Posts Tagged ‘te’vil-i ehadis’

Ebu Zer El-Gifârî

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Hazreti Osman’ın Ebu Zer el-Gıfârî’yi Rebeze denen yere gönderip, orada zorunlu ikamete tâbi tutması olayını nasıl anlamalı ve bundan ne tür dersler çıkarmalıyız?

Cevap: Daha çok Ebu Zer künyesiyle meşhur olan bu şanlı sahabinin asıl adı Cündeb İbn-i Cünâde’dir. Gıfar kabilesine mensuptur. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletini ve davetini duyunca Mekke’ye gelerek iman etmiştir. Mekke’de ilk iman edenlerdendir, hatta dördüncü veya beşinci Müslüman olduğuna dair rivayetler vardır. İman ettiğini Kâbe’nin yanında ilan etmesi üzerine müşrikler tarafından dövülür. Hazreti Abbas’ın araya girmesiyle öldürülmekten kurtulur. Ancak ertesi gün tekrar aynı yere gidip imanını ilan eder ve başına yine aynı şey gelir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onu İslâm’ı anlatması için tekrar kabilesi Gıfar’a gönderir ve kendisine haber gelmedikçe tekrar Mekke’ye dönmemesini söyler. Kabilesine gittikten sonra öğrendiklerini anlatması ve yaşaması sayesinde kabile halkının yarısı Müslüman olur. Hazreti Ebû Zer, Uhud veya Hendek Savaşı’ndan sonra Medine’ye gelerek ashâb-ı suffeye dâhil olur ve Allah Resûlü ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar da oradan ayrılmaz.

Efendimiz’in Firaseti ve Te’vil-i Ehâdis

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Zerr’in yalnız yaşayıp yalnız vefat edeceğini bir mucize olarak Tebük Seferi esnasında haber vermiştir. O sefer esnasında devesi zayıf olduğu için Ebu Zer ordudan geri kalır. Devesinden ümidini kesince eşyalarını sırtlanır ve yaya olarak yoluna devam eder. Nihayet bir konak yerinde istirahate çekilen orduya yetişir. Uzaktan gelmekte olan kimsenin Ebu Zer olduğunu öğrenen Allah Resûlü şöyle buyurur: رَحِمَ اللَّهُ أَبَا ذَرٍّ يَمْشِي وَحْدَهُ وَيَمُوتُ وَحْدَهُ وَيُبْعَثُ وَحْدَهُ “Allah, Ebu Zerr’e merhamet etsin! O, yalnız yürür, tek başına ölür ve tek başına haşrolur!” (Hakim, el-Müstedrek, 3/53)

Ebu Zerr’in ileride başına gelecekler, Efendimiz’e vahiy yoluyla bildirilmiş olabileceği gibi O, gördüğü bu manzarayı hadiselerin dilini okuma yönünde kendisine bahşedilen bir firasetle de yorumlamış olabilir. Bu tür yorumlamaya Kur’an’ın ifadesiyle te’vîl-i ehâdîs denir. Bazıları, te’vîl-i ehâdîsi sadece rüya yorumu olarak anlar. Oysaki onun alanı çok daha geniştir. Günlük hayatımızda cereyan eden hâdiselerden çeşitli mânâlar çıkarmak da tevil-i ehadisin bir çeşididir. Meydana gelen olaylar aslında misal âlemine ait sembollerin gözle göreceğimiz şekilde vücut kazanmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla tevil-i ehadis, misal âlemiyle şehadet âlemi, yani metafizik âlemle fizikî âlem arasındaki bu münasebetin sezilmesine, misalî sembollerin anlamlarının bilinmesine bağlıdır. Bu manaları anlayıp yorumlamak ise herkesin yapabileceği bir iş değildir.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevil-i ehadisten yola çıkarak ortaya koyduğu pek çok yorum vardır. O, çevresinde olup biten hâdiseleri çok iyi okumuş ve bunlardan çeşitli mânâlar çıkarmıştır. Hatta bazı sahabilerin isimlerini değiştirmesine bile bu açıdan bakılabilir. Netice itibarıyla burada Nebiyy-i Ekrem, (aleyhi efdalu’s-salavati ve ekmelü’t-tahiyyat) Ebu Zer Hazretlerinin ordudan geri kalmasından, onun hâl ve tavırlarından yola çıkarak istikbalde zuhur edecek durumunu bildiren mucizevi bir beyanda bulunmuş ve bu ifadeleriyle bir karakterin ileride ortaya çıkacak genel durumunu haber vermiş olabilir.

Sahabe-i Kiram ve Onların Züht Anlayışı

Kur’ân, sahabe-i kiramı “sabıkûn-u evvelûn” olarak isimlendirmiş ve onlara farklı bir konum vermiştir. Dolayısıyla sahabe-i kiram hakkında konuşurken çok dikkatli olmalıyız. Onların başından geçenleri değerlendirirken mutlaka onların bu yüksek konumlarını göz önünde bulundurmalıyız. Genel anlamda sahabenin bu müstesna konumunun yanı sıra Hazreti Ebu Zer, ashab-ı kiram arasında, şahsî yaşantısıyla, zühdüyle ve dinî hassasiyetiyle öne çıkanlardan biridir. Müslümanlığı hep önde götürmüş ve çıtayı hep yüksek tutmuştur. Öyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde “Ebu Zer yeryüzünde Îsâ b. Meryem’in zühdüyle yürür.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb 35)

Ebu Zer Hazretleri, hayatını tam bir züht ve takva içinde yaşamıştır. Dünyaya ve dünya malına asla önem vermemiştir. Ona göre bir insan sadece iki maksat için dünyalık peşinde koşabilir; birincisi ailesine helal rızık temin etmek, ikincisi ise ahiret hesabına Allah yolunda infakta bulunmaktır. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası biriktirilen para ve malları “kenz” (dünya hırsıyla biriktirilen, stoklanan mal/servet) olarak görmüş ve servet sahiplerini bu hususta ikaz etmiştir.

O, kimseden sözünü esirgemeyen, doğru bildiği hakikatleri her yerde haykıran bir karaktere sahiptir. Özellikle Şam’da kaldığı dönemde Müslümanların servet sahibi olmalarından, rahat ve rehavet içinde yaşamalarından ciddi rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığını her yerde dile getirmeye başlamıştır. Onun bu sözleri, bazı kimseler tarafından memnuniyetle karşılansa da büyük bir kesimi de rahatsız etmiştir.

Dönemin Şam valisi Muaviye de Ebu Zerr’in eleştirilerinden ve ikazlarından nasibini almıştır. Ebu Zer, haksızlık yaptığı, yakınlarını kayırdığı ve lüks içinde yaşadığı gerekçesiyle Hazreti Muaviye’ye sert ikazlarda bulunmuştur. Hatta bir seferinde dayanamayıp ona bir tokat dahi atmıştır. Bu sert çıkışlarından sonra Muaviye de onu önce ileri gelen sahabilere şikâyet etmiş, netice alamayınca da durumu bir mektupla dönemin halifesi Hazreti Osman’a bildirmiştir. Devlet adına yer yer oldukça sert kararlar verse de şahsına yöneltilen itiraz ve sorgulamalar karşısında Muaviye’nin oldukça hoşgörülü davrandığı söylenebilir. Bugün siz değil bir valiye, onun kapıcısına bile böyle bir muamelede bulunsanız sizi kapı dışarı ederler veya hakkınızdan gelirler.

Durumdan haberdar edilen Hazreti Osman, Ebu Zerr’in Medine’de kalmasını ister. Fakat o, burada da aynı eleştirilerini devam ettirir. Herkesin kendisi gibi züht içinde bir hayat yaşamasını ister. Temel ihtiyaçlarından arta kalan malları infak etmeleri gerektiğini söyler. Mal sahiplerine Kur’ân’ın şu âyetini okur: “Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara, ‘İşte sizin biriktirip durduklarınız! Haydi tadın bakalım biriktirdiğiniz o şeyleri!’ denilecektir.” (Tevbe Sûresi, 9/34-35)

Hassas Yaşama ve Emre İtaat

Ebu Zer Hazretlerinin bu sözleri, toplum içinde ciddi rahatsızlığa ve sarsıntıya yol açar. Gelen şikâyetler üzerine Hazreti Osman, Ebu Zerr’i yanına bir miktar deve ve iki hizmetçi de vererek Rebeze’ye gönderir ve onun burada yaşamasını ister. Ayrıca kendisine yetecek kadar maaş bağlar. İhtiyaçlarını karşılaması için Medine’ye gelip gitmesine de müsaade eder. Bazı rivayetlerde Ebu Zerr’in kendi isteğiyle Rebeze’ye gittiği de ifade edilir. Ömrünün son iki yılını burada geçirir. Bu süre zarfında yönetim aleyhtarları kendisine gelerek halifeye isyan teklifinde bulunurlar. Ancak o, bu tür teklifleri şiddetle reddettiği gibi, onlara da halifeye bağlı kalmalarını tavsiye eder.

Hayatını büyük bir hassasiyet içinde yaşayan, dünya malına önem vermeyen ve aynı zamanda son derece hakperest olan Ebu Zer, gerektiğinde emre itaat etmesini de bilir. Bu yüzden vefat edeceği âna kadar Rebeze’de kalır. Efendimiz’in haber verdiği gibi yalnız yaşar, yalnız vefat eder ve yalnız defnedilir. Muhtemelen onun halifenin sözünün dışına çıkmamasında Efendimiz’in kendisine hitaben söylediği bu sözlerin de etkisi olmuştur. Vefat ettiğinde yanında cenaze namazını kılacak ve defin işlemlerini gerçekleştirecek kimse yoktur. Hanımının oradan geçmekte olan bir kafileye haber vermesiyle onlar tarafından cenaze namazı kılınmış ve Rebeze’de bir yere defnedilmiştir.

Farklı derinliklere sahip olan Hazreti Ebu Zer, dinin emirlerine sımsıkı bağlı kalmış, dinî yaşantısında çıtayı çok yüksek tutmuş, dünyayı istihkar etmiş, hayatını zühd ve takva üzerine kurmuş ve ölene kadar da çizgisini korumuş, bu yüzden de Allah Resûlü’nün övgüsüne mazhar olmuş şanlı bir sahabidir. Bu ölçüde zühd, takva ve vera anlayışını maalesef ki kaybettik. Şahsen ben, şimdiye kadar Ebu Zer ayarında bir Müslümanla karşılaşmadım. Onun anladığı, hazmettiği, içine sindirdiği mânâda zühd ve vera’a kilitlenmiş birini tanımadım. Hayatını Muhâsibî, İbrahim İbn-i Ethem, Fudayl İbn-i İyaz çizgisinde götüren, malı mülkü çok rahatlıkla elinin tersiyle itebilen birini bu gözler görmedi ne yazık ki! Zühd ve vera, insanın hem sinesinde hem de şahsi hayatında aranır. Hakiki mânâda zâhid olan kimse, dünyalık namına kaybettiği şeylere üzülmediği gibi, kazandıklarına da sevinmez. Bütün hayatını da bu anlayış üzerine bina eder. Bir kimse günde iki üç defa yemek yiyorsa, kat kat elbiselere sahipse, rahat bir evde yaşayıp rahat döşeklerde yatıyorsa onun zühdden bahsetmesi çok da gerçekçi olmayabilir. Bu sebeple bugün şurada burada pek çok “mütezâhid” (zahid geçinen) olsa da gerçek mânâda zahid göstermek çok zordur. 

Dinin Emirlerinde Objektif Kalabilme

Meselenin diğer boyutuna gelince, Hazreti Ebu Zerr’in bütün bu faziletleri müsellem olmakla beraber, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) ve nübüvvetin birinci dereceden varisleri olan Hulefa-i Raşidîn efendilerimizin yerleri ayrıdır.

Raşid Halifeler, sosyal hayatın realiteleri, bu realitelerin de kendine göre bir kısım problemleri olabileceğini çok iyi biliyor ve meseleyi dengede götürme adına helal dairesini kendi genişliğiyle ele alıyorlardı, daraltmıyorlardı. Azami zühd ve azami takvayı esas tutmak ve kendi şahsi hayatlarını da buna göre dizayn etmekle birlikte, dinin mubah kıldığı çerçeve içinde kalmak şartıyla insanların dünyadan istifadesinin, ruhsatları değerlendirmelerinin de önüne geçmiyorlardı. Eğer işleri Ebu Zerr’in takva anlayışına ve onun zühd düşüncesine göre götürmeye kalksalardı, insanları üstesinden gelemeyecekleri bir dinî yaşantıyla yükümlü tutmuş olurlardı. Çünkü bu, herkesin yürüyebileceği bir yol, herkesin altından kalkabileceği bir yük değildir.

Din-i Mübin-i İslâm insanlığa sunulurken onun objektif hükümleri öne çıkarılmalıdır. Bir insan kazandığı malların kırkta bir zekâtını, onda bir öşrünü ve kendisine terettüp eden daha başka mâlî sorumluluklarını yerine getiriyorsa, artık onun malına mülküne karışmaya kimsenin hakkı yoktur. Nitekim Allah Resûlü de birçok hadislerinde mümin olmanın, Allah ve Resulü’nün zimmetine (himaye ve korumasına) girmenin şartı olarak namaz, oruç, zekât, hac gibi dinin objektif hükümlerini saymıştır. Dinin temel emir ve yasaklarına uymak suretiyle Allah ve Resulü’nün zimmetine giren birinin hayatına müdahale edemezsiniz.  Üstelik Ebu Zerr’inki gibi bir züht ve takva anlayışının herkese dikte edilmesi, maddî ve ekonomik güçten mahrumiyeti de beraberinde getirebilir. Zira böyle bir anlayış, pek çoklarını say u gayretten alıkoyabilir, onların çalışma azmini kırabilir ve onları miskinliğe sevk edebilir.

Bazı kimseler şahsî hayatları itibarıyla azamî züht, azamî takva diyebilir ve dünyayı ellerinin tersiyle itebilirler. Kendileri için benimsedikleri bu hayat tarzını başkalarına da tavsiye edebilirler, etmelidirler. Fakat yaşadıkları bu zahidane hayatı başkalarına dayatmamalı, kendilerine benzemeyen, kendileri gibi olmayan insanları ta’n u teşnide bulunmamalıdırlar (ayıplamamalıdırlar). Esasında Raşit Halifeler de çok zahit yaşamıştı. Hazreti Ömer, halkın yoksul tabakası ne yiyor ne içiyorsa onları yiyip içiyordu. Hayatını buna göre programlıyordu. Ancak onlar kimsenin mal kazanmasına sınır koymuyor, kimseyi kendileri gibi yaşamaya zorlamıyorlardı. O dönemde, büyük servete sahip çok sayıda insan vardı.

Bu değerlendirmeleri yaparken inşaallah o büyük ruhu rencide edici bir ifade kullanmamışımdır. Kendi hassasiyetleri ve dinî duruşu itibarıyla ona karşı çok derin bir saygım vardır. O, şahsi hayatı adına ideal bir Müslüman, bir insan-ı kâmildir.

Rabbim, zühdün, takvanın, dünyayı istihkarın unutulduğu günümüzde, neslimize de içlerinden nice Ebu Zer’ler çıkarmayı nasip etsin. Nefsimizi, neslimizi, azami zühd, azami takva, azami ihlas ve daimi hizmet düşüncesiyle serfiraz kılsın.

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (4)

Herkul | | KIRIK TESTI

Hazreti Yusuf aleyhisselâm’ı babasının gölgesinde kısmen konu etmiştik. Hususi sergüzeştisi açısından o; Hakk’a tevekkül ve teslimiyeti, başına gelen şeyler karşısında sarsılmaması ve metaneti, nefsaniyetini harekete geçirecek durumlar karşısında dimdik duruşu ve ismeti, zindanı bir medrese-i ruhaniye hâline getiren Hak’la irtibattaki sadakatiyle bir insan-ı kâmil ve numune-i imtisal müstesna bir şahsiyetti. O, hayatının her safhasında ayrı bir dâhiyeye maruz kalmış; bunları -o mutmain hâliyle- birer avantaja çevirmesini bilmiş ve bir inayet-i İlâhiye mâkesi, mele-i a’lâ gözdesi olarak bütün olumsuzlukları birer hayır vesilesine dönüştürmüş âbide insandı.

Kuyu dibi onun için nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet rasathanesi hâlini almış; bir köle gibi satılışı, -o köleye canlarımız kurban- vesileleri değerlendirerek zirvedekilerin hayat tarzlarını doğru okuma fırsatını sağlamış; zindana girişi, onun safvet ve derinliğinin görünüp bilinmesine vesile olmuş ve şer gibi görünen hususlar istikbaldeki misyonu adına ona birer basamak hâline gelmişti.

O, çocukluk ve gençlikte hep Hak gözetiminde yaşadı; daha sonraları ise, hısn-ı hasîn-i imana sığınarak yer-gök ehlinin gözdesi olma mevki-i muallâsına yükseldi. Birileri arzularına râm etmeye muvaffak olamayınca da zindana atılma tehdidi karşısında, “Ey Rabbim! Zindan, bu kadınların beni çağırdıkları husustan çok daha iyidir. Eğer Sen onların bu hile ve komplolarını benden uzaklaştırmazsan ednâ bir meyille de olsa onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf Sûresi, 12/33) sözleriyle inledi, “zindan” dedi, gönül rızasıyla oraya yürüdü. Gençti, güzeldi, garîze-i beşeriyesi tamdı ama iffet hissi etemm, ihsan şuuru ekmel, rü’yet ü rıdvan duygusu ve arzusu ona kendini unutturacak ölçüde derindi.

Gün geldi, melikin rüyasına âlemin “edğâs ü ahlâm” demelerine mukabil, onun “te’vîl-i ehâdîs” mülhemâtıyla yorumladığı rüya, amûdî olarak onu melikin nezdinde nezarete yükseltti. Kadınlar gelip cürümlerini ifade ettiler; o, bu tezkiyeler karşısında tavır değiştirmedi ve ciddi bir mahviyet ve tevazu sergileyerek, “Doğrusu ben nefsimi tebrie edip paka çıkarmak istemiyorum. Zira nefis, -Rabbin merhamet buyurup korumaya aldıkları müstesna- her zaman fenalığı âmirdir. Buna karşılık şüphesiz benim Rabbim Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Yusuf Sûresi, 12/53) diyerek nebilere has bir tavırla yürüdü kendine yakışan o âlicenaplıkla mutlu istikbale doğru.

Kardeşlerinin bu iffet, ismet ve fetânet abidesi karşısında sergiledikleri tavır da üzerinde durulması gereken ayrı bir konu. Burada belirtilmesi lazım gelen en önemli husus ise; bir rüya etrafında cereyan eden bu sergüzeştide baba, anne ve evlatların bir şeb-i arûs neşve ve inşirahıyla bu serencâmenin finalini yaşamaları olmuştu. Herkes bu derin sevincin mest ü mahmuru oladursun, Yusuf Nebi (aleyhisselâm) o esnada kâmil insanların her zaman yapageldikleri farklı bir mülahaza ile ebedî mihrabına yönelerek içindekileri şöyle seslendirdi: “Rabbim, Sen bana hakimiyet ve iktidar lütfettin; te’vîl-i ehâdîsi talim buyurdun; ey yerleri-gökleri baş döndüren bir ahenk içinde yaratan Rabbim!.. Dünya ve ukbâda yardımcım ve velim Sensin; Sana tam teslim olmuş bir Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kulların arasına ilhak buyur.” (Yusuf Sûresi, 12/101) Bu niyazla soluklandı ve dünyanın, dünyaperestlerin bir aldanmışlık içinde bulunduklarını vurguladı.

Zannediyorum, işin en can alıcı yanlarından birisi, onun bu mülahazalarıydı. Vazife ve misyonunu eda ettikten sonra ‘dünya ve mâfîhâ’yı elinin tersiyle iterek, Fuzulî ifadesiyle,

Canımı Canan isterse minnet canıma,

Can nedir ki kurban etmeyeni onu Cananıma.”

veya

Canımı Canan istemiş, vermemek olmaz ey dil!..

Ne niza eyleyelim, o ne şenindir ne benim.”

dercesine Canlar Canına yönelmek. İşte hep ebedî mihrabına müteveccih yaşamış bir kalb ve ruh insanı ve bir abide şahsiyetin imrendiren tavrı…

Şimdi birkaç cümle ile de, ömrünü Medyen ve Eyke arasında gel-gitle geçiren Şuayb Nebi’den ve onun, kavminin ilhad u inkârı ve nizam-mizan tanımazlığı karşısındaki dik duruşu ve iç enginliğinden bahsetmek istiyoruz. Tefsirlere göre Şuayb (aleyhisselâm), Hazreti Musa’yı himaye eden ve onu kızıyla evlendiren o sâlih insandır. Nübüvvet gözüyle keşfeder önemli bir misyon abidesini ve senelerce yanında tutar evladı gibi. Cenab-ı Hak bir nebiye bir nebi namzedini emanet eder, o da bu emanetullahı seve seve bağrına basar.

Umum nebiler gibi Şuayb (aleyhisselâm) da her şeyden evvel insanları Allah’a iman etmeye çağırıyor; bir de bu önemli misyonun yanında içtimai ve iktisadi spekülasyonlarla mücadele ediyor, vahyin nur ve ziyası altında Allah’ın murad-ı sübhânîsine göre toplumda içtimai adaleti tesis etmeye çalışıyordu. Hazreti Nuh dönemi âsileri, Hazreti Hud zamanı sergerdanları ve Hazreti Salih devri azgınları gibi onun kavmi de onu inkâr, temerrüt, alay ve istihza ile karşılıyordu. Dahası, o yüce nebiyi kendi batıl inançlarına girmeye zorluyorlardı. 0 ise bir nebi metanet ve celâdetiyle bunlara karşılık veriyor; diğer enbiya-i ızâm gibi, “Ben bu vazife karşılığında sizden bir ücret talep etmiyorum!..” deyip bir hak eri olarak dünyaya bakışını ortaya koyuyordu. Onlar inanmayıp hafife alsalar bile o, -âdet-i İlâhiyede- ki değişmez kanun zaviyesinden- Allah’ın kahr u tedmîrini hatırlatmayı da ihmal etmiyordu.

Şuayb aleyhisselâm’ın onları Hakk’a ve ebedî saadete çağırmasına karşılık mütemerrit yığınlar, değişik baskılarla -geçmişte ve günümüzde de olduğu gibi- onu o çarpık ve bâtıl inançlarına girmeye zorlayıp duruyorlardı. Buna karşılık nebinin cevabı belliydi: “Allah bizi sizlerin o bâtıl dininize sapmaktan kurtardıktan sonra -Allah göstermesin- dönüp sizin o din dediğiniz şeye girecek olursak, Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Bu itibarla da bizim, o dediğiniz şeye gelmemiz kesinlikle söz konusu değildir. Olmuş ve olacak şeyler mevzuunda Rabbimizin ilmi her şeyi muhittir. Biz yalnız Allah’a dayanır ve yürekten O’na inanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasındaki hususlarda o âdil hükmünü ver ve bizi fütuhat-ı Sübhâniyenle lütuflandır. Bu hayırlı fütuhatı yapacak yalnız Sensin, Sen.” (Araf Sûresi, 7/89) diyor ve onları başlarına gelmesi mukadder belaya havale ediyordu.

Bir gün, bu niyazlar ve içten içe sızlanmalar gider gayretullaha dokunur ve -hep olageldiği gibi- tiranlar, tiran bozmaları da hak ettikleri belayı bulurlar. Onlar kahr u tedmîrle yerle bir edilir; Hak’la beraber olma mazhariyetini paylaşanlar da kurtuluş sevinciyle beraber kahrolup gidenlerin acısını derinden derine duyarak doğru bildikleri yollarında yürürler Hak maiyetine doğru.

Dünden bugüne âdet-i sübhâniye hiç değişmemiştir. Mazlum ve mağdur iniltilerinin yanında zalim ve tiran hırıltıları da devam edegelmiştir. Bir gün bu ah u efgân varıp gayretullah ufkuna dayanınca da müstebit ve mütehakkimler gidip kendi kazdıkları kuyuya düşmüş, hep Hak deyip duran temiz vicdanlarsa onlardan çektiklerini unutarak onlar için inleyip durmuşlardır.

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2018-Mayıs sayısında neşredilen başyazıdır.

 

Metafizik Âlemin Üveykleri ve Beklenen Diriliş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnsanın maneviyata ve metafizik âlemlere açılabilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı insanlar, maddiyatı her şey gördüklerinden dolayı manaya ve metafiziğe karşı kapalı bir hayat yaşarlar. Bu kişilerin maneviyata kapalı kalmasında fıtratlarının belli bir tesiri olsa da, asıl üzerinde durulması gereken husus onların bu konuda ciddi bir azm u ceht ortaya koymamaları, iradelerinin hakkını vermemeleridir. Esasında inanıyorum dese de, maddiyata gömülmüş, aklı gözüne inmiş insanlar, düşünceleri ve kanaatleri itibarıyla kendi elleriyle kendilerini ciddi bir darlığa mahkûm etmiş olurlar. Mesela onlar, değişik asırlarda yalan söylemeleri ihtimalinin olmadığı güvenilir insanlar tarafından nakledilen binlerce diyebileceğimiz keramet türü hadiselere inanmazlar. Hatta bazıları, rivayetlerin sağlamlığından dolayı kabul etmeye mecbur kalsalar da mucizeleri bile kabul etmek istemez, onları kendilerince değişik tevillerle maddi sebeplerle izah etmeye çalışırlar. Düşünce dünyalarını maddiyatla sınırlandırmış bu kişiler zamanla eşya ve hadiselerin metafizik yönünü anlama istidat ve kabiliyetlerini de köreltmiş olurlar. Bunun neticesinde eşya ve hadiselerin arka yüzünü göremez, şer gibi görünen hadiselerin ihtiva ettiği hikmetleri kavrayamaz ve te’vil-i ehadise vâkıf olamadıklarından dolayı da hadiselerin cereyanındaki değişik manaları anlayamazlar.

Hadiselerin Arka Yüzü ve Hikmetin Dili

Hâlbuki hadiseler, meydana geliş keyfiyetleri itibarıyla tıpkı birer âyât-u beyyinât (apaçık ayetler) gibi insanlar için farklı farklı manalar ihtiva eder. Fakat bunu görebilmek için insanın, evvela hadiselere latife-i rabbaniyesiyle bakması ve terkipçi bir kabiliyete sahip olması gerekir. Başka bir ifadeyle insan, şer’î emirleri olduğu gibi tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

“Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır. Şayet insan, hayatını süzerek yaşasa, zihnine gelen, gözüne takılan, ihsas ve ihtisaslarına çarpan hadiseleri bütüncül bir nazarla değerlendirmeye tabi tutsa bu hadiselerden ve bunlar arasındaki bağlantılardan çok derin manalar çıkarabilecektir. Aynı şekilde insan, kâinatta zerre kadar tesadüfe tesadüf edilmediğini her bir hadiseyle bir kez daha ayne’l-yakîn müşahede edecektir. Fakat bazı felsefecilerin yaptığı gibi hadiseleri münferit mütalaaya alacak olursa, o zaman da kâinattaki her bir harfin altında yatan Allah’a iman mefhum ve mazmununu göremeyecektir.

Bu açıdan maneviyata açılması için insanın, iradesinin hakkını vermesi, hadiseleri iyi süzmesi ve daha baştan hiçbir şeyin manasız olmadığına inanması gerekir. Öyle ki insan elinden düşen ve kırılan bir bardağın bile “te’vil-i ehadis” açısından mutlaka bir manasının olduğunu bilmeli ve o bardağın kırılmasının ifade ettiği mana ve mesajı anlamak için üzerinde düşünmelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın bu bakış açısı, hadiseler karşısında tefe’ül ve teşe’ümlere girerek biriyle şımarma diğeriyle de ümitsizliğe kapılma demek değildir. Bilakis her bir hadisenin kendi diliyle anlatmak istediği bir mananın olduğunu kavrama demektir.

Metafizik Âlemlere Açılmanın Sırlı Anahtarı: Dua

Varlığın metafizik buudunu görebilmek için ikinci olarak insanın, ibadet ü taat yoluyla nazarî olan bilgilerini derinleştirmeye çalışması gerekir. Hiç şüphesiz en önemli ibadetlerin başında dua gelir. Çünkü o, Allah’a karşı halis bir ubudiyetin ad ve unvanıdır. Dua, sebepler üstü bir ibadet olduğu için, insanı sebepler üstü ufka ulaştırmada en önemli merdivendir.

Peki, insanın duada Allah’tan isteyeceği en önemli ve en büyük talebi ne olmalıdır?

Mesela biz, sabah akşam dualarımızda, اَلَّلهُمَّ اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ diyor ve Cehennem’den azat olma, Cennet’e kavuşma arzumuzu dile getiriyoruz. Cehennem’den uzak kalma ve Cennet’e girme hakikaten bir insan için çok önemli hadiselerdir. Fakat işin doğrusu insanın, bunlardan daha öte, istemesi gereken bir talebi olmadır: O da, Allah’ı doğru bilmeyi ve hiçbir zaman O’ndan gafil olmamayı taleptir.

Evet, insanın derin bir konsantrasyon ve şuurla dualarında elde etmek istediği en yüksek gaye bu olmalıdır. Öyle ki insan ellerini kaldırdığında her defasında öncelikle O’nun marifet ve rızasını istemeli ve bu isteğinde öyle ısrarcı olmalıdır ki, O’ndan gelen letaifin, ellerinin içinde karıncalanma meydana getirdiğini duymalı ve âdeta bir şeylerin yağdığını hissetmelidir. Tepeden tırnağa böyle bir gerilimi yakaladığında insan gönlünü yırtarcasına, şakaklarını zonklatırcasına, “Allah’ım, imanımı, marifetimi, muhabbetimi artır. İştiyakınla beni mest et. İçimi aşkınla doldur. Beni yolunun delisi eyle.” demelidir.

Siz hele geceleri bir kalkın ve samimi bir kalble bin defa Allah’tan bunları isteyin. Bakın o zaman Allah (celle celâluhû) nasıl fizik perdelerini yırtıyor, size yeni metafizik ufuklar açıyor ve siz de Allah’ın izni ve inayetiyle ruh ötesi âlemlere muttali oluyorsunuz. Unutmamak gerekir ki, kim bir şeyin arkasına düşer ve bu mevzuda ciddiyet gösterirse, arzuladığı şey kendisine lütfedilir. Ellerini arkasına bağlayıp müstağni bir tavırla “Veriyor musun, vermiyor musun!” diyen bir dilenciye kimse iltifat etmez ve bir şey vermez. Aynen öyle de insanın duasının kabul edilmesi; Allah’a tam bir teveccühle yönelmesine, başını O’nun eşiğine koymasına, ısrarla kapının tokmağına dokunmasına ve dualarına icabet edileceğine inanmasına bağlıdır.

Fakat dua, mü’min için bu kadar önemli olmasına rağmen üzülerek ifade etmek gerekir ki, günümüzde millet-i İslâmiyede en az alâka gören ibadet duadır. Maalesef o, çoktan şekil ve formatlara feda edilmiş durumdadır. Hatta camilerdeki dualar bile, ülfet ve gaflet ağında şekle kurban edilmiştir.

Bu ifadelerimizden, camileri ağzına kadar dolduran insanların yaptıkları ibadetlerin, ettikleri duaların kabul edilmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Hâşâ ve kellâ! Allah (celle celâluhû) en küçük ameli bile bir mü’minin lehinde değerlendirir ve zerre miktar dahi olsa onu mükâfatlandırır. Fakat unutmamak gerekir ki, bir insan değer verdiği şeyin kıymetiyle doğru orantılı olarak bir değer ifade eder. Siz dünyalık bir mala, bir köşke, bir villaya değer veriyorsanız, kendi değerinizi ona bağlamış olursunuz. Cennet’e değer veriyorsanız, Cennet kadar bir değeriniz olur. Fakat siz kulluğunuzu ve isteklerinizi, Allah’ın aşk u iştiyakına bağlamışsanız, O, namütenahi olduğu için, siz de namütenahi bir enginliğe ulaşırsınız.

Şayet siz, tesbih, tahmid ve tekbirlerinizle O’nu yüceltiyor, “Allah’ım kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senalar olsun.” diyerek bunu içinizde duyabiliyor ve O’nu her anışınızda ürperiyorsanız, Allah nezdinde de yeriniz odur. Zira hadis-i şerifin ifadesiyle, nezdinizde Allah’ın yeri ne ise, Allah nezdindeki yeriniz de odur. Bu açıdan, sizin O’na ne kadar kıymet atfettiğiniz, O’nu ne kadar düşündüğünüz, O’nunla ne kadar oturup kalktığınız, O’nu ne kadar hecelediğiniz ve O’nunla ne kadar alâkadar olduğunuz çok önemlidir.

Metafiziğe Kapalı Değil, Kendini Metafiziğe Kapatan İnsan Vardır

Bir insan, bu ölçüde bir cehd ü gayret göstermeden de Allah ona ekstradan değişik mazhariyetlerde bulunabilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat objektif ve esas olan ölçü, insanın iradesinin hakkını vermesidir. Zira Cenâb-ı Hak; وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى  “İnsan için ancak sa’y u gayreti vardır.” (Necm sûresi, 53/39) buyurmuştur. Mefhum-u muhalifiyle ifade edecek olursak âyetin manası “insana çalışmasının, iradesinin hakkını vermesinin ve Allah yolunda koşmasının karşılığından başka bir şey yoktur” demektir.

Bu açıdan, “Ben, metafizik mülâhazalara açılamıyorum. Misal âlemini bilmiyorum. Hadiseleri bütüncül bir nazarla göremiyor, onlar arasında bir irtibat kuramıyor ve bir senteze ulaşamıyorum.” diyen bir insan öncelikle, bu konuda yapılması gerekli olan şeyleri yapıp yapmadığına bakmalıdır. Acaba böyle bir insan, farzları edadaki dikkatinin yanında peşi peşine hiç aksatmadan kırk gün teheccüd namazına kalkmış ve ardından alnını yere koyarak istenilmesi gereken hususları O’ndan istemiş midir? Bunu yapmayan bir insanın, maneviyata verdiği değer de o kadar demektir. Dolayısıyla bu şahsın maneviyat ufku da ona göre olacaktır. Öyleyse bazı kimselerin maneviyata kapalı oldukları doğru olsa bile, onları bu kapalılığa Allah mahkûm etmemiştir. Bilakis onlar kendi kendilerini maneviyata kapamışlardır. Daha doğrusu, metafizik âlemlere açılma adına yapılması gerekenleri yapmadıklarından, bu mevzuda iradelerinin hakkını vermediklerinden ötürü maneviyata kapalı kalmışlardır.

Soruda yer almasa da, son olarak, konuyla alakalı bir hususu ifade etmek istiyorum: Başlamış olan ve şu an itibarıyla bütün yeryüzüne ümit vaad eden bu diriliş bezminin devam etmesi ve oturtulacağı zemine oturtulması, maddi ve şer’î ilimlerle beraber maneviyata ve metafiziğe açık yetkin insanların eliyle gerçekleşecektir. Evet, fizik ve metafiziğin birleşik noktasında, bu âlemlerin gereklerini de yerine getirebilecek donanımda irade insanları yetiştirebildiğiniz takdirde, Allah dostu olan ve O’nu her şeye tercih eden o maneviyat kahramanlarının eliyle insanlık yeni bir bahara uyanacak, dünyanın çehresi bir kez daha gülecek ve yeryüzü bir baştan bir başa yeni bir dirilişe şahitlik edecektir.