhamdülillah, yürüdüğümüz yol, günde kırk defa tekrar ederek ‘Allahım, bizi sırat-ı müstakîme hidayet buyur’ deyip dilediğimiz, Nebilerin, sıddıkların, şehitlerin, salihlerin yürüdüğü yol.” diyebiliyorsanız.. bir diğer taraftan da şayet dini ve diyaneti özüyle benimseyememiş, sindirememiş, içselleştirememiş, dini dünyasını mamur kılma adına kullanan Amnofis’ler, Hitler’ler, Jul Sezar’lar sizin aleyhinizdeyse, vallahi, billahi, tallahi yürüdüğünüz yol doğrudur.

*Bu iki delilin pozitif olanını sağ tarafınıza alın, diğerini de sol yanınıza; Allah’ın izni ve inayetiyle, birer asâ gibi dayanın onlara; hiç tereddüt etmeden ve hızınıza hız katarak, Allah’ı sevdirme adına koşun dünyanın dört bir bucağına!..

502. Nağme: “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Şefkat ve Mukabele-i Bilmisil

*İnsanlara karşı derin bir alaka duymak, hatta hümanistlerin heceledikleri meselenin çok ötesinde derin bir alaka duymak lazımdır. Bir sözde ifade edildiği gibi, insanın imandan nasibi, mahlukâta şefkati nispetindedir. Zaten şefkat, Hazreti Pir tarafından bir düstur olarak ortaya konmamış mı? Bir karıncadan file, ondan da gergedana kadar her şeye şefkat etmek.. herkesin hayatına, yaşamasına, yaşama hukukuna saygılı olmak.. ve herkesi şefkatle kucaklamak…

*Hoş gör!.. Hoş göremezsen bari nâhoş görme!.. Nâhoş görsen de dillendirme!.. En azından bu mertebelerden, bu yörüngelerden birinde yol almaya bakmak lazım.

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir fakat şefkat kahramanları misliyle cezalandırma ruhsatını dahi kullanmamalıdırlar. Hazreti Pir’in bu düşünceye bağlı anahtar ifadelerinden biri “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanmasıdır. Evet, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ceza verecek olursanız, size yapılan azap ve cezanın misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Demek ki, eğer size ikab ederlerse, işkence yaparlarsa, eziyette bulunurlarsa, misliyle mukabele hakkınız vardır. Bu, hakkın, adaletin, doğru olmanın, dini doğru yaşamanın gereğidir. Fakat bir mü’minin -mukabele de olsa- asla yapamayacağı davranışlar söz konusudur. Bununla beraber ayet-i kerime bize daha yüksek bir ufuk göstermektedir: “Dişinizi sıkar sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”

*Evet, size nasıl eza ettilerse, aynı eza ile mukabelede bulunmanız hakkınızdır. Fakat sabrederseniz, aynıyla mukabelede bulunmazsanız, civanmertçe bir tavır takınırsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz sizin için daha hayırlı olan yolda yürüme mecburiyetindesiniz.

Hele toplumun böylesine ayrıştırıldığı bir dönemde “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek!..”

*İslam dünyasında toplumun böylesine ayrıştırıldığı ikinci bir dönem gösterilemez. Kerrat ile arz ettim bunu; Haçlı dönemlerinde bile toplum böyle ayrıştırılmamıştı. İngilizler’in İstanbul’a gelip bayrak diktikleri, Fransızlar’ın bilmem nereyi işgal ettikleri, İtalyanlar’ın bilmem nereyi vesayetleri altına aldıkları, yani ülkenin dört bir yandan kuşatıldığı dönemde toplum yine kalb ve düşünce birliği içindeydi, baba-anne-evlat yan yanaydı. Ailenin içindeki fertler siyasi mülahazalarla parçalanmamıştı. Her şey yerli yerinde duruyordu. Evet, İslam dünyası günümüzde maruz kaldığı ölçüde bir şenaate, böyle bir denaete belki de tarihinde ilk defa maruz kalıyor.

*Siz yerinizde şimdiye kadar durduğunuz gibi durun. Bir düsturunuz da isterseniz bu olsun: Yerinizde sabitkadem olun. Evet, insanlar, sizden uzaklaşsalar da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Çünkü onlar, sizden on kilometre uzaklaştığında siz de on kilometre uzaklaşırsanız, aradaki uzaklığı yirmi kilometreye çıkarmış olursunuz. Fakat siz olduğunuz yerde durursanız, aradaki uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler.

*Durduğunuz yerde durmanızın ve sabitkadem olmanızın bir manası da şudur: O yüksek karakterinizle, sövseler de yakışıksız söz etmeyin, döverlerse el kaldırmayın, kırarlarsa kırılmayın. Yunus Emre ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek!..”

“Zâlimlere bir gün dedirir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke’llâhü aleynâ.”

*Mekke’nin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşi’nin etrafında toplanır ve O’nun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, “Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz?” diye sorar. Esasen O’nun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, “Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin!” şeklinde karşılık verirler. O’nun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O’nun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: “Size bir zaman Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz.”

*Aslında bu yaklaşım, “İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur!” demek gibi bir şeydir.

*“Zâlimlere bir gün dedirir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke’llâhü aleynâ.” Ziya Paşa’nın bu sözü şu manadadır: Düşün ki, Hazreti Yusuf’a ne kadar zulmettiler. Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.”(Yusuf, 12/91) dedirtir.

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

*Öyleyse, fırtınalar ne kadar şiddetli eserse essin, durmamalı, ümitsizliğe kapılmamalı ve asla yoldan dönmemeli. Birkaçınızı alsın preslesinler.. birkaçınızı alsın kahve dövüyor gibi dibeklerde dövsünler.. fakat geride kalanlar katiyen ye’se kapılmamalı, asla ümitsizliğe düşmemeli. “Demek ki hakkımızda Hakk’ın takdiri buymuş!” demeli, doğru bilinen yolda azim ve kararlılıkla yürümeli!..

*Enderûnî Vâsıf ne hoş söyler: “Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” Hazreti Pir de şu esası nazara verir: Kadere iman eden, kederden emin olur; kadere iman, insanı, bulanmaktan ve bulanık şeylerden kurtarır.

*Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresinde geçen, قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِۤي أَدْعُو إِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basiret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…”(Yûsuf, 12/108) âyetiyle Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat ve tebliğ vazifesini basiret üzere gerçekleştirdiğine dikkatleri çeker. Âyette, “Ben, Allah’a basiret üzere davet ediyorum.” buyurulmaktadır. Bu ifadeyi, “Benim hakka davetim, irşat ve tebliğim, iyilik ve güzellikleri teşvik ve telkin adına ortaya koyduğum vesileler insan aklına, insan mantığına, insanın anlayış ve idrakine zıt değildir.” şeklinde anlayabiliriz. Demek ki, insanlara hitap edilirken, onların idrak seviyeleri, anlayış kabiliyetleri, neş’et ettikleri kültür ortamları, tarz-ı telakkileri hiçbir zaman nazardan dûr edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, muhatap olunan toplumun genel karakterini doğru okuma ve anlatılacak hususları onların hususi durumlarına ve kültür seviyelerine uygun olarak anlatma irşat ve tebliğde çok önemlidir.

501. Nağme: Yeryüzü Cennetinin Bahtiyar Fertleri

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Yuvalar da yıkılmaya yüz tuttu!..

*Allah, bize istikamet-i tâmme ihsan eylesin. Bir anlamda o istikameti elde etme, elde ettikten sonra da onu koruma ortamını yitirdik. O blokaj ayağımızın altından kaydı ya da kırıldı veya şiddetli kırılma ihtimali taşıyor. Biz de onun karşısında endişeleniyoruz; bütün bütün kırılmasın, dağılmasın, çözülmesin, ayağımızın altından kayıp gitmesin. Fakat esas bizi biz yapan hususları çoktan kaybettik.

*Bu cümleden olarak, çok mükemmel bir yuvamız vardı bizim; anne-baba, anne-baba olmanın yanı başında aynı zamanda birer mürebbi-mürebbiye idiler.

*Heyhat, bir yönüyle o yuva, yıkıldı; o sokak, tarumar oldu. O medrese, ruhunu kaybetti; kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştı, kitapların satırları arasında kendini teselli edecek şeyler aramaya durdu.

*İsterseniz yuvaya bir molekül nazarıyla bakabilirsiniz; aileleri, cemiyet heyet-i umumiyesini teşkil eden moleküller olarak görebilirsiniz. Ya da mikro âleme inerek, yuvaya atom nazarıyla bakabilirsiniz; anne-babayı onun nötron ve protonu olarak, o cazibeye kapılıp onların etrafında pervane gibi dönen elektronları da kız erkek evlat gibi görebilirsiniz.

*Bu bir iddia olmasın fakat epey zamandır, 20-30 senedir, “ricâl” (hadis-i şerifleri nakleden ve râvî diye anılan zatlar hakkında, hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını belirlemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derleme, koruma ve değerlendirme ilmi) ile meşgul oluyoruz. Görebildiğim kadarıyla, iki veya üç tane insan eşinden ya ayrılmıştır ya da ayrılmamıştır. Dövme, öldürme, eşini sokağın ortasında vurma, kadınları şikâyet eder hale getirme, Batı’da cereyan ettiği üzere reaksiyon olarak bir Feminizm mülahazasının doğmasına sebebiyet verme… Bunlar o günün insanının kâbusları içinde bile görülmeyen şeylerdi.

Aile, toplumun yapı taşıdır; sağlam toplum ancak sağlam yuva ile mümkün olur.

*Selef-i salihînin teşkil ettiği yuvada fertlerin birbirlerine sağlam irtibatları vardı. O sağlam irtibat ve yuvadaki rasanet topluma aksediyordu.

*Eşine olan sevgi ve hürmetinin yanında onun şehadeti karşısında metanet gösteren, “Rasûlullah’a benden selam söyle!..” deyip şehadet şerbetini önce kendisinin içememiş oluşuna kederlenen ve eşinin okunu kılıcını alıp onun kaldığı yerden vazifeye devam eden Hazreti Havle… Babasını, eşini, çocuklarını ölesiye sevmekle beraber onları mukaddesat uğrunda mücahedeye göndermekten de geri durmayan, sonra elinden geldiğince müminlere yardımcı olmak gayesiyle kendisi de harb meydanına koşan, bir aralık yaralı oğlunun kolunu sarıp onun sırtına vurarak “Git oğlum, yerine dön; Rasûlullah’ın önünde savaş, ona zarar gelmesin!” diyen Hazreti Nesibe… Uhud’da “Rasûllullah (aleyhissalâtü vesselam) vefat etti!” sözünü duyunca kılıcını çekip ileriye atlayan ve “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz?” diyen Sa’d bin Rebî’ gibi insanlardan oluşan bir yuva ve toplum mutlaka aynı ruh enginliğinin boyasını alacaktı/almıştı.

*Şimdi bu insanların molekül teşkil ettiği o küçük yapıyı ve sonra da bu moleküllerden meydana gelen heyet-i umumiyeyi düşünün. Düşüncelerini ne üzerinde yoğunlaştırmışlar? Onlar, bütün duygu ve düşüncelerini Allah ve Rasûlü’nde teksif etmişler. Onların yetiştirdiği nesiller de sâlih daireler, doğurgan döngüler türünden hep hayırlı olmuş. Hayırdan hayır doğmuş, hayırdan hayır doğmuş ve hayırlı nesiller, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açmasını temin etmişler.

*İzdivaç meselesinde baştan basiretli davranmalı. Zıtlaşma kaçınılmaz olan kimselerle yuva kurma doğru olmasa gerek. Şayet ezkaza böyle bir şey olmuşsa, rehabilitelerle o yuvadaki herkesin aynı duyguya ve aynı dünya görüşüne ulaşmaları sağlanmalı. Umumî iş ve hizmetlerin yanında aile fertlerinin aynı hayat felsefesini paylaşmaları adına ortaya konacak gayretlerle sabah akşam taçlandırılmalı.

“Allah’a isyan” söz konusu ise, anne baba da olsa kula itaat edilmez.

*Mü’min çok dengeli olmalı. O her zaman neye karşı, ne kadar alaka duyması gerektiğinin muhasebesini yapmalı. Tabii ki, Allah’a kulluğu, Rasûl-ü Ekrem’e ümmet oluşu ve dine hizmet etmeyi değerler hanesinin başına koymalı ama mesela anne-babasının hukukunu da mutlaka gözetmeli.

*Hazreti Sa’d bin Ebî Vakkas, daha hayattayken Cennet’le müjdelenmiş sahabe arasındadır. O, İslam’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmıştı. Ne var ki onun Müslümanlığı, namazı, Efendimiz’e bağlılığı ve O’nun sevgisini her şeyden üstün tutması, annesini çok rahatsız etmişti. Annesi, oğlunun dininden vazgeçmesini istemiş, onu ikna edebilmek için adeta çırpınmış; nihayet putlar adına yemin ederek, “Sa’d, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey yerim, ne de içerim!” demişti. Gerçekten birkaç gün yememiş içmemiş, öylece beklemişti. Hazreti Sa’d, annesine çok bağlıydı; ona karşı saygıda kusur etmezdi. Zaten annesi de bunu bildiği için böyle bir yola başvurmuştu. Fakat Hazreti Sa’d’ın nihaî sözü şöyle olmuştu: “Anacığım, seni çok severim, üzülmeni hiç istemem. Fakat vallahi anne, iyi bil ki, yüz tane canın olsa, birer birer çıksa, ben yine dinimden dönmem! Artık sen bilirsin. İster ye, ister yeme!..”

*Bu hadise üzerine, “Allah’a isyan” söz konusu olunca anne baba da olsa kula itaat edilmeyeceğini açıklayan Ankebût Sûresi’nin 8. âyet-i kerimesi nazil olmuştu: “(İyi bir mü’min olabilmenin gerekleri içinde) insana anne babasına iyi ve içten davranmasını emrettik. Eğer, Ben’den başkasının ilâh olamayacağı konusundaki kesin bilgine zıt olarak bâtılı taklitle herhangi bir şeyi Bana ortak tanıman için seni zorlayacak olurlarsa, bu hususta onlara itaat etme. Neticede dönüşünüz Banadır ve Ben, bütün yaptıklarınızın ne manaya gelip ne sonuç verdiğini size gösterecek ve onlardan dolayı sizi hesaba çekeceğim.”

Gaye-i hayale yürekten bağlılık ama anne babaya da azami saygı…

*Hakiki müminin çizgisi: O bir taraftan gönülden bağlanması gerekli olana (Allah’a, Rasûlullah’a, dine hizmete) yürekten bağlanır, fakat bir taraftan da tâlî derecede saygılı olması gereken anne-babaya -henüz inanmamış olsalar da- saygıda kusur etmez. Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri de bu konuda hüsn-ü misaldir. Anne babası onu, Rasûl-i Ekrem’e tâbi olduğundan dolayı hapsetmiş ve Müslümanlarla buluşup görüşmesini engellemişlerdi. İslâm’dan uzaklaşması için çeşitli maddî ve psikolojik müeyyideler uygulamışlar, türlü baskılar yapmışlar; bütün malını elinden alarak onu tam bir yoksulluğa itmişler, hatta sonunda zincire vurmuşlardı. Fakat o büyük sahabi, zincirlerden ne zaman azıcık kurtulsa, soluğu Allah Rasûlü’nün yanında almıştı.

*Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus’ab’ının bu hâlini şöyle dile getirir: “Hazreti Mus’ab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için ‘Ya, Rasûlullah’a bir şey olursa?’ diye hicabından yüzünü saklamaktadır.”

*Rasûlullah’ı bir gölge gibi takip eden, O’nun bütün sözlerini tespit etme gayretiyle yanıp tutuşan mümtaz sahabî Hazreti Ebû Hüreyre de anne ile imtihan olanlardan. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) annesinin hidayete ermesi için çok gayret gösteriyor, ona hep hürmetle muamele ediyor ve sürekli duada bulunuyordu ama annesi İslam’a yanaşmadığı gibi başta Efendimiz olmak üzere Müslümanlara kötü sözler etmekten de geri durmuyordu. Uzun zaman bu hal devam etmiş; Ebû Hüreyre hazretleri dininin gereklerini yerine getirdiği gibi annesine karşı da hep hürmet ve şefkat sergilemişti. Yine bir gün annesine gitmiş ve ondan kederini şiddetlendiren sözler işitmişti Hele Allah Rasûlü hakkında duyduğu hakaretler karşısında iki büklüm olmuştu. Bir yanda ölesiye sevdiği İnsanlığın İftihar Tablosu, diğer tarafta ise varlık vesilesi annesi vardı. O, tarafını çoktan seçmiş, kendisini Allah Rasûlü’nün huzur dolu meclisine atmıştı ama gözyaşlarına da hâkim olamamıştı. “Yâ Rasûlallah, annemi İslam’a davet ediyorum ama bir türlü yanaşmıyor. Üstelik size karşı ağıza alınmayacak sözler sarf ediyor! Ne olur annemin hidayeti için dua buyurunuz!” demişti. Hazreti Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü’nün duasının kabul olacağına öyle inanıyordu ki, o mübarek dudaklardan dua sözcükleri duyulur duyulmaz, koşup evine varmıştı. Bakmıştı ki, içeriden su şakırtıları geliyor. Biraz sonra içeri girince annesinin gusletmiş olduğunu ve şehadet getirdiğini görmüştü.

Kendimi hiç affetmiyorum!..

*Hizmet mülahazası ve hicret düşüncesi çok önemli olsa da, anne-babayı ihmal etmeye sebebiyet vermemelidir. Hizmet erleri engin bir şefkatle bütün insanlığın saadeti adına diyar diyar dolaşırken, kendi anne-babalarını, aile fertlerini ve akrabalarını da unutmamalıdırlar. Belki iki vazifenin de hakkını beraberce verebilecekleri hizmet zeminleri ve imkânları oluşturmaya çalışmalıdırlar.

*Manisa’ya tayin olduğum günlerde Erzurum’a gidip sıla-yı rahimde bulunmuş, anne-babamın ellerini öpmüş ve birkaç gün yanlarında kaldıktan sonra yeni yerime gitmek için onlardan izin istirham etmiştim. “Müsaade ederseniz gidip vazifeye başlayayım.” deyince, babam “Önümüzdeki Perşembe’ye kadar gitmesen, yanımda kalsan!” dedi. Ben karşılık vermedim, sadece boynumu büktüm ve gitmemin daha hayırlı olacağını ima ettim. Babam, derince düşüncelere daldı, biraz bekledi, sonra gözleri yaşlı, ellerini omuzuma koydu, “Git” dedi, “Burada bir çift göz, orada ise binlerce göz bekliyor, git!” Bir programa yetişme gayretiyle ellerini öpüp ayrıldım ve İzmir’e döndüm. Bir hafta sonra, Ramazan ayının bir Perşembe gecesi babamın vefat ettiğini öğrendim. Son anlarında onun yanında bulanamayışıma çok üzüldüm. Hele onun keramet gösterircesine dile getirdiği “Rüyamda yedi kabir gördüm, yedincisi benimdi. Bir hafta sonra gitsen!” teklifini hemen kabul etmeyişim, içimde sürekli kanayan bir yara olarak kaldı. O, yaptığım işin doğruluğuna ve bereketine inansa da, benden razı olarak “git” dese de, ben başka bir çözüm yolu bulmalı ve arzusunu yerine getirmeli değil miydim? O bir civanmertlik yapmışsa, bu fedakârlığı ona aittir ve onun fazilet hanesine yazılır; fakat acaba ben başka bir formül bulamaz mıydım? İşte, bu endişeden dolayı hâlâ çok ciddi bir sorumluluk hissiyle iki büklüm olduğumu ve kendimi hiç affetmediğimi söyleyebilirim.

*Hâsılı, Allah sevgisi, Peygamber muhabbeti ve dine hizmet gayreti esas olduğu gibi, üzerimizde hukuku bulunan insanların haklarına milimi milimine riayet etmek de bizim için bir zarurettir.

500. Nağme: Münâfıklar

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Izdırapsız sinelerin bir parça etten farkı yoktur!..

*Izdırap en duru ilham kaynağıdır. Izdırapsız sinelere sine denir mi, bilmem!.. Izdırap duymayan bir kalbi “bir lokma et” diye sokakta salya atıp gezene atmak lazım!.. Âlem-i İslam’ın Haçlılar dönemindekinden daha fazla muzdarr, perişan, mağdur, mazlum haline geldiği bir dönemde, bunun ızdırabını duymayan bir kalbin bir lokma etten farklı yoktur. Evet, hiç olmazsa günde birkaç saniye, birkaç dakika, birkaç saat, peşi peşine birkaç gece başını yere koyup kendi küçüklüğünü, Ulular Ulusu’nun büyüklüğünü dillendirerek O’na iç dökmeyen bir kalbin sokaktaki birilerine atılacak bir lokma etten farkı yoktur.

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz -mealen- “İnananların dertlerini paylaşmayan, Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmaktadır.

*Bazen dudağın geriye gitmesinin bile haram olduğu anlar olabilir. “Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!” diyor M. Akif. Yine şöyle sesleniyor: “Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme! / Davranın zira rezil olduk bütün bir âleme!” Zannediyorum, Haçlı seferleri döneminde dahi İslam dünyası bu kadar perişan, bu kadar derbeder, bu kadar yalnızlaştırılmış ve bu kadar problemler sarmalı içinde kalmamıştır.

Hatada ısrar, küçük bir cürmü büyük bir günaha dönüştürür!..

*Küçük görüp önemsememek, işleye işleye alışarak bütünüyle gaflete dalmak ve masiyette ısrarlı olmak gibi sebeplerle en küçük isyan çukurları bile öldürücü uçurumlara dönüşebilir. Ezcümle; bir insanı hafife almak ve kaş göz işaretleri yaparak onunla alay etmek zâhiren küçük bir günah sayılır. Şayet, insan bir yanlışlıkla böyle bir hataya düşer ama hemen kabahatini anlayıp istiğfar ederse, bu masiyet “lemem” olarak kalır; fakat günahta ısrar eder ve onu bir huy haline getirirse, artık o seyyie (kötülük) bir kebire (büyük günah) halini alır.

*Bu itibarla, masiyetin küçüklüğüne büyüklüğüne bakarak değil, kendisine karşı gelinen Zât’ın azamet ve kibriyâsına nazaran günahlardan sakınmak lazımdır. “Üzerinde ısrar edildiği takdirde hiçbir günah küçük sayılamayacağı gibi, istiğfar ile başı ezilen bir günah da asla kebîre olarak kalamaz.” fehvasınca, esas büyük günahlar, üzerinde ısrar edilen küçük isyanlardır. Çünkü insan, bir günahın küfre götürücü ve öldürücü olduğunu bilirse, bir anlık gafletle o cürmü işlese bile, aklı başına gelir gelmez hemen tevbe kurnalarına koşar, gözyaşları içinde istiğfar eder ve masiyet kirlerinden temizlenir. Fakat, “lemem” addettiği günahları önemsemezse, “bir tane, bir tane daha.. ve son defa…” derken, adeta kapana kısılır ve bir daha da masiyetten yakasını kurtaramaz.

Her sesten ürken ve her sayhadan pirelenen dev görünümlü, içi boş kütükler…

*Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık münafık, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle “takiyye”lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama, fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez.

*Bir ayet-i kerimede münafıklar şöyle tavsif edilmiştir:

وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ أَنّٰى يُؤْفَكُونَ

“Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar. Düşmandır onlar. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hâle geliyorlar?” (Münâfikûn, 63/4)

*Bu âyet-i kerimede münafıkların bazı temel özellikleri anlatılmaktadır ki, bunları şöyle sıralayabiliriz:

-Onlar cismaniyet ve beden itibarıyla dikkat çekicidirler; meselâ iri kıyım, yapılı, cüsseli, görenlere tesir edecek ölçüde şık ve giyim-kuşamları açısından da görkemli ve göz alıcıdırlar. Ayrıca, onlar konuştuklarında mutlaka sözlerini dinletirler. Öyle bir ton, üslûp ve diyalektikle konuşurlar ki, onları işittiğinizde sözlerine kulak verirsiniz.

-İşte bu iki belirgin vasıflarına rağmen münafıklar, elbise giydirilmiş kütükler veya duvara dayanmış keresteler gibidirler. Kalıpları fevkalâdedir ama kalblerinden söz etmek zordur. Onlar kütük gibi kaskatı ve serttirler; zira kalbleri mühürlenmiştir, hak ve hakikat adına hiçbir şey anlamazlar; daha doğrusu anlayamazlar.

-Münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Bu itibarla da Allah’ın, Peygamber’in, mü’minlerin, dinin ve davanın gerçek düşmanları işte bunlardır; nerede ortaya çıkıp sizi nasıl sokacağı belli olmayan akrep tipler de yine bunlardır.

“Hain korkak olur” fehvasınca, münafıkların sineleri hep hıyanetle inip-kalkmaktadır ve nabızları da korkuyla atmaktadır. İman ehli için gerçek düşman bunlardır ve mü’minler kendi üslûplarını korumada kusur etmeden bunlardan sakınmalıdırlar. O hâlde siz de onlardan sakınmalısınız; zira her zaman ve her fırsatta sizi sokabilirler.. hem de topluma iyilik yapıyor olma mülâhazasıyla bunu yaparlar.

-Ve netice, Cenâb-ı Hak fezlekeyi koyuyor: “Allah onların canını alsın, (onları kahretsin; imanı, imanın güzelliklerini gördükleri, iman cemaati içinde yaşadıkları hâlde) nasıl da hakka, hakikate sırtlarını dönüyorlar?”

Münafık, sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler.

*Münafık eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: Çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman iki yüzlü davranır –birkaç yüzlü de denebilir–. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gelgitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler.

*Kur’an onların yalancılığını vurguluyor:

إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ

“Münafıklar sana geldiklerinde, ‘Şehadet ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Rasûlüsün.’ derler. Senin Kendisinin Rasûlü olduğunu Allah elbette biliyor. Ama Allah şehadet eder ki, münafıklar (sana inanmamakta ve dolayısıyla) kesinlikle yalancıdırlar (ve yalan söylemektedirler).” (Münâfikûn, 63/1)

Öyle münafıklar vardır ki nifakını eşine, oğluna, kızına dahi sezdirmemiştir.

*Münâfıkların önderi Abdullah İbn Übey İbni Selül idi. Kendisini öyle gizlemişti ki onun münafıklığını çok iyi birer mümin, birer büyük sahabi olan öz oğlu ve öz kızı dahi bilememişti. Peygamberimizin hicretinden önceki liderlik konumu sarsıldığı için, ömrünün sonuna kadar O’nu çekemedi. Her fırsatta mü’minler arasında fitne çıkarmaya çalışır, onların kuvve-i maneviyelerini kırmaya uğraşır, günümüzdeki moda tabirle sürekli algı operasyonları yapardı. Kendisinde izzet ve mü’minlerde zillet tevehhüm eden baş münafık ve hempalarının bir halini Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır:

يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ

Hem derler ki, ‘Medine’ye bir dönelim; göreceksiniz aziz olan, zelil olanı oradan dışarı atacaktır.’ Oysa izzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir. Ne var ki münafıklar bunu bilmezler.” (Münâfikûn, 63/8)

Şüphesiz münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.

*Münafık hemen her zaman, içten içe güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzann”a binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim münafığın sukutunu anlatırken şöyle buyurur:

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً

“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145)

*Bir saksağan farkına varmadan kendisini bülbül veya tavus kuşu zannedebilir. Maalesef günümüzde saksağan olduğu halde kendini tavus kuşu zanneden -bağışlayın- çok densizler var. Heyhat ki, İslam dünyası Haçlılar döneminde Haçlılardan çektiğinin ötesinde bu türlü saksağanlardan çekiyor.

499. Nağme: Âhiret Nasîbi

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

Kim yalnız dünyayı gaye edinir ve sadece onun mahsulünü isterse, belki onu elde eder ama Âhiret’ten nasipsiz kalır.

*Mü’min dünyevî nimet ve emanetlere âhiret perspektifinden bakarak onlara ona göre kalbî bir alaka duymalıdır. “Evim.. yuvam.. hayat arkadaşım.. çocukların.. istikbâlim…” demek, öyle bir ölçüye bağlı olduğu zaman değerler üstü değerlere ulaşır. Fakat insan bunları gaye-i hayal haline getirip hedef tahtına oturttuğu zaman kendi dünyasını kararttığı gibi âhiretini de yitirmiş olur.

*Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ نَصِيبٍ

“Kim Âhiret’i gaye edinir ve (yaptıklarıyla) onun mahsulünü isterse, elde edeceği bu mahsulü onun için arttırırız; kim de dünyayı gaye edinir ve onun mahsulünü isterse, ona da onun mahsulünden veririz, fakat onun Âhiret’te hiçbir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 42/20)

*Âhiret hayatı nedir? Ahiret hayatı, bir yönüyle “Cennet” dediğiniz nimetle başlıyor. Kur’an-ı Kerim nerede anlatıyorsa, ona “nüzül” diyor. Nüzül de misafire ilk izaz ve ikram edilen konukluk, sunulan acı kahvedir. Demek ki orada verilecek şeylere nispeten cennete girmek sadece bir ilk ikramdır. O ilk ikramla diğerlerine mazhariyet söz konusu olduğu için, onu da ihsanın birinci buudu gibi görmek lazım. Yani, görülüyor olma mülahazasıyla esas görüyor olma ufkuna ulaşma. Orada da asıl ulaşılacak lütuf, “Ben sizden razıyım” ufkunu yakalamak ve Cuma yamaçlarında O’nun Cemal-i bâkemâlini müşahede etmektir.

*Âhirete talip olmanın lüzumunu nazara veren bir başka ilahî beyan şöyledir:

فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِمَّا كَسَبُوا وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ

“Bazı kimseler: ‘Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!’ derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur. Buna karşılık, onların içinde ‘Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in yanında) iyi ve güzel her ne ise onu, Âhiret’te de (yine Sen’in yanında) iyi ve güzel olan ne ise onu ver ve bizi Ateş’in azabından koru!’ diye dua edenler de vardır. İşte bunların burada kazandıklarından nasipleri vardır, onun hayır ve bereketini ötede fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Bakara, 2/200-202)

Ne kudret helvası isterim ne de bıldırcın eti; benim muradım yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti!..

*Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!.. Ne kudret helvası isterim ne de bıldırcın eti; benim muradım yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti!.. Râbia Adeviyye validemiz, kendisine dünyevî nimetler teklif edenlere “Allah Allah, beni niye böyle hakaret zeminine çağırıyorsunuz. Ben ‘İlle rü’yet-i Mevlâ.. ille rıza-yı ilahî!..’ diyorum.” şeklinde cevap verirmiş. “Münacât-ı Seheriyye” adıyla meşhur duasında da görüldüğü üzere şöyle nida edermiş:

إِلهِي، لَسْتُ فِي الْبَلْوَى، وَلَا أَشْكُو مِنَ الْبَلْوَى، مُرَادِي مِنْكَ يَا سُؤْلِى بِلَا مَنٍّ وَلَا سَلْوَى، وَإِنْ أَعْطَيْتَنِي الدُّنْيَا وَإِنْ اَعْطَيْتَنِي الْعُقْبَى، فَلَا أَرْضَى مِنَ الدَّارَيْنِ إِلَّا رُؤْيَةَ الْمَوْلَى

“Allahım! Hamd ü sena olsun ki, belâlar içinde değilim ve Sana belâlardan şikâyet etmeyeceğim. Ey muradımı gerçekleştirmeye kâdir yüce Rabbim; Senden istediğim ne ‘kudret helvası’dır ve ne de bıldırcın eti. Bana dünyâyı da versen âhireti de, her iki âlemi bağışlasan bile, yine razı olmam; ben Seni dilerim Rabbim, ancak rüyetinle hoşnutluğa ererim.”

*Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

Dünyevî maksatları realize etme adına dindar görünmek zımnî münafıklıktır, onu yapanlar münafık olmasalar bile.

*Ve bu hususlarda en tehlikeli şey nedir biliyor musunuz? Böyle dünya arkasından koşmanın, dünyayı matlub, maksud, mahbub haline getirmenin en tehlikelisi şudur: Bütün bunları yaparken İslamî ve dinî argümanları kullanmak. Çünkü İslam’ı bu istikamette kullanarak mü’minlerin dimağındaki gerçek İslam imajını yıkarlar. Toplumda öyle bir deformasyon, öyle bir dejenerasyon meydana getirirler ki, adam kumar oynar, zararlı meşrubatı içer, tavlanın başından kalkmaz, nargilenin başından kalkmaz; Kâbe’ye gider, “Ben vazife için geldim” der ama orada Kabe’ye saygıda bulunmaz, orada bile alkış peşinde koşar ve farkına varmadan şuursuz yığınlar “Din böyle de oluyormuş!” derler. Dünyevî maksatlarını realize adına dindar görünerek, dinî argümanları kullanarak dünyayı elde etmek bir yönüyle zımnî münafıklıktır, o insanlar münafık olmasalar bile zımnî münafıklıktır. Ve bunların tahribatı Allah Rasûlü’ne karşı Abdullah b. Ubey b. Selûl’ün tahribatından daha büyüktür; onlar onun üç yüz tane, beş yüz tane kafasız, mantıksız, kitle psikolojisi içinde hareket eden vandalları gibi vandaldırlar.

*Dünyayı ahiret duygusuyla peyleyen, dünyayı dünya yapmak için ahirete ait, Allah’a ait, dine ait, mukaddesata ait argümanları kullanan -bağışlayın- bu densizler, bazen camiyi kullanarak, bazen orucu kullanarak, bazen zekâtı kullanarak, bazen bir kısım sözleri kullanarak, bazen mukaddes yerlere giderek, belki umre yaparak, hac yaparak insanların teveccühlerini celb edip bütün bu potansiyeli kendi dünyevî mutluluk ve saadetleri adına lazım gelen ortamı hazırlama istikametinde kullanırlar.

“Onlar bile bile dünya hayatını âhirete tercih ederler.”

*Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela öyle gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir: اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ “Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler.” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

*Her hal ve hareketiyle dünya peşinde koşan kimselere Kur’an yine şu şekilde hitap ediyor: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, siz dünyaya gönlünüzü kaptırmışsınız, ahireti elinizin tersiyle itmişsiniz.

*Cenâb-ı Hak Âhiret düşüncesine muvaffak kılsın onları. Ama düşüncedeki isi-pası silecek bir şey varsa o da ortak akla, yani meşverete müracaattır. Allah meşveretle, ortak akılla veya sohbet-i Cânân’la hepimizi her zaman bilenmeye muvaffak eylesin. Sürekli bilenmezseniz, keseceğiniz şeyi (Şimdi bazıları bundan da insan kesmeyi çıkarmasın!) şeytanın boynunu, nefs-i emmarenin boynunu kesmeye muvaffak olamazsınız.

498. Nağme: Kılıçların Gölgesinde

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’den -Buhari ve Müslim gibi muteber eserlerde yer alan- şu hadis-i şerifin tahlilini istirham ettik:

“Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin!”

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ أَبِي أَوْفَى: إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي بَعْضِ أَيَّامِهِ الَّتِي لَقِيَ فِيهَا الْعَدُوَّ انْتَظَرَ حَتَّى مَالَتِ الشَّمْسُ ثُمَّ قَامَ فِي النَّاسِ فَقَالَ: أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَسَلُوا اللَّهَ الْعَافِيَةَ فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ ثُمَّ قَالَ: اللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِيَ السَّحَابِ وَهَازِمَ الْأَحْزَابِ اِهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ

Abdullah İbnu Ebi Evfâ’dan (radıyallahu anh) şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşmanla karşılaştığı günlerinden birisinde güneş tam tepe noktasından batıya doğru meyledene kadar bekledi. Sonra insanların içerisinde ayağa kalkıp “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin! Allah’tan hep afiyet dileyin! Her şeye rağmen, onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgeleri altındadır.” buyurdu. Sonra İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) şu duayı yaptı: “Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, İslam aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allahım! Bu düşmanları da perişan edip hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle.”

Muhterem Hocaefendi, sorumuza cevap sadedinde, özetle şu hususları dile getirdi:

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Düşmanla karşılaşma dileğinde bulunmayın!” diyor. Bu tembih öncelikle Ehlullah’ın “Henüz bir musibet söz konusu değilse sabır dileğinde bulunmayın; ‘Allahım, sabır ver!’ falan demeyin.” sözünü hatırlattı. Evet, selef-i sâlihînden bazıları sabredilmesi gereken bir durum başa gelmeden sabır talep etmeyi belalara davetiye çıkarma saymışlar. Musibetlerin toslamasına maruz kalmadan Allah’tan sabır istemeyi bela isteme şeklinde anlamışlar. Onlara göre; sabır, ancak belli bela ve musibetler karşısında kendisine koşulan bir tabye, bir mevzi, bir sığınak, bir dayanak noktası ve koruyucu bir seradır. Dolayısıyla onlar, öyle bir bela ve musibet söz konusu olmadan “Allah’ım bize sabır ver” demeyi “Allah’ım bize önce bela ver, sonra da o belaya karşı sabır ver; bizi evvela ağır mükellefiyetlere maruz bırak, akabinde de onlara tahammül gücü ver” duasında bulunma kabul etmişler.

Rabbenâ, ibadetlerde devamlı olma ve kötülüklerden uzak durma konusunda sabır ver; musibetlere karşı bize aktif sabır lütfeyle!

*Ne var ki, tahammül etme, vazgeçmeme, aceleci davranmama, katlanması zor vak’alar karşısında dişini sıkıp dayanma… gibi manalara gelen sabır, bir zaviyeden diyanetin yarısını teşkil eden çok önemli bir kalbî ameldir; o sadece belalara münhasır değildir, onun pek çok çeşidi, derinliği, yanı vardır. Hazreti Üstad, belli başlı sabır çeşitlerini üç kategoride toplamış; hususiyle masiyetten uzak durmayı, musibetlere katlanmayı ve ibadet ü taatte devamlı olmayı nazara vermiştir. Bununla beraber, sabredilen hususlar itibarıyla sabır çeşitlerini çoğaltmak da mümkündür: Dünyanın cezbedici güzellikleri ve nefsi gıcıklayan nimetleri karşısında istikameti koruma adına sabır, belli bir vakte bağlı işlerde zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır, ermiş insanların can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Refik-i A’la” hülyalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri şeklindeki vuslata karşı sabır… bunlardan bazılarıdır.

*Bu itibarla, bilhassa sokakların birer kanal haline gelip gözlerden gönüllere günah akıtıp durduğu günümüzde masiyetten kaçma ve ibadet ü taate sarılma adına sabır talebi çok önemlidir. Her mü’min hemen her zaman “Allahım! Kalbime ibadet ü taati şirin ve günahları da çirkin göster; kulluğu bana sevdir, günahlara karşı içimde tiksinti hissi uyar. İbadetlerde devamlı olma, kötülüklerden uzak durma konusunda beni sabırlı kıl!” mülahazalarıyla oturup kalkmalıdır. Bu şekilde dua etmenin bela ve musibet istemekle hiç alâkası yoktur.

*Bela ve musibetlere maruz kalındığı zaman da yine dişi sıkıp sabretmek ve şikâyette bulunmamak esastır. Şu kadar var ki, biz sabra bir mülahaza ve bir sıfat ilave ediyor, “aktif sabır” diyoruz. Bela ve musibete maruz kalındığı zaman da durağanlığa girmemeyi önemli görüyoruz. Çünkü durağanlığa girmek, fiziğin temel kanununa göre dökülmek ve sağa-sola saçılmak demektir. O halde, en kritik anlarda bile yapacak bir şeyler bulmalı ve mutlaka onu yapmalısınız. Saldırılar, tecavüzler, iftiralar, tezvirler, tehcirler, tehditler karşısında dişinizi sıkıp sabretmelisiniz fakat bu sabrınız aktif şekilde olmalı. Mutlaka alternatif yollar/yöntemler oluşturmalı ve inandığınız yolda yürümeye devam etmelisiniz. Şayet zorluklar karşısında tamamen durursanız telafi edemeyeceğiniz zayiatla karşı karşıya kalırsınız. Öyle yanlış bir sabır telakkisinde kaybetme ihtimali vardır. Evet, sabır esasen, insana ibadet kadar sevap kazandırır. Fakat nerede, hangi hususta, nasıl sabır sevap kazandırır?!. O yerinde kullanılırsa, sevap kazandırır.

*Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!” İlahi sınırları korumak ve şüpheli alana girmemek için gösterilecek cehd de çok kıymetlidir. Çünkü şüpheli sahada dolaşmakta ilahi çerçeveden çıkıp şeytanın alanına girme ihtimali vardır.

*Mebde (başlangıç) itibarıyla insanın canına okuyan, zehir zemberek, fakat sonuç açısından şeker şerbet, hatta kevser bir şey varsa o da sabırdır.

İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî bir durumdur ve tarih boyunca yüzde doksan müdafaaya matuf cereyan etmiştir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) soruya mevzu teşkil eden beyanında sabır gerektiren bir hususa dikkat çekiyor ve “Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin!” buyuruyor. İnsan “Bir düşmanla karşılaşayım da onunla savaşayım, mücahid olayım. Aynı zamanda onu öldüreyim, gazi olayım ya da onun tarafından öldürüleyim de şehit olayım!” diye düşünebilir. Harp kaçınılmaz olduğunda ve mecbur kalındığında düşmanla karşılaşma, savaşın hakkını verme, gerektiği yerde düşmanı öldürme, aynı zamanda gazi olma ve hadiseler öyle cereyan ediyorsa, düşman tarafından öldürülüp şehit olma… Bunların hepsi bir yönüyle kutsal şeylerdir. Fakat bunların konumları mevzuunda zühul ederseniz, gaflete düşerseniz, IŞİD olursunuz, “çaşıt” olursunuz, Boko Haram olursunuz, el-Kaide olursunuz, Murabitîn olursunuz… Allah’ın istediğinin dışında Allah’ın belası her şey olursunuz. Bu açıdan da nerede ne olacağını ve nasıl davranılacağını yerinde değerlendirmek lazımdır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin!” beyanında aynı zamanda çok latif bir işaret de vardır. Peygamber Efendimiz bu ifadeyle, İslam’daki savaşların tedafüî (kendini savunmaya ve gelen bir tehlikeyi bertaraf etmeye matuf) olduğuna vurguda bulunmaktadır.

*Malumdur ki, zarurî olan maksat ve maslahatlar (zarûriyyât), olmazsa olmaz hususlardır; din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. İslâm âlimleri bunları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. Daha doğru olarak “mesâlih-i hamse” diyebileceğimiz bu esaslar genelde “usûl-i hamse” tabiriyle anılmaktadır ve bazı eserlerde bunlara hürriyet de dâhil edilmektedir. Belki buna insanın neş’et ettiği ülke, vatan da ilave edilebilir. İslam, bu maslahatları teminat altına almıştır. Bir taraftan “Bunlar kutsaldır, bunların korunması lazımdır.” demiş; diğer taraftan da bunların müdafaası uğrunda ölenin şehit olacağını belirtmiştir. İslâm’da barış esastır, savaş ise ârızî bir durumdur ve tarih boyunca yüzde doksan müdafaaya matuf cereyan etmiştir.

“Cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” Sözünün Şümûlü

*Çoğu zaman “Cennet kılıçların gölgeleri altındadır.” sözü de yanlış yorumlanmaktadır. Hâlbuki bu mübarek beyana daha geniş bakmak gerekmektedir. Öncelikle istenmediği halde savaş vuku bulursa, mesela Çanakkale’de olduğu gibi, sabredip kılıcın hakkını vermek lazımdır. Öyle bir şeyle karşı karşıya kaldığı zaman, hakkını veren mü’min hayatta kalırsa gazi olur, Cennet’e liyakat kazanır; şehit olursa da inşaallah doğrudan Cennet’e gider. Diğer taraftan, bu sayede düşman vesayet altına alınırsa ve onlar da karşılaştıkları mü’minlerden şöyle böyle alacaklarını alırlarsa, Cennet kapıları onlar için de aralanmış olur.

*Düşününüz ki Bedir Harbi’nden itibaren bir kısım esirler okuma-yazma bilmeyen on müslümana okuma-yazma öğretip salıverilmek üzere affedilmişlerdi. Okuma-yazma öğretmek için mü’minler arasında kalan bu insanlar, İslâmiyet’i yakından görüp inceleme fırsatını bulacaklardı.. ve döndüklerinde de hepsi, Allah Rasûlü adına, kendi hanelerini fethedebileceklerdi. Zira Allah Rasûlü, o müthiş civanmertliğiyle onların hepsinin gönlüne girmiş sayılırdı. Daha sonraki devirlerde de bu şekilde vesayet altına giren insanlar, benzer muameleyle Cennet yoluna girmişlerdi.

*İslâm literatürüne “mevâlî” tabiri sonradan hürriyetlerine kavuşan ve samimi mü’minlerin yanında tam bir evlât gibi yetiştirilen insanların unvanıdır. Meymûne Validemizin mevlası Atâ bin Yesar’dan Atâ ibni Ebî Rebah’a, İmam Mesruk’tan Tâvûs b. Keysân’a kadar nice büyükler ve özellikle hadis imamlarının neredeyse yüzde sekseni mevâlîdendi. Onların çoğu bir esir veya köle olarak ele düşmüş; evsiz-barksız ve kimsesiz kalmışlardı. Daha sonra, inanan insanlar onları yanlarına almış, beslemiş, büyütmüş, yetiştirmiş ve olgun birer insan olarak topluma kazandırmışlardı. Şimdi bu da onlar hesabına “tahte zilali’s-suyuf” cennet kapılarının ardına kadar aralanmış olması demekti.

Allah, Hizmet’i ve gönüllülerini arındırıyor!..

*Günümüzdeki saldırılar karşısında da benimle aynı duyguyu paylaşan, aynı hedefe yönelik bulunan arkadaşlarım aynı ızdırabı ruhlarında duyuyorlardır. O bir kere onlara bir sevap kazandırıyor. Elverir ki, şikâyet etmesinler. “Niye bunlar; ne ettik ki başımıza geldi?” dedikleri zaman, kazanma kuşağında kaybederler. Öyle dememeleri lazım. Belki demeleri lazım ki: “Cenâb-ı Hak bununla bizi bir şeylerden arındırıyor. İstihkakımız vardı herhalde, müstehak olmuştuk. Günahlarımıza kefaret olsun diye yapıyor.”

*Ayrıca, ileride bu musibetlerin daha büyüğü başınıza gelebilir, çünkü mesele evrensel bir mesele haline geldi. Farklı kültür ortamlarında bu hizmeti götüreceksiniz. Kendi ülkenizde, sizi bilen ama hasede, hazımsızlığa, çekememezliğe, kıskançlığa, kine, nefrete, gayza yenik insanlar tarafından bu kadar tecavüz oluyorsa, çok farklı kültür ortamlarında bunun kat kat fazlasına maruz kalabilirsiniz. Öyleyse şimdiden tavrınızı ona göre ayarlamalısınız. İşte musibetlerin çehresinde bu tembih de okunmaktadır. Şimdi bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bir yönüyle talimi, yol göstermesi, elinize bir pusula vermesi ve yollarınızı aydınlatması adına çok önemlidir. Kazanım; bunlar da ayrı bir kazanım oluyor Allah’ın izniyle.

*Bir de bütün bunların sonunda Cenâb-ı Hak hakikaten o gaye-i hayali gerçekleştirmeye muvaffak kılarsa, o, en büyük kazanım. Hele öbür tarafa gittiğiniz zaman, firdevs ü cinan, rü’yet ü rıdvan karşınıza çıkarsa, “Off be!..” dersiniz, “Meğer o hayatta çektiğimiz şeyler neleri netice veriyormuş!.. Tohumun toprağa düşmesi, çatlaması ve çürümesi, başağa yürümesinin yolu olduğu gibi, demek ki biz de bu çektiğimiz şeylerle hiç farkına varmadan böyle bir başağa, bir fideyken böyle ser çekip söğüt olmaya, çınar olmaya yürüyormuşuz!” dersiniz orada.

Ey Kitab’ı indiren ve bulutları yürüten Allahım!..

*Allah Rasûlü (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Bedir’de bütün sebepleri yerine getirdikten sonra, ellerini açıyor ve dua dua üstüne öyle yalvarıyordu ki, ridası sırtından düşüyordu. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ridasını tekrar omuzuna koyuyor ama o yalvarış ve yakarışların neticesinde mübarek rida yine aşağı doğru süzülüyordu. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, “Bu kadar yalvarış ve yakarış yeter ey Allah’ın Rasûlü! Allah (celle celâluhu) Sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir!” demişti. Rehber-i Ekmel Muktedâ-i Küll Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tavrı, elbette ki, iman ve Kur’ân yolunda hizmet eden mü’minlerin örnek almaları gereken en mükemmel bir misaldir. Yani yapılması gerekli olan her şeyi yaptıktan, gerekli bütün tedbirleri aldıktan, başvurulması gereken bütün çözüm yollarına müracaatta bulunduktan sonra bir mefkûre insanı, ufukta hiçbir ışık kaynağı, hiçbir kapı aralığı görmediği esnada dahi ümitsizliğe asla kapılmamalı; dua dua yakararak Allah’ın (celle celâluhu) havl ve kuvvetine sığınmalıdır.

*Son bir husus: Değişe değişe, yenilene yenilene hâlihazırdaki tamamiyet ve mükemmeliyete erişmiştir teşriî emirler mecmuası olan din ve diyanet; asırlar ve asırlar boyu devam edegelen tebeddül ve tagayyürlerle günümüzdeki şekle ve desene ulaştığı gibi tekvînî esaslar ve ekosistem. Bütün bunlar ne şekilde ve hangi esbabın perdedarlığı çerçevesinde cereyan ederse etsin, her nesnenin ve her hâdisenin çehresinde bir mahv ve isbatın nümâyân olduğu açıktır. Öyle ki, varlık ve hâdiseler haricî vücutla tanıştığı andan itibaren sürekli bir mahv ve isbat devr-i dâimi içinde olmuşlardır: Varoluşları ölümler, bir bir gelmeleri peşi peşine gitmeler, rengârenk tüllenmeleri sararıp solmalar; şâd u hürrem olmaları âh u efgân etmeler ve yazılıp çizilmeleri de silip değiştirmeler takip etmiş; kanunlar ve kurallar izafî gerçeklikleriyle devam edip dursalar da, zamanın arkasındaki hakikat de diyeceğimiz “mahv u isbat” hiç mi hiç durmamıştır.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yaptığı duada bu hakikatlere de işaret vardır. Kitabın inzâli, teşriî ayetleri; bulutların sevki tekvînî emirleri nazara vermekte ve hepsinin Hâkim ü Hakîm’i Cenâb-ı Hakk’a gönüller tevcih edilmektedir. Netice, Müsebbibü’l-esbâb’dan istenmektedir: “Ey Kitab’ı indiren, bulutları yürüten, İslam aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allahım! Bu düşmanları da perişan edip hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle.”

497. Nağme: Dünden Bugüne Yakın Körlüğü

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi (dün ve önceki gün ikindiden sonra yaptığı sohbetlerden müteşekkil bu nağmede) özetle şu hususları dile getirdi:

Yeryüzüne dökülen ilk kanda yakın körlüğünün tesiri vardır!..

*Aynı çağda, aynı toplum içinde, aynı muhitte, bazen de aynı ailede neşet eden insanı görmezlikten gelmek beşerin tabiatında vardır ki buna yakın körlüğü diyoruz. Bu yakın körlüğü en temiz, en nezih ruhlarda bile olabilir. “Emsal arasında tenâfüs olur!” sözü de bir açıdan bunu anlatmaktadır; yani birbirlerine yakın olan insanların yarışmada birbirlerine dirsek vurmaları gibi hafif bir hazımsızlık bulunabilir. Bu tenâfüs hissi İslam ahlakıyla dengelenebilir fakat önü alınmazsa ve o duygu tadil edilmezse, tehlikeli bir maraza dönüşebilir.

*Şu kadar var ki, bu hastalığı tecride hamlederek sadece “yakınlığından dolayı göremiyor” demek doğru değildir; onun arkasında başka bir kısım faktörler de vardır. Haset, kıskançlık ve çekememezlik hisleri bu faktörlerdendir ve belki de bunlar, yakınlık dolayısıyla daha hızlı depreşiyordur.

*Cenâb-ı Hak, Mâide Sûresi’nde, haset, kıskançlık ve hazımsızlığın insanı nasıl bir akıbete sürüklediğini gösterme adına Hazreti Âdem’in iki evlâdının kıssasını anlatır. (Mâide, 5/27-31) Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da Hazreti Âdem’in bu iki oğlunun isimleri tasrih edilmese de, kütüb-ü sâlifede Hâbil ve Kâbil oldukları ifade edilir. Evet, sağanak sağanak vahyin yağdığı bir evde neş’et eden, bir yönüyle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nüvesi olan ve Safiyullah unvanıyla yâd edilen Hazreti Âdem’in bu iki evladından birisi diğerini hazmedememiş, yakın körlüğüne mübtela olmuş, kardeşinin hayatına kıyacak kadar gözü dönmüş ve neticede onun kanına girmiştir.

*Ataları/öndekileri körü körüne taklit ve bakış zaviyesindeki inhiraf da imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olarak sayılan marazların başında gelir. Bu hastalıklar her dönemde küçük mahiyet değişiklikleriyle kendilerini gösterirler.

Yakının ilk körü şeytandır; halk arasında da “kör şeytan” sözü yaygındır

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’i yaratacağı zaman, melekler, istifsâr (işin aslını sorup öğrenme, meselenin açıklanmasını isteme) niyetiyle “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın (ca’l edeceksin)?” (Bakara, 2/30) diye suâl tevcih etmişlerdi. İşin aslını ve Hakk’ın hikmetini öğrenince de “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) demiş ve Hazreti Âdem’e secde emrini yerine getirmekte bir an bile tereddüt etmemişlerdi.

*Haddizatında bu secde Allah’a (celle celâluhu) yapılıyordu. Kâbe mihrap olarak önümüze konduğu gibi, o zaman meleklerin önüne de Hazreti Âdem (aleyhisselâm) konmuştu. Burada secde, Allah’ın isimlerinin en câmi aynası olan insanda odaklaşan esmâ-i ilâhiyeye ve hilâfet unvanlı o büyük mânâya müteveccihen oluyordu. Şeytan ise bu hassas dönemde virajı alamamış ve uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Emre itaatteki inceliği anlaması lazım gelen yerde, “Ben çamurdan yarattığına hiç secde eder miyim? Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten O’nu topraktan yarattın.” (A’râf, 7/12) demişti. Bu, küstahlık ve bir su-i edepti ki, ondaki kibir, haset ve hazımsızlığa delâlet etmekteydi. Belli ki şeytanın içinde bir hastalık vardı da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde bahane olmuş ve bununla şeytanın küfrü açığa çıkmıştı.

*Denebilir ki, yakının ilk körü şeytandır; halk arasında da “kör şeytan” sözü yaygındır. Yakın körlüğü şeytanla başlamıştır ve yine onun dürtüsüyle her zaman diliminde öldürücü bir hastalık olarak devam edegelmiştir. Bugün Hizmet Hareketi’nin ve gönüllülerinin maruz kaldıkları saldırılar ve zulümlerde -başka sebep ve sâiklerin yanı sıra- bu yakın körlüğünün de çok büyük payı vardır.

İnsî ve cinnî şeytanların güdümündeki yakın körleri görmeseler de…

*Kur’an-ı Kerim’de insanların en hayırlıları peygamberlere dahi düşmanlık yapan insî ve cinnî şeytanların varlığından bahsedilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوّاً شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُوراً وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ

“Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’am, 6/112)

*Hazreti Nuh’tan Hazreti Hûd’a, Hazreti Salih’ten Hazreti İbrahim’e kadar bütün peygamberler (ala seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) yakın körlerinin kadirbilmezlik, saldırı ve zulümlerine maruz kalmışlardı. Çok defa yakınındaki kimseler peygamberi göremiyorlardı fakat o ayrı bir beldeye hicret edince, o iklimin insanları hemen onun etrafında kümeleniyorlardı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Uzak, görüyordu; yakındaki, yakın körlüğüne takılıyordu.

Mekke ehli bile içlerinden çıkıp âlemleri aydınlatan o Kamer-i Münîr’i uzun süre göremedi/tanıyamadı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden o ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen O’nu ve gökteki yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen insanlar da az değildi.

*Onun içindir ki, böyle yakın körlüğünün yaşandığı bir yerde centilmence, entelektüelce ortaya çıkma meselesi insana amûdî yükselme yollarını açar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali efendilerimizin büyüklüğü ondandır. Hem bir yaş büyük amca, hem gözünün içine baktıran bir kanaat önderi ve hem de aslan avcısı namıyla meşhur bir yiğit olması açısından Hazreti Hamza’nın risaleti kabulü çok önemlidir. Hele o benim anam.. şayet kabul buyurursa ve “Anam” dediğimden dolayı, “Sen kim, bana ana demek kim?” demezse, o Hatice validemiz.. Bunların o yakın körlüğünü aşmaları amûdî (dikey) yükselme adına onlara kıymetler üstü kıymet kazandırmıştır. Kimse onlarla boy ölçüşemez.

*Mekkeliler bir dönemde İnsanlığın İftihar Tablosu’nu mehtap gibi görüyorlar; O’nun sıdk, emanet, istikamet gibi vasıflarını hayranlıkla müşahede ediyorlardı. Ne var ki, Allah Rasûlü, “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku!..” mesajını sununca sanki O’nu hiç tanımamış gibi davranıyor ve bir körlüğe mübtela oluyorlardı. Mekke fethedileceği âna kadar da Mekkelilerin çoğu O’nu tanıyamamışlardı. Saff-ı evveli teşkil eden insanlar az olmuştu. Neredeyse bütün Mekke halkı, belki binlerce insan, Mekke fethedilene kadar Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep tavır almışlardı ki buna da yakın körlüğü denebilir.

*Mekke, bağrında yetişen o kamer-i müniri tanımadı. Adeta güneşi tam aksettiriyor gibi olan bir ziya kaynağını göremediler. Ama uzaktan gelenlerde yakın körlüğü yoktu. Bir fasıl, Akabe’de beş-altı kişi… Çok önemlidir. İlk defa geliyor, mübarek cemal-i bâkemâline bakıyor ve “Vallahi bu çehrede yalan yok!” diyorlar. O mübarek elleri sıkıp dönüyorlar ve sonra da hiçbirinde döneklik olmuyor. Ertesi sene, geride kalanlarıyla değil, sadece gelenleriyle kadın, erkek, genç, yaşlı yetmiş küsur insan oluyor.

“Kim bu dünyada gerçekleri görmekte kör ise, ahirette de kördür.”

*Uzak, görüyor; yakın, kendi körlüğünün mahkûmu oluyor. Mekke’nin fethedileceği âna kadar, yirmi sene, herkesin görmesi gerekli olan o Zat’ı (aleyhissalâtü vesselam) yakın körlüğüyle göremiyorlar. Sizi görememişler çok görmeyin. Cinas… Sizi görememişler çok görmeyin, çünkü yakın körlüğü yaşıyorlar. Kendi içlerinde neşet etmişsiniz; size hep yukarıdan bakar olmuşlar. O yakından ve yukarıdan bakış hastalığına haset, çevrenin alkışı, halkın takdiri, faikiyet (üstünlük) mülahazası, kibir, gurur, ucub ve fahir gibi marazlar da inzimam etmiş. Dolayısıyla, doğruyu doğru olarak göremiyorlar.

*İnsanlık semasının ayları-güneşleri konumunda bulunan peygamberleri görmemeden alın da sahabe-i kiram efendilerimize karşı kör gibi davranmaya kadar farklı körlükler söz konusu olmuştur. Abdulkadir Geylanî, Hasan Şâzili, İmam İbn-i Meşiş, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Azam, İmam Zeyd, İmam Şafi, Ahmed bin Hanbel, Hazreti Bediüzzaman (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) gibi hak dostları da mutlaka bir ölçüde yakın körlerinin hücumlarına maruz kalmışlardır. Bugün de samimi Anadolu insanının dünyanın dört bir yanında ektiği tohumlara, diktiği filizlere, yeşerttiği sürgünlere karşı benzer bir körlük mevzubahistir.

*Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede, وَمَنْ كَانَ فِي هٰذِهِۤ أَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ أَعْمٰى “Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, ahirette de kördür.” (İsra, 17/72) buyurmak suretiyle, dünyada apaçık hakikatleri görmeyen kimselerin ötede de körler gibi muameleye tâbi tutulacağını beyan buyurmuştur. Burada kastedilen maddî gözün kapalı olması değildir. Âyet-i kerimede bir mecaz söz konusudur. Yani âyet-i celîlede bahis mevzuu edilen kimseler baktığı hâlde görmeyen insanlardır.

Şeytanın boynu tasmalı köleleri ne derlerse desinler; Hizmet gönüllülerine düşen, Ferhat azmi ve cehdi içinde sürekli yürümektir!..

*Bugün de dünyanın dört bir yanına açılımı göremiyorlar. Kendi kültür değerlerimizin dünyanın dört bir yanına taşınmasını göremiyorlar. İman duygusunun dünyanın dört bir yanına taşınmasını göremiyorlar. Yakın körlüğüyle kendilerini kör etmişler; göremiyorlar. Fakat gam yemeyin, üzülmeyin müteessir olmayın; kendi yetiştiğiniz kültür atmosferinde sizi göremeyen yakın körleri olsa da dünya o meseleyi görüyor.

*Sizin mefkûreniz, kendi milli ruh âbidenizi, inandığınız değerler manzumesini ikâme etmek. Böyle yüksek bir hedefe dilbeste bulununca, Allah size yardımcı olur. Böyle yüksek bir hedeften kopunca da şeytan sizi olmayacak şeylerle meşgul eder. Onun meşgul ettiği kimseler ise, yalanlarla, iftiralarla, tezvirlerle, bazılarını karalamak suretiyle kendilerinin bir yere varacağına inanma gibi bir şeytanî yola girerler. Bazen kendini tamamen dini ihya etmeye, millî ruhu ikame etmeye, ülkenin çehresini ağartmaya adamış insanları dahi karalarlar. Kara kalemli, kara ruhlu, kara düşünceli, kara kalbli böyle kimseler her yeri karartırlar.

*Her şeye rağmen, size düşen, yüce mefkureniz istikametinde, Ferhat azmi ve cehdi içinde sürekli yürümektir!.. “Ferhat azmi ve cehdi içinde…” Bundan da bir şey çıkarabilirler. Geçenlerde Üstad Necip Fazıl’ın “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes!” sözünü nakletmiştim. Levsiyat medyasında mesele çok farklı bir şekilde neşredildi. Üstad Necip Fazıl öyle söylüyor, kaynağını da söylüyorsun. Fakat hep levsiyatla dolu bulunduklarından, hep şeytana refik yaşadıklarından, hep iftirayla oturup kalktıklarından, yalanı şiar edindikleri için hep lafz-ı kâfiri en kıymetli bir malzeme gibi kullandıklarından… Lafz-ı kafir nedir? Yalan… Hakikat ehlinin beyanınca, yalan bir lafz-ı kâfirdir. Ancak iman hakikatlerini inkâr eden kimselerin başvuracakları bir silahtır yalan. İşte ona sarıldıklarından, her sözü/hadiseyi çarpıtıyorlar.

*Kendini yalana kilitlemiş, iftiraya bağlamış bu zavallılara dense dense şeytanın boynu tasmalı, ayağı prangalı halayığı denir. Cenâb-ı Hak, o duruma düşürmesin; şeytanın halayığını da öyle olmaktan halâs eylesin!..

496. Nağme: “Siz Kıvamınıza Ve Yürümenize Bakın!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları ifade etti:

Temsil dili ve hâl şivesi, Firdevsî’nin destansı beyanlarından daha beliğdir!..

*Temsilde öyle bir güç vardır ki, Firdevsî’nin beyanıyla kitaplar yazsanız ve o büyüleyici ifadelerle insanlara sunsanız, hâl ile ortaya konan temsilin bir damlacığı kadar tesir etmez. Şayet bugün dünyanın değişik yerlerinde sizin değerlerinize karşı saygı duyuluyor ve soluklarınız adeta oksijen gibi yudumlanıyorsa, bu belli ölçüde hâl ve temsile bağlıdır.

*Hâlde ve temsilde kaybeden kimseler, o boşluğu demagojilerle, diyalektiklerle, yalanlarla, iftiralarla ve nefsi tezkiye etmelerle doldurmaya çalışırlar. Fakat yalanla hakikatin boşluğunu doldurmak mümkün değildir. Binlerce yalan, tırnak ucu kadar bir hakikatin boşluğunu dolduramaz.

*İslamiyet muameleden ve hâlden ibarettir. Hâlde kaybedenler, ne kadar büyük iddialarla ortaya atılırlarsa atılsınlar, kendi kendilerini aldatıyorlar demektir.

*Biz her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz;

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik (hasene) ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.. ve bizi cehennem ateşinden koru!..” (Bakara, 2/201) deriz. Şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi ve hakkaniyetine emare sayarız.

Rica ederim, “Bu musibet, benim günahlarımdan dolayı oldu!” diyen kaç insan gösterebilirsiniz?

*Her problem akabinde başkalarını suçlar, kabahatleri ona-buna yükler durursak, vazifemizin dışında işlere girişmiş olur ve dağınıklıktan bir türlü kurtulamayız. Bu açıdan da bize düşen vazife, her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105) Evet, bu âyetin mânâsı, “Başkalarına hiç karışmayın, siz sadece kendinize bakın!” demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını gidermeye çalışırken, yanlışlıklarını görüp konuşurken insanın kendisini unutmaması, şahsî muhasebeyi asla ihmal etmemesi ve önce nefsinin kusurlarını düzeltmeye çalışmasıdır.

*Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. “Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah’la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..” diyerek, musibeti, iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü’mince bir tavırdır. Hani Türkiye’de bir sürü -el âlem “tabiî âfet” diyor- “ilâhî âfet” meydana geliyor. Rica ederim “Bu, günahlarımdan dolayı oluyor!..” diyen kaç tane insan gösterebilirsiniz?!. Oysa herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı sorumlulukları vardır. İnsanların kimisi aile, kimisi mahalle, kimisi nahiye, kimisi şehir, kimisi de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Her dairenin problemi öncelikle onun sorumlusuyla ilgilidir; bir ülkenin maruz kaldığı musibetler de bir yönüyle o ülke için söz sahibi olan insanlar yüzündendir.

“Allahım, ümmet-i Muhammedi (s.a.v.) benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki: “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım, ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etmişti. Yağmur duasına çıkmasını istemişlerdi. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle!..” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabe diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

*İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

*Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30) denilmektedir.

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) mescidde hançerlenince alıp evine götürdüler. Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Hazreti Ömer, “Oğlum! Git, Hazreti Âişe’ye benden selâm söyle. Fakat sakın, ‘Emirü’l-Mü’minînin selâmı var.’ deme. Zira şu anda ben Mü’minlerin Emiri değilim. ‘Ömer senden, iki arkadaşının (Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ebû Bekir) yanına defnedilmek için müsaade istiyor.’ de.” Abdullah İbn Ömer, babasının emrini yerine getirmiş, Hazreti Âişe’nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuştu. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hazreti Âişe Validemiz, “Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” deyivermişti. Oğlu bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Hazreti Ömer çok rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: “Vallahi, işte benim arzum buydu!”

Bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir.

*Urve Hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli -bir rivayette- “Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/48) -diğer rivayette- “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Hafizanallah, bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir. Kendi kusurlarını görmeyen zavallı kusur-zâde birilerine kalkar “paralel” der, birilerine kalkar “terör örgütü” der; müdde-i umumi (savcı) gibi elin âlemin kusurlarını araştırır: “On sene evvel ne demişti, ne söylemişti? Bu sözden ne çıkar? Hele bir kitaplarını karıştırın, bakalım elini-kolunu bağlayacak bir şey bulabilir miyiz?” İşte, insan kendine bakmayınca ve kendi kusurlarını görmeyince, şeytan onu bu türlü densizliklere sürükler; farkına varmadan o da kendini densizliğin çağlayanına salınca, bir daha da geriye dönmeye fırsat bulamaz.

*Allah’a mülâki olma ve O’nu hoşnut etme yolunda “Hel min mezid – Daha yok mu?” âbidesi olmaya bakmalısınız. Şayet iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak adına “Hel min mezid – Daha yok mu?” kahramanı olmazsanız, siz hiç farkına varmadan, şeytanın dürtüleriyle bir dünya hel min mezid zavallısı haline gelirsiniz. O zaman dünya hesabına “Daha yok mu?” der durursunuz: Bir filo daha, bir yalı daha, bir yat daha, bir araziyi kapama daha, biriyle bir irtikâba, irtişâya, ihtilâsa girme daha, mutlaka bir şeyler kotarma, koparma, elde etme daha… Kıbleni tayin edememişsen, ne tarafa yöneleceğini bulamamışsan, neyin arkasından koşacağını bilememişsen, bütün hayat boyu beyhude koşmuş olursun.

Yeni yetmelerin tahribatı ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar korkunç bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Allah’a şükürler olsun, Hakk’a adanmış ruhlar, rıza yolunun “Hel min mezid” abideleri oldular. Cenâb-ı Allah da onları te’yid buyurdu ve dünyanın hemen her yanında bir mum tutuşturmaya muvaffak kıldı. Milletimizin ekseriyeti ve onu idare edenlerin çoğu da yapılan hizmetleri hep desteklediler. Gittiği her yerde devlet başkanlarına “Ben bu arkadaşlara kefilim.” diyen Turgut Özal başta olmak üzere, belki elli yere referans mektupları yazan Süleyman Demirel ve Türkçe’nin Amerika’da bile öğretiliyor olmasının sevincini yaşayıp alakasını hiç eksik etmeyen Bülent Ecevit gibi rical-i devlet, meseleye sahip çıktılar. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran olarak yâd etmeliyim.

*Bunlara rağmen, yeni yetme bazı kimseler arkadan geldiler, milletimizin tarihinde çok farklı formatta ortaya konan böyle mükemmel bir açılımı yıkmak için adeta savaş ilan ettiler. Adeta savaş ilan ettiler ve her tarafta “Aman bu okulları kapatın, buralarda hainler yetişiyor!” dediler. Sanki yirmi senedir nabız tutan, kalb dinleyen dünya insanları ahmak!.. Sanki Amerikalılar ahmak, İngilizler ahmak, Almanlar ahmak, Afrikalılar ahmak; bütün devlet başkanları ahmak!.. Sanki sadece üç-beş tane yeni yetmenin aklı eriyor da “Sakın bunlara fırsat vermeyin; aman vermeyin ve bunların hakkından gelin!” dediler. Hâlbuki bu korkunç tahribat ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Kudsî bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” 

*Hadis-i şerifte işaret edilen o lütuflarla serfiraz olmak istiyorsanız, günlük dedikodulardan uzak kalarak kendi kıvamınıza ve yolunuzda yürümenize odaklanmalısınız. Mevcut sıkıntılarda alternatif yollar oluşturarak, istemeyenlere rağmen, nerede, nasıl ve hangi yolla yürümek gerektiği üzerinde yoğunlaşmalısınız. Nam-ı celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmadığı ve Anadolu insanının bin senelik kültür değerlerini götürmediğiniz bir yer bırakmamaya bakmalısınız. Dünya kardeşliği adına gittiğiniz her yere tohumlar saçmalısınız. Yeryüzünün dört bir yanında açtığınız okullar başağa yürüdüğü ve ser çekip ağaçlar halinde salınmaya durduğu gibi, bir gün geriye dönüp bakacaksınız ki bugün ektiğiniz tohumlar da başağa yürümüş, Söğüt’teki söğüt gibi ser çekmiş, dal budak salmış, bütün cihanı gölgesi altına almış ve herkese huzur, sulh u salah solukluyor…

495. Nağme: Dua Zamanı ve Kur’an’ın Nabzı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tekvinî emirlerdeki zahirî bir ahenksizlik, mesela ay ve güneş tutulması, fırtına kopması, kuraklık olması gibi hadiseler karşısında heyecanla hemen duaya durduğunu hatırlatan Fethullah Gülen Hocaefendi, değişik bela dönemlerinin yanı sıra kuraklık ve kıtlık gibi musibetler zamanında da Cenâb-ı Hakk’a özel teveccühte bulunmak lazım geldiğini anlattı. Muhterem Hocaefendi özetle şunları söyledi:

*Her zaman ellerimizi açıp Cenâb-ı Hakk’a içimizi dökebiliriz. Gönlümüzün sesi olan ifadeleri dillendirebiliriz. Zaten duanın makbulü, kalbin sesi olarak dile dökülenidir. Nitekim Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Allah, kalbi lağv ü lehviyatla dolu; gönlü diliyle aynı şeyi söylemeyen kimsenin duasını kabul etmez.”

“Kabul olunması bakımından en hızlı dua, gıyâben yapılan niyazdır.” 

*Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Yine “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) mealindeki ayetle de ayrı bir dua çağrısında bulunuyor. Bu açıdan da Yüce Mevla’nın bu vaadine ve davetine binaen biz ellerimizi açıp her zaman O’na dua edebiliriz. Bununla beraber, sıkıntı, ızdırap ve ızdırar halleri duaların kabul edilmesi için çok önemli vesilelerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuştur: إِنَّ أَسْرَعَ الدُّعَاءِ إِجَابَةً دَعْوَةُ غَائِبٍ لِغَائِبٍ “Kabul olunması bakımından en hızlı dua, gâibin gâibe duasıdır.” Hazreti Pîr de 23. Mektup’ta bir duanın kabulü için hangi şartların gerektiğini anlatırken, diğer şartların yanında bu hususu da zikrederek bizahri’l-gayb (gıyaben) yapılan duanın kabule karin olacağının rahmet-i ilâhîyeden kaviyyen ümit edileceğini belirtmiştir. Bu açıdan da, genel manada dünyanın değişik yerlerinde musibete maruz kalmış insanlar için gıyapta dua etmemiz gerekmektedir.

*Cenâb-ı Hak, آَللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ “Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır?” (Neml, 27/59) buyurduktan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhid delillerini nazara vermiş ve ardından da, أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ “(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62) buyurmak suretiyle, muztarrın duasına icabet etmesini de bir tevhid delili olarak zikretmiştir.

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz -mealen- “İnananların dertlerini paylaşmayan, mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmaktadır. Şu halde, halis mü’minlerin dünyada olup biten hadiseleri çok iyi okumaları ve en yakın daireden en uzağına kadar insanların dertleriyle iki büklüm olup dua dua Allah’a yalvarmaları gerekir.

“Allah’ın izniyle, fütursuz yaşadınız, minnet etmediniz; bu sayede savrulmadınız, dökülmediniz.”

*Diğer taraftan, mesela Türkiye’de eskiden bir kış boyu gördüğümüz (daha doğrusu görmek istemediğimiz) felaketleri, helâketleri ve olumsuz hadiseleri şimdilerde bir haftada, hatta bazen bir günde görmek mümkün. Sanki ülkenin başına sağanak sağanak bela yağıyor. Kar yağarken bela şeklinde yağıyor; yağmur yağarken bela şeklinde yağıyor; binalar yıkılıyor, bela şeklinde yıkılıyor; kömür/maden ocakları çöküyor, bela şeklinde çöküyor. Fakat çok tekerrür ettiğinden dolayı insanlarda ülfet ve ünsiyet meydana geldi ve o türlü belalar ahvâl-i âdiye halini aldı. Artık kalbler ürpermiyor. Hatta o işin sorumluları “Gayet normal, bu türlü şeyler olağan şeylerdendir!” demek suretiyle vandallıklarını ortaya koyuyorlar.

*Allah’tan bela ve musibet istenmez, hep O’nun afv ve afiyeti, mağfiret ve merhameti, dünya ve ahiret selameti talep edilir. Bu konuda Kur’an ve Sünnet’te zikredilen dualar yapılır ve kul olmanın icabı, zorluklara karşı gerekli tedbirler alınır. Fakat eğer her şeye rağmen musibet gelirse, ona da sabredilir ve ilahî takdire rıza gösterilir. Evet, her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz; şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi bilir, sabırla tahammül gösteririz.

*Allah’ın izni ve inayetiyle, fütursuz yaşamanız ve kimseye minnet etmemeniz sayesinde, Allah sizde kırılmalara meydan vermedi. Satılabilen, peylenebilen kimseler gibi savrulmadınız, dökülmediniz. Belki azminizi, azme nâmüsait zeminden başka bir zemine kaydırarak, bir ülke yerine yüz yetmiş ülkeye açıldınız. Yüz yetmiş ülkenin milyonlarca insanının gönlüne taht kurdunuz. Öyleyse, bir yerde çektiğiniz o sıkıntıyı, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı tecelli dalga boyunda bir lütfu olarak görün.

“Bu adamlara ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!?”

*Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ وَإِن تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِ اللّهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِكَ قُلْ كُلًّ مِّنْ عِندِ اللّهِ فَمَا لِهَؤُلاء الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا

“Her nerede olursanız olun, isterseniz en sağlam kuleler veya kaleler içinde bulunun, ölüm gelip sizi bulacaktır. Sonra, (kalbleri oturaklaşmamış o insanlar) ne zaman bir iyilikle karşılaşsalar, “Bu, Allah’tan!” derler; ne zaman da başlarına bir kötülük gelse, bu defa, “Bu, senin yüzünden!” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Hepsi Allah’tan.” Fakat bu adamlara ne oluyor da, söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!?” (Nisa, 4/78)

*Güneşin ve ayın tutulması küsuf ve hüsuf namazlarının vakti olduğu gibi, yağmursuzluk ve kıtlık da yağmur duasının ve istiskâ namazının vaktidir. Keza, yağmursuzluk ve kıtlık, tevbe ve istiğfarla Allah’a teveccüh ederek yalvarıp yakarma zamanı olduğu gibi, mevsiminde kar yağmaması türünden iklim değişikliği de bir çeşit hususi teveccüh vaktidir. Her türlü bela ve musibet zamanlarında en önemli mesele insanların yöneleceği kapıyı çok iyi belirlemeleridir. Değişik sebeplere riayetle beraber, en mühim husus, Müsebbibu’l-esbap olan Allah’a yönelmektir.

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in mucizelerinden bir çeşidi de duasıyla zâhir olan harikalardır. Hazreti Üstad, Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuda da misaller verir. Bu cümleden olarak, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: Cuma günü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve “Yâ Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın!” dedi. Rasûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu. Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve “Yâ Rasûlallah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil.” dedi. Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.

Bütün Kur’ân’da tevhid mazmunu bir nabız gibi atmaktadır!..

*Duaların kabulü karşısında tavır ayarlaması (tavır regülasyonu veya kalibrasyonu) çok önemlidir. İnsan haddini aşmamalı, taleplerinin gerçekleşmesini kendi hakkıymış gibi görmemeli, aksine acz ve fakrının şuurunda olmalı; ihsanları katiyen Cenâb-ı Hakk’ın fevkalade lütfu olarak bilmelidir. İlahi ikramları fahirlenme mevzuu yaparak fâş etmekten fersah fersah uzak durmalıdır.

*Hakikî bir mü’min, bütün iyilik, güzellik ve başarıların Allah’tan geldiğini, kötülük ve başarısızlıkların ise nefsinden kaynaklandığını bilir. Zira çok açık ve net bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ, 4/79) Öyleyse inanan insan hiçbir zaman vesile olduğu iyilik ve güzelliklere, yaptığı iş ve hizmetlere katiyen sahip çıkmamalıdır. Aslında biz, bütün namazlarımızda Allah’ı tesbih etmek suretiyle O’nun icraatında, şuunatında, rubûbiyetinde eşi, menendi, naziri, zıddı ve niddi olmadığını söylemiş oluyoruz. İşte dilimizle söylediğimiz bu hakikati bütün derinliğiyle içimizde de duyar ve onu düşüncelerimize hâkim kılabilirsek, Allah’ın izniyle, vesile olunan iyilik, güzellik ve başarıları, yapılan hizmetleri kendimize mâl etme gibi büyük bir günah içine düşmeyiz.

*Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında, Bakara Sure-i Celilesi’nden İhlâs Sûre-i Muazzaması’na kadar hemen bütün Kur’ân’da tevhid mazmununun bir nabız gibi attığı görülür.

*Tevhid; vahdet kökünden, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstılahında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir.

“Gavvas olana Kur’an / Mücevher dolu umman / Nasipsizdir Kur’an’dan / Her müstağni davranan.”

*Kur’ân-ı Kerim’in, hazinelerini size de açması için onun Allah’ın kelâmı olduğuna gönülden inanmanız ve ona teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür ve çok farklı duyarsınız; hatta ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- filozofça ve mütefekkirane bakma iddiasında bulunanların gördüklerine nispetle onda çok daha derin hakikatler müşahede edebilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere ve temiz bir gönülle yönelmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Ona –hâşâ– beşer kelamı ya da Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.

*Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukûli’l-beşer” sözü ile anılagelmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, buna kısaca “tenezzülât-ı İlâhiyye” denilmektedir. Haddizatında, O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de de, Tur-u Sina’da Hazreti Musa’ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü’l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış ve tenezzülât-ı ilahiyyesiyle beşerî ufka göre hitap buyurmuştur.

*Hazreti Üstad, Katre Risalesi’nde, “Kırk sene ömrümde ve otuz sene tahsil hayatımda dört kelime ile dört kelam öğrendim. Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardır.” buyuruyor. Evet, nazar çok önemlidir; Kur’ân’dan istifade de ona tedellî (müessirden esere gitme) yoluyla bakıp ciddi bir teveccühte bulunmaya bağlıdır. İşte, Kelam-ı ilâhîye öyle nazar edebilenler, onun her ayetinde tevhid hakikatinin bir nabız gibi attığını da görebilirler.

494. Nağme: Allah Yâr!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şunları anlattı:

*Necip Fâzıl ne hoş söyler: “Verirler ‘Ben acizim, kudret Senin’ dedikçe / Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe!..”

O’nu bulan gerçek yâri bulmuş ve yalnızlıktan kurtulmuş olur!..

*Eğer hususiyle İslam dünyasındaki şu kasvetli atmosferin dağılmasını istiyor ve bekliyorsanız, o kasvetli atmosferi dağıtmaya bizim gücümüz yetmez; ona sadece Kendini “O her şeye ama her şeye kadîrdir.” sözüyle anlatan Hazreti Kadîr’in gücü yeter. Her şeye gücü yeten Zât’a teveccüh eden, Allah’ın izniyle, her şeyin üstesinden gelir. Kendi gücüne dayanan ve kendi kuvvetiyle bir şey yapmak isteyenler ise muvakkaten ileriye iki üç adım atsalar bile, sonra kader onlara beş on adım geriye attırır.

*“Allah yâr.. Allah yâr!..” Cem Karaca da böyle diyordu. O’ndan başka her şey binnisbe ağyâr. Evet, O’nu bulan gerçek yâri bulmuş, yalnızlıktan kurtulmuş olur. “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyleyince gördüm ki ağyâr kalmadı.” (Niyazi Mısrî) O’na müteveccih olanlar hiçbir zaman mutlak kayıp yaşamamışlardır.

*Kurbet ve maiyyet atmosferinde geçen saniyelerin, hatta ânların bereketi zılliyet planında Hak dostlarına ve seviyelerine göre bütün mü’minlere müyesserdir. Nitekim İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Mesela, Allah’a iman şuuruyla bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın binlerce sene yaşamaktan daha iyidir.

“Bir serçe bir kartalı salladı vurdu yere!..”

*İhlasın da azı, onsuz çoklardan daha kıymetlidir. “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: “Medar-ı necât ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

*Yunus Emre, lügaz denilen bilmece gibi sözleriyle Cenâb-ı Hakk’a itimad eden nice küçüklerin nefsine güvenen nice büyüklere galebe çaldığını şöyle anlatır: “Bir serçe bir kartalı / Salladı vurdu yere / Yalan değil gerçektir / Ben de gördüm tozunu!”

*Yunus Emre, şu sözleriyle de kendi güç, kuvvet, ilim ve iktidarına güvenen kimselerin sonunda nasıl mağlup olacaklarını ve mahcup hale düşeceklerini vurgular: “Bir küt ile güreştim / Elsiz ayağım aldı / Güreşip basamadım / Gövündürdü özümü!”

“Allah zâlime mehil verir fakat bir kere de onu derdest etti mi, iflahını keser!”

*Bakmayın şimdi tiz perdeden atıp tutanlara, tagallüp peşinde koşanlara, şurayı burayı işgal edenlere!.. Milletin malına mülküne el koyan haramîlere ve onların bugünkü uzun dillerine, bitmeyen hikâyelerine bakmayın!.. O hikâye bir gün bittiği zaman, nedametle iki büklüm olacak ve hicaptan yüzünüze bakamayacaklar. Öbür tarafta ise, işleri bütün bütün berbattır onların!..

*Cenâb-ı Allah, ahirette vereceklerini vermemek için zalimlere dünyada mehil verir; mazeretleri tükeneceği âna kadar onları refah içinde yaşatır. O haramîlik yapar, milletin alın teriyle kazandığı şeylerin gidip tepesine konar, kanun nizam tanımaz, Allah bilmez, Allah’tan utanmaz, Peygamber bilmez, alın terinin üzerine oturur utanmadan… Allah Teâlâ bir süreye kadar imhâl eder. Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zâlime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözünü şu ayetle noktalar:

وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ

“Rabbin, zulme dalıp gitmiş ülkeleri kıskıvrak yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun derdest edip yakalaması pek acıdır, çok çetindir.” (Hûd 11/102)

“Hûd Sûresi ve benzerleri belimi büküp saçlarımı ağarttı!”

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir rivayette, “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı!”; diğer bir rivayette ise, “Hûd Sûresi ve benzerleri belimi büküp saçlarımı ağarttı!” buyuruyor. Fakat aslında fevkalade duyarlılık sahibi o Şefkat Peygamberi’ni ihtiyarlatan çok sûre ve ayet vardı. Peygamber Efendimiz, “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” sözü ile فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 11/112) âyetine işâret buyuruyordu.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Aza şükretmeyen, çoğa da şükretmez.” buyurur. Bir başka rivayette ise şu ilave vardır: “Teşekkürü insanlara karşı ahlak haline getirmemiş birisi Allah’a da şükretmez.”

493. Nağme: Durağanlık Felâkettir!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şunları söyledi:

O’ndan ne kadar uzak kalırsanız, o nispette de kendi dünyanızı karartmış olursunuz.

*“Cevâhir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez.” (M. Lütfî) Altının, gümüşün, zebercedin, yakutun, mercanın değerini sarraflar bildiği gibi, ilim adamını âlimler, insanı da insanlığa yükselmiş olan kâmiller anlar. Cevher, bakırcılar çarşısında; âlim, cahiller arasında; insan, hayvanî ruhlar içinde; hakîm de, muhakeme ve vicdanın kulak ardı edildiği bir dünyada gariptir.

*Dünyayı bakırcılar çarşısına çevirip hala ıtriyat çarşısı şeklinde gösteren kimseler var.

*İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında hale olmaya yürümek lazım. O’na ne kadar yakın durursanız, ayın etrafındaki ışık gibi, ışığa dönüşürsünüz. O’ndan ne kadar uzak kalırsanız, o nispette de kendi dünyanızı karartmış olursunuz. Öyleyse otur kalk, hep o hâle içinde yerini alma rüyaları gör!..

*Cenâb-ı Hakk’ın bazı melekleri vardır ki, her zaman O’na müteveccih bulunurlar; bir ân-ı seyyâle olsun teveccühlerinde inkıta yaşamazlar. İnsan, Allah’a teveccühü ölçüsünde kıymet kazanır ve adeta melekleşir. Böyle bir insan gök ehlinin sürekli andığı ve takdirle yâd ettiği biri haline gelir.

Kurbet ve Vuslat Yolcusunun Ötelere En Yakın Karargâhı

*Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) rükûda okuduğu şu duayı bizler de namazlarımızda okuyabiliriz:

اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَلَكَ أَسْلَمْتُ أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَااسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Allahım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in secdede okuduğu dualardan biri de şudur:

اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ

“Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran (Yaradan)’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allahım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği dua şöyledir:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allahım, muhakkak ben nefsime nâmütenâhî zulümde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Ulûhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.”

Rabbenâ, hüznümüzü Sana arz ediyoruz!..

*Hazreti Yakup (ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam),

اِنَّـمَا اَشْكُوا بَثِّي وَحُزْنِي اِلَى اللّٰهِ

“Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim.” (Yûsuf, 12/86) demiş ve halini Allah’a şikâyet etmişti. Ümmet-i Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselam) çokları da aynı yakarışı seslendirmişler ve hallerini Allah’a şikâyet etmişlerdir. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) bu ayeti secdede okurken hıçkıra hıçkıra ağladığı ve hıçkırıklarının en arka saflardan dahi duyulduğu rivayet edilir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurur:

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir; (secde ettiğinizde) duayı çoğaltın.” Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyması gibi iki mülâhaza bir araya gelir; bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce de Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. İşte o ânı iyi değerlendirmek, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ve Peygamber Efendimiz’den nakledilen niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a yönelmek, ayet ve hadislerde geçmeyen duaları ise kelam-ı nefsi türünden mülahazalara emanet edip kalbin diliyle seslendirmek lazımdır.

Hiç durmamalı; insan kendini akîde, ibadet veya hizmet açısından durağanlığa saldığı zaman bir gayyaya yuvarlanıverir.

*İnsan yüce bir gaye-i hayale bağlanmalı; yüksek hedeflerin peşinden koşmalı ve himmetini hep âli tutmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdırlar. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği hallerde bile, Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

*İster akîdeye ait meselelerde, ister ibadet ü tâat hususunda, isterse de Hizmet’e müteallik mevzularda himmet çok âlî tutulmalı. Şayet siz dünyayı ihya peşinde yaşarsanız, bu hayır yolunda tam muvaffak olamasanız ve gaye-i hayalinizi bütünüyle ikâme edemeseniz bile, o istikametteki her soluğunuz tesbih ve her adımınız bir ubudiyet sayılır, sizi Hakk’a yaklaştırır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatsı namazını kılıp sabah namazına veya teheccüde kalkma niyetiyle yatan bir insanın uyanacağı âna kadarki bütün soluklarının tesbih sayılacağını müjdelemiştir.

*Dûn-himmetliler oldukları yerde kalırlar, bir gün kendi durağanlıklarıyla kendilerini helak ederler. Çünkü fizikî dünyada atalet kanunu ne ise, insanların ibadet hayatlarında da durum aynıdır. Samanyolu, hareketten bir gün dûr olsa, dökülür bütün yıldızlar küre-i arzın başına ve bitersiniz burada. Aynen öyle de insan kendini akîde, ibadet veya hizmet açısından durağanlığa saldığı zaman bir gayyaya yuvarlanır.

Allah zâlimlere fırsat vermesin fakat dünyamızı yıksalar da âhiretimize dokunamazlar ya!..

*Hizmet’te de himmet âlî tutulmalı; hiçbir şeyden yılmamalı!.. Bir rüzgâr gelmiş, bir tsunami oluşmuş, bir hortum vurmuş; sizin yirmi, otuz, kırk senedir ebced’ini, sübhaneke’sini oluşturduğunuz ve gözünüzü ilerilere doğrultup daha da geliştirme niyetinde bulunduğunuz koskocaman sistemler mecmuasını yıkıp götürüyor. Allah, zalimlere yıkma fırsatı vermesin!.. Fakat yıkıp götürse, en fazla, dünyanızı götürmüş olur; ahiretiniz adına bir şey kaybetmiyorsunuz, Allah’la irtibatınız ve Efendimiz’le münasebetiniz adına bir şey kaybetmiyorsunuz.

*Bir imtihanla yüz yüze olduğunuzu düşünüyor ve diyorsunuz ki: Hazreti Mevlâ, bir dönemde bol bol lütuflar verdi, şimdi bu dönemde de sarsıyor, bize sürekli travmalar ve değişik hadiselerle şoklar yaşatıyor. Fakat önceki vermesi sonra vereceklerinin en inandırıcı referansıdır. O, Veren’dir, el-Mu’tî; O, fazıl sahibidir. Hizmet’i bu hale getirdiği gibi, siz her şeyin durduğunu sandığınız bir dönemde bir de bakarsınız, vites dörtle gidiyorken birden bire sekize çıkmış.

492. Nağme: Kalbin Solukları ve Şeytanî Hırıltılar

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şunları söyledi:

Kalblere Tesir Eden Sözden Ziyade Hal ve Gönül Derinliğidir

*İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin Allah’a karşı da edepli davranmaları düşünülemez. Şayet bir insan başkalarına karşı saygılı davranıyorsa, tavırlarına hürmet hissi sinmişse, edep onda bir hal halini almışsa, Allah’ın izni ve inayetiyle, onun o hal ile halledemeyeceği hiçbir problem yoktur.

*Edep ve temsil insanları, dilleri bilinsin-bilinmesin, hâl ve gönül derinlikleri sayesinde, ne demek istediklerini herkese rahatlıkla anlatırlar. Halkla içli dışlı olmaları bir yana, çekilip bir köşede iç murâkabelerini yaşadıklarında dahi hâlleri ve görüntüleriyle gönüllere korlar saçar ve ruhlarda bir sûr sesi gibi duyulurlar. Her zaman Hak’la irtibat içindeki bu dupduru insanların susması, bilemediğimiz bir sırla kalbî ve ruhî suskunluğa maruz kalmış kimseleri harekete geçirme adına âdeta bir komut gibidir. Onlar, gönüllerindeki mahfî hazineleri tavır ve davranışlarıyla ortaya dökünce, bir dilin susmasına bedel o anda pek çok dil birden çözülür, önyargısız müsait gönüller dinlemeye durur ve her yanda müthiş bir heyecan köpürmeye başlar. Selef-i salihîn efendilerimiz işte bu kalb soluklarıyla çevrelerine müessir olmuş ve gönüller fethetmişlerdir.

Günde Birkaç Kere Çark Edip Duran Kimseler Ancak Tiksinti Uyarırlar!..

*Maalesef bugün İslam dünyası imrendiren bir görüntüden çok uzak bulunuyor. Pek çok yerde terör bir ya da birkaç grubun işi olmaktan çıkmış, her yanda adeta terör devletleri hüküm sürüyor. Şayet Müslümanların çoğunlukta olduğu bir devlette hak, adalet, istikamet, engin bir temsil, iç derinliğinin dışa aksetmesi ve başkalarını imrendirecek bir hal güzelliği yoksa İslam’ın çehresi karartılıyor demektir. Dışarıdan bakanlar, “Ne diye yer değiştireceğiz ki?!. Ne değişecek ki?!. Bizde de var hırsızlık, onlarda da var, bizde de var haramîlik, onlarda da var. İslam yeni bir şey getirmemiş ki!..” derler. İnsanlığın İftihar Tablosu bile bu mevzuda töhmet altında kalır; O’nu bile sorgularlar. “Kur’an insanlığa yeni bir şey vadetmiyor ki!. Vadediyor olsa Müslümanların vaziyeti böyle mi olur?!.” derler. Şayet ellerinden Kur’an-ı Kerim’i bırakmayanlar, Ramazanlarda mukabele okuyanlar da rüşvet alıyorlarsa, bir villa karşısında satılabiliyorlarsa, dün doğru dedikleri şeyleri ertesi gün yalanlıyorlarsa, “Öyle değil de böyle!” diyorlarsa, her gün farklı bir mülahaza karşısında çark ediyor ve en profesyonel çarkçıları bile geride bırakıyorlarsa… Böylesine korkunç değişimleri, dönüşümleri, farklı halleri, farklı tavırları, farklı davranışları görünce dışta olan bir insanın midesi bulanır ve istifrağ eder!..

*M. Akif’in ifadesiyle, “Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde / Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lafz-ı bî medlûl / Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul. (…) Beyinler ürperir yâ Rab ne korkunç inkılâp olmuş / Ne din kalmış ne iman, din harap iman türap olmuş!”

*Yalan öyle revaç bulmuş ki, dün bir şey söylüyor, mesela “Ayın bir tarafı karaydı.” diyor, bugün “Hayır mordu!” diye tutturuyor. Çocuğu daha dünyaya gelmeden evvel bir tarih söylüyor, “O tarihte o çocuğum bana gelmiş, kapımı tıklatmış, bir şey asmıştı oraya; benden şunu istemişti!” diyor; bir başka zaman onu inkâr ediyor. Bir başka gün başka bir yalan söylüyor. İnsanın tabiatı tamamen yalanla örgülenmiş hale gelince, onun dışa vuruşu da farklı olmaz. Aksine, şayet tabiat sadakat örgüleri üzerine ince bir dantela gibi örgülenmişse, dışa vuran da o dantelanın göz kamaştırıcı keyfiyeti olacaktır.

Terör Örgütlerinin ve Terör Devletlerinin Kararttığı Dünyada Bir Işık Hüzmesi

*Allah’a şükürler olsun, sizin arkadaşlarınız bir ölçüde o hal, temsil ve kalbin solukları sayesinde gittikleri yerlerde müessir oldular. Gidilen yerlerin insanları, arkadaşlarınızın beş sene, on sene, yirmi sene ağızlarına bir arpa kadar haram koymadıklarını, yerinde bir ırgat gibi çalıştıklarını, yerinde mektepte muallim olduklarını, yerinde mütalaada bir rehber olduklarını, yerinde bir aile doktoru gibi aileleri gezdiklerini görüyorlar. “Bir sene böyle, iki sene böyle, üç sene böyle, beş sene böyle, on sene böyle; yahu insan on sene gerçek tabiatını bu kadar saklayabilir mi? On sene böyle nifak sergileyebilir mi?” diyor ve gönül kapılarını sonuna kadar açıyorlar. Bu dolayısıyla İslam’a, imana ve Kur’an’a sempati duyma demektir ve dünya barışı adına da çok önemli bir adımdır.

*Maalesef, terör grupları ve bir terör devletine dönüşen idareler İslam’ın mübarek, dırahşan, aydan daha parlak çehresini karartıyorlar. Bir dönemde Selefîlik adıyla, el-Kaide adıyla, sonraları IŞİD adıyla, Boko Haram adıyla, şimdilerde de Murabitûn adıyla İslam’ın nurlu simasına zift akıtıyorlar.

Mütehakkim Eşkıyanın Çarpık Mantığı: “Ya ölüm, ya bana benze!..”

*Bu terör örgütleri ve terör devleti halini alan idareler icraatlarıyla fevkalade yobaz, mutasallit ve mütehakkim. Herkesi kendilerine benzemeye zorluyorlar. İslam dünyasının pek çok kesiminde ve kendi ülkemizde de olduğu gibi, herkesi kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. “Seçenek budur: Ya ölüm, ya bana benze!..” Ya hayattan mahrumiyet, insanî değerlerden mahrumiyet, hürriyetten mahrumiyet, belki ailevî mahrumiyet ya da bana benzeyeceksin mülahazasıyla hareket ediyorlar.

*En tehlikeli şey, “Müslümanlığı yaşıyoruz, yaşatıyoruz!” diyen kimselerin, o Müslümanlıktan insanları kaçırmalarıdır. “Müslümanım” dediği halde haram yiyorsa, dün gecekonduda otururken bugün birkaç tane saray paylaşıp duruyorsa, filoları varsa, nasıl olacak bu iş?!. Var mıydı Hazreti Rasûlullah’ın, Hazreti Ebu Bekir’in, Hazreti Ömer’in, Hazreti Osman’ın, Hazreti Ali’nin?!. Bunları görmeyip de İslam’ın mukallitlerine bakıp onları bir şey sanan insanların kör gözlerine, sağır kulaklarına ve insafsız mantıklarına balyoz gibi insin!..

Bir Toplum Ameli Terkedip Cedele Sarılmışsa Helak Yoluna Girmiş Demektir

*Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne isnat edilen (bazı kaynaklarda az farkla İmam Evzâî’nin olduğu söylenen) şu söz çok manidardır: “Cenâb-ı Hak, suiistimallerinden dolayı bir toplum için şerr murad ederse onlara amel kapısını kapatır, cedel kapısını açar.”

*Cedel; dilbazlık yapmak suretiyle, kelime oyunlarıyla bâtılı hak gösterme gayreti, hakikatleri ters yüz etme cehdi demektir. Cedeli illa da başka bir kelimeyle ifade etmek istiyorsanız, onun mânâsını karşılayabilecek en uygun kelime diyalektik ve demagojidir. Cedelin kaynağı ise, insanın kendini başkalarından üstün görmesi ve sürekli bir faikiyet mülâhazası içinde olmasıdır.

*Kalbi marazlı kimseler, diyalektik ve demagojiyi daha ziyade, başkalarını karalamaya matuf ve kendini tezkiye etme istikametinde kullanırlar. Biraz da makyavelist bir düşünceyle, kendilerince belirledikleri hedefe ulaşabilmek için her vesileyi meşru sayarak bu yola başvururlar. Onlar yalanı da, iftirayı da, gıybeti de, başkalarını karalamayı da meşru sayarlar. Hatta bir-iki şahsı değil, bütün bir heyeti, dahası o heyetle, o hareketle, o camiayla uzaktan alakası olan herkesi kuvvetli şüphe mülahazasıyla hain gibi görme/gösterme cinayeti işlerler.

Söz Götürüp Getirerek İnsanların Arasını Bozan Kimse Cennet’e Giremez!

*Müslim-i şerifte değişik rivayetlerde farklı şekillerde ifade edildiği gibi “Nemmam Cennet’e giremez!” Türkçemizde de “nemmam” tabirini kullanırız; daha çok, söz getiren, götüren, değişik söz üreten, o ürettiği sözleri değerlendirmeye emanet eden; şayet bunları kim değerlendirdiği zaman o sözü üretenin işine yarıyorsa oraya ulaştıran, mesela veliyyü’l-emre ulaştıran, sultana ulaştıran, şaha ulaştıran, şehinşâha ulaştıran kimse demektir.

*Nemmam kelimesi mübalağa kipi olması itibarıyla, o mevzuda kararlılık ve süreklilik ifade eder. Mesela, köşe yazılarında hep aynı şeyi yazıyor, başkalarını karalıyor. Birinin kulağına telefon koyduruyor, onun resmini de oraya koyduruyor; “Falanın kızının öldürülmesi için filan…” diyor. Eğer biri öyle demiş, öyle telefon etmişse, Allah onun yedi sülalesini yerin dibine batırsın!.. Yoksa, o hain, o alçak, o münafık insanları Allah yerin dibine batırsın!..

*Her şeye rağmen bize düşen vazife Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, “Ya Rabbena, bu çağın gariplerinden olarak Sana halimizi arz ediyoruz; ey Gariplerin Sahibi, ey Mazlumların Sahibi, ey Mağdurların Sahibi!.. Halimizi görüyor ve biliyorsun. Senin durumumuzu ve vaziyetimizi bilmen bizi isteklerimizi sayıp dökmekten müstağnî kılıyor. Sahibimiz ol ya Rabbenâ!..” mülahazalarıyla dolu bulunmaktır.

491. Nağme: Kibir Virüsü ve İman Zaafı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları anlattı:

Kalbinde zerre kadar kibir bulunan ondan kurtulmadan Cennet’e gidemez!..

*Bir gün Abdullah ibn-i Amr ile Abdullah ibn-i Ömer (radiyallahu anhüm ecmaîn), Merve’de karşılaşmış ve bir süre sohbet etmişlerdi. Hazreti Abdullah ibn-i Amr ayrıldıktan sonra ibn-i Ömer hazretleri bir müddet daha orada kalmış ve ağlamış ağlamıştı. Yanındaki arkadaşlarından biri, “Niçin ağlıyorsun?” deyince Hazreti ibn-i Ömer “Abdullah ibn-i Amr bana, Allah Rasûlü’nden şöyle bir hadis nakletti: ‘Kim kalbinde zerre kadar kibir barındırırsa, Allah onu yüzüstü Cehennem’e atar.’ İşte o hadisten dolayı ağlıyorum.” dedi. O büyük sahabinin kalbinde kibrin zerresinin mevcudiyeti düşünülemez. Fakat onlarda bambaşka bir muhasebe duygusu vardı.

*Kibir, kişinin böbürlenmesi, kendini beğenmesi, bir kısım üstün özellikleri varmış gibi davranması ve oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir bencillik tavrı ortaya koymasıdır. Kibir, bir çeşit cinnet ve ruhî rahatsızlıktır. Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir; başkalarına ait fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.

*Kibir küçük maraz değildir. O, şirke açılan kale kapısıdır. Kibrin içte bir duygu ve mülahaza şeklinde kalması hastalık; onun dışa vurması ise küfre kadar varıp uzanabilecek büyük bir günahtır.

*Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak,

اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” buyurmaktadır. Demek ki, kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır.

Kibir, imana girmeye engel, imandan çıkmaya sebeptir.

*Muhakkikîn’in beyanına göre; kibre düşen kimse imana giremez; girse de iman dairesinde ölemez. Belki kültür itibarıyla Müslüman gibi yaşayabilir; belli bir dönemde anne babasını namaz kılıyor ve oruç tutuyor gördüğünden öyle namaz kılıyor ve öyle oruç tutuyor olabilir. Bir dönemde İmam-Hatip’e devam etmiştir, yarım yamalak, taklidî, dar bir ilmihal çerçevesinde bir din öğrenmiştir. Fakat aslında dini tabiatına mal edememiştir. Dinde derinleşememiştir. Tahkikî imanı elde edememiş, kalbî ve ruhî hayata yönelememiş olduğundan, mü’min görünse bile o kibir onu bir gün dışarı atar.

*Onun için hadis-i şerifte “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!” buyurulmuştur. Herhalde o kibri terk etmediği sürece Cennet’e giremez demektir. Ama bir gün sırtındaki o merkup yükünü atarsa şayet, kendine yakışmayan, -bağışlayın- o pislik hamulesinden sıyrılırsa, “Allah’ın rahmeti gadabına sebkat etmiştir.” Cenâb-ı Allah, o kimsenin o mevzuda verdiği mücadeleyi, yaptığı mücahedeyi veya bir rehberin onu insanlığa yükseltme, ona ahsen-i takvime mazhariyetini anlatma ve insan olmasını hatırlatma adına rehabilitesinin neticesini lütfeder.

Hem iman, İslam, ihsan hem de hizmet hayatı açısından “İki günü müsavi olan aldanmıştır.”

*İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “sâlih amel”e yapışmalıdır.

*Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde ve ilgili hadis-i şeriflerde iman ve amel-i sâlih beraber zikredilmektedir. Sâlih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i sâlihe dâhildir. İmanın tabiata mâl edilmesi ve iç derinliği haline gelmesi bu sâlih amellerle gerçekleşir.

*Kur’ân-ı Kerim, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

*Değişik zamanlarda ifade ettiğim gibi, aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

Sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derlerdi.

*Dua etmek isteyen bir insanın, huzur-u ilâhîde bulunuyor olma şuuruyla ellerini kaldırması, ağzından çıkan kelimeleri şuurluca telaffuz etmesi ve lağv u lehvden uzak durması çok önemlidir. Zira Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ

“Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” buyurmak suretiyle, gaflet hâlinde ve şuursuzca yapılan duaların Cenâb-ı Hak katında makbul olmadığı uyarısında bulunmuştur.

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” buyurmaktadır. Şu kadar var ki, Allah Rasûlü’nün bu nasihati, sadece dil ile Kelime-i Tevhidi söylemeye hamledilmemelidir. Bu mübarek beyan dil ile telaffuz edilirken, aynı zamanda vicdanda da duyulmalıdır ki, iman tecdîd edilmiş olsun. Bu itibarla da, “Lâ ilâhe illallah deyin” sözü, “Bu kelimeleri vicdanınızda duyun; din ve iman adına her an daha bir derinleşme peşinde olun; devamlı kendinizi yenileyin ve yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli mesafe kat’ edin!..” demektir. İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Bu yenilenme, mü’minin tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmelidir ki, o devamlı surette imanını derinleştirsin ve nihayet tahkikî imana erişsin.

*Evet, imanı tecdîd etme ve böylece ruhen yenilenme, kavlî olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam eder; sonra da mârifetin muhabbeti, muhabbetin aşk, şevk ve iştiyakı netice vermesiyle en ileri seviyeye ulaşır.

*Mektubat’ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu karartmaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her fırsatta cilalanmış, sürekli parlak tutulmuş ve tahkik ufkuna ulaştırılmış bir iman gemisiyle, değil dünyevî okyanuslar, Cehennem gayyaları bile rahatlıkla geçilebilecektir.

*İman, İslam ve ihsanda derinleşme, mü’minler için bir sorumluluktur. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in ilk muhatapları olan sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derler ve bu sözle şunları kastederlermiş: Gel, seninle şurada bir müddet oturalım, imanî değerlerimizi mütalaa edelim; kalbî ve ruhî hayatımızda bize seviye kazandıracak meseleleri tekrarlayalım; ibadet ve taat duygumuzu coşturacak, kulluk şuurumuzu artıracak mevzularla meşgul olalım; içtimaî hayatın üzerimize bulaştırdığı tozu dumanı bir silkeleyelim ve fıtrat-ı asliyemize dönelim.

Her türlü haramîliğin ve milletin alın teriyle kurduğu müesseselere çökmenin arkasında iman zaafı vardır.

*Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, “İki günü müsavi olan aldanmıştır!” buyuruyor. Ne imanımız, ne ibadet u tâatimiz, ne Allah’la münasebetimiz ve ne de hizmetimiz açısından bugünü düne müsavi yaşamamalıyız. Bugünümüzün dünden farklı olması lazım. Dün şu türlü bu türlü stratejilerle yaşıyordunuz. Bugün şartlar biraz ağırlaştı. Ona göre kendinize hız vereceksiniz. Daha yeni yollar, yöntemler oluşturacaksınız. Dün rahat, birleri bin ediyordunuz; şimdi “Bu ağır şartlar altında biri nasıl iki yaparız? Bu baskınları nasıl ters-yüz ederiz?” diyeceksiniz. Elin âlemin size kayıplar yaşatmasına karşılık, o gafillerin, o cahillerin, o Allah bilmezlerin yaptıkları şeylerin sizin hizmet dünyanızda hiçbir boşluğa meydan vermemesi için, nasıl hareket etmeniz gerekiyorsa, ona göre hareket edeceksiniz. Öyle davranacaksınız ki, Allah için çıktığınız bu yolda hiç durmadan sürekli yol almış olasınız; Allah’ı ve Rasûlullah’ı memnun etmiş olasınız (sallallâhu aleyhi ve sellem).

*Toplumdaki dejenerasyon; yalanlar, iftiralar, tezvirler, dünyayı şatafat ve ihtişamla yaşamalar, dünyadan başka bir şey görmemeler ve yaşadıkları dünya hesabına başkalarının dünyalarını yıkmalar, harap etmeler, alın teriyle kazanılan mallar üzerine kırk haramîler gibi konmalar… Bütün bunlar imandaki zaaftan, Allah’la münasebetteki kopukluktan, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem)’le irtibattaki kopukluktan kaynaklanan boşluklardır.

*Allah hepsinin kalbini ıslah buyursun. Herkes için “Belasını versin!” demiyorum. Ama kim başkasının malına gözünü dikiyorsa; onları iflas ettirmek, servetlerinin içini boşaltmak, başkalarının çalışmalarıyla elde ettiği imkânı ele geçirip onu kendi hesabına değerlendirmek için yapıyorsa, tereddüt etmeden diyorum: Allah öylelerin belasını versin, ıslah etmeyecekse!.. Başkalarını karalama adına değişik ad ve unvanlar takan, onlar hakkında toplum içinde olumsuz algılar oluşturmaya çalışan kimseleri, ıslah kâbilse Allah ıslah eylesin; yoksa Allah yerin dibine batırsın!..

*Batıracağından hiç şüphem yok ama takvim bana ait değil. Allah’ın bir gayret sınırı var. Gayretullaha dokunduğu zaman, bugün ayakta dimdik duran o kimseleri göreceksiniz; bütün saltanat ve debdebeleriyle, Karun gibi فَخَسَفْنَا بِه وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ “Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik.” (Kasas, 28/81) tokadını yiyecekler; servetleriyle, imkanlarıyla beraber yerin dibine geçirilecekler.

*“Olmazsa milletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemîne bir gün, arşa çıksa pâye-i devlet” (Namık Kemal) Ne saraylar korur, ne yatlar korur, ne imkânlar korur, ne iktidarlar korur, ne tahakkümler korur, ne tegallüpler korur. Allah ıslah eylesin!..

(Not: Kalbi zift havuzunda kararmış bazı kimseler bilmem kaçıncı defa Yeni Zelanda, Güney Afrika, derken Kanada’ya taşındığımız yalanını yayıp duruyorlar. Kimi bir bahaneyle gündemde kalma kimi de algı oluşturma kötü niyeti taşıyan bu zavallılara hala inanan var mı, Allah bilir. Hakk’a hizmet nerede bulunmamızı gerektiriyorsa orada olma azmimiz mahfuz; Mevla’nın izin ve inayetiyle biz oraya buraya değil bir gün inşallah Türkiye’mize alnımız açık yüzümüz ak olarak döneceğiz; onlarsa hem burada hem de -bu gidişle- ötede simsiyah yüzlerle kala kalacaklar. Editör)

490. Nağme: Beş Asıl ve Çağdaş Karakuşîler

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları anlattı:

Din, Can, Akıl, Nesil ve Malın Korunması

*Sözlük itibarıyla vasıta, vesile, faydalı ve iyi olana ulaştıran anlamındaki maslahat; ıstılahta insanların yararına olan ve onunla salâha ulaşılan bir disiplin demektir ve tâlî derecede “edille-i şer’iyye”den biridir. Cenâb-ı Hak, kullarının din, can, mal, akıl ve nesillerinin korunmasında maslahatı bir esas olarak vaz’ etmiştir. Bu, Usûl-ü Fıkıh’taki maslahata da bir esas teşkil etmektedir.

*İslâm âlimlerince “maslahat”, fert ve toplum hayatındaki önem derecesine ve karşılanan ihtiyacın türüne göre zarûriyyât, hâciyât ve tahsîniyyât şeklinde üçe taksim edilmiştir. Zarurî olan maksat ve maslahatlar (zarûriyyât), olmazsa olmaz hususlardır; din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. İslâm âlimleri bunları din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlemişlerdir. Daha doğru olarak “mesâlih-i hamse” diyebileceğimiz bu esaslar genelde “usûl-i hamse” tabiriyle anılmaktadır ve bazı eserlerde bunlara hürriyet de dâhil edilmektedir. Belki buna insanın neş’et ettiği ülke, vatan da ilave edilebilir.

*İslam, bu maslahatları teminat altına almıştır. Bir taraftan -pozitif olarak “Bunlar kutsaldır, bunların korunması lazımdır.” demiş; diğer taraftan da bunların müdafaası uğrunda ölenin şehit olacağını belirtmiştir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دَمِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أَهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ

“Kim malı uğrunda öldürülürse o şehittir; kim dini uğrunda öldürülürse o şehittir; kim nefsi uğrunda öldürülürse o şehittir; kim de ailesi uğrunda öldürülürse o da şehittir.” Şu kadar var ki, mü’min, din, can, akıl, nesil ve malını müdafaa ederken mutlaka hukuka bağlı kalmalı; yaşadığı devirde hukuk sistemi neleri emrediyorsa, o çizgide bir müdafaa ortaya koymalıdır.

“Kapıyı kırın, derdest edin; sonra o meselenin kanununu biz hazırlarız!” Mantığı (!)

*Fakat maalesef günümüzün dünyasında, bu esasların teminat altında olduğu söylenemez; hele hürriyet hiç saygıyla karşılanmıyor. Düşünün; insanları tutup götürüp zindana atıyorlar; aradan bir sene geçiyor, onlar hakkında bir iddianame bile hazırlanmamış. Kim iddianameyi hazırlamamış? Doğrudan doğruya kanun yerine konarak, bir yerlere tayin edilen insanlar. O mevzuda kanun yok! Demişler ki onlara -birisinin dediği gibi- “Kapıyı kırın, derdest edin; sonra o meselenin kanununu biz hazırlarız!” Böyle bir mantıkla hürriyetin tepesine balyoz gibi inmişler.

*Bir dönemde askeriyenin başına balyozları indirmiş, aynı argüman ve elemanları kullanmışlardır. “Evet, bunlar çok isabetli; ben de bu işin savcısıyım.” demişlerdir. Başka bir dönemde bir haramîlik meydana çıkınca, bu defa o istikamette kullandıkları elemanları boy hedefi haline getirerek diğerlerini koruma ve sıyanete gitmişlerdir. Hatta bir dönemde Maocu olan insanlarla anlaşmak ve onlara “Tam bizim çizgimize geldiler” yani din iman düşmanlığı çizgisine geldiler (!) dedirtmek suretiyle usûl-i hamsenin canına okumuşlardır.

Kayyûm, Allah’ın ismidir; fânîler ancak kayyım olabilir. Milletin malına çökenlere de dense dense denî haydut denir.

*Dünyanın dört bir yanında “usûl-i hamse” bugün ayaklar altında. Dine, imana, insanlığa hizmet etmeye çalışıyorsunuz, her yana dini düşüncenizi götürmek için himmet yapıyorsunuz, onun üzerine geliyorlar. Rica ederim, böyle bir işin üzerine gelmenin, Amnofis’in Hazreti Musa’nın üzerine gitmesinden farkı var mı?!.

*Yakında, hiçbir sebep yokken, zerre kadar haksızlık, kanunsuzluk yapmamış olan Akın Bey’e gadrettiler. Akın İpek, Melek oğlu bir melektir. Şayet Türkiye’de, mizandan geçerken “Sen geçebilirsin, lüzum yok seni sigaya çekmeye!” denilebilecek, adeta kırmızı pasaportlu bin tane insan varsa, biri de odur. Fakat düşünün ki, bir şakî muamelesine, annesi de istintak edilip bir şakî muamelesine, kardeşi de bir şakî muamelesine tabi tutuluyor.

*Yanlış tabirle “kayyum” diyorlar. Hâlbuki “Kayyûm”, Cenâb-ı Hakk’ın ismidir. Hukuk sisteminde, bir malın idaresi veya belli bir işin görülmesi için mahkemece tayin edilen insana “kayyım” denir. “Âyetü’l-Kürsî” içinde her zaman “Hayy” ve “Kayyûm” isimlerini zikrediyoruz. Kayyûm; Cenâb-ı Hakk’ın, kendi zâtıyla kâim bir müstağnî-i mutlak, bütün cihanlar ve içindekilerin varlık ve bekalarının da biricik dayanağı olduğunu ifade eden bir ism-i âzamdır. Zavallı, fanî, yarın nalları dikebilecek bir insana Cenâb-ı Hakk’ın mübarek bir ismini vererek “kayyum” diyorlar. Özür dilerim, nezaket sınırlarını aşıyorum; bu mülahazalarla hareket eden ve iffetli, ismetli, alnının teriyle kazanmış insanların mallarına çöreklenen kimselere dense dense “denî haydut” denir.

*İpek Ailesi’nin madenlerine, şirketlerine, gazetelerine ve televizyonlarına el koydular. Fakat kanunen hiçbir suçları yok. Araştıranlar da diyorlar ki, “Bunca zengin ve servet sahibi olanın bir kısım eksiği gediği olur. Burada kanuna aykırı hiçbir şey olmadığına göre, sende bir yanlışlık var!..” Nasıl bir mantıksa bu?!. Firavunlar böyle bir mantıkla hareket etmemişlerdir.

Haya Hissini Yitirmiş Kimselerin Karakuşî Kararları

*Seleflerimiz, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ya da kızgınlıkla veya tarafgirlikle verilen kararlara “Karakuşî Hüküm” demişlerdir. Kadı Karakuş’un kararları adeta birer fıkra ve darb-ı mesel niteliğinde dilden dile yayılmıştır. Bu anlatılanlardan biri de şöyledir:

*Bir hırsız adına yakınları, Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girilen evin sahibini şikâyet ederler: “Kadı Efendi, evin penceresine çok boya çalınmış, iyice kayganlaştırılmış; adamımız kaçarken düşmüş; kolu kanadı kırılıp felç olmuş; neredeyse ölecekmiş!” derler. Kadı, ev sahibini çağırıp sorguya çeker; o da “Efendim, pencereyi boyattım ama suç boyacıya aitti; o boyayı fazla kullanmış!” diyerek, işin içinden sıyrılır. Bu defa boyacı derdest edilip getirilir ve sorgulanır. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş onun idamına karar verir. Görevliler adamı alıp idam sehpasına götürürler; ne var ki, boyacının boyu uzun olduğu için idam sehpası çok kısa kalır ve idam bir türlü gerçekleştirilemez. Vazifeliler gelip durumu haber verince, Karakuş, “Gidin daha kısa boylu bir boyacı bulun ve hükmü infaz edin!” der.

*Bu hadise, şu anda “paralel” paranoyasıyla tutuklanan, sorgulanan ve gadre uğrayan insanların durumuna da misal teşkil etmektedir. Mesele, Karakuşî kararlarından ibarettir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, hayâ âbidesi (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, إِذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” buyurur. Hayâ hissini yitirmişsen ne halt karıştırırsan karıştır. “Karıştır” demek değildir bu. Bu türlü emirler tevbîh (kınama, azarlama) içindir; yani, “Yuh sana, her şeyi yapabilirsin artık; çünkü sen o kadar karaktersiz birisin!” demektir.

489. Nağme: “Ey Yâr, Senden Dönmezem!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı sohbetinde özetle şunları söyledi:

İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini ganimet bil!..

*Hazreti Üstad’ın “vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz” ve “bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk” sözü, ne güzel ifade!.. Bu dünyadan bıkmış usanmış, şevk ve zevki sönmüş insanın gönlünde ebedi kalacağı başka bir diyara iştiyakın uyanması. Bu zaviyeden bakınca sıkıntılar da rahatsızlıklar da hastalıklar da yaşlılık da birdenbire insan vicdanında rahmet hüzmelerine dönüşüyor, “Oh ne güzel!..” dedirtiyor.

*Hazreti Pir “…bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem.” diyor.

*Gençlik, Allah’ın ayrı bir nimeti ama insan hevesat-ı nefsaniyeye takılmazsa, bohemliğe düşmezse, o gençlik dinamizmini boş şeylerde harcamazsa. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Beş şey gelmeden evvel şu beş şeyi ganimet bilip değerlendir” tavsiyesinde de ilk madde olarak “İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğini” ganimet bil, onu güzel değerlendir nasihati yer alıyor.

Yaşlıların en fenaları, heva-perest gençler gibi yaşayanlardır!..

*Evet, yaşlanmadan evvel gençliğinin kıymetini bil! Kılabiliyorsan gençliğinde, her gece, kıldığın namazlardan farklı olarak yirmi rekat daha namaz kıl; yapabiliyorsan her pazartesi-perşembe oruç tut. Belli bir yaş belli bir baştan ve bir kısım arızalar vücuda değişik yönlerden hücum ettikten sonra çok niyet etsen bile bunları yapamazsın.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır!” buyurmuştur. Demek ki, gençlerin en hayırlıları, ölüme bir adım kalmışçasına yaşlılar gibi hareket edenlerdir. İhtiyarların en şerlileri de, yaşını başını almış, elliyi aşmış, altmışı geçmiş, yetmişte işi bitmiş ama hala “dünya, dünya” diyen, zevk sefa peşinde koşan, bohemlik düşünen, hala gözü haramda, elleri haramda, hala çalmada çırpmada, hırsızlıkta, haramilikte, tıpkı cinnet yaşayan gençler gibi davrananlardır.

*Şikayeti, şekvayı, elden geldiğince şükre çevirmek lazım. Başa gelen bela ve musibetleri hamd ile karşılamak lazım. El-Kulûbu’d-Dâria’da da geçtiği ve Hazreti Pir’in de kullandığı gibi, “Elhamdülillahi alâ külli hal sive’l-küfri ve’d-dalâl – Dalalet ve küfürden başka her halden ötürü Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.” demek lazım.

Amnofis bile kadınlara kelepçe takmamıştı!..

*İster “hareket” ister “camia” ister “cemaat”, adınıza ne denirse densin, Cenâb-ı Allah, siz Hizmet gönüllülerine çok büyük lütuflarda bulundu, size çok büyük hayırlar yaptırdı. Ümit ederim ve recada bulunurum ki, bu halinizle Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kardeşlerime selam!..” dediği, “Gariplere müjdeler olsun!..” buyurduğu camiadan olursunuz.

*Şimdi garip misiniz değil misiniz? Her yerde evinizi basıyorlar mı basmıyorlar mı? “Hizmet adına himmet ettin mi etmedin mi?” diye elinize kelepçe vuruyorlar mı vurmuyorlar mı? Kadın-erkek tefrik etmeden herkese aynı muameleyi reva görüyorlar mı görmüyorlar mı? Hatta geçmişte sabık tiranların yapmadıkları şeyleri yapıyorlar mı yapmıyorlar mı?

*Amnofis çok büyük, tarih çapında bir zalimdi. Zulmünden, tahakkümünden, tasallutundan, tegallübünden ve “Ene Rabbükümü’l-a’lâ” demesinden ötürü eğer kendisine bir Nobel ödülü verilseydi, bilmem onu memnun eder miydi? “Ben sizin en yüce Rabbinizim!..” demişti, kendisini öyle görüyordu. Bu ölçüde kendini beğenmiş, akıl hastası, tamamen narsist, bakıp bakıp sadece kendini gören bir insandı ama erkekleri öldürdüğü halde kadınlara hiç cefa etmemişti. Hazreti Musa’nın anasının ellerine kelepçe vurmamıştı. Hazreti Musa’nın ablası Meryem validemiz gidip Hazreti Musa’yı koparıp annesine getirdiği zaman Amnofis onun eline kelepçe vurmamıştı.

Hizmetlerinizin hora geçtiğinin bir delili de maruz kaldığınız bu musibetler olmuştur!..

*Cenâb-ı Hak size çok büyük hizmet yaptırdı ama bir husus var ki, hep aklıma gelip duruyordu: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: Belanın en çetini, en zorlusu, en aman vermezi, en bel kırıp boyun bükeni enbiyanın başına gelmiştir. Ondan sonra da derecesine göre imanın yanında olan insanlara!.. Kimlerin Allah’la irtibatı kavi ise derecelerine göre onlar da zulme uğramış; mağduriyet, mazlumiyet, makhuriyet, mahrumiyet yaşamışlardır. Bu zaviyeden, evet, hiç kimseye yaptırmadığını Allah size yaptırdı. Aklımdan geçiyordu ki: Acaba nezd-i ulûhiyette bu hizmetler kabule karin olmadı mı da bu insanlar bir elleri balda, bir elleri yağda, bir elleri kaymakta sürekli şerbet içip böyle hizmet yapıyorlar. Acaba hizmet kabule karin olmadı mı? Neden işkence edilmiyor? Neden ehl-i dalalet, ehl-i zulüm, ehl-i gaflet, hümeze ve lümeze erbabı, hasetçiler, yapamadıkları şeylerden ötürü “Nasıl onlar yapar da biz yapamayız?” diyenler Hizmet erlerine dokunmuyorlar?!.

*Neden Hizmet gönüllüleri, o enbiya-i izam, sahabe-i kiram ve tabiin efendilerimiz gibi, değişik dönemlerdeki mağdurlar, mazlumlar gibi, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Hasan Şazilî, Ahmet Bedevî, Ahmet Rifaî ve İbn Beşiş hazeratı gibi değişik bela ve musibetlere maruz kalmıyor? Böyle içimden geçtiği oluyordu. Bu bela ve musibetler fasit dairesi başlayınca bu düşüncemdeki su-i zan da yıkıldı. “Hizmet hora geçmiyor mu acaba? Ehl-i zulüm insafsızlar, bu camia içinde bulunan insanlara ilişmiyorlar, ısırmıyorlar, salya atmıyorlar, diş göstermiyorlar.” şeklindeki mülahazalarım bir yönüyle cevabını buldu.

*Kim kazanıyor, kim kaybediyor? Kim gayyaya doğru yuvarlanıyor, kim Allah’ın izni ve inayetiyle adım adım “fenafillah”a, “bekabillah”a doğru yürüyor?!. Cenâb-ı Hak o istikamette yürümede sabitkadem eylesin. Bu güne kadar belli ölçüde istikamet üzere devam edilmiştir. Fakat istikamet çok önemli olmakla beraber inandırıcılığı ve başkalarına güven vadetmesi açısından onun devam ve temadisi de çok önemlidir.

O kadını yerde sürükleyenlere olsa olsa Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılabilir!..

*Geçen gün bir kadını, hangi düşüncedeyse bilmiyorum, ellerinden tutmuş, iki tane SS’çi (Hitler’in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulmuş birliklerden olan kimseler) sürüklüyordu. Öylelerine ancak Hitler’in SS’leri nazarıyla bakılır. İki tane SS’çi sürüklüyorlardı; bir yüz metre kadar da sürüklediler. Kadın bağırıyordu. Duygusu ne ise; “Lât” diyebilir bir insan, “Menat” diyebilir, “Uzzâ” diyebilir. İnsan vicdanı açısından, bir kadını iki SS’çinin öyle ellerinden tutup ona hayvana bile yapılmayan şeyleri yapmaları; bir arabanın arkasına bağlayıp birini sürüklemeleri!.. Bu, dünyada başka bir yerde görülmemiştir. Amnofis böyle bir şey yapmamıştır; İbnüşşems böyle bir şey yapmamıştır; temerrüd kökünden gelen Nemrut böyle bir şey yapmamıştır, kat’iyen ve katibeten, hele taife-yi nisaya… Seyyidina Hazreti İbrahim’in yanında mübarek validemiz var, eşi de var. Hazreti İbrahim din kardeşliğini kastederek tarizde bulunup “Kız kardeşim” deyince Nemrut ilişmiyor ona, “kadın” diyor ve ilişmiyor.

*O kadının öyle sürüklendiğini görünce; bilmiyorum, Robespierre öyle bir şey yaptı mı? Arkadaşlarını bile astırmıştır ama bir kadına iliştiğini, bir kadına öyle yaptığını bilmiyorum.

“Benim başı kapalı bacılarıma” (!) hiçbir Yezid, hiçbir Haccac böyle bir zulmü reva görmezdi.

*Ya bugün başı kapalı bacılarımızın maruz kaldığı zulüm!.. Herkesin, hatta onu yapanların ve yaptıranların bile “Benim başı kapalı bacılarım!..” diye onları ifade etmesine rağmen, o mübarek bacılarımızın ellerine kelepçe vurulması, adi birer şaki gibi teşhir edilmeleri, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir Yezit, hiçbir Haccac, hiçbir zalim tarafından uygulanmamıştır.

*Bir de, emreden ile emri yerine getiren ne kadar da birbirine uymuş. İhtimal hesapları açısından, “Bu kadar uyum milyonda bir ihtimalde bile olmaz!” diyorum. Bu insanlar nasıl böyle birbirlerini buldular? Adeta “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş”. Nasıl böyle birbirlerini bulmuşlar? Biri “Böyle yapın!” diyor, öbürü gözünün yaşına bakmadan o mesâvîyi irtikâp ediyor.

*Sağ olsunlar, teşekkür ederiz. Bu türlü mezalimi yaptıkları bacılarımızın derecelerini mertebe mertebe yükseltiyorlar. Meryem validemize, Hatice validemize, Aişe validemize yükseltiyorlar. Bunların günahları ne? Fakire fukaraya yardım olsun diye himmet toplamışlar. Zalimane el konan bir banka batmasın diye, kredi toplamış oraya yatırmışlar. Bir bitirme mülahazası, şeytanî fikri karşısında, ona meydan vermemek için, bütün himmetlerini belli bir noktada teksif etmiş, bu fitne ve fesat cereyanını durdurmak istemişler. Allah rızası için.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mübarek ruhunu ikame etmek için.. Ruh-u Revân-ı Muhammedî’nin her yanda şehbal açmasını sağlamak için.. dünyanın değişik yerlerinde mağduriyet, mazlumiyet, mahkumiyet yaşayan insanlara yardım etmek maksadıyla kurulmuş yardım cemiyetlerine yardım etmek için himmet toplamışlar, oralara yatırmışlar!..

*Fakat, ehl-i haset ve dalalet ne yaparlarsa yapsınlar, hissiyatımız ve duruşumuz şu istikamettedir:“Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem / Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar / Başıma koy erre Neccâr Senden dönmezem / Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem.” (Nesîmî) Senden dönmezem!.. Allahım, Senden dönmezem!.. Ey Rasûl, Senden dönmezem!.. Ey hakaik-i Kur’aniye, senden dönmezem!.. Ey doğru yolun yolcuları, sizden dönmeyiz!..

488. Nağme: Sözde Değil Özde Müslümanlık

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Günümüzün dünyasında Müslümanlığın özünü görmek zor, her yanda şekil, suret ve söz hakim!..

*Müslümanca yaşamanın büyük ölçüde özü sıyrılıp gitti, sadece aramızda mevcut olan sözü kaldı; manası muhtevası bir yerde unutuldu; bizimle beraber takılıp arkamızdan gölgemiz gibi yürüyen sadece şekli ve sureti kaldı. Böyle derken, umum İslam toplumunu nazara alıyoruz; buradakileri tecrîme, ayıplamaya ve tahkire matuf söylemiyoruz. “Biz” derken koskocaman bir heyetten bahsediyoruz.

*Çok tekerrür eden bir mülahazamız var: Ezkaza sizler bir kilise ya da bir havra haziresinde neşet etseydiniz, sonra da bir rasathaneden veya çok uzakları gösteren bir dürbünle âlem-i İslam dediğimiz şu mezar-ı müteharrik bedbahtların diyarını seyretseydiniz, Müslümanlığı tercih, takdir, tebcil adına içinizde bir duygu uyanır mıydı? İnsaflarınıza soru bu!..

*Birbirini yiyen insanlar.. hak hukuk tanımayan insanlar.. kavînin zayıfı ezdiği bir ülke.. M. Akif’in ifadeleriyle, “Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde / Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl / Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl / Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş / Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş / Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl / Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

*Böyle bir manzarayı temaşa eden insanlar içinde sizin insafınıza soru: Siz olsaydınız; bir kilisede, bir havra çevresinde ya da Budizm, Şintoizm gibi farklı bir tarz-ı telakki içinde neşet etmiş bulunsaydınız, sonra iç âlemi itibarıyla bu dünyanın anatomisini size gösterselerdi; İslam dünyasını, şu birbirini yiyen, haram helal bilmeyen, adalet ve hukuk tanımayan, gücü ve kuvveti elde ettiği zaman zehirlenen, her türlü mesâvîyi irtikap eden insanların dünyasını, anatomisini tam görerek, temaşa etseydiniz -insaflarınıza soruyorum- bu istikamette, böyle bir tercihte bulunur muydunuz?

İnsanlığın batıl düşünceler içinde bocalamasının sebebi Müslümanlardaki hal ve temsil fakirliğidir!..

*Demek ki dünyanın bir kısım batıl düşünceler içinde bata çıka yürümesine sebebiyet veren İslam dünyasındaki hal fakirliği, temsil fakirliği, meseleyi özüyle kavrayamama fakirliği.

*İnsanlar hâle ve temsile bakarlar. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün güzel sıfatları, amelleri, ahlakı derindir. Yerde durup gökler ötesi âlemle irtibatı, mesaj alması ve sizlere mesaj sunması -ki buna irsal ve tebliğ denir- derinlerden derindir. Fakat zannediyorum, O’nun temsilini tebliğinin yanına koysanız, o temsili kendi anatomisiyle tahlil etseniz, o zaman diyeceksiniz ki, “tebliğden daha derin bu!” Neyi söylemişse, ölesiye onu yaşamıştır. Neyi söylemişse… Mesela “Namaz kılın!..” demiştir ama kendisi on kat kılmıştır, ayakları şişinceye kadar yatmamıştır. Dilinden Allah’ın nâm-ı celîli hiç düşmemiştir, onu hep vird-i zeban etmiştir. Senelerce O’nu bu istikamet içinde gören insanlar “Yahu bu meselenin içinde binde bir taklit olsaydı, herhalde bir inhiraf görürdük. Bu istikamet gösteriyor ki, bu adam müstakim bir insan, sâdık bir insan!.. Bu istikamet gösteriyor ki bu adamın Allah’la irtibatı fevkalade kavî. Öyle bir hablülmetine sarılmış ki kopması mümkün değil!..” demişlerdir. Onun için gözlerindeki o aba u ecdadı taklidin, o gururun, o inhiraf bakışının perdeleri yırtılınca, Nasr Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, İslamiyet’e fevc fevc dehalet etmişlerdir.

*Hal ve temsil gönüllere öyle bir aksediyordu ki “Vallahi bu adamın çehresinde de, tavırlarında da, davranışlarında da yalan yok!” dedirtiyordu. Gönülleri fetheden, imrenme duygusunu harekete geçiren işte bu hal ve keyfiyetti. Bizim yitirdiğimiz de işte budur.

*Onun için Türkiye’ye dıştan bakan insanların Müslümanlığı seçmesi düşünülemez. Zaten zannediyorum, koca devleti senelerce idare eden insanların gayret ve sa’yleriyle -devlet imkânlarını da kullandıkları halde- onlara bakan yüz tane insan Müslüman olmamıştır. Fakat adanmışlık ve vakıflık mülahazasıyla, işin esasını, sahabe yolunu, peygamber yolunu şöyle böyle, yarım yamalak taklit eden insanlar sayesinde pek çokları hakikate uyanmışlardır.

Mefkûre muhacirleri misyonerlikle değil, hal şivesi ve temsil dili sayesinde gönüllere giriyorlar!..

*Adanmışların yolu, misyonerlik, zorlama ve propaganda yapma değil; onlar hal şivesi ve temsil dilini kullanıyorlar. Hal, durum ve keyfiyetin şuaları ve tecellileri karşısında muhatapların nefsaniyet, hayvaniyet ve garize-i beşeriyeleri pes ediyor; insanlar bütün kendi değerlerini bir tarafa atıyor ve “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûluhu” diyorlar.

*Ayrıca, okullara iştirak eden insanların yüzde otuzu, otuz beşi Türkçe’yi, Türklerin konuştuğu gibi konuşuyorlar. Bu milletimiz adına dünya çapında çok büyük bir kazanımdır.

*Peygamber yolunda, özellikle ashab-ı kiram ve tabiîn-i izam tarafından hal ve temsil asliyet planında ve çok mükemmel şekilde cereyan etmişti. Bugün o mefkûre muhacirleri tarafından zılliyet planında, nisbî olarak ortaya konuyor; Müslümanlığın yarısı mı yaşanıyor, çeyreği mi yaşanıyor ama bir adanmışlık ruhu ve bir istikamet var. Onlar durdukları gibi duruyorlar; Allah (celle celaluhu) da devletlerin yapamadığı işi o bir avuç insana yaptırıyor. Hem de neye rağmen? Sizin arkadaşlarınızın açtığı o müesseseleri kapama adına ilan-ı harb etmiş ve seferberlik yapmış gibi, senelerden beri değişik kimselere tesir edip bütün yabancı misyon şeflerini bu işin üzerine sürmelerine rağmen!..

Gerekirse biz hepimiz birer birer veya toptan ölelim ama insanlık yaşasın!..

*Hala sağdan-soldan salim düşüncenin ifadeleri geliyor. “Yahu daha fazla okul açamıyor musunuz? Okul açtınız, niye üniversite, araştırma merkezi açmıyorsunuz? Niye ciddi laboratuvarlar tesis etmiyorsunuz?” diyorlar. Bir taraftan korkunç bir tahrip söz konusu; fakat bir taraftan da sahabe yolunun yarım, çeyrek veya onda bir temsiliyle ortaya konan işler fevkalade bir imrenme ve arzu uyarıyor Allah’ın izni ve inayetiyle.

*İnsanlar adanmış ruhların hallerine imreniyor ve faaliyetlerini artırmalarını istiyorlar. Çünkü işin içinde yalan yok, haramîlik yok, “çalma caizdir” deme yok, rüşvete “helal” deme yok, saraylar peşinde koşma yok, dünyaya tapma yok, şahsî ikbal ve istikbal düşünme yok!.. Onlar kendilerini adeta bir meçhul akıntıya salıyorlar; “Bize ne olursa olsun ama insanlığa onda biri olmasın! Biz hepimiz birer birer veya toptan ölelim ama insanlık yaşasın!” diyorlar. Yaşatmak için yaşama anlayışına bağlı bulunuyorlar. Zaten, yaşatmak için yaşayacaksak yaşamanın bir kıymeti vardır yoksa beyhude, abes yere yaşıyoruz demektir.

487. Nağme: Ey nefis haddini bil!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Mü’min, iddiadan uzak insandır!..

*İman, insanı iddiadan alıkoymalı. Olmayacak şeyleri iddia eden müddei, hakiki mü’min olamaz.

*Her şeyi yüzde yüz ihlas dairesi içinde, rıza hedefli ve sonuçta bir aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olmaya vesile sayarak yapıyorsak, yaptıklarımız bir şey ifade eder. Yoksa dağlar cesametinde yaparız da -bu mülahazalardan uzaksa şayet- boşuna samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz; başaksız samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz.

*İnsanı esfel-i sâfilîne sukuttan alıkoyacak iki zümrütten kanat: Allah’a yürekten iman ve sâlih ameldir.

*İnsan, iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak hususlarında doyma bilmemeli, hep “Daha yok mu?” demeli. Zira nâmütenâhî istikametinde seyr ü sülûk nâmütenâhîdir, bitmez.

Meyveli ağaçların dalları sarkık olur!..

*İnsan terakki edip yükseldikçe daha bir tevazu ve mahviyet eri olmalıdır. Dalları meyve ile dolu olan ağaçlar aşağıya doğru sarkarlar. Çamlar, kavaklar, meyve vermeyen ağaçlardır ki, onlar hep dik dururlar, kendilerini ifade ederler. Mü’minin namazı esasen her zaman böyle bir hususu hatırlatır.

*Allah’ın varidâtı karşısında kula düşen, eğilmek ve yüzünü yerlere sürmektir.. ama hayatın her safhasında: Kalem safhasında.. daktilo safhasında.. mastır safhasında.. doktora safhasında.. vaaz u nasihat safhasında.. hutbe safhasında.. imamet safhasında.. aktif hizmette bir eleman olma safhasında… Bir ülkeye gidiyorsunuz; Allah vüdd (gönülden alaka ve hüsn-ü kabul) vaz etmiş orada sizin için, gönüller sevgiyle sonuna kadar kapılarını -kale kapıları gibi- açıyor ve insanlar size hüsn-ü teveccühte bulunuyorlar, siz de iş yapıyorsunuz. Bir ülkeye gidiyorsunuz, orada birden bire bir iki sene içinde yüz tane okul açıyorsunuz. Bu sizin asâ gibi bükülmenizi gerektirir.

O “mış”lar Şeytanın Karbondioksit Atması

*“Gitmiştim de ben oraya.. demiştim de.. arkadaşlar da böyle yapmışlardı.” gibi bu “mış”lar var ya!.. Bunların hepsi şeytanın karbondioksit atmasıdır ve biz onları yudumluyoruz demektir hafizanallah. Evet, gitmiştik, etmiştik fakat o işleri yaratan Allah’tı (celle celaluhu).

*Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle, birisi sana güzel bir cübbe giydirse, sen de o cübbeyle ayna karşısına dikilip kendi edana endamına bakıp kırıtsan ve “Ben çok güzel oldum, var mı benim gibi bir güzel?” desen, bu gurur olur, kibir olur. Fakat “Nerede o güzellik nerede ben, hiçbir şey yok bende!” desen, bu da nankörlük olur. Bu ikisi ifrat ve tefrittir. Bir de bu ikisinin ortası vardır; ona sırat-ı müstakim diyoruz. Orta yolu şudur: “Evet bir güzellik var fakat o güzellik bana o cübbeyle, o atlasla geldi, dolayısıyla da o güzellik o atlası bana giydirene aittir.” Bu da tahdis-i nimet olur.

*Hizmetimiz içerisinde en tehlikeli faktörlerden biri belki budur: Muvaffakiyetleri kendimizden bilmek ve gurura, kibre kapılmak. Hâlbuki Cenâb-ı Hak teveccüh sağanaklarını başımızdan aşağıya yağdırırken ve biz O’nun karşısında eğilirken, üzerimize düşen, daha bir mahviyet, daha bir tevazu, daha bir hacâlettir.

İstidraçtan kork ve kendini sıradan biri gör!..

*Tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. “Ben yaptım.” değil, “Yaptın Allahım, yaptırdın! Kullandın.” demeli ve nimetlerin birer istidraç olabileceği endişesiyle yaşamalı.

*İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Mülahazalarımızı çok duru, çok temiz ve O’na karşı çok ciddi bir saygı içinde korumamız lazım. Mülahazalarımızı koruduğumuz nispette korunmaya mazhar oluruz.

*Mefkûre insanı, bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol, kendini sıradan biri gör!” düsturuna riâyet etmelidir.

Gavs mı, kutup mu, mehdi mi?!.

*İnsanların içinde çok değişik şeyler karşısında başı dönen dengesiz kimseler vardır. Üç beş tane insana tesir edince, “Acaba gavs mı derler, kutup mu derler?” diye düşünen ve -günümüzde enflasyonu yaşanıyor- mehdi, mesih sapıklığı içinde bulunan bir sürü sergerdan var. Evet, o mevzuda aldanmamak lazım. Milyonlar arkanıza takılabilir ve gözünüzün içine bakabilirler. O zaman genel mülahazanız itibarıyla, Alvar İmamı’nın dediği gibi, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelisiniz.

*İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.

*İnsanın aldanma noktalarıdır bunlar: Yazınız okunuyorsa, şiirinize kulak veriliyorsa, besteniz zevk u şevkle dinleniyorsa, Hizmet adına aktiviteleriniz takdir ve alkışla karşılanıyorsa, siz bir imtihandasınız demektir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, bazen hasene ile, bazen de seyyie ile imtihan eder.

Duygu ve Düşüncedeki İsi Pası Silecek İksir

*Duygu ve düşüncelerdeki isi pası silecek bir iksir varsa o da ortak akla müracaat etmek, meşveretle iş görmektir.

*Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Te’vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, “Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 3/159), diğeri de “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (Şûra, 42/38) mealindeki fermân-ı Sübhânîdir. Bu konuda, “Meşverette bulunan pişman olmaz. İstişâre eden zarar görmez.” beyanı gibi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sâdır olmuş pek çok güzel söz ve tavsiye de vardır.

*İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; saf kimseler azıcık parıltı gördükleri insanları hemen kutup, gavs zannedebilirler. Önemli olan, takdir edilen insanın o övgüleri temellük etmemesi ve “ben oyum” dememesidir. Aksini düşünmek aldanmışlık olur.

Firavunları küstahlaştıran kibirdir!..

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:

مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

*Firavun’u küstahlaştıran kibirdir. Deccal’ı küstahlaştıran kibirdir. Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’ü küstahlaştıran kibirdir. Hitler’i küstahlaştıran kibirdir. Mussolini’yi küstahlaştıran, en aşağı mahluk haline getiren kibirdir. Çağdaş firavunları firavunlaştıran kibirdir, büyüklük tutkusudur, komplekstir. Onlar küçük olduklarından dolayı -bir yönüyle- Allah’ın mazhar kıldığı bir kısım nimetleri, kendi hususiyetleri, kendileri için mutlaka olması lazım gelen şeyler gibi gördüklerinden dolayı, kendini ifade etme kompleksine girmiş insanlardır.

Övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliyiz!..

*Olgun insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radiyallahu anhü ecmaîn) gibi hareket ederler. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Oysa İnsanlığın İftihar Tablosu olmasaydı, ne yazardık ki biz? Bilebilir miydik kâinatın manasını, tekvini emirlerin mahiyetini, esmâ esrârını, sıfât esrârını bilebilir miydik? Zat-ı Baht nedir? Orada insanın tevakkuf etmesi gerektiğini bilebilir miydik? Cennet’e giden güzergâhı bilebilir miydik? Bütün bunları O’nun sayesinde, O’nun neşrettiği nurlar sayesinde, O’nun önümüze tuttuğu projektörlerin aydınlatması sayesinde öğrendik ve o işi öyle götürüyoruz.

*Kardeşlerimiz, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliler. Hazret Pir’in bir sözüyle irtibatlandırayım bunu: “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenleri de beğenmiyorum.” Sizi takdir ettikleri zaman, belki “Bu adamlar bir çeşit hüznüzanlarını ifade ediyorlar.” demelisiniz. Eğer övgüleri vicdanımızda sövme gibi hissedip rahatsızlık duymuyorsak -hafizanallah- boynumuzun kırılması kuvvetle muhtemeldir. Hadiste ifade edildiği gibi, birisi birinin yüzüne onu methedince İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşinin boynunu kırdın!” buyurmuştur.

*İnsanız; unutabiliriz. En büyük nisyan, insanın kendi konumunu unutmasıdır; sadece bir sanat-ı ilahi olduğunu ve her türlü takdirin Allah’a ait bulunduğunu unutmasıdır.

İlmin arttıkça zühdün de ziyadeleşmelidir ki, Allah’tan uzaklaşmış olmayasın!..

*İlim hakkında rivayet edilen bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurmuştur:

 مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ في الدُّنْيَا زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا

“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.”

*Zühd kısaca dünya ve içindekileri kalben terk edip, yüzünü ahirete çevirmek ve gönlünü hep Allah’a müteveccih tutmak olarak anlaşılabilir. Hazreti Pir’in tarifiyle, zühd, dünyayı kesben değil, kalben terketmek; dünya bütünüyle gelse sevinmemek, bütünüyle elden gitse hiç üzülmemektir.

*Bazıları zühdü dünya ve mafihayı bütünüyle terketmek şeklinde anlamışlar. Mesela, Fuzuli’ye göre “Hikmet-i dünya vu mafiha bilen arif değil / Arif oldur bilmeye dünya vu mafiha nedir?” diyebilendir zahid. Fakat onun ötesinde gönlünü Allah’a kaptırmış, âşık-ı dilhaste vardır. “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib)

*O’na hasta olan gönlün sahibi, her şeye O’nun emrettiği çerçevede bakar: “Eşim bir emanettir; emanet vermiş, emanete hıyanet olmaz ki! Münafıklıktır bu! Evlatlarım bir emanettir, sahibi O. Mal mülk adına verdikleri birer emanettir. Sa’y ü gayrete terettüp eden muvaffakiyet bir emanettir. Bunların hepsi O’nun değişik tecelli dalga boyunda iltifatlarıdır. Hepsi O’na aittir.” der.

*Evet, bir insan ilim açısından donanımını artırdıkça artırdı ama o istikamette dünyayı kalben terk etmediyse, o sadece Allah’tan uzaklığını artırmış olur. Sâdî de Gülistan’ında “Bir insan malumatıyla amel etmiyorsa, o cahil sayılır.” der.

“Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil!..”

*Bir insan bilgisiyle amel etmiyorsa, o bilgisini kalbinin bir derinliği haline getirmiyorsa ve malumatını aksiyona çevirmiyorsa, sırtında çok ağır bir yük taşıyor demektir. Kur’an böylelerini hımara ve kelbe benzetir ki, Kur’an’ın nezih lisanı açısından o kimselerin bu türlü resmedilmeleri, meselenin ciddiyetini aksettirmesi bakımından çok önemlidir.

*Bu açıdan, Cenâb-ı Allah’ın lütufları karşısında ister ilim, ister beyan gücü, ister yazma kabiliyeti, isterse çevreye müessir olmak, bütün bunlar sahibinden bilinirse, sırtımızda anlamsız bir yük olmaktan çıkar ve Allah’ın eltâf-ı sübhaniyesi olur. Hele öbür tarafta bunlar nasıl buutlaşır, nasıl derinleşir, farklılaşır, karşımıza ne şekilde çıkar, bunu kestirmek mümkün değil!..

*Allah Teâla bir hadis-i kudsî de şeyle buyurmuştur: “Salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki: ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerden birinin hatırından geçmiştir.”

*Cenâb-ı Allah, bizlere o iman ufkuna ulaşmayı -liyakatimiz olmasa bile- lütfeylesin. Bunlar şu paye, bu paye ile değil esasen gönlünü Allah’a vermekledir. “Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” (Yunus Emre)

486. Nağme: Bari Bir Dua!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli dostlar,

Aslında Cuma sabahı neşredilmek üzere, yeni nağme olarak, “Ey nefis, haddini bil!..” başlığıyla bir sohbet hazırlamıştık. İnşaallah onu yine duyurduğumuz üzere neşretmeye niyetliyiz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bugün ikindi namazı sonrasındaki sohbetinde dua çağrısı yapınca -birkaç saat önceki- o hasbihali de hemen yayınlamanın faydalı olacağını düşündük.

Başta güzel ülkemizin insanları olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selâmete çıkması, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşması niyetiyle, ayrıca insanlığın sulh atmosferine meyletmesi ve en yüce hakikatlere uyanması recasıyla -bir nevi- dua seferberliğine iştirakinizi istirham ediyoruz.

Aziz Hocamızın okunmasını tavsiye buyurduğu duaların bazılarına şu linklerden ulaşabilirsiniz: Hazreti Abdülkadir Geylânî’nin “Hizbü’n-Nasr”ı:

http://www.ortakhatim.com/ekd/sayfalar/55.htm

Hazreti İmam Şâzilî’nin “Hizbü’n-Nasr”ı:

http://www.ortakhatim.com/ekd/sayfalar/205.htm

Hürmetle…

485. Nağme: Sevgi İksiri ve İmanın Tadı

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi -özetle- şu konular üzerinde durdu:

Ehl-i Beyt, diyar-ı küfrü, zulüm gördükleri yerlere tercih etmişlerdi

*Cehaletin de derekeleri vardır: İnsanın bir şey bilmemesi “basit cehalet”; bilmediğini de bilmemesi, “muzaaf cehalet”; bilmediğini bilmemekle beraber kendini çok iyi biliyor zannetmesi ise “mük’ap cehalet”tir. Mük’ap; üç buudlu, üç derinlikli demektir ve böyle bir cehaletin izâlesi neredeyse imkânsızdır. O, insanı değişik hezeyanlara sevk eder; bazen tiranlaştırır, bazen Yezidleştirir, bazen Haccaclaştırır, bazen Führerleştirir; doğrunun dışında her yolda gezdirir.

*Anadolu, Roma İmparatorluğu’nun elinde olduğu dönemde bile demek yine analarla doluymuş ki, Ehl-i Beyt’ten pek çok insan Emevî zulmünden, Yezidlerden, Haccaclardan kaçarak Anadolu’ya sığınmışlar. Diyar-ı küfrü, zulüm gördükleri yerlere tercih etmişler. Çünkü kendi topraklarında iflah edilmemişler.

*Ehl-i Beyt’in ve onların yolunda yürüyenlerin yaptıkları hicret, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine dayanmaktadır. İlahî Kelam’da mevzuyla ilgili ayetlerden birinin meali şöyledirr:

“Kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: ‘Ne işte idiniz?’ Onlar, ‘Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik’ deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: ‘Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?’ İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ, 4/97)

Samimiyet, hal ve temsille işlenen nakışları hiçbir tiran sökemez!..

*Her namazda Fatiha Suresi okurken Rabbimizden hidayet diliyoruz. Aslında, “Hidayet” de seviye seviyedir. Dalâlete düşen ve Allah’ın gazabına uğrayan insanlardan olmayıp iman ufkunda yaşama bir hidayet olduğu gibi, Esma-yı Hüsnâ’nın ifade ettiği çerçevede bir Zat-ı Ulûhiyet mülahazasına ulaşma da hidayet-i tâmmedir. Herkes kendi konumuna göre hidayet talebinde bulunmaktadır. Sapmışlar ve günahkârlar, “Bizi sırat-ı müstakime, Sana doğru varan yola ilet.” derken, Kur’ân’ın tarif buyurduğu hidayete ermeyi istemektedirler. Yarım yamalak inanmışlar ise, “Bizi taklitten kurtar, bize tahkikin âb-ı hayatını içir ve eşyanın hakikatini göster.” demekte ve erdikleri hidayetin kemalini talep etmektedirler. Kemale eren kimse ise, “ihdina’s-sırata’l-müstakîm” sözüyle “Allahım, hidayetimi devam ettir, can boğaza gelinceye kadar emanetinde beni emin kıl, emin bir insan olarak emaneti Sana teslim etmeye beni muvaffak eyle.” demektedir.

*Gönüllere samimiyet, hal ve temsil ile işlenen şeyleri söküp atacak klorak henüz yaratılmamıştır. Haccaclar da sökemez, Yezidler de sökemez, Führerler de sökemez. Elverir ki, o mübarek mefkureyi, gaye-i hayali temsil eden insanlar kendi içlerinde dejenerasyona maruz kalmasınlar, bir deformasyon yaşamasınlar, şekl-i evveli muhafaza etsinler; hasbilik ve diğergamlık içinde hep muhabbetle gürlesinler!.. Sözleri muhabbet olsun, gönülleri muhabbetle çarpsın, bakışlarından muhabbet dökülsün; kollarını açtıkları zaman muhabbetle, adeta bir gül edasıyla etrafa açılsınlar.

Allah rızası için gönlü herkese açık tutmalı!…

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kendin için sevip arzu ettiğin şeyleri diğer insanlar için de iste ki, kâmil manada müslüman olasın!.”

*Peygamber Efendimiz, mezkur hadiste “nâs” (insan) kelimesini kullanıyor; sadece “Müminleri sev, halis muhlis mümin olursun!” demiyor, bütün insanlar için hayır dileğinde bulunmak gerektiğini işaret buyuruyor.

*Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle “Bir ayağım İslam’ın merkezinde, öbür ayağım yetmiş iki millet içinde!..” Hazret böyle diyor, geniş bir daire çiziyor. Evet, engin bir vicdanla bütün insanlığa kucak açmak lazım. Tabii ki müminlere karşı kalbî alaka çok daha derin olmalı.

İmanın Tadını Duyabilmenin Üç Şartı

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur:

ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

Şu üç haslet kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur.

*İmanın lezzetini tadan insan sevdiğini Allah için sever; Allah’a kulluğundan, O’na yakınlığından ve insanları Hakk’a ulaştırmaya gayret ettiğinden dolayı ona muhabbet besler. Diğer insanlara ve sâir mahlûkata karşı alâkası da hep Cenâb-ı Hak’tan ötürüdür. Hadisin bu bölümünde “mü’min” değil de “mer’ – kişi/herhangi bir insan” denmesi de dikkate şayandır. Demek ki, her mer’e (kişiye) karşı seviyesine ve Allah’la irtibatına göre kalbî alaka duymak lazımdır. Eğer insan bunu duyabiliyorsa, imanın zevkini tatmış demektir. Mefhum-u muhalifi şu: Bir kimsenin insanlara karşı alakası Allah’tan dolayı değilse, o da imanın tadından, neşvesinden, zevkinden habersiz, bigâne zavallıdır.

*İmanın tadını alan insan Allah, Cehenneme yuvarlanma sebebi olan küfürden kurtarıp imana erdirdikten sonra yeniden küfre ve küfrün sebeplerine dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin görür, böyle bir âkıbetin hayaliyle bile ürperir ve tir tir titrer. Sürçmemek, düşmemek ve bütün bütün kaybetmemek için Gaffâr u Settâr’a sığınır; küfre açılan kapılardan da hep uzak kalmaya çalışır. İşte böyle bir insan, imanın tadını tatmış olur. Mefhum-u muhalifi: Meseleye böyle bakmıyorsa, küfre karşı setler oluşturmuyorsa, kapıları ardına kadar sürgülemiyorsa, -hafizanallah- kapı aralığı bırakıyorsa, o da imanın tadını tatmış sayılmaz.

Gerçek yiğitler zor şartlarda belli olur!..

*Ashâb-ı Kirâm’ın anlatıldığı ayetlerde hiç kimse için kullanılmayan ifadeler yer almakta ve onların faziletleri nazara verilmektedir. Çünkü onlar en zor şartlarda istikametlerini korumuş ve çok büyük fedakârlıklarla dine sahip çıkmışlardır. Cenâb-ı Hak öncelikle onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

“Muhacirlerden ve Ensar’dan (İslâm’a girmede ve Allah yolunda hizmette) ilk dereceleri kazananlarla, Allah’ı görüyormuşçasına, hiç değilse, Allah’ın kendilerini gördüğünün şuuru içinde onlara tâbi olanlar var ya: Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar ve Allah, onlar için içlerinde ebedî kalmak üzere her tarafında ırmaklar çağlayan cennetler hazırlamıştır. İşte budur çok büyük kazanç, çok büyük başarı.” (Tevbe, 9/100)

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz -mealen- “İnananların dertlerini paylaşmayan, müminlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmaktadır.

*Sıkıntılar var fakat bu sıkıntıların hiçbiri o sıcak çölde, hararetin altmış-yetmiş derecede olduğu ve insanın beyninin kaynamasının, aklını kaybetmesinin muhtemel bulunduğu bir yerdeki işkencelerle mukayese edilemez. Türlü türlü işkenceler altında bir Hz. Bilal’i, bir Hz. Ammar’ı, bir Hz. Yasir’i, bir Hz. Sümeyye’yi ve daha nicelerini (Allah hepsinden razı olsun) düşünün. Bir tane dönek görmüyoruz onların içinde.

*Sahabe, Habeşistan’a hicret emri verildiği zaman -zannediyorum- “Acaba Rasûlullah bizi zayıf buldu da ondan dolayı mı gönderiyor?!.” üzüntüsünü yaşamışlardır; “Kardeşlerimiz o kumun üzerinde, o çöllerde adeta ateş üstünde yanıyor gibi yanarken bizim ayrılıp gitmemizin manası nedir? Ama emre itaatteki incelik çok önemlidir. O öyle emrettiğine göre bizim gitmemiz lazım!..” diye düşünmüşlerdir.

*“Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir.” hakikatinin de ifade ettiği gibi, maddî–manevî her türlü muvaffakiyet ve zafer, bazı mahrumiyetlerin peşinden elde edilir. Bu bir âdet-i ilâhiyedir ki, insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ihsan eder. Bu açıdan da zor ve çetin dönemlerde istikameti korumak -normal zamanda müstakim olmaya nazaran- Hak indinde çok daha kıymetlidir.

(Not: Sohbette iki kere geçen Führer kelimesini ilk yayın esnasında yanlışlıkla Füller yazmışız. Zift medyası bunu fırsat bilip “Füller” üzerinden bir senaryo yazmış ve tezvirat neşretmiş. Doğrusu Füller değil Hitler’e işaret eden Führer kelimesidir. Arz ederiz.)

484. Nağme: Dua Âbidesi Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

*Hazreti Ebû Hureyre (radıyallahu anh)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kendin için sevip arzu ettiğin şeyleri diğer insanlar için de iste ki, kâmil manada müslüman olasın!.”

İslam dünyası yine felaketler sarmalında ama bugün bir Selahaddin-i Eyyubi de yok!..

*Maalesef, günümüzde İslam dünyasında ayrıştırma bir marifet, bir siyaset ve bir idare şekli olarak değerlendiriliyor. Allah karşısında aynı safta durup aynı sözleri tekrar eden, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyen insanlar bile o ayrıştırmadan nasiplerini alarak onlar da birbirlerini rakip görüyorlar. Güçleri kuvvetleri varsa, Allah’ın verdiği o imkân, iktidar, havl ve kuvveti tehcîr, tenkîl, ibâde, ifnâ ve ihâfe için kullanmak suretiyle herkesi kendilerine göre sağdan hizaya getirmeye çalışıyorlar.

*İslam dünyası bugün maruz kaldığı bu felaket, bu zillet, bu hıyanet, bu şenaat, bu denaet ve bu mefsedete -Haçlılar dönemi de dâhil- hiçbir devirde maruz kalmamıştır.

*Müslümanlar değişik dönemlerde çok farklı saldırılarla karşı karşıya kalmışlardı. Fakat o zamanlar müslümanların içinde de çok güçlü iradeler, mefkûre insanları vardı. Mesela, Haçlılar, Alparslanları, Kılıçarslanları, Melikşahları, Nureddin-i Zengileri, Nizameddinleri, Selahaddinleri karşılarında buluyorlardı. Evet, bir zulüm, bir vahşet vardı fakat onu kıran bir savlet de vardı. Ezcümle, Selahaddin de vardı. Mehmet Akif onunla Fatih’i bir mısrada, bir sırada zikreder, “Selahaddin-i Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu…” der. Öyle olunca inayet büsbütün kesilmiyor ve insanlar ümitlerini tamamen yitirmiyorlardı.

*Yok şimdi yeryüzünde öyle babayiğit.. îsâr ruhuyla hareket edecek babayiğit.. “Başkaları benden daha isabetli düşünebilir, meydanı onlara bırakmalıyım!” diyecek babayiğit.. kendi aç kalıp başkalarını doyuran babayiğit.. ölümü göze alıp başkalarının yaşamasını sağlayan babayiğit.. kendi saltanatını ayaklarının altına alıp üzerinde raks eden ama başkalarının mutluluğunu düşünen babayiğit.. yok şimdi dünyada öyle bir babayiğit!..

“İslam” derken yalan söylüyor; kendi saltanatlarını düşünüyorlar!..

*Müslümanlıktan dem vuranlar var. Hatta onu bütün siyasî hayata hâkim kılmak isteyenler var. Yemin edebilirim; vallahi de yalan, billahi de yalan, tallahi de yalan!.. Medresenin ulûm-u âliyesini, tekye ve zaviyenin kalbî ve ruhî hayatını, tekvinî emirlerin analizini birden ele alıp da bu müsellesi bir araya getirerek bir hakikatin üç yüzü gibi duymayan, ihsaslarına ihtisaslarına mal etmeyen, her gece elli rekât namaz kılmayan, savm-ı Davud tutmayan, Allah’ı andığı zaman gözyaşları ceyhun olmayan insanlar iddia ettikleri bu meselede yalan söylüyorlar. Müslümanlığa iftirada bulunuyorlar. Kendi debdebe, ihtişam ve saltanatlarını düşünüyorlar.

*Bu mantık ve bu mantalitedeki insanlar bir köyde bile genel huzuru temin edemezler. İnsanları Allah’a yönlendiremezler. Orada kalb ve ruh insanları yetiştiremezler. Anarşist yetiştirirler, çapulcu yetiştirirler; beğenmedikleri insanların müesseselerini basan densiz insanlar yetiştirirler. Yetiştirirler ve bastıkları müesseseler önünde Allah’ın nam-ı celilini anarak, sözde Müslümanmış gibi tavırlar sergileyerek, başkalarını karalamaya çalışırlar. “Lâilâhe Muhammed” (!) diyen, Samanyolu önünde hırlayan o insanlar Müslümanlık adına yapıyorlardı. “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” demesini bile bilmeyen, bir Nasr Sûresi’ni okutsan yanlış okuyacak kadar cehaletin gayyası içinde bulunan, başlarındaki zirvedeki zırva insanlara kadar bir kitap okumamış bu cahil ve cühelâ, bir köyü idare edecek kadar emniyet, asayiş ve düzeni temin edemezler.

Şehitlerin acısı yüreğimize vurdu; “Bari bir dua!” deyip onlar için hatim okuyoruz!..

*Peygamber yolu adanmışlık ister; yaşatma idealiyle yaşamak ister; başkalarının mutluluğu için sıkıntılara katlanmak ister. Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat onun iki kat elbisesi yoktu. Merhum Seyyid Kutub’un “El-Adaletü’l-İctimaiyye fi’l-İslam” adlı eserine bakabilirsiniz. Diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.” Hazreti Pir-i Mugan, bunu onun kerametine veriyor; fakat Kutub, siyer ve megazi beyanlarına dayanarak bu mevzuda fakirane hayatını anlatıyor.

*Şimdi insanlık âlemi ve topyekün İslam dünyası gözü dönmüş canilerle lebalep dolu. Gözlerini kırpmadan canlara kıyıyorlar, insan öldürüyorlar, kan döküyorlar.

*Şehitlerin acısı yüreğimize vurdu. Yapacak hiçbir şey de yok. Gitseniz siz de, onları koruma adına orada sütre, kalkan olsanız, onlardan birisi de siz olursunuz sadece. Onun için “Bize düşen vazife, hiç olmazsa dua etmek ve hatim indirmektir.” diyor; başta Efendimiz ve bütün enbiya-i izamı, sonra da bugüne kadar Allah yolunda can veren ne kadar şüheda varsa onları da yâd ederek şehitlerimize Kur’an okuyoruz. Okumaya da devam edeceğiz. Allah’ın kelamına sığınacak ve bütün olumsuz fırtınaların dinmesini Cenâb-ı Hak’tan dileyeceğiz.

Allahım, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hürmetine bizi de affet!

Soru: Haşir Risalesi’nde “Ubudiyet-i Ahmediyenin (aleyhissalatü vesselam) ruhu duadır.” deniyor. Sonsuz Nur’da da “Gece-gündüz münacaat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Rasûlullah’ın hayatına baksın!” buyuruluyor. Bu konunun şerhini lütfeder misiniz?

* Ahmed ism-i şerifi, taayyün-i evvel hakikatiyle irtibatlıdır. Çünkü O, varlığın özü, usâresi, kâinatın mebdei, hilkat ağacının çekirdeğidir. Evet, “Allah’ın haricî vücut nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nurumdur.” beyan-ı nebevîsinin de işaret buyurduğu gibi, O’nun taayyünü bütün varlığın ilki ve öncüsüdür. İlm-i ilâhide ilk icmali belirlenen, ortaya çıkan hakikat O’nun nurudur. İşte ziyası vücudundan evvel dillere destan olan Efendiler Efendisi’nin dünyayı teşriflerinden önceki unvanı Ahmed’dir (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) ve bu hakikat de hakikat-ı Ahmediye’dir. Bu sebeple O, Kur’ân’da da geçtiği üzere, Hazreti İsa (aleyhisselâm) tarafından, “Ahmed” ismiyle müjdelenmiştir.

*Endülüslü büyük âlim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a Efendimiz’i şefaatçi edinerek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah’ yazısını gördüm. Anladım ki, ismi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan birinin kıymeti nezd-i uluhiyetinde aşkınlardan aşkın!” şeklinde cevap vermiştir.

Allah Rasûlü’nün mübarek dudaklarından dua hiç eksik olmazdı

*Öyle anlaşılıyor ki, bütün Peygamberler, daha gelmeden Efendimiz ile kalbî ve ruhî bir irtibat içine girerek hep dualarını O’nun etrafında bir dantela gibi örgülemişler. Bu itibarla, İnsanlığın İftihar Tablosu geçmişi açısından da duada mihrap bir insan. Hâcet duasında Peygamber Efendimizi taleplerimize vesile yaptığımız gibi, selefleri de O’nu vesile yapmışlar. Tabir caizse, Allah Rasûlü nuraniyetin barajı olmuş; bütün kanallar O’na bağlanmış, ondan beslenmiş. Bu konuda, selef-i salihînin el-Kulûbu-d’Dâria’da da yer alan ilgili beyanları şayan-ı dikkattir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, mantık, muhakeme ve aksiyon insanıydı; fakat ibadet ve duada da O’nun eşi-menendi yoktu. Bu açıdan da O’na “ufku engin peygamber”, “yüksek fetanet peygamberi”, Cîlî ifadesiyle “insan-ı kâmil olan peygamber” gibi değişik vasıfların yanı sıra “dua âbidesi peygamber” de diyebilirsiniz. Sadece bu yönüyle O’na baksanız, zannedersiniz ki, başka hiçbir iş yapmamış hep dua etmiş.

*Hadis kitaplarında, özellikle de dua, evrâd ü ezkâr, edep gibi bölümlerinde görülebileceği üzere, Peygamberimiz, abdest alırken, camiye girerken, camiden çıkarken, namazın içinde ve akabinde, yemek yerken, uyumadan önce, gece kalktığında, rüzgar eserken, yağmur yağarken, gök gürlerken, sefere adım atarken, seferden dönerken hülâsa, her işinde, her faaliyetinde ve her halinde değişik şekillerde ve muhtelif ifadelerle dualar etmiştir. Allah Rasûlü, dualarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştü. Dua, O’nun dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efganıydı.

Ey kan dökerek hedefe ulaşmaya çalışan sergerdanlar, onunla bir yere varılamaz!..

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) cihad meydanında düşmanla karşılaşacağı zaman bir taraftan maddî planda bütün hazırlıklarını yapıyor ve sebepleri eksiksiz yerine getiriyor; diğer yandan da harbin her aşamasında Cenâb-ı Hakk’a el açıp dua dua yalvarıyordu. Hatta Bedir’de kollarını öyle kaldırıyor ve öyle yana yakıla dua ediyordu ki, ridası omuzundan düşüyor; Hazreti Ebu Bekir gözyaşları içinde yerden alıp onu tekrar Efendimiz’in mübarek omuzlarına koyuyordu.

*Allah Rasûlü bütün sefer ve harplerinde farklı stratejiler uygulamış; böylece karşı tarafı şaşırttığı gibi kan dökmeden zafer elde etmeyi başarmıştır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekke Fethi esnasında, mütemerrid insanların bulunduğu yere girerken, putlarına yürekten bağlı o insanların putlarını kırmaya doğru giderken bile uyguladığı harp stratejileriyle kan dökmeden hedefe ulaşıyor. Ey kan dökerek hedefe ulaşmaya çalışan sergerdanlar, serseriler, haydutlar!.. Onunla bir yere varılamaz. Onunla sadece insanlık nazarında nefretle yâd edilmeye varılır; “Lanet olsun size!..” derler gelecek nesiller.

“Allahım, Rasûl-i Ekrem efendimizi bizimle mahcup etme!”

*Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu.

*Evet, o gece Allah Rasûlü’nün uzun zamandan beri yapıp durduğu dua gayretullah ufkuna yükselmişti. Demek ki, orada arş-ı rahmete dokundu. O dediğini dedi, dua kabule karîn oldu ve Cibrîl indi: “Allah’ın selamı var ey Allah’ın sevdiği ve herkesin sevmesine liyakati olan şanı yüce Nebi!.. Allah selam etti, buyurdu ki: Hazreti Muhammed’i Ben ümmeti hakkında mahcup etmeyeceğim!”

*Allahım bizimle O’nu mahcup etme!.. Allahım bizimle O’nu mahcup etme!.. Allahım bizimle O’nu mahcup etme!.. Âmin!..

483. Nağme: Müjdeler Olsun Gariplere!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Gurbetin İksiri Kurbet

*Her türlü gurbetin iksiri Hakk’a kurbettir. Yalnızlık ve garipliğin ilacı Allah’a yakınlıktır; Allah’a yakın olan, gurbet yaşamaz. Mutlak manada gurbet yaşayanlar Allah’tan kopmuş olanlardır.

*Bir insan Allah ile sıkı irtibat içindeyse ve O’na yakınlığını hep koruyorsa, cihanlar alev alsa yansa, gökteki yıldızlar başından aşağıya dökülse ve meteorlar birbirini takip etse, o yine kendini garip saymaz. Zira, bir açıdan garip, Allah’tan kopuk kimsedir.

Gariplerin Bariz Vasfı Islahçı Olmalarıdır

*Diğer taraftan, yerinde gurbet de nimettir ve bir de kutsal garipler vardır. Rasûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz onlara şöyle işaret buyurmuşlardır:

بَدَأَ الْإِسْلَامُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ

“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!”

*Bahtiyar garip; yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibarıyla hâlinden, yolundan anlaşılamayan; yüksek idealleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı, fevkalâde himmeti, üstün azmi ve adanmışlık ruhu dolayısıyla çevresi tarafından garipsenen insandır.

*Garipler, içinde yaşadıkları çağ itibarıyla, sanki o çağın insanları değildirler. Çevrelerinde Allah’tan kopmuş, peygamber tanımayan, zulmü ahlak haline getirmiş olan kimseler vardır. İftirayı, tezviri, yalanı meslek ve sanat haline getirmiş kimseler içinde horlanan ve yine bir hadisin ifadesiyle “kapı kapı kovulan” insanlardır garipler. Fakat onlar her şeye rağmen durdukları yer itibariyle dimdik dururlar; Allah’ın inayetiyle bütün ters esintileri geriye çevireceklerine inanırlar. Ne ölçüde olursa olsun, fesadın tahrip ettiği şeyleri tamire çalışırlar.

Asırlardır Delik Deşik Olmuş Bir Kalenin Tamiri

*Kaldı ki sizin gibi günümüzün gariplerinin tamir etmek istedikleri değerler kalesi, Hazreti Pir’in ifadesiyle, asırlardan beri surları rehnedar olmuş kaledir.. duvarları sökülmüş, taşları sağa-sola saçılmış, kapıları kırılmış, çeşit çeşit delikler açılmış. Birileri, yabancılar, sizden olmayanlar, Anadolu insanı sayılmayanlar değişik ad ve unvanlarla o deliklerden sızmaya başlamışlar. Kılcallara sızmak dediğimiz şey. Ad ve unvan değiştirerek, isimlerinin başlarına Ahmet, Mehmet, Mustafa, Tahir koyarak, kendilerini sizden gibi göstermek suretiyle kılcallara kadar sızan, Kasım efendiler!.. Böylesine tahribe maruz kalmış bir kale, hem de asırlardan beri!..

*Üstad Hazretleri, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” diyor. Hadiseler istediğiniz gibi cereyan etmeyebilir; insanlar sizi anlamayabilir, anlayanlar bile doğru anlamayabilir; bütün ızdırap, inlemek ve gurbet yaşamak size düşebilir. Fakat zannediyorum, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bişareti, bütün bunlara karşı bir reçete olarak size yeter: “Tûbâ lilguraba – Müjdeler olsun gariplere!..” İnsanların kendilerini bozgunculuğa saldıkları, ayrıştırmalara gittikleri bir dönemde, onlar bütün bunlara rağmen toplumu ıslah etmeye çalışırlar. Çürümeye, tefessüh etmeye, deformasyona yüz tutmuş o toplumu yeniden reforme etmeye, hüvviyet-i asliyesine irca etmeye çalışırlar. Toplumun kendi olması için lazım gelen şeyleri yapmaya gayret gösterirler.

Allah Bu Şiiri Tamamlayacak ve Siz Birer Yâd-ı Cemîl Olacaksınız!..

*Ama şimdi, ama sonra; (Allah Têâlâ) dediği, ettiği, yaptığı şeyleri bir gün tamamlayacak.. o günü idrak edenlerin gönülleri inşirahla coşup taşacak.. ve siz o tertemiz nesillerin, tertemiz beyanları içinde yâd-ı cemîl olacaksınız. Diyecekler ki: “Bunlar bu kadar hayırhah oldukları, insanlık için koştukları, bütün kopuklukları bir araya getirip dikişler attıkları halde, nasıl olmuş da kendi ülkelerinde bazı kimseler bunlara karşı densizliklere girmişler; tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibadelere, hayr kapılarını seddetmelere başvurmuşlar?!. Bu güzel yürüyüşün önünü almaya çalışmış, trafik problemleri çıkarmış, gitmesinler diye yollarda kazılar yapmışlar?!.” diyecekler. İyiler iyilikleriyle yâd edilecekler, siz yâd-ı cemîl olacaksınız; kötüler kötülükleriyle, zalimler zulümleriyle, yalancılar yalancılıklarıyla, müfteriler iftiralarıyla, zift medyası da kendi ziftleriyle yâd edilecekler ve yâd-ı kabîh olacaklar.

*Yalana doyma bilmeden her gün farklı farklı yalan söyleyenler, farklı farklı insanlara değişik değişik isnatlarda bulunanlar… Hepsi münafık sıfatıdır bunların.. beş vakit camiye gelen de yapsa, münafık sıfatı!.. Yalan, münafık sıfatı; emniyetsizlik, münafık sıfatı; va’dinde hulf etme, münafık sıfatı; söz verdiği halde gadre girme, münafık sıfatı; desteklendiği halde, kendini destekleyenleri tanımama, münafık sıfatı…

“Yuh Olsun Onların Ham Ervâhına!..”

*Yâd-ı cemîl olarak anılacaklara mukabil, nifak sıfatı taşıyanlar da yâd-ı kabîh olarak dilden dile dolaşacaklar. Gelecek nesiller de bu duyguyu tevarüs edecek, “Yuh olsun onların ham ervâhına!..” diyecekler. Milleti paramparça haline getiren, ayrıştırmalar yapan, bu mevzudaki makul, pozitif reçeteleri kabul etmeyen, ellerinin tersiyle iten kimselere yuff!..

*Bir şeye dikkatinizi çekmek istedim üstü kapalı; on sene evvel bugünkü fitne ve fesadın kol gezdiği, ortalığı kana-irine boyadığı bölgeyle alakalı sunulan reçete gibi bir şey vardı. Belki bizim ufkumuza göreydi, ufkumuz dardır bizim; fakat aklı başında insanlar onu gördüğü zaman, “Problemi tam halledecek reçeteymiş ama neden acaba iltifat etmemişler buna?” dediler. Bin seneden beri beraber yaşadığınız kardeşler.. bugün, onlara canavar muamelesi yapılıyor. Canavarlaşan bir kısım kimselerle, o tertemiz insanlar da kendi bölgelerinde aynı şenaate, aynı denaete maruz kalıyorlar.

*Benliğine güvenen, bencilliğine yenik düşen egoist, egosantrik insanların başkalarını dinlemeye tahammülleri yoktur. Kibrin kapıları başkalarından gelen mesaja karşı kapalıdır. Hazreti Peygamber’den gelen mesajı bile Ebu Leheb’in kibri, Utbe’nin kibri, Şeybe’nin kibri “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir!” diyerek reddetmiştir. Semadan gelen vahyi en temiz bir lisanla sunan İnsan’a karşı “Kapılar sana kapalı!” demişlerdir. Nispetler perspektifinde, aynı denaetin, şenaatin bir kere daha yaşandığına şahit oluyoruz.

Ruhum Bu İman ve Ümitle Beraber Oldukça…

*Her şeye rağmen, bunlar kat’iyen sizi yıldırmamalı, sindirmemeli. Belki aksiyonunuza aksiyon katarak, hızınızı ikiye katlayarak yolunuza devam etmelisiniz. Tabi değişik köşe başlarında gulyabaniler gibi önünüzü kesmek isteyen insanlara karşı tedbirinizi, temkininizi, teyakkuzunuzu da ikiye, hatta dörde katlayarak, onların ısırmasına, üzerinize salya atmasına da meydan vermeden yolunuza hızlıca devam edeceksiniz. Çünkü sizin uğrunda koştuğunuz dava insanlık davası.. ve bunun temel dinamikleri Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’dan alınmış, Sema’dan gelmiş, meleklerle te’yid edilmiş.

*Süleyman Nazif der ki: “Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” Böyle bir azm u karar içinde olmalı.

*Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ

“Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez.” (Mâide, 5/105)

Zalimler, Kökü Kesikliğe Mahkum Kimselerdir!..

*Şu ayet-i kerime bazı kimselerin hallerini ne müthiş resmediyor:

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ

“Ne zaman ki kendilerine yapılan hatırlatmaları, ikazları, verilen öğütleri bütün bütün unuttular, işte o zaman üzerlerine her şeyin kapısını ardına kadar açtık. Kendilerine bahşedilen nimetler içinde feruhferah yaşayıp giderlerken onları birden yakalayıverdik de, bir anda büsbütün ümitsiz kalakaldılar.” (En’âm, 6/44)

*Allah âdil-i mutlaktır; zâlimi imhal eder (ona mühlet verir) de ihmal etmez; sonuna kadar zulüm yapma fırsatını vermez. Bütün zalimler hakkında bir gün mutlaka şöyle denilir:

فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve zulmedip duran o güruhun kökü de böylece kesilmiş oldu. Hamdolsun Âlemlerin Rabbi’ne!.. (En’âm, 6/45)

482. Nağme: Zulüm, Baskınlar ve Karakterimiz

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önceki sohbetinde, özetle şunları söyledi:

*Belki gürültülü patırtılı yerlerde insan farklı ve yanlış mülahazalara kayabilir, tasavvur ve tahayyülü yanlış şeylerle kirlenebilir. Çünkü sürekli birileri ya salya atıyor, ya zift püskürtüyor, ya da olumsuz bir şeyler yaparak size sürekli bir çuvaldızla dokunuyor. Bu peşi peşine, her gün farklı fakat ardı arkası hiç kesilmeyen saldırılar, diş göstermeler karşısında duygu duruluğunu koruma imkânı olmayabilir.

*Siz ikliminiz itibarıyla -hele bir de medya ile fazla meşgul olmuyorsanız- asude bir hayat yaşıyorsunuz. Fakat dünyanın başka yerlerinde ve Türkiye’de, insanlar nefs-i mutmainneye ulaşamamışlarsa, rıza, aşk ve iştiyak diye soluklanmıyorlarsa, akıllarına olumsuz şeyler gelir. Mesela bir yerde haksız, hiç yok yere bir baskın yaparlar ve hiçbir şey de elde edemezler. Maarif yuvalarına baskın yaparlar. Gül gibi yerler.. ve gül kokularıyla kokan insanlar yetiştiriyor. Şimdiye kadar sigarayı dudaklarına götürmemiş, uyuşturucunun semtine uğramamış, bir sinek kanadı kadar vatana ihanet etmemiş, en temiz vatan evladını yetiştiren müessesat-ı hayriyye. Onlara ardı arkası kesilmeyen tasallutlar, tecavüzler, saldırılar yapılıyor. Morali ne kadar yüksek olursa olsun, insan bunlar karşısında o şok hadiselerin tesiriyle olumsuz şeyler diyebilir.

*Belki bazılarının dilinin ucuna kadar da geliyordur: “Eğer hakikaten sizin bu müesseselere isnat ettiğiniz şeyler varsa, Allah o müesseseleri yerin dibine batırsın. Yoksa, o emir verenler, o kanunsuz emre uyanlar, silahla o baskınları yapanlar.. Allah yuvalarını başlarına yıksın!..” Bakın, siz bile “amin” diyorsunuz! Demek ki Türkiye’de genel hissiyat bu istikamette cereyan ediyor. Dolayısıyla siz karakterinize göre hareket etmiyorsunuz. Çünkü o cümlelerin sonunda şöyle diyecektim: Aman, sakın böyle demeyin. Belki bunların içinde Allah’a inanan insan da vardır. O öyle güçlü bir fasl-ı müşterektir ki!..  Yalandan namaz kılsalar, her halleriyle nifak tavrı sergileseler, kafirlerin yapmadıklarını yapsalar, Hitler’in, Stalin’in, Sezar’ın yapmadığını yapsalar da içlerinde Allah’a inanan bazıları vardır. İşte umumunu birden nazar-ı itibara alarak öyle bir şey söylemek insaflı mümine yakışmaz.

*Şimdiye kadar değişik dönemlerde mübarek Türkiyemizde bir kısım densizler söz sahibi olmuşlarsa da bir bir gelmiş, bir bir gitmiş ve arkalarından “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!” dedirtmişlerdir. Öyle değil; yâd-ı cemil olmaya bakmak lazım.

*Bizim kuvvetimiz Allah’tandır. “Her şey (her kuvvet) Senden, Sen ganîsin; Rabbim Sana döndüm yüzüm!” Günde kaç defa kuvvetin O’na ait olduğunu dillendiriyor; Efendimiz’in bir cennet cephanesi, bir cennet hazinesi olarak beyan buyurduğu “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” ikrarıyla soluklanıyoruz.

*Herkes karakterinin gereğini sergiler, onu aşamaz. Birine, havlamak; birine, salya atmak; birine de diş göstermek düşer. İnsana ise insan gibi kucaklamak düşer.

*Türkiye’de yaşadığım yerler aklıma gelince burnumun kemikleri sızlıyor. “Gel” demediler, “kal” demediler. Diyor gibi göründükleri zaman bile yalan söylediler. Kendileri alkışlansın diye, esasen alkışlanma adına o sözleri ortaya koydular. Onu da herkes gördü, anladı.

*Sübjektif bir mülahazamı arz edeyim: İsimlerini tasrih etmeyeceğim, bana karşı çok kötülük yapanlar oldu. Ülkemize ihanet edenler hakkında, dıştaki hainler, zalimler, kefere ve fecere hakkında düşünmedikleri şeyleri benim hakkımda düşünen, söyleyen insanlar gördüm. Bu kadar müsamahasız kimseler için ben ne niyaz ettim biliyor musunuz? Rabbimden hep şu dilekte bulundum: “Rabbim bir fırsat ver, bana kötülük yapan herkese ben bir iyilik yapayım. Mesela birisi bana sövmüş, ‘müsvedde’ demiş, ‘haşhaşi’ demiş; bir yerde yolda kalmış göreyim de arabama alayım. Kaçma mecburiyetinde kaldığı zaman ‘Benim bağrım sana açıktır!’ diyeyim. Kendi odamdan çıkayım, odamı ve yatağımı ona vereyim, iyilikte bulunayım.” Karakterim budur; herkes kendi karakterinin gereğini sergiler.

*El-âlem nasıl davranırsa davransın, bu sizi karakterinize kastetmeye sevk etmemeli. Çünkü siz gerçek mümin karakterine sahip insanlar olma yolundasınız.

*Birileri var ki kendi saltanatlarının ve mevcudiyetlerinin devamını sizi ifnâya bağlamışlar. Makuliyeti ve mantıkiyeti yok bu meselenin. Sadece hissî, mahveden, derin bir yanı var. “Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar / Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!” Hafizanallah… “Bu bir devvâr u gaddardır. / Gözü gördüğünü hep yer / Ne şâh u ne gedâ bunda / Ne bir ferd pâyidar olmuş!” Öyleleri yıkılmış gitmiştir ki, arkada lanet bırakarak, bunlara pabucu tersten giydirirdi. Onun için, onları kendi elemleri içinde kendi ızdıraplarıyla baş başa bırakmalı; “Allahım, hidayete, Seni tam bilmeye kabiliyetleri varsa, en yakın zamanda hidayet eyle. Yoksa, Sen bilirsin Allahım!..” demeli.

481. Nağme: Özür Dilemek mi?

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Övgüler, ancak manevî hazım sistemi güçlü insanlara zarar vermez!..

*Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan Ketencizade, Divan’ında şeyhi için şöyle der:

“Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.

Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.

Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.

Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.

Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.

Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.”

*Aslında bu ve benzeri ifadeler İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için söylenmesi gereken beyanlardır. Fakat takdir edilip alkışlanan insanın hazım sistemi müsaitse ve “Bu sözler onların hüsnüzanlarının ifadesi. Ben beni biliyorum. Hazreti Üstad’ın felsefesiyle, ben beni beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyebilecekse, o türlü medh ü senanın bir mahzuru olmayabilir.

“Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”

*İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.

*İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; önemli olan, temellük etmemek ve “ben oyum” dememektir. Öyle düşünmek aldanma olur.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği)

كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ

“İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Manevi sindirim sistemleri güçlü olmayan insanlar takdirler karşısında boyun kırılmasına mahkûm olabilirler.

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görülen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değidir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

Yezid de Ehl-i Beyt’i “Paralel” Vehmetmişti!..

*Övgüler karşısında büyüklük duygusuna kapıldığınız ve öyle bir komplekse esir düştüğünüz zaman çok kötülükler yapabilirsiniz. Zavallı Yezid’i türlü türlü kötülüklere sevk eden o düşünceydi. Kendini bir şey zannediyordu ve alternatif olabileceğini vehmettiği Ehl-i Beyt’ten kırk elli insanı “paralel” görerek Kerbela’da onların canlarına kıyıyor, kanlarını döküyordu. Evet, o türlü şeylere kapılırsanız, “Aman, kaçırırım elimden!..” diye şeytan artık her türlü kötülüğü yaptırtır.

*Haccâc-ı Zâlim olarak bilinen Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin de belki bazı iyilikleri olmuştu ama seksen bin insanın canına kıydığı nakledilir. Şartlar aynı olsa, demek ki başka zaman da aynı şeyler yapılacak. Fakat, o da gitti, bir yâd-ı kabîh olarak kaldı zihinlerde; beriki de gitti, bir yâd-ı kabîh oldu zihinlerde.

Ehl-i Beyt’in yaptığı gibi, can pahasına sabit-kadem olmalı!..

*Durduğunuz yerde sabit-kadem olmak, size düşen şeydir bugün. O türlü küçük esintilerle, “Şunu yaptılar, bunu yaptılar!” değil, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin gibi kelleyi verme pahasına bile olsa o mevzuda her şeyi tebessümle karşılamak.. “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…” deyip kavlî ve fiilî duada ısrar etmek. Değil mi ki O’ndan, Dost’tan geliyor?!.

*Zalimlerin azab-ı ilahiye maruz kalmalarına da “ohh” değil, hayır! Kalbini ve vicdanını herkese açmış, orayı bir misafirhane gibi herkesi misafir etmeye hazır hale getirmiş engin vicdan sahipleri belki o zaman bile “ohh” demezler, “off” derler; “Keşke olmasaydı, keşke bu mesavî irtikap edilmeseydi, keşke bu zulümlere girilmeseydi!..” derler.

*Allah mutlaka zalimlere hadlerini bildirecektir, hiç tereddüdünüz olmasın; ama haml (yüklülük) müddetine sabretmek lazımdır. Bu açıdan da çeken insanlar acınacak insanlar değildir, çektiren insanlar acınacak insanlardır.. âkıbetlerine ağlanacak insanlardır.

*Okullar basılıyor, üniversiteye hazırlık kursları basılıyor, yurtlar basılıyor, hatta kreşler basılıyor. Şok tesiri yapabilecek bu hadiseler karşısında da tavır değiştirmeden hep centilmence, efendice davranmak lazım.

Musaların Firavunlardan özür dilediğini kim görmüş?!.

*Bazıları “Kusurlarımız olmuştur!” sözünü bile açıkgözlülük ve çenesi düşüklük yaparak kendi hesaplarına mazeret, itizar, özür dileme gibi değerlendirmiş olabilirler. Varsın desinler, önemli değil. Bizim hata ve kusurumuz, Peygamber Efendimiz’in “Benim namım güneşin doğup battığı her yere gidecek!” tebşiri ve hedefi istikametinde Cenâb-ı Hakk’ın verdiği geniş imkânları gereğince değerlendirememiş olmaktır. Biz buna cinayet diyoruz, günah diyoruz. Acaba Allah’ın bize lütuf buyurduğu, önümüze serdiği imkanları rantabl olarak değerlendirdik mi? Değerlendirememişsek, işte biz ona kusur ve hata nazarıyla bakıyoruz.

*Yoksa kim görmüş Hazreti Hüseyin ve çevresindekilerin Yezid’den özür dilediğini; mazlumların Haccâc-ı Zâlim’den özür dilediğini, Musaların Firavunlardan özür dilediğini, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Ebu Cehillerden, Utbelerden, Şeybelerden özür dilediğini kim görmüş. Öyle bir cinayet işlemekten de Allah bizi muhafaza buyursun.

Kötülüklerini zulümle perdelemeye çalışan haramîler utansın!..

*Zalim, zalimdir; onun için olumsuz düşünmeyebilirsiniz; ona acıma mevzuunda kendinizi rehabilite ederek, sinenizde onlar için bile bir açık yer bırakabilirsiniz; bunlar ayrı bir mesele. Ama özür dilemeye gelince, neyin özrünü dileyeceksiniz? Hırsızlık yapan var mı içinizde? Şöyle diyeyim: Bir arpa kadar? En günahkârınız benimdir ama yemin edebilirim ben başkasının bir arpa kadar hakkını yemedim. (…) Öyleyse, sizin tırnak kadar haram yemediğinizi çok rahatlıkla söyleyebilirim. Neden özür dileyeceksiniz?

*Evet, neden özür dileyeceksiniz? Rüşvet mi aldınız? Rüşvet mi verdiniz? Yakınınızı mı kayırdınız? Size pöhpöh çekenleri, sahte mabeyn-i hümayun insanlarını önemli yerlere mi getirdiniz? Neyin özrünü dileyeceksiniz? O açıdan da rahatsınız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sizi yere baktıracak bir şey yapmadınız.

*El-âlem, kendisini yere baktıracak şeyler karşısında “Ne yapsam ki ben bu mesavîyi örtsem, mevzuyu değiştirsem, alternatif şeyler oluştursam, insanları o istikamete sevk etsem de benim mesavîmi, kral çıplak, üryanlığımı görmeseler.” deyip kıvranıyor. Elhamdülillah siz iffetli yaşadınız, ismetli yaşadınız, fetanetinizi din-i mübin-i İslam’ı i’la etme (yüceltme) istikametinde kullandınız; enbiya-yı izamın sıfat-ı hamsesini nisbî planda yaşamaya çalıştınız. Bu açıdan da sizi mahcup edecek bir şey yok Allah’ın izni ve inayetiyle.