Posts Tagged ‘terör’

İbnü’l-Vakt

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Zengin geçmişten istifade ederek meçhul geleceğe dair plan ve projeler yapan günümüz nesillerinin, içinde yaşadıkları zamanın şartlarına uygun adımlar atabilmeleri, yani “ibnü’l-vakt” olabilmeleri adına dikkat etmeleri gereken sorumluluklar nelerdir?

   Cevap: Özellikle sofilerin kullandığı bir tabir olan ibnü’l-vakt, sözlük anlamı itibarıyla “zamanın çocuğu” demektir. Sofiye ıstılahında ise, Kur’ân ve Sünnet’e vukufunun yanında kendi dönemini de çok iyi kavramış, tekvinî emirleri çok iyi okumuş, eşya ve hâdiseleri hallaç etmiş insanlar için kullanılır. Farklı bir ifadeyle ibnü’l-vakt, eşya ve hâdiselere bütüncül bir nazarla bakan, insan, varlık ve Allah arasındaki münasebeti çok iyi kavrayan kimse demektir.

Teşriî emirlerin yanında tekvinî emirleri de çok iyi bilmeyen, kendi döneminde yaşanan olaylardan, meydana gelen gelişmelerden habersiz olan bir kimsenin, Kur’ân’ı yaşadığı dönemin şartlarına uygun anlaması ve yorumlaması mümkün değildir. Kendi dönemini, kendi zamanında olup biten hâdiseleri iyi anlayan bir kimse, Kur’ân’ın bıraktığı açık uçları, yani içtihat ve istinbata açık alanları değerlendirerek içinde yaşadığı çağa uygun yorumlar ortaya koyabilir. Esasında ibnü’l-vakt olan kimselere düşen önemli vazifelerden biri de budur.

Biraz daha açacak olursak, ibnü’l-vakt olmaktan anlaşılan birinci mana, insanın, kendi çağının bilim ve teknolojisine vâkıf olmasıdır. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik gibi pozitif bilimlerde çağının birikimini elde etmesidir. Onlarla İlâhî Kelam arasındaki mutabakatı yakalaması, özellikle onun ilmî hakikatlere bakan âyetlerini modern bilimlerin imkânlarıyla yorumlayabilmesidir.

İkinci anlamı ise, insanın içinde yaşadığı dönemin kültür ve medeniyetine muttali olması, sosyal hâdiseleri doğru okuması, farklı ideoloji ve akımları yakından tanıması, mevcut algı ve fikirler hakkında bilgi sahibi olmasıdır.

Günümüz Müslümanları ister fen bilimlerinde isterse sosyal bilimlerde olsun mutlaka çağın birikimini elde etmeli ve tutmaları gerekli olan yeri tutmalıdırlar. Aksi takdirde başkaları onları tutarak ayaklarına bir pranga, boyunlarına da bir tasma takarlar. Dolayısıyla onlar da vesayet altında yaşamak zorunda kalırlar. Bu yüzden çağın bilim ve teknolojisini kendi mefkûremiz adına çok rantabl kullanma mecburiyetindeyiz. Bu, elbette birden gerçekleşecek bir hedef değildir. Fakat günümüz dünyasını iyi okur, doğru tespitlerde bulunur, şimdiden değişik alanlarla alakalı uzmanlar yetiştirir, laboratuvarlar kurarsak elli sene sonra mesele çok farklı bir yere varabilir.

   Terör ve Şiddet Eylemleri

Kendi çağını doğru okumayı başaramayanların, çağın problemlerini çözebilmesi mümkün değildir. Bilakis onun çözüm adına ortaya koyacağı her teşebbüs daha farklı dengesizlik ve problemlere sebep olacaktır. Belki de yapmış olduğu işlerle İslâm’a hizmet edeyim derken ona en büyük zararı verecektir.

İnsanın dini, vatanı, ülkesi, nesli, geleceği adına mücadele etmesi bir esastır. Hatta düşman kapıya dayandığında gerekirse sahip olduğu bu mukaddes değerleri koruma adına düşmanla yaka paça olur ve bu uğurda malını da canını da vermekten kaçınmaz. Fakat çok güçlü ve çok tahripkâr silahların üretildiği bir dönemde siz kalkar da hak arama iddiasıyla veya bir kısım eften püften sebeplerle ona buna kafa tutar, başkalarını tahrik eder veya sınır ihlâllerinde bulunursanız kendi idam fermanınızı imzalamış olursunuz.

Şiddet ve terör eylemlerine teşebbüs edenlerin, canlı bombalarla çoluk çocuk demeden masum insanların canına kıyanların, başka din mensuplarının ibadethanelerine saldırıp kutsallarına saygısızlık yapanların İslam’ın ortaya koyduğu temel değerlerle bir alakalarının olduğu söylenemez. Bu tür eylemler İslâm’ın ruhuyla taban tabana zıt olduğu gibi, günümüzde öne çıkan demokratik değerleri ve insanî oluşumları da baltalama demektir. Bu tür dengesizliklerin bir sebebi İslâm’ı doğru anlayamamaysa diğer bir sebebi de dünyadaki gelişmelere bütüncül bakamamadır.

Evet, bu tür terör ve şiddet eylemlerinin ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te yeri yoktur. Bu tür densizlikler içine girenler, mektep bitirseler de, bir davaya sahip çıktıklarını iddia etseler de İslâm’dan habersiz yaşıyorlar demektir. Bunlar hem Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hem de O’nun sadık temsilcileri olan Hulefa-i Raşidin efendilerimizin takip ettikleri yol ve yönteme terstir. Yezid, Haccac ve Seffah gibi kimselerce pek çok zulüm ve haksızlıkların yapıldığı dönemlerde dahi hiçbir kural kaide tanımayan, kadın, çoluk çocuk ayırt etmeyen şiddet eylemlerine onay veren olmamıştır.

Aynı şekilde mesela altı asırlık Osmanlı tarihinde acaba bir kilise yakma olayı olmuş mudur? Onlar ne zaman havraları yerle bir etmişlerdir? Ne zaman diğer din mensuplarının kutsal kabul ettikleri değerlere saldırmışlardır? Fatih Sultan Mehmet’in elinde güç ve kuvvet olduğu halde, Ayasofya kilisesini kendi hazine-i hâssasından satın aldığı ve sonrasında camiye çevirdiği rivayet edilir. Daha sonraki dönemlerde de cemaati kalmayan bazı kiliseler camiye çevrilmiştir. Fakat biz yakılan, yıkılan bir kilise bilmiyoruz. Birçok kilisenin o günlerden günümüze ulaşması da bunun delilidir.

   Başkalarının Kutsallarına Saygı

Kudüs’ün fethi esnasında Hz. Ömer’le kilise babaları arasında yaşanan şu hâdise başka din mensuplarının ibadethanelerine saygılı olma konusunda başka söze hacet bırakmaz:

Kudüs’ün fethinden sonra kilise babaları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını ancak halifeye teslim edeceklerini söyleyince, Hz. Ömer hizmetçisiyle birlikte onları teslim almak üzere Medine-i Münevvere’den yola çıkar. İki bineğin israf olacağını düşünerek tek bir binek alır ve buna sırayla binerler. Mescid-i Aksa’ya yaklaştıkları zaman bineğe binme sırası hizmetçiye gelir. Uzun yolculuktan dolayı Hz. Ömer’in elbiseleri de yırtık ve yamalı vaziyettedir. Kilise babaları onun bu halini görünce, “İşte bizim kitaplarımızda vasıflarını okuduğumuz şahıs budur.” diyerek anahtarları ona teslim ederler. Namaz vakti girdiğinde Patrik, Hz. Ömer’e namazını mescidin içinde kılabileceğini söyler. Fakat o, “Şayet ben burada namaz kılarsam, benden sonra gelen Müslümanlar halife namaz kıldı diye burayı mescit yaparlar ve siz kilisenizde ibadet edemezsiniz.” diyerek bu teklifi reddeder, dışarıda bir yerde namazını eda eder.

Bu nasıl bir anlayıştır! Aradan bin dört yüz sene geçmiş olmasına rağmen bugün insanlığın böyle bir ufka sahip olduğu söylenebilir mi? İşte Müslümanlığı gerçek derinliğiyle anlayanlar, dünyayı, sosyal yapıları, toplumsal değişimleri doğru okuyanlar onlardır. Bu sayededir ki insanlığa gerçek bir huzur dönemi yaşatmışlardır.

Evet, kim hangi gerekçeyle terör ve şiddet eylemlerine tevessül ederse etsin, büyük bir yanlış içindedir. Radikal terör örgütlerinin, ne istiklal mücadelesi verme iddiaları, ne ellerinden alınan hakları geri alma düşünceleri, ne de kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları cezalandırma niyetleri terör ve şiddet olaylarını meşru gösteremez. Gayrimeşru yollarla verilen bir istiklal mücadelesi, istiklali ayaklar altına alma demektir. Hakkı ikame adına yapılan kaba saba hareketlerin hakkı çiğneme olduğunda şüphe yoktur. İslâm’a, insanlığa ve evrensel değerlere aykırı bu tür hareketlerin düşmanlığa kilitli bir kısım odakların ekmeğine yağ süreceğini de unutmamak gerekir. Onların istediği de budur. Aşırı ve dengesizce tavırlar onların işini kolaylaştıracak; işgal ve müdahalelerinin önünü açacaktır.

   Vahşet ve Şiddet Sarmalı

Öte yandan bir yerleri yakma yıkma, masum insanların canına kıyma, toplum düzenini alt-üst etme gibi şiddete dayalı eylemlerin gelecek nesillere kin, nefret ve intikam hisleri miras bırakacağı da göz ardı edilmemelidir. Bugünün Müslümanlarına düşen vazife, yeni yeni kavgaların fitilini ateşlemek değil, var olan kin ve nefretleri toprağa gömme ve bir daha dışarı çıkmaması için üzerine kocaman kayalar yerleştirmedir. İnsanlığı sevgi etrafında bir araya getirmenin, umumî bir sulh atmosferi oluşturmanın bundan başka çıkar yolu yoktur.

Radikalizm ve şiddete başvurmak suretiyle problemlerine çözüm arayan Müslümanlar, maalesef İslâm hakikatini doğru anlayamadıkları gibi çağlarını da doğru okuyamıyorlar. Yapmış oldukları şenaat ve denaetlerle Müslümanlık adına çok kötü bir imaj oluşturuyorlar. Var olan İslâm düşmanlığını daha da büyütüyor, Müslümanlar hakkında yaşanan paranoyaları daha da derinleştiriyor, İslâm dünyası hakkındaki negatif algıları daha da güçlendiriyorlar. Vahşet, vahşet doğuruyor, şiddet, şiddete sebep oluyor.

Kur’ân aklîliği ve siyer felsefesi ile telif edilmesi mümkün olmayan her hareketin, aleyhimize döneceğini çok iyi bilmeliyiz. Eğer ibnü’l-vakt, ibnü’z-zaman olmak istiyorsak çok dengeli ve çok sabırlı olmak, hilm ile hareket etmek zorundayız. Dengesizce tavırlarla yeni bir kısım problemlere sebebiyet verme bir yana; bugüne kadar gözü dönmüş bir kısım canilerin sebep oldukları yırtık ve gedikleri tamir etmenin de bize düşen bir sorumluluk olduğunu unutmamalıyız. Gittiğimiz her yerde, karşılaştığımız her insana Müslümanlığın şiddet dini olmadığını, hiçbir şekilde teröre prim vermediğini anlatmak zorundayız.

***

Not: Bu yazı 26 Kasım 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

BAMTELİ: DİRİLİŞ, YÜKSELİŞ VE ÂSÂYİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Musibetlerden kurtuluş, içtimâî yükseliş ve huzurun temini için mesâîlerin tanzimine, yapılacak işlerin doğru taksimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtacız!..”

Üstad Bediüzzaman hazretleri, terakkî ve âsâyişin vesilesi olarak birkaç hususa dikkat çekiyor: Önce, “mesâîlerin tanzimi” diyor. İnsan, hayatını bir nizam içinde geçirmeli; yatma zamanı, ailesi ile meşgul olma zamanı, çocukları ile meşgul olma zamanı… Hayatı için medâr-ı maişet temini adına çalışacağı zaman olarak da ona göre bir şey ayarlamalı. Bir muallim ise şayet, zamanının bir kısmını o mevzudaki vazifesine ayırmalı, bir kısmını kitap okumaya ayırmalı; boş zamanlarını başbaşa vererek, kafa kafaya vererek bir kısım ulvî mesâili müzakere etmeye ayırmalı… Ne yapacağını bilerek yürümeli bu yolda; çünkü karambole yola çıkan insanlar, yolda bir engele takılır kalırlar! Ne yapacağını bilerek hayatını sürdürmeli; âdetâ bir anayasa nizamnâmesi gibi yazmalı; “Tamam ben, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım!” demeli; hayatını ona göre tanzim etmeli. Üzerinde başlı başına durulacak derince bir mevzu, mesâînin tanzimi.

İkinci olarak, “a’mâlin taksîmi” diyor. Kim ne yapacak?!. Kim hangi mevzuda daha başarılı olacaksa, o mevzuda, ona göre hareket etmek lazım. Burada “îsâr” duygusunun da -esasen- nazar-ı itibara alınması iktiza ediyor. Hani öyle bir meseleyi düşünürken, şu da hatırda tutulmalı: Enbiyâ-i ızâm “Benim yerime sen gel!” filan diyemez; çünkü onlar, o ağır vazife ile muvazzaftırlar; ondan kaçmaları da olmaz, mümkün değil. O, hem bir vazifedir, hem yüksek bir pâyedir, hem de kaçılması imkânsız olan bir sorumluluktur. Hafizanallah, ondan kaçmak, Allah’tan uzaklaşmaktır. Dolayısıyla -mesela- Allah Rasûlü “Benim yerime sen gel, bu vazifeyi sen yap yâ Ebâ Bekir, yâ Ömer, yâ Osman!” diyemez. Kendisi ne kadar mütevazı olursa olsun, misyonu icabı o vazife O’na aittir. Ama O’nun dışındaki insanlar, en önemli vazifelerde, başkalarını kendi nefislerine tercih edecek kadar îsâr ruhu ile hareket etmelidirler. “Bu, imamlık yapabilir. Bu, müezzinlik yapabilir. Bu, belediye başkanlığı yapabilir!” demeli ve o insanları kendilerine tercih etmelidirler.

Tabii halkın da bu mevzuda basîretine ihtiyaç vardır. Arz etmiştim daha evvel: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: “Ey cemaat, siz, ‘müntehib’ (seçensiniz); ben ise, ‘müntehab’ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; ‘müntehabün ileyh’tir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de ‘intihap’ (seçim) denir. İntihap ise ‘nuhbe’den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Evet, toplum, o ölçüde basîretli ise, o işi taksim etme mevzuunda da kim, nereye konacaksa şayet, onu oraya koyar, rahatlıkla. Bilemedikleri zaman, öyle bir tanesini seçerler ki önlerine, o kendinden başka bir şey düşünmez; dünyasını -bir yönüyle- Kârûn gibi yapmaktan başka bir şey düşünmez. Sizin değerlerinizi ve kalben değer atfettiğiniz şeyleri de o mevzuda kullanarak, suiistimal ederek, sizin hissiyatınız ile oynar, sizin saygı duygularınız ile oynar, onları kendi hesabına, dünyası hesabına kullanır. Bu açıdan o mevzuda “intihap” da çok önemli bir şeydir.

   Birlik ve beraberlik Allah’ın başarılı kılmasının en önemli vesilelerindendir; hem kavlî hem fiilî duada kalblerin aynı mülahaza ve gayretlerle atması da birlik ve beraberliğin hem semeresi hem de göstergesidir.

Üçüncüsü “teâvün düsturunun teshîli” diyor. “Tefâ’ül” kipinden gelmesi itibarıyla, birbirinize her hususta yardımcı olmanızı vurguluyor. El ele olursanız, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin en büyük vesilesidir!” Eller, hep birlikte Cenâb-ı Hakk’a doğru kalkarsa şayet, Allah, o elleri boş çevirmez. Ellerinizi kaldırdığınız zaman, hep aynı duygu, aynı heyecan ile aynı şeyleri istemelisiniz. Ezcümle, şöyle demelisiniz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ؛ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِّينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمَحْبُوبِينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini, İslam dinini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîb’inin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından eyle. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz Rabbimiz!..” Şimdi bu, Cenâb-ı Hakk’a karşı vazifelerimiz mevzuunda yapmamız gerekenlerden.

Bir diğer taraftan da bazılarımız bazı şeyleri çok iyi biliriz; ya yetiştiğimiz kültür ortamı itibarıyla veya kabiliyet ve donanımlarımız itibarıyla ya da nöronlarımızı çalıştırmamız itibarıyla daha engin düşünceye sahibizdir. Biz o düşüncelerimizi başkalarının da o ufka ulaşmaları istikametinde kullanmalıyız, onlara yardımcı olmalıyız.

Bakın, bir taraftan, dua birliği; zira vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin vesilesi. Bir diğer taraftan da insanların fikren ve ruhen inkişaf etmeleri adına, varsa inkişaf etmiş bir dimağınız şayet, o inkişaf yollarını onlara göstermek suretiyle, onların da o ufka ulaşmalarını, hatta gelip sizi geçmelerini arzu etme… Sizi geçmelerini de arzu etme; çünkü “îsâr ruhu”, onu gösteriyor. Mü’minde îsâr ruhu… Her hususta, başkalarını kendine tercih etme; îsâr ruhu.

Bir diğer yanı bu meselenin: Mesela mektepte okuyorsunuz; arkadaşlarla sınıf geçmek için çalışıyorsunuz. Bazılarınızın o mevzuda kabiliyetleri iyidir, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, aile yapısı itibarıyla, bazı temel bilgileri vardır. Bu temel bilgileri itibarıyla orada gördüğü dersleri daha iyi kavrar, daha güzel sentezler yapar, daha güzel analizlere muvaffak olur. Bence o kabiliyet ve donanımını, hemen arkadaşları ile paylaşmalı, onların da o seviyeye gelmesi için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bakın, talebelik seviyesinde… Bu da yine bir îsâr ruhu aksettiriyor; başkalarını da aynı zamanda kendi seviyesine getirme, tercih etme meselesi.

Bir adım daha ileriye atalım bu mevzuda. Kariyer yapıyoruz; master yapıyoruz, doktora yapıyoruz, profesör olmak için çalışıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın kompoze kabiliyetleri çok fevkaladedir. Bazı arkadaşlarımız kütüphaneleri çok iyi bilirler; Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kütüphane faresi” gibidir onlar. O fihristleri öyle ezbere bilirler ki; hangi mevzu, hangi konu, nerede, nasıl işlenmiş, onu bilirler. Birisi bir vazifeyi almıştır üzerine ama kaynakları o ölçüde bilmiyordur. O kompoze kabiliyeti olan arkadaş, “Bu mesele şöyle ifade edilir!” demeli, ona destek olmalı. On seneyi, üç seneye indirmeli; doktora yapıyorsa iki seneye indirmeli, buna kanun ve mevzuat müsaade ediyorsa şayet. Bazıları da işte böyle mahzen-i kütüphane faresi gibidir, bütün kitapları bilir; “Arkadaş, senin araştırdığın bu mevzu, falan kütüphanede, filan yerde, şu fihrist içinde. Buna baktığın zaman, ona ulaşacaksın!” demeli. Bazıları da ona o meselenin nasıl sunulacağını öğretmeli. Hocaların durumuna göre, hocalara karşı tavrı açısından, ufkunu açmalı, gözünü açmalı, o mevzuda yine o teâvün düsturunu işletmeli, ona yardımcı olmalıdır.

Bu karşılıklı yardımlaşma, kelimenin yapısında da vardır. “Teâvün”; te-‘â-ve-ne / ye-te-‘â-ve-nü / te-‘â-vü-nen (تَعَاوَنَ – يَتَعَاوَنُ – تَعَاوُنًا) kökünden, “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ الْإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) “en az iki veya daha çok kişinin bir işi beraber, karşılıklı yapmaları, çoğunluğun müşterek bir iş etrafında bir araya gelerek düşüncelerini paylaşmaları” demektir. Bu şekilde düşünce paylaşmak suretiyle, o yardımlaşma düşüncesini paylaşmak suretiyle, bir yönüyle, bir iken, binler gücüne, binler kuvvetine ulaşmak mümkündür Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Hazreti Üstad dördüncü olarak “mabeynlerindeki emniyetin tesisi” diyor. Birbirimize fevkalade güven duyma… O, “Falan, benden daha güvenli bir insandır, hakikaten!” Bu da gördüğünüz gibi îsâr ruhu barındırıyor; bunların bazısında bir damlacık, bazısında bir bardak, bazılarında bir fincan, bazılarında bir kâse îsâr meselesi var. Birbirimize güvenirsek şayet, işte o zaman o kuvvetler bir araya gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Vifâk ve ittifak da olur, suizanna düşmeyiz birileri hakkında ve günaha girmeyiz. Aynı zamanda diğer insanların kuvvetlerini de yanımıza alırız; kuvvetimize kuvvetlerini inzimam ettiririz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir insanın yapacağı şeyi, bin insanın yapacağı şey hale getiririz, mâbeynimizdeki o münasebeti sağlam bir zemine oturtursak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi bu da çok önemli bir mesele: Birbirimize güven duyma ve suizanna kapılmama.

Belki çok defa suizanna kapılabiliriz. Tavırları ve düşünceleri ile suizan ifade eden bazı kimselerden kuşku duyuyorsak şayet, test etme imkânı vardır. Küçük bir dairede, evvela onu bir test ederiz; bakarız ki, sınıfı geçti orada, daha bir üst dairede, kalbimizin daha bir derin yerinde, “Şurada da oturabilirsin!” deriz. Bakarız ki hakikaten oranın da hakkını verdi, “Tamam, kalbimizin göbeğine de otağını kurabilirsin!” falan deriz. Baktık ki oranın da hakkını veriyor, “Yahu sen, benim -âdetâ- gönlümde de oturabilirsin!” deriz. Misal olarak arz ediyorum bunu. Hizmet’te de öyle: Şurada istihdam ettiniz, baktınız ki başarılı oldu, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede… Onu belli bir yere getirir koyarsınız böylece. Bir taraftan “hüsnüzan” bir taraftan da “adem-i itimad”a binaen, az kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız şayet, suizanna düşmeden, aynı zamanda test ede ede bir insanı bir noktaya ulaştırırsınız. Ve dolayısıyla bir yüksek kabiliyetin kabiliyetlerinden sizin de, toplumun da istifade etmesine zemin hazırlamış olursunuz.

   Allah Rasûlü’nün Attığı Temel, Hazreti Ebu Bekir’in Üstün Başarısı, Bediüzzaman Hazretleri’nin Firâseti ve Kürt Meselesi

Esasen şimdiki bu “kıpkızıl musibet dönemi” çok şiddetli ama biz o musibetin turuncusunu da gördük, morunu da gördük, pembesini de gördük, mavisini de gördük; o musibetlerin hemen her rengini gördük. Belki millet olarak da üç asırdan beri görüyoruz. Hazreti Pîr, “üç asırdan beri” diyor. “Üç asırdan beri rahnedâr olmuş”; yani, surları yıkılmış bir yönüyle, en mamur yerleri harabeler haline gelmiş; saltanat mahalleri, kemmiyetsiz keyfiyetsiz insanların elinde kalmış. Üçüncü Mustafa’nın ifadesiyle diyeyim; kendi ifadem ile değil, alınır bazıları:

“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele

Şimdi ebvab-ı saadetle gezen hep hezele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e.”

Evet, asırlardan beri rahnedâr olan bir kalenin tamiri belki Şâh-ı Geylânî gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi gibi, Mustafa Bekrî Sıddîkî gibi, Maruf-i Kerhî gibi, Ebu’l-Hasan el-Harakânî gibi, Cüneyd-i Bağdâdî gibi, Bayezid-i Bistâmî gibi aldatmayan rehnümâlar ile olur, öyle büyük şahıslar ile olabilir. Esas, etrafındaki kümelenmeler ile, şahs-ı manevî ile, heyet-i ictimâiye-i İslamiye ile olacaktır. O, bir heyetin yapacağı şeydir, şahsın yapacağı şey değildir. Enbiyâ-ı ızâm bile esasen yapacakları şeyleri onun ile yapmışlardır. Hâşâ, “Efendimiz bir şey yapmadı!” demek değildir; fakat O, Allah’ın izni ve inâyetiyle, her şeyin zeminini hazırlamış, bir yönüyle statiğini ortaya koymuş, sonra blokajını yapmış; sonra “Benim yeryüzünde iki tane vezirim var, yardımcım, sağım-solum: Bû-Bekir, Ömer!” demiş, çok iyi belirlediği o büyükleri işaret buyurmuştur. Ve bu işareti anlayanlar, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna “yelken açtığı” mı, yoksa “üveyik gibi kanat çırptığı” zaman, kimi seçeceğini çok iyi intihap etmiş. Dolayısıyla hepsi kalkmış, koşmuş, Ebu Bekir (radıyallahu anh) hazretlerinin mübarek elini -O ele canım kurban olsun!- sıkmış ve o ele biat etmişler.

Nasıl bir adam Hazreti Ebu Bekir? Mertebe itibarıyla, enbiya-ı ızâmdan sonra; fakat yaptığı fonksiyonlar itibarıyla, çok peygambere müyesser olmamış şeyleri yapmış. On bir büyük fitneyi halletmiş; üçü, Efendimiz döneminde hortlamıştı; sekiz tanesi de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesini fırsat bilerek meydana gelmişti. Düşünün, işte Hazreti Ebu Bekir dönemi, Efendimiz’den sonra. Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, sahabî sayısının yüz bin olduğunu söylüyor Tabakât kitapları. En geniş Tabakât kitaplarından İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsediyor. Demek ki “yüz bin” diyenler, kadını ile, erkeği ile, hastası ile, çocuğu ile, çoluğu ile, şöyle-böyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in insibağ meclisinde münsebiğ olan ne kadar insan var ise, hepsini kastediyorlardı. Şimdi Hazreti Ebu Bekir’e emanet edilen bu idi. O (radıyallâhu anh), Allah’ın izni ile, bu kadarcık -estağfirullah, “Bu kadarcık!” ne demek!- o mübarek toplum ile o on bir tane belanın hakkından geldi.

Bakın, bugün de “terör hadisesi” filan diyoruz. Senelerden beri bir PKK filan ile uğraşıyoruz. Tankımız var, topumuz var, uçağımız var; kara kuvvetlerimiz, hava kuvvetlerimiz, hükümetimiz, meclisimiz var. Daha nelerimiz var, var, var, var, var, var; hepsi, yokluğa dayanan bir sürü “var, var” var. Fakat bir tane tehlikenin hakkından gelemedik. Pozitif olarak gelmenin yolu, bunları yumuşatma idi. Evet, “küçük bir reçete”de -reçeteyi yazanın idrakinin darlığına verin onu- esasen o insanları -bir yönüyle- yumuşatmanın yolu vardı. O toplum ile bütünleşme… Oraya gidecek hekimler, oraya gidecek emniyet teşkilatı, oraya tayin edilecek valiler, kaymakamlar, oraya gidecek sağlıkçılar, aile hekimliği gibi ev ev dolaşacaklardı. Jandarma/asker, kapı kapı dolaşacaktı. O toplumun ayrı bir toplum olmadığını ortaya koyacaklardı. Reçetenin mahiyeti bu idi. Ve onların dillerine de saygı gösterilecekti, en azından cevaz verilecekti.

Bundan bir asır evvel, Çağın Sözcüsü, Van’da bir üniversiteden bahsediyor. Bir asır… Çok sonra bir üniversite yapılıyor fakat onun gâye-i hayal olarak öne sürdüğü o gayenin çok gerisinde bir üniversite kuruluyor. Diyor ki, “Arapça farz!” orada. Neden? Çünkü dinin temel rüknü olan Kitap ve Sünnet, Arapça. “Türkçe vacip!” diyor. Karamanî Mehmet Bey, “Türkçe câiz!” deyip devlet dili olarak Türkçe’yi benimsemiş. Devlet o güne kadar, Karamanî Mehmet Bey’e kadar Farsça konuşuyor. Görüyorsunuz, o Mevlânâ gibi devâsâ insanlar bile yazdıkları kitapları Farsça yazıyorlar, Selçuklu döneminde. Fakat Hazret, bir asır evvel, “Türkçe, vaciptir!” diyor. “Kürtçe de câiz!” diyor; yani, seçmeli dil olarak, isteyen onu da öğrensin.

Biz, o ufku ihraz edemedik. O reçetenin muhtevasında o da vardı: “Mekteplerde o kapıyı da ardına kadar aralayın, o millet rahatlıkla kendi dilini orada öğrensin!” Dil, kullanıla kullanıla inkişaf eder, bir ilim dili haline gelir. O ilim dili, o toplumun yükselmesi adına, çok önemli bir faktördür. İnkişaf etmemiş bir dil ile ilim yapmak, teknoloji yapmak mümkün değildir. Şuradan bir dil dilenciliği, buradan bir dil dilenciliği yapmak suretiyle başa çıkamazsınız, dilencilikten de kurtulamazsınız. Ali Şeriatî -Makamı Cennet olsun!- kendi dönemi itibarıyla -Gıyaben tanıdım onu, eserlerini okuyarak tanıdım.- derdi ki, merhum, makamı Cennet olsun: “Bugünkü Arapça ile, Farsça ile -Çünkü kendisi İranlıydı- ilim yapılamaz!” Ben de kendi içimden derdim ki, “Hazret, bir de sen Türkçe’yi öğrensen; ilim yapılır mı, yapılmaz mı, o zaman ne ile ilim yapılamadığını anlayacaksın!”. Canına okuduk dilin, steno gibi bir şey haline getirdik; işaretler, mors alfabesi, “Di-dâ-dıt / Dâ-dâ-dıt.”

   Şayet gerçekten inanıyorsanız, sıkıntılar karşısında asla sarsıntıya düşmemelisiniz; “Şimdi bu şartlar altında ne yapmalıyım?” diyerek iradenizi hep canlı tutmalı ve herkese ümit kaynağı olmalısınız!..

Evet, üç asırdan beri harap olan, rahnedâr bir kalenin tamiri size düşüyor. Hemen her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Fakat farklı renklerde, farklı desenlerde yıkılmalar olmuş. Biraz evvel arz ettiğim gibi, hemen yıkımın her renginde olanını gördük; Kıtmîr, sadece 27 Mayıs’tan bu yana dört-beş tanesini gördü; açık-kapalısı ile -zannediyorum- yedi tanesini. İnşaallah sonuncusu olur bu!.. Allah, onları bitirmekle, sizin de çilenizi sona erdirir; daha doğrusu, o mübarek Anadolu insanının çilesini sona erdirir. Bir dönemde devletler muvazenesinde ona önemli vazifeler yaptırtan Allah (celle celâluhu), bir gün yine devletler muvazenesinde ona önemli bir misyon edâ ettirmek üzere onun dirilmesini, başka milletlerden evvel te’min buyurur. Dirilirsiniz; dünyanın her yanında insanların imdadına koşarsınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Yıkıntılar karşısında, sarsıntıya düşmemek lazım. Esasen, sarsıntı ile enerjimizi kaybedeceğimize… Çünkü o da bir yönüyle bir efordur; sarsılırsanız, heyecan duyarsanız, o da bir efordur. Yıpranırsınız; nöronlarınız yorulur, doğru uyuyamazsınız; yatakta sağdan sola, soldan sağa dönersiniz. Çocuklarınıza, doğru bakamazsınız; eşinizle, doğru meşgul olamazsınız. Yapacağınız işleri, sağlam bir mantık blokajına bina edemezsiniz. Dolayısıyla âdetâ kendi aleyhinizde oturur kalkarsınız. Ama öyle değil de esas bir gâye-i hayale bağlanırsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle, sarsılmadan “Pekâlâ, şu zor şartlar altında şimdi ne yapılabilir?!.” dersiniz.

Yapılacak şeylerin başında, şöyle-böyle sarsıntı yaşayan insanları moralize etmek geliyor; onları rehabiliteye tâbi tutmak gerekiyor. Oturduğumuz her yerde, “Yahu şimdiye kadar şu maruz kalınan şeylerin hemen her renkte olanı -Allah’ın bir takdiri olarak- meydana geldi. Ve sonra Allah’ın bir lütfu olarak da geldiği gibi gitti. Geldiği gibi gitti!.. Allah’ın kudreti, her şeyin hakkından gelmeye yeter!” diyecek ve insanları moralize edeceksiniz. Bize düşen şey, vazifedir. Yüksek bir hedefe kilitlenmişsek şayet, baştan kazanmışız demektir. “Allah!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, “Cennet, Rü’yet ve Rıdvân!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, kazanmışız demektir. Ölsek bile o uğurda, kaybetmiş sayılmayız; çünkü çok yüksek bir hedefe kilitlenmiş sayılırız. Öyle ise ne diye endişe duyacağız, ne diye paniğe kapılacağız?!.

Hatta, meselenin daha yükseğini realize etme istikametinde oturup kalkmalı: “Acaba, arkadaşlarımızı bu mevzuda çok ciddî metafizik gerilime nasıl ulaştırırız?!. Bugüne kadar sarf ettikleri cehdi, ortaya koydukları gayreti, ikiye nasıl katlarlar? Vitesi, dörtten sekize nasıl takarlar? Sekizden on altıya nasıl takarlar? Nasıl o hız ile yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle?!.” Bir de o hız ile yürümenin “temkîn” ve “teyakkuz”a ihtiyacı vardır. Beynimizi o istikamette yorduğumuz zaman -zannediyorum- Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara sapmadan, Allah’ın vaz’ ettiği şehrâhta dümdüz yürür ve kısa zamanda hedefe ulaşırız.

Hedef nedir? Topyekûn insanlığın inanması.. lâakal (en azından) O’na saygı duyması, lâakal “O’na inanan insanlar ile beraber yaşanır!” duygusunun başka vicdanlarda uyarılması… Farklı… Bir baskı ile, bir tahakküm ile, bir tagallüp ile, bir tasallut ile “Herkes benim gibi düşünsün!” değil, “Benim gibi düşünmeyenlerin canı Cehenneme!” değil. Fakat herkesi kendi kategorisinde mütalaa ederek, bir emniyet ve güven telkin etmek, dünyanın dört bir yanında… “Bu insanlar, gerçekten, insanî değerlere saygılı!”; Frenkçe ifadesiyle “Çok hümanist insanlar, bunlar! Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereğini yerine getiriyor ve Allah’ın sanatı olarak insana saygı duyuyorlar!..” dedirtmek…

Yahu Allah’ın (celle celâluhu) fırçasından çıkmış, O’nun İlmi ile, İradesi ile, Kudreti ile, Meşîeti ile halk edilmiş, eşi-menendi olmayan, meleklerin mihrabı/pusulası bir varlık olarak yaratılmış insana saygı duymak, o insanı Yaratan Zat’a karşı saygı duymanın ifadesidir. İnsanlarda bu duyguyu uyarma, bütün insanlıkta bu duyguyu uyarma… Ee görüyorsunuz, çok kısa, küçük, bir yönüyle dar çerçevedeki, dar açıdaki hamleler ile, zaten çokları oluyor. O mevzuda “Şurada şu oluyor; burada bu oluyor!” falan demek istemiyorum; el-âlem, meseleyi yanlış anlamak suretiyle, “Misyonerlik yapılıyor!” zannına/zehabına kapılabilir.

Hayır! Sizin “dil”inizin önünde “hal”iniz ve “temsil”iniz vardır. Esasen, yaşanması gerekli olan şeyi doğru yaşadığınız takdirde, insanlar, size bakacaklar ve “Bunlar ile upuzun yollar alınabilir!” diyecekler, Allah’ın izniyle. Güven vadedeceksiniz. Zaten, “Mü’min, yeryüzünde güven ve emniyetin temincisi insan demektir!” Bir manası onun “Allah’a inanan” demektir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın “el-Mü’min” isminden alınmıştır. Diğer manası itibarıyla da, “yeryüzünde güvenin temsilcisi” demektir. Onun atmosferine giren herkes, aynı zamanda bir güven atmosferine girmiş demektir. Bütün dünyaya bunu duyuracaksınız.

   Sonu zaferle noktalanan Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı; zira o sayede mü’min münafıktan, vefalı vefasızdan, yiğit korkaktan, hakka gerçekten bağlı olan yüreğinde zaaf bulunandan ayrılmıştı.

Bir “şirzime-i kalîl” (azgın bir azınlık) her zaman olmuştur, her zaman olacaktır!.. Şimdi böyle bir dönemde -esasen- büyük bir gayeye dilbeste olmuş insanları, o gayenin yüksek gaye-i hayalli insanları haline getirmek için onları moralize etmemiz, rehabiliteden geçirmemiz ve hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam etmemiz lazım.

Buna en güzel örnek, çok iyi bildiğiniz, Uhud Savaşı. Uhud şehitlerinden bahsederken, altmış küsur, altmışaltı kadar insandan bahsediliyor; fakat genelde Siyer kitaplarında “Yetmiş insan şehit oldu!” deniyor. Yüz yetmiş insan, iki yüz insan da yaralı; bazıları kolu kopacak hale gelmiş, bazıları bağrından yaralanmış. Fakat bu “muvakkat hezimet” gibi bir şey oluyor ama Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetâneti ile onu zafere çeviriyor. -Fetânet, dehânın üstünde bir şeydir. Mahmud Akkad, vakıa, “el-Abkariyât” kitabında, Efendimiz’i de dâhiler arasında zikrediyor; o, hatadır. Fetânet-i Nebeviye, dehânın çok üstündedir. Dâhiyi anlatırken, “Her şeyi şipşak, düşünmeden, yerli yerine yerleştiren insan demektir.” derler. Fetânet, onun çok çok üstündedir.- O hali ile müşrikleri takibe koyuluyor. Yaralı-bereli… Birileri, birini sırtlamış götürüyor; birileri, birinin koltuğuna girmiş, götürüyorlar. Ebu Süfyân, ordusu ile Mekke’ye doğru giderken, bakıyor ki arkadan geliyorlar. -Nereye kadar takip ediyor onları!..- “Aman, başımıza iş açarız; en iyisi mi bir an evvel Mekke’ye kaçalım!” diyor. Muvakkat hezimet gibi görülen bir şey, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetânetiyle zafere dönüşüyor, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O günün müşrikleri paniğe kapılıyorlar. Bir daha Medine’yi kuşatmak için plan yaptıkları zaman, “Bütün kabileleri yanımıza alalım; öyle yirmi bin, otuz bin insan ile gidelim, Medine’yi kuşatalım! Başka türlü oraya girmek, mümkün değil!” mülahazaları oluşuyor. Orada da yine mesele, fiyasko ile neticeleniyor; geldikleri gibi, bir taraftan soğuğa, bir taraftan da o dehânın çarpıcı fırtınalarına maruz kalarak, panik içinde geriye dönüyorlar. İnanın, günümüzde size mezâlimde bulunan, zulmeden kimseler de aynen o Medine’yi kuşatmaya gelen insanlar gibi, panik içinde geriye dönüp kaçacaklar!..

Cenâb-ı Hak, mabeynimizdeki emniyetin tesisine bizi muvaffak eylesin!.. Çok yüksek bir moral ile, hiçbir şey olmamış gibi, Hizmet’imizi devam ettirmeye muvaffak eylesin! Allah, öyle bir başarıya ulaştırsın inşaallah teâlâ!..

Bamteli: KARASEVDALILAR VE ZAMANIN RUHU

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Âşık u sâdıkların dileği, ne helva ne de selva, illa rü’yet-i Mevlâ, illa rü’yet-i Mevlâ!..

“Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.” diyor Niyazî-i Mısrî. Aynı şiirinde önce, “Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.” sözlerine yer veriyor; “İşit Niyâzî’nin sözün, bir nesne örtmez Hakk yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.” diyerek nazmını noktalıyor. Şiddet-i zuhurundan muhtefî, zıddı olmadığından dolayı. Yoksa ayânlardan ayân; beyanı, beyanlardan daha ebyen.

“Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin.” diyor. “Zâhid”e sesleniyor; zâhid, kalben dünyayı terk eden, kalben hep âhirete müteveccih yaşayan; kesp ederken bile, ne kazandığının farkına varmayan; Allah’ta bu kadar fâni olmuş insan… Fakat onu bile Hazret sorguluyor: “Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.” İrfân’a, bir kelime Türkçe, bir kelime Frenkçe ile “vicdan kültürü” denebilir. İzahı; (iman ve ilmi) “tabiata/fıtrata mal etme; iç dünyamızın, mânevî anatomimizin bir derinliği haline getirme”; marifet, irfân.

Öyle bir şey insanın tabiatında hâsıl olunca, hâliyle Allah’a karşı ciddî bir sevgi meydana geliyor. Artık, فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.” O (celle celâluhu), seni görüyor; sen de O’nu görebilirsin; âsârında, ef’âlinde, esmâ-i İlâhiye’nin cilvelerinde, sıfât-ı Sübhâniye’nin tezahürlerinde, Zât-ı Baht’ın idrak edilmezliğinde O’nu görebilirsin. Ama sen O’nu (celle celâluhu) görmesen de O seni görüyor ya!..

Cibrîl hadisinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İman”, “İslam” dedikten sonra, bu manalara gelen “İhsan”dan bahsediyor. الإحْسَانِ: أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de şüphesiz O seni görüyor.” Gerçek marifet, bu; demek Allah nezdinde -esas- halk ifadesiyle “hora geçen” şey, o marifet. Çünkü doğurgan olan o; “muhabbet”i o doğuruyor; marifetin bağrında doğan şey, muhabbet. Muhabbet, “aşk” zirvesine varınca, insan deli gibi “İştiyâk!” diyor, “İştiyak!..”

“Ne helva, ne selva, illa rü’yet-i Mevlâ!” Râbia Adeviyye’nin sözü. O, “Münacât-ı Seheriyye” adıyla meşhur duasında da görüldüğü üzere şöyle nida edermiş: إِلهِي، لَسْتُ فِي الْبَلْوَى، وَلَا أَشْكُو مِنَ الْبَلْوَى، مُرَادِي مِنْكَ يَا سُؤْلِى بِلَا مَنٍّ وَلَا سَلْوَى، وَإِنْ أَعْطَيْتَنِي الدُّنْيَا وَإِنْ اَعْطَيْتَنِي الْعُقْبَى، فَلَا أَرْضَى مِنَ الدَّارَيْنِ إِلَّا رُؤْيَةَ الْمَوْلَى “Allahım! Hamd ü senâ olsun ki, belâlar içinde değilim ve Sana belâlardan şikâyet etmeyeceğim. Ey muradımı gerçekleştirmeye kâdir yüce Rabbim; Senden istediğim ne “kudret helvası”dır ve ne de bıldırcın eti. Bana dünyayı da versen âhireti de, her iki âlemi bağışlasan bile, yine razı olmam; ben Seni dilerim Rabbim, ancak rüyetinle hoşnutluğa ererim.” Ne dünyanın şu tadı, şu lezzeti, ne başka şey; ne Cennet, ne Huri, ne Gılman; ne köşk, ne villa, ne şeker-şerbet akan ırmaklar… İlla rü’yet-i Mevlâ.. illa rü’yet-i Mevlâ.. illa rü’yet-i Mevlâ!.. İşte iştiyâk, bu; zirvede gerçek kulluk da bu!.. Diğerleri o yolda taklit emekçileri demek, e-mek-çi.. veya isterseniz “taklit emekleyenleri” de diyebilirsiniz.

Cenâb-ı Hak, marifetle kalblerimizi mamur eylesin!.. Vicdanlarımızda marifete kapılar açsın!.. Muhabbet ufkunu temâşa ile serfirâz kılsın! Aşk u iştiyâk gaye-i hayali ile, mefkuresi ile bizi kalb ve ruh hayatının üstünde daha ötelere müteveccih kılsın!.. Vesselam.

   Her dönemin -çağa göre hizmet eden- karasevdalıları vardır; onların ortak vasıfları enbiya yolunda yürümeleri ve sahabe-i kirâmı adım adım takip etmeleridir.

“Karasevdalılar” mevzuu… “Babayiğitlerin destanı” demektir esasen bu. Belki tabir-i diğerle, esas “enbiya yolunda yürüme” demektir. Bir başka ifade ile de “sahabe-i kiram efendilerimizi adım adım takip etmektir.” رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (Allah bütün Ashâb-ı kirâmdan razı olsun; Allah’ın salât ve selâmı da efendimiz, dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve her zaman elimizden tutan dostumuz Hazreti Muhammed’in üzerine olsun.)

“Peygamberler yolu”, bir yönüyle “sahabîlerin hayat tarzı”; seviye farklılığı mahfuz, fakat çok fasl-ı müştereklerde bir araya gelmiş, kilitlenmiş insanların güzergâhı. Hiçbir sahabî, Hazreti Ebu Bekir’in seviyesinde değildir; birileri bundan rahatsızlık duysa bile; Hazreti Ömer’in seviyesinde, Hazreti Osman efendimizin seviyesinde, Hazreti Ali efendimizin seviyesinde değildir. Hasan efendimizin, Hüseyin efendimizin, Aşere-i Mübeşşere’den diğerlerinin… Diğer altı insan var o dört halifenin dışında; dört halife de Aşere-i Mübeşşere içinde. Abdullah İbn Selam’ı da bazıları saymak suretiyle, “on bir tane” diyorlar; Aşere-i Mübeşşere, “hayatta iken Cennet ile müjdelenenler”. Bir yerde, bir kuyunun başında, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) otururken, kapı tıklatılıyor; “Aç kapıyı, Cennetle müjdele!..” diyor; geliyor Hazreti Ebu Bekir. Arkadan aynı şey; geliyor Hazreti Ömer. Arkadan aynı şey; geliyor Hazreti Osman. Hazreti Ali de hadislerde o on kutlunun dördüncüsü olarak zikrediliyor.

Ezbere konuşulan bir şey değil; semaların dilini, mâverâların dilini dillendiren Zât (aleyhi ekmelüttehâyâ) ifade buyuruyor. -O dile canlarımız kurban olsun!..- Dillendirdiği şeylerde lâl ü güher saçan söylüyor. -O lâl ü güherlere canımız kurban olsun!..- O, senin ifaden, benim ifadem değil; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ifadesi, bunlar.

Yol, onların yolu; yöntem, onların yöntemi. Kendi nefsimden bu mevzuda bir şey katarak söylüyor değilim. Bir taraftan umum ashabını kastederken; أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمُ اهْتَدَيْتُمْ “Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyuran O (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir, tıpkı. Hangisine tutunursanız, gözünüzle hangisine takılırsanız, mutlaka Bana ulaşırsınız!” diyor. Doğru yola, sırat-ı müstakîme ulaşırsınız. Ve dolayısıyla biraz evvel bahsedilen, o “iman-ı billah”a, o “marifetullah”a, o “muhabbetullah”a.. ve ufkunuzu yükseltme, daha ileriye götürme, gaye-i hayalinizde daha fazla derinleşme arzunuz, iştiyakınız varsa, daha ötesine ulaşırsınız. Şart-ı âdî planında iradeye yüklenen yüklerdir bunlar. Daha ötesine iştiyâkınız varsa, Hazreti Pîr-i Mugân’ın Ayetü’l-Kübra’da dediği gibi, “Hel min mezîd! Hel min mezîd! Hel min mezîd!” diyorsanız…

Hak yolcusu ciddî doyma bilmezlik içinde, sürekli ulaştığı her fevkalade menzilin üstünde “Daha yok mu yâ Rabbi!.. Daha yok mu, daha yok mu?!.” diyor. “Seyr ilallah”, “seyr fillah”, “seyr maallah”, tasavvuftaki ifadeleriyle. O, o ufka ulaştığı zaman bile, “Hel min mezîd!..” diyor: “Daha yok mu?!.”  Efendim, Gedâî’nin ifade ettiği gibi;

“Ol suyu kim içse hemân,

Kalbe doğar şems-i cihan,

Verir hayat-ı câvidân,

Yandıkça yandım bir su ver!..”

“Bak bu gedânın haline,

Bend olmuş zülfün teline

Parmağı aşkın balına

Bandıkça bandım, bir su ver!..”

Hel min mezîd?!. Daha yok mu?!. Veren’in (celle celâluhu) hazineleri nâ-mütenâhi. Sen de tattıkça, o mevzuda her tatma aynı zamanda yeni, daha derin bir iştiyâk uyarıyor ve sen daha ötesindeki şeylere talip oluyorsun. Sürekli marifette öyle bir sâlih daire içinde bulunuyorsun. Fâsit daire karşısında, “kısır döngü” karşısında, onu da Türkçe’ye çevirirsek, “doğurgan döngü” diyebilirsiniz. Öbürü kısır döngü, “fâsit daire”; bu da doğurgan döngü, “sâlih daire”. Hayır, hayır doğuruyor; inkişaf, inkişaf doğuruyor; marifet, marifet doğuruyor; muhabbet, muhabbet doğuruyor; aşk u iştiyak, aşk u iştiyak doğuruyor… Ve sen sürekli “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” diyorsun, doyma bilmeyen bir iştiyakla. Biraz evvel Râbia Adeviyye’nin sözünü ifade ettim: Cennet, huri filan… Parmağınla gösterdiğin zaman, “Ne yapayım ben onları!” diyor; “İlla rü’yet-i Mevlâ! İlla rü’yet-i Mevlâ!..”

Evet, Cenâb-ı Hak, önemli bir hizmete muvaffak kıldı arkadaşlarınızı, bir manada sizin seleflerinizi. Belki aynı nesil içindesiniz; belki bir neslin sona ermesiyle, siz devreye girmiş oluyorsunuz. Bir manada -belki- iki-üç neslin sa’yi ve gayretinin neticesinde, onların müktesebatlarını, onların kullandıkları argümanları kullanmak suretiyle, bir yola devam ediyorsunuz; nâmütenâhîlik istikametinde bir yolda yürüyorsunuz, nâmütenâhîlik istikametinde. Ama siz, yeni bir espriye bağlı olarak, daha farklı bir mülahazaya bağlı olarak yürüyorsunuz.

O işin mimarları, bu çağdaki mimarları da meseleleri ortaya koyarken, şartlar ve konjonktürler, o dönemde işin nereye kadar olmasına müsaitse, o kadar olmuş. Yani evlerde iki-üç insan bir araya gelirler. “Amanın! Dikkat edin! Ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i gaflet sizi görmesin! Üç insanın bile bir araya geldiklerini görürlerse, vehme kapılırlar. Çoğu, paranoya yaşıyorlar; gelir, tepenize binerler!” Onun için yirmi-otuz insanı bir araya getirmek, bir yerde bir üniversiteye hazırlık kursu açmak, bir yerde insanlara bir lisan kursu açmak, bir yerde bir okul açmak, bir yerde bir üniversite açmak… O gün, o günkü mantığa, o günkü felsefeye göre, o günkü şartlara göre bunları yapmak mümkün değil. O gün yapılması gerekli olan şeyler, en zoru onlardı ve en zoruna kadar yapılıyordu. Kitap, elden düşürülmüyordu; müzakere, ihmale maruz bırakılmıyordu, ihmale feda edilmiyordu; mutlaka o iş hangi ölçüde devam edecekse, o ölçüde ele alınıyordu. Yol, yolun müsaadesi ölçüsünde yürünüyordu. Yollar, bazen sarpa sarıyordu; bazen patika şeklinde oluyordu; Yunus ifadesiyle;

“Bu yol, uzaktır,

Menzili çoktur,

Geçidi yoktur,

Derin sular var…”

Yol, bazen geçitsizliğe uğruyordu; bazen derin sulara, bazen kandan irinden deryalara, bazen aşılmaz tepelere ve uçurumlara uğruyordu. Fakat onlar, o şartlar altında, urganlar ile, halatlar ile, o tepeleri aşmaya çalışıyorlar; bir yönüyle, geçilmez gibi olan köprülerden geçiyor; bazen o sulara dalıyor, kandan irinden deryalara dalıyor, götürüyorlardı.

   “Geçmişlerinizin kötü yanlarını zikredip durmayın; onları iyilikleriyle anın!..” Anın ve sâlih amellerini, güzel hizmetlerini siz de uygulayın!..

Bir esastır; وَلاَ تَذْكُرُوا مَسَاوِي مَوْتَاكُمْ، اُذْكُرُوا مَحَاسِنَهُمْ “Geçmişlerinizin kötü yanlarını zikredip durmayın; onları iyilikleriyle anın!..” (Hadis-i şerifte; اُذْكروا مَحَاسِنَ مَوْتَاكُمْ، وَكُفُّوا عَنْ مَسَاوِئِهِمْ “Ölüp giden geçmişlerinizi iyi yanlarıyla zikredin; onların eksiklik ve kötülüklerini sayıp dökmekten uzak durun/dilinizi tutun!..” buyurulmaktadır.) Onlara bakarken hep “mehâsin”leri, saçtıkları, serpiştirdikleri iyilikleri, güzel yanları ile bakmak lazım. En ağır şartlar altında, meselelerde zerre kadar kusur yapmadan hizmet etmişler. Onlar, zindanların birinden boşalıyor, diğerine giriyorlardı; birinden boşalıyor, diğerine giriyorlardı. Çağımızın zalimleri/gaddarları onları arattırmayacak şekilde yapacaklarını yapıyorlar, onlar da misyonlarını son kertesine kadar edâ ediyorlar! O gün de, o günün zalimleri, aynı şeyleri yapıyorlardı. Fakat o yapmalar, katiyen o yolda yürümekten onları alıkoymuyordu.

Bir insan… Bahsetmiştim size, Kıtmîr’e de o hakikatlerden böyle damla sunan bir insan; makamı cennet olsun. Elli yedili yıllarda zannediyorum, Hazreti Pîr-i Mugân’ın yanından gelmişti. Çok önemli, zirve zatlardan birisinden bahsetmişti; yanında, bî-hemtâ bir zat. Odasının kapısını da kapamış; sadece yemeğinin verilebileceği bir menfez var. Ben öyle anladım onu. Orada ihtiyaç yeri de var, bir de su var orada ve aynı zamanda bir de bir delik var, dışarıya doğru. On beş sene dışarıya çıkmadan, orada sürekli eserleri yazmış. Matbaa imkânı yok. Ne günümüzde olduğu gibi böyle modern matbaa makinaları ne de o iptidâî baskı makinaları… İlk defa bir yerde kolla çevirdikleri bir teksir makinası bulunca, dünyalar onların olmuş gibi seviniyorlar. Atıf Ural’dan bahsederken, çeviriyor böyle, efendim, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ * سُبْحَانَ اللهِ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ، وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diyor, çeviriyor makinanın kolunu. O zat, on beş sene orada yazıyor. Yemeğini sunuyorlar, ihtiyaçlarını görüyor; sonra o delikten, yazdığı şeyleri röleler halinde dışarıya uzatıyor. Biri geliyor, gizlice elini sokuyor, alıyor o röleyi. Götürüyor, başka bir yerde, onunla birleştirilmesi gerekli olan şey ile birleştiriyor; “Bu falan yerin lem’asıdır; bu falan yerin mektubudur; bu falan yerin sözleridir!..” Bu kadar ağır şartlar altında… Aynen devr-i risalet-penâhîdeki zorluklar altında… Dedikleri şeyden vazgeçmeyerek fevkalade fedakârlık içinde o işi götürüyorlar.

Günümüzün şartları, daha farklı şeyler yapmaya müsait hale geliyor. Bir gün geliyor ki, siz, kurslar açabiliyorsunuz, okullar açabiliyorsunuz. Evet, burada bir sevk-i İlahî var; fakat -şart-ı adi planında- sâfiyâne bir gayret de var. Hani ilk defa taklitle başlıyor. “Taklit”, “tahkik”in en önemli unsurudur. Zâtında makbûliyeti yoktur taklidin, zatında makbul değildir, o; fakat tahkike bir basamak olması itibarıyla, usûliddin uleması, “Taklit de makbuldür!” demişler “iman hakikatleri”nde, “İslam hakikatleri”nde, bir de isterseniz buna ilave edelim, “hizmet hakikatlerinde”. Birileri hizmet yapmış; nasıl, hangi şartlar altında yapmışlar? Bir nesle, âdetâ menkıbe şeklinde intikal etmiş.

İşte menkıbe gibi bir şey anlattım. Siz, zannediyorum, bunu söyleseniz çoklarına, “Acaba, yahu, böyle insan da oluyor mu?!.” derler. Yahu oluyor; işte Bilal-i Habeşî’nin göğsüne taşları koyuyorlar. Sıcakta, kum sıcağında… Orada kum sıcağında, öyle o taşların altına yatma değil, şemsiyesiz gezdiğiniz zaman, beyniniz kaynıyor. Burada benim şahidim var; amcasının beyni orada böyle bir şeyden kaynadığından dolayı, hayatının sonuna kadar arızalı yaşadı. Güneşin beyin kaynattığı bir dönemde… Ama bildiğiniz gibi, “er-Risâle” ve “Çağrı”da da gördüğünüz gibi, onca eziyete maruz kalmasına rağmen, Bilal-i Habeşî hazretlerinin dilinden dökülen şey, onun vird-i zebânı; “Ehad! Ehad! Ehad!..” قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ “Eşi, menendi, zıddı, niddi olmayan, yegâne tek, Sensin Allah’ım!” diyor. Döndüremiyorlar onu, döndüremiyorlar.

O insanlar içinden hiçbiri dönmüyor. Bildiğiniz gibi Ammâr İbn-i Yâsir’in (radıyallahu anh) gözünün önünde annesini öldürüyorlar, babasını öldürüyorlar. “Sıra sana geldi!” deyince, o, bir yönüyle, “Lât, Menât!” mı diyor, ne diyorsa diyor. Sonra ipini çözünce, Rasûlullah’a koşuyor, “O haltı yaptım yâ Rasûlallah!” diyor. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhsat yolunu gösteriyor, إِنْ عَادُوا فَعُدْ “Onlar sana aynı şeyleri yaparlarsa, sen de sıyrılmak için aynı şeyi yap!” buyuruyor. Bu kadar ağır şartlar altında…

   Selef-i sâlihîn, Kur’an’ın tek bir meselesi için aylarca zindan işkencelerine katlanmış; hiç şekva etmeyerek, kemal-i sabır ile sebat ortaya koymuşlar.

Meselenin o ağır şartlar altında yerine getirilmesini tevârüs eden, arkadan gelen müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm aynı şekilde davranıyorlar. Hazreti Pîr de ifade ediyor, Ahmed İbn-i Hanbel, “Kur’an mahlûk mu, değil mi?” mevzuunda, “Kur’an mahlûk değildir!” diyor. Abbasî döneminde… Yine Müslüman, onlar “Biz Müslümanız!” diyorlar; “Hilafeti biz temsil ediyoruz!” diyorlar; “Yeryüzünde Müslümanların haysiyet, şeref ve onurunun müdafisiyiz!” diyorlar. Ama bir meselede, İyonya’dan gelen bir felsefenin tesirinde, bir Grek felsefesinin tesirinde “Kur’an, mahlûktur!” da diyorlar. “Değildir!” diyor Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri. Zindana koyuyor, kamçılıyorlar. Sırtına inen her kamçı karşısında “Değildir!” diyor. Kamçılar, onu inletirken, inlemeleri “Değildir!.. Değildir!.. Değildir!..” şeklinde oluyor. Buharî’nin şeyhi Yahya İbn Ma’în; “Kelam-ı lafzî olarak Kur’an, mahlûktur; kelam-ı nefsî olarak ise Kur’an, mahlûk değildir!” deyince, Hazret, o kamçılar altındaki inlemesinden daha fazla inliyor; “Yazık etti benim arkadaşım!” diyor.

O Yahya İbn Ma’în’e de benim canım kurban olsun!.. Hadîs ricâli arasında dev bir insan; Everest tepesi… Fakat bir yerde, o mevzuda, hem bir disiplin ortaya koyuyor; hem de bazıları o işten sıyrılsınlar, kamçı yemesinler diye, “Bizim ağzımızdan çıkan şey itibarıyla, biz telaffuz ettiğimizden dolayı, okuduğumuz Kur’an mahlûk!.. Kalemimizden çıktığından dolayı, Kur’an’ın satırları da mahlûk! Kur’an’ın içinde şekillenmesi itibariyle, mahlûk! Ama ruhu, özü, manası, muhtevası, Allah’a ait yanı itibarıyla -ki buna ‘kelâm-ı nefsî’ deniyor- mahlûk değil!..” diyor. Ama Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri, bu kadar tavize bile, kamçılar altında inlemekten daha fazla inliyor, “Yazık ona!..” diyor. Arkadaşı, aynı halkanın insanları…

Şimdi söz konusu olan, Kur’an… Hazreti Pîr, Ahmed İbn-i Hanbel’in Kur’an’ın bir tek meselesi için, bu kadar işkenceye katlandığını anlatıyor. Diyor ki: “Hem kalbime geldi ki: Madem İmam-ı A’zam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’an’ın bir tek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler Kur’an’ın müteaddit hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde, pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.”

Şimdi bunlar, aklı o dönemlerde olan, mantığı o dönemlerde dönüp duran, aynı zamanda dinî duygusu, dinî felsefesi, dinî düşüncesi o dönemlerde dönüp duran, çağını aşkın insanlar… Bu dönemde duruyor ama adam sanki Efendimiz’in etrafında hâle gibi… Böyle, Hazreti Ebu Bekir’in ayaklarının dibinde, Hazreti Ömer’in ayaklarının dibinde yaşıyor gibi… Onlar meseleyi öyle tevarüs ediyorlar; öyle tevârüs etmişler. Kim? Şâh-ı Geylânîler, Muhammed Bahâuddin Nakşîbendiler, Mustafa Bekrî es-Sıddîkîler, Hoca Yesevîler, Necmeddin-i Kübrâlar, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmîler, Sultanü’l-Evliyalar ve daha niceleri, daha niceleri, daha niceleri… O dönemde yaşamışlar; aynı zamanda o dönemi -bütün hususiyetleriyle- kendi dönemlerine çekmiş getirmişler; o ağır şartlara rağmen, taviz vermeden yaşamışlar. Bu çağda yaşayan, o hakikatlere tercüman olan zât da öyle.

   Şart-ı âdî planındaki damlalarınıza Allah derya lütfetti; eltâf-ı ilâhiye olarak, ak cihangirlerin elde edemedikleri başarıları Mevlâ size bahş eyledi.

Siz de bir yönüyle öyle ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili evler tutarak, o yolda onların yaşadığı o ağır şartlar altında yaşadıkları şeyleri yaşayarak, “Ha bu böyle yaşanması lazımmış!” filan dediniz. Şart-ı âdî planında… O kendisi de diyor: Bir dönemde -böyle- iman meselesi… Yazılacak, çizilecek, müzakere edilecek; bir kere iman-ı billah, vicdanlarda hâsıl edilecek. İmân-ı billah hâsıl edilecek ki, marifetullah da hâsıl edilsin. Marifetullah hâsıl olacak ki, muhabbetullah da hâsıl olsun! Bir gün gelecek, mesele “hayat” meselesi haline gelecek; meselenin tabiî seyri. Hayatın bütün birimlerinde aynı şeyler, vird-i zebân edilecek. Bir de bakacaksınız ki, size hiçbir zaman açılmaya niyeti olmayan kale kapıları bile size açılacak; okul kapıları açılacak, üniversiteye hazırlık kursu kapıları açılacak… Ve nitekim bir dönemde, Cenâb-ı Hakk fırsat verdiğinden, yirmi, otuz, kırk tane, yurt içinde/yurt dışında üniversite açıldı; açma imkânı verdi, kapılar açıldı. Dünyanın değişik yerlerinde de oldu; oralarda da kültür ve eğitim seviyesi çok yüksek, çok kadîm üniversitelerin önüne geçecek şekilde eğitim veren üniversiteler oluştu.

Şartlar, böylesine gelişince, “Ha, şimdi yapılması gerekli olan şey, bu imiş!..” Mesele sadece konumun muktezasını orada tayin etme ve belirlemeye kalıyor. Şimdi beni mihraba ittiklerine göre, bu mihrapta galiba benim cemaatten evvel tekbir almam lazım.. “Allahu Ekber!” demem lazım.. sonra Fatiha okumam lazım.. Fatiha’dan sonra zammı sure okumam lazım.. sonra rükûa gitmem lazım… Bir yönüyle, konumun gerektirdiği şeyi, konjonktürün gerektirdiği şeyi, esasen, yerine getirme!.. Şart-ı âdî planında… Meyelân/meyelândaki tasarruftan farkı yok bunun. Sadece bulunduğu konumun hakkını vermeye çalışma… Cenâb-ı Hak, o basireti ihsan eylesin!..

Allah, belli bir dönemde, ne kadarını ihsan etti, bilemem; ben Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lütfu olarak, tahdîs-i nimet nev’inden, arkadaşlarımızı bu işte istihdam buyuran Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ ediyorum. Ama daha büyüğü yapılabilir miydi? Hani bir yönüyle, sadece kendi hesabıma olsa diyebilirim: “Benim yerimde, böyle, arkadaşların beşine, onuna, yirmisine, otuzuna, sözü geçen bir insan olsaydı.. liyâkati olmadığı halde, fazileti dinleyenlere ait, meziyeti dinleyenlere ait benim yerimde, aklı başında, vicdanı derin, kalbî ve ruhî hayat yaşayan, sağlam karakterli bir insan olsaydı, bu mesele ikiye, üçe, dörde, beşe katlanmış olurdu!..” Kendime bakarken, böyle bakarım.

Kendimizi sorgularken de şöyle düşünürüm: Allah’a hamd olsun, zaman geldi, adet, milyonlara ulaştı ve dünyanın yüz yetmiş, yüz seksen ülkesine yakın yerde okullar açıldı. Şimdi meselenin büyüklüğüne bakılınca, bizim o mevzuda tecrübesizliğimize bakılınca, belli ki katkımız, meyelân/meyelândaki tasarruftan ibaret.. tesâvi-i tarafeynde (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”de; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebep bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün olanda) bir tercihte bulunmaktan ibaret. Bir de daha yalın bir Türkçe ile “kader-denk” hususunu kullanma istikametinde. Kader-denk; “Yahu böyle de yapılabilir, böyle de yapılabilir! Haydi, şunu yaptık!” Bir de bakıyorsunuz, isabetli bir şey yapmışsınız. Kendinize mal edemezsiniz onu.

Bir tek derdimiz var bizim; bir taraftan “edille-i şer’iyye-i asliye” diyebileceğimiz, usûl ü ümmehâtın, diğer taraftan “edille-i şer’iyye-i asliye” ile -bir yönüyle- refere edilmiş “edille-i şer’iyye-i tâliye”nin, geleneklerimiz, an’anelerimiz, örflerimiz ve âdetlerimizin tanıtılması. Bunların güzelliklerine inanarak, bugüne kadar yaşamışız; “İnsanlık, bu güzellikleri görsün!” diyoruz. Ayrıca, -bir yönüyle- aklın ve vicdanın kendine göre bir fonksiyonu vardır, dolayısıyla onların da ürettikleri güzellikler vardır. Bizim de onları almamız gerektiğini düşünüyoruz.

Bakın şimdi; Türkiye’den kaçıp gelen insanlar var Amerika’ya, İngiltere’ye, Hollanda’ya, Fransa’ya, daha Avrupa’nın değişik ülkelerine, Afrika’ya, Mısır’a, İslam dünyasına… Oralarda bir Ensar-Muhacir kardeşliği oluşturuyorlar ki!.. Arkadaşlar anlatıyorlar; kaç arkadaş anlattı burada; diyorlar ki: “Biri geldi dedi ki bana: Benim falan yerde bir evim var; o evde bedava, kira vermeden oturabilirsin!” Al sana bir Ensâr ve Muhacir kardeşliği… “Ha, aynı zamanda benim imkânlarım geniş; eğer para sıkıntısı, imkân sıkıntısı olursa, onu da yaparım!..” رَغْمًا عَلَى قَبَادُوقْيَا Kapadokya’ya rağmen!..

Evet, şimdi bütün bunlara bakınca, Allah’ın izni ve inayetiyle görüyorsunuz ki, şart-ı âdî planında ortaya koyduğunuz o meyelân, eğilim, eğilimdeki tasarruf, her iki yanı müsâvî olan hususlar arasında, şöyle-böyle bir tercihte bulunma işi, seni alıp bir yere götürmüş.

İşte, koskocaman Devlet-i Âliye!.. Ona canlar kurban!.. Bayraktar, aynı zamanda “cephedâr”. Bu tabiri hiç kullanmadılar ama biz kullandık, câiz. İslam dünyasının şimalinde, Müslümanlara zarar gelmemesi için sur oluşturan bir millet. Evet, cepheyi sağlam tutan, uyûn-ı sâhire, âdeta nöbetçi; “Sızdırmam! Kötü şeylerin içine sızmasına fırsat vermem!” diyen âlî, mübarek bir millet. Anadolu insanı… Evet, ırk değil, Anadolu insanı. Cenâb-ı Hakk, onu, o eski hüviyetine yeniden ircâ eylesin! Densizlere maruz bırakmasın!.. Evet, onlar, o dönemde -düşünün- onda birini yapamamışlar; o yapamadıkları şeyleri Allah bugün lütfetmiş. Fakat onların yaptıkları şey, sizin yaptığınızın on katı; ayrı bir mesele o. Ama o mevzuda, o eğitim mevzuunda, değerlerinizi -bir yönüyle- dünyaya transfer etme ve dünyadan alacaklarınızı alma mevzuunda, Allah size lütfetmiş. Dünyanın bir köy haline geldiği dönemde, evrensel değerler fasl-ı müşterekleri -şimdi “ortak paydaları” diyorlar- evrensel değerler ortak paydaları etrafında anlaşma imkânı veriyor Allah (celle celâluhu). Siz de bir ölçüde onu değerlendiriyorsunuz, o kadar. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ olsun!..

   Yalan ve iftira, iflas etmiş mantığın sermayesi; dün zulümlerine ByLock’u bahane ettiler, yarın da kalkıp “Bunlar IŞİD’çi!..” bile diyebilirler.

Buraya kadar sizi, böyle selametle getiren, Allah (celle celâluhu). Şimdi önünüze bazı yerlerde -her yerde değil- Yunus’un baştaki ifadesiyle, yine sarp kayalıklar çıkabilir, uçurumlar çıkabilir, kandan-irinden deryalar çıkabilir. Bir şakî gibi takip edilebilirsiniz. Hani Sefiller’de adam bir şakî gibi sürekli takip edilir; yok bir kusuru, zerre kadar bir kusuru yok ama bazıları, kafalarına takmışlar, kafalarında da akıl olmadığından dolayı, o meseleye takılmışlar. Efendim, bu ilk dönemlerin iptidâî paranoyası. Tabiî iptidâî dönemlerin paranoyası başka, modern dönemlerin paranoyası başka. Modern dönemlerde paranoya değerlendirilirken, bütün o modern dönemin tüm vâridatı da, telekomünikasyonu da, imkânları da, televizyonu da, telefonu da, dinleme hatları da değerlendirilir. İz sürme işi öyle kolaylaşır ki!..

Mesela bir gün… Ne idi o? “Bal-yok!..” Ha, “ByLock”. -Özür dilerim.- Allah Allah!.. Ne demekse o meret şey?!. Birisi ezkaza bin tane insanın kullandığı o şeye girmiş. Onların takiplerinde hedef olanlardan da onun içinde on tane varmış. O diğer dokuz yüz doksana ilişme yok; belki bazen onlara da ilişiyorlar, sonra salıyorlar. İnsanlar, “Siz, niye bu sistemi kullandınız!” falan diye, sorgusuz-sualsiz içeriye alınıyorlar orada. Telefon kullanmaktan dolayı da zannediyorum -gazetede yazı yazmaktan dolayı, üç defa kesinleşmiş- müebbet hapis!.. Evet, böyle!.. Buna, “adalet-i mahzâ” (!) denir; yani, adalet düşüncesini kılı kırk yararcasına uygulama. “Amanın zulme düşerim!” diye, meseleyi kırk defa, belki -ne diyeyim ona- kalibrasyondan geçirme, “bir yanlışlığa düşerim!” diye… Evet, böyle adalet, bayılırım!..

Ne ise, burada antrparantez arz edeyim: Hayret ettiğim bir husus var: Üç beş tane sergerdan böyle düşünüyor; fakat bu serkerlerin arkasında yığınlar da tereddüt etmeden aynı şeyi yapıyor; mezâlime “Off!..” diyeceğine -ki bu, insan olmanın gereği- “Ohh!..” diyor.

Millete Cenâb-ı Hak, öyle bir hizmet ettirdi ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, hani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) -O’na canımız kurban olsun!- Mâiz için ve Gâmidiyeli kadın için buyurmuşlardı: “Öyle bir tevbe etti ki, lâbeteyn arasında bütün insanlara taksim edilseydi, yeterdi!” Bütün millete, yapılan hizmetlerin sevabı taksim edilse, yeter. Bakmayın şimdiki şom ağızlı kimselerin Hizmet’i karalamalarına!..

Geçen sohbette -min gayri haddin- ifade ettiğim gibi; hani siz öteden beri terörü lanetlediniz. IŞİD gibi, Boko Haram gibi, el-Kâide gibi, Murâbıtîn gibi -ve daha adı-unvanı duyulmamış- değişik terör örgütleri hakkında, belki elli defa “terör örgütü” dediniz. Buna rağmen.. “Terörist, Müslüman olamaz!” demenize rağmen.. “Müslüman, katiyen terörizme girmez!” demenize rağmen… “Yahu bunları karalamak istedik; karalamak istedik ama bir türlü karalayamadık! Acaba bir de IŞİD’çi desek nasıl olur?!.” falan, gibi hesaplarının ve planlarının karşınıza çıkması karşısında da -rica ederim- sakın şaşırmayın!.. O mantığın normal gördüğü şeylerdendir bunlar. Öyle bir mantık ki, mantık açısından iflas etmiş bir mantık!.. Böyle bir hesabın da iflas etmiş bir mantığın nesebi gayr-ı sahih düşüncelerinden biri olduğunda, bence, şüpheniz olmasın!.. Bu açıdan, yol bu, devran bu, gerisi angarya!.. Şâir-i şehîrin sözü: “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”

Ha, ızdırap çekiyorsunuz. “Izdırap, en makbul bir duadan daha makbul bir duadır! Izdırapsız sineler, köpeklere atılacak bir lokma et kadar değersizdir!..” Bu, birinin söylediği bir söz, kaldırın atın onu!.. Süfyân İbn-i Uyeyne; o, Tebe-i tâbiînin veya Tâbiînin serkârlarından birisidir. Evet, üç tane “Süfyân” var; fakat ikisi çok meşhur, mezhep sahibi: Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân İbn-i Uyeyne. Hazreti Pîr’in de bundan bahsederken belirttiği üzere; o, on beş yaşında iken, müçtehitler meclisinde oturuyor, fikrine müracaat ediyorlar. On beş yaşında iken, içtihat edecek seviyeye geliyor. İşte o Süfyân hazretlerinin mübarek sözü şu; diyor ki: “Bazen bir muzdaribin inlemesiyle Allah bütün bir ümmeti bağışlar!”

Izdıraplı inleme, çok önemli bir duadır. Bu açıdan da bir yönüyle ayak oyuncularının, kündecilerin, önünüzü kesip sizi devirmeye çalışmalarıyla karşı karşıya bulunduğunuz şu dönemde, ciddî bir gönül ızdırabıyla dua etmek lazım. “Allah’ım, peygamberler yolundaki bu Hizmet’i; Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali yolundaki bu Hizmet’i durdurmak isteyenlere fırsat verme! Allah’ım, bizleri bu Hizmet’te sabit-kadem eyle!” diye, ızdırapla içten dua etmek, Allah’ın izni ve inayetiyle, o kandan-irinden deryaları görmeden geçmeye vesile olacaktır. Everest Tepesi’nin, tepesine çıkılmıyor; o tepeyi düz yolda geçiyor/aşıyor gibi aşmaya vesile olacaktır, Allah’ın izni ve inayetiyle. Elverir ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bazı bela ve musibetlerin def’inde ellerini böyle kaldırdığı -Müslim-i Şerif’teki hadis-i şeriflerin ifade ettiği üzere- “koltuk altlarının beyazının görüneceği şekilde, ellerini böyle kaldırdığı” gibi, yer yer ellerinizi kaldırın!..

يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ، يَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ، اِقْضِ حَوَائِجَنَا كُلَّهَا، وَادْفَعْ عَنَّا الْبَلاَيَا كُلَّهَا، وَاسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ؛ وَخَيِّبْ رَجَاءَ أَعْدَائِنَا، فِي كُلِّ رَجَائِهِمْ، وَفِي كُلِّ غَيْرَتِهِمْ، وَفِي كُلِّ هِمَّتِهِمْ، وَفِي كُلِّ حَوْلِهِمْ، وَفِي كُلِّ قُوَّتِهِمْ، يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ؛ بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحَقِّ رُبُوبِيَّتِكَ، بِحَقِّ صِفَاتِكَ، بِحَقِّ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحَقِّ وَحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْعَظِيمِ اْلأَعْظَمِ، بِحَقِّ وَحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

“Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle. Dualarımıza icâbet buyur; bize ümit ve beklentilerimizde inkisâr yaşatma; ellerimizi boş ve hüsrâna uğramış olarak indirtme!.. Bizi düşman sayanlara ve bize husumet güdenlere gelince; onları ümit ve beklentilerinde hüsrana uğrat; bütün emel ve dileklerinde, umum gayretlerinde, topyekûn himmetlerinde, her türlü güç ve kuvvetlerinde onları haybete düşür, mahrum ve me’yus kıl!.. Ey Azîz, ey Cebbâr, ey Celîl, ey Kahhâr, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!.. Zât’ının hakkına, azamet ve ululuğun hakkına, Ulûhiyet ve Rubûbiyetin hakkına, sıfât-ı Sübhâniyen ve esmâ-i hüsnân hakkına, en yüce ismin, İsm-i A’zam’ın hakkına ve hürmetine.. ve Efendimiz Muhammed Mustafa hakkı, hürmeti ve şefaatine dualarımızı kabul buyur. O’na salât ü selam dileyerek bunu Sen’den dileniyoruz, ey Erhamürrâhimîn Rabbimiz!.. Âmin.”

Bamteli: DERİN VE CANLI MÜSLÜMANLIK

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Maruz kaldığımız musibetleri aşabilmemiz için sığlıktan kurtulmamıza ve daha derin bir kulluk ortaya koymamıza ihtiyaç var!..

Cenâb-ı Hak, bizleri, dinde derinleşmeye muvaffak eylesin!.. Farzıyla, imanın erkân-ı esâsiyesiyle ve İslam’ın esâsâtıyla; yani, sağlam inanmak ve onu sağlam yerine getirmekle!.. Buna Üstad Necip Fazıl, “iman ve aksiyon” sözüyle yaklaşırdı. “Aksiyon”, “amel”i tam karşılar mı? Fransızca bir kelime; münakaşası yapılabilir; kendisi de sorguluyordu onu.

Antrparantez burada bir şey söylemek istiyorum: Hutbe, Cuma’nın şartlarındandır, dinlenilmesi lazım. Dolayısıyla hutbe okunurken, salat ü selam yeri geldiği zaman bile, yani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in adı anıldığında dahi salat u selam getirilmez. Bu, meselenin (hutbeyi dikkatle dinlemenin) önemini ortaya koymaktadır. Bazıları diyorlar ki, “Böyle, içinden söylese acaba olur mu?” Kütüb-i Fıkhiye’de. İçinden… Onun (hutbenin) kemâl-i hassasiyetle dinlenilmesi lazım. Hutbede okunan, Kur’an, hadis-i şerif veya onlardan süzülmüş her ne ise şayet, onu kemâl-i hassasiyetle, Ramazan’da iftar vaktinde size sunulmuş bir içecek gibi yudumlamak lazım. Limonatayı mı çok seversiniz, portakal suyunu mu, soğuk bir suyu mu? “Mâ-i bârid”, Efendimiz’in beyanında da içilmesi gerekli olan şey diye tavsiye edilir. Her neyi seviyorsanız şayet, onu yudumluyor gibi hutbeyi yudumlamak lazım! İmam, Kur’an’ı okurken, onu yudumluyor gibi yudumlamak lazım!..

Cenâb-ı Hak, namazı, tabiatımıza göre, numarası-drobu uygun, tam bize göre bir şey olarak emretmiş. Hakikaten bu el, bu ayak, bu mafsallar… Vücutta, üç yüz küsur mafsal… Namaz kılmak için ne kadar da yakışıyor, başka varlıklara baktığımız zaman. Her defasında derinlemesine onu duymak, namazlaşmak… Dün, aklımdan geçiyordu ki, ara sıra namazla alakalı bir bahsi okusalar; İmam Gazzalî’den mi, Hazreti Pîr’den mi, yoksa daha dûn olan insanlardan mı, namaza ait bir bahsi, tekrar tekrar bize anlatsalar da biz de namazlaşarak namaz kılsak!.. Oruçlaşarak oruç tutsak!.. Allah yolunda tamamen “kul”laşarak, kulluğumuzu “ibâdet” şeklinde değil, “ubûdiyet” şeklinde de değil, ubûdiyet üstü “ubûdet” şeklinde, vücudumuzun bütün derinliklerinde duyarak yerine getirsek!..

Sığlıkla, şu anda yürüdüğümüz yol, yürünmez. Ve bizim, şu andaki sığlığımızla, maruz kaldığımız şeylerden sıyrılma imkânı olmaz! Onları gönül rahatlığıyla atlatamayız. Daha derin kulluğa ihtiyaç var; Peygamberâne bir bakışa, O’nun yolunda, sahabî anlayışında bir bakışa…

O camilerde namaz kılan insanları, mübarek kandil gecelerinde veya Cuma namazlarında gördüğüm zaman… Ama İslam dünyasının her yerinde, hususiyle de Kapadokya’da… Camideki cemaati görünce, cansız posterler gibi geliyor bana!..

   Mektep, medrese ve tekyenin birbirinden kopuşu yıkılışımıza sebebiyet vermiştir; belimizi doğrultmamız kalb/ruh hayatı, dinî ilimler ve fen bilimleri birlikteliğine bağlıdır.

Zannediyorum, milletimiz, hayatında, tarih boyu böyle bir sığlığa maruz kalmamıştır. Bin senelik Müslümanlıkla tanışıklığı var: Tekvînî emirler hallaç edilmiştir; şunları, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini mütalaa ediyor gibi mütalaa etmişlerdir; otu, ağacı, yıldızı, Ayı, Güneşi… Sizin modern isimleriyle ifade ettiğiniz Fiziği, Kimyayı, Matematiği, Astrofiziği, Antropolojiyi, Ekolojiyi… Sizin Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tahlil ettiğiniz gibi tahlil etmişlerdir. Ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’i de öyle derinlemesine kavramış, yüzlerce tefsir yazmışlardır. Biz sadece onlardan belki otuza yakınını müzakere ettik; Allame Hamdi Yazır’ın tefsirini ana kitap olarak baştan sona kadar okuduk; sonra da onun deyip demediği şeyleri görmek için, onun yanında yirmi küsur, otuza yakın tefsire arkadaşlar bakarak özetlediler; otuz tefsiri birden mütalaa etme imkânı oldu. Sorgulayacağınız bir şey yok.

Bir şey var; belki, kendi zamanlarının renk ve desenini taşıyordu. Ona, esas günümüzün, bu zamanın yorumlarının ilave edilmesi, konjonktürün kazandırdığı şeylerin ilave edilmesi lazımdı. O da, bugün kolektif şuurla, ortak akıl ile yazılacak; “fünûn-i müsbete” ile beraber, “tekye ve zaviyenin varidatı”yla beraber, aynı zamanda “Kitab ve Sünnet bilgisi”yle beraber… Bunların hepsini hazmetmiş/sindirmiş bir “hey’et-i âliye”nin bir araya gelmesiyle ortaya koyacağı bir tefsir.

Bu, tefsir mevzuuna/mazmununa saygının gereği… Bu, İslamiyet’e saygının gereği… Bu, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a saygının gereği… Bu, Kur’an’ı bize bir mesaj olarak gönderen Allah’a saygının gereği. Zira o “Kur’an, kâinat mescid-i kebîrinde kâinatı okuyor.” Hazreti Pîr’in ifadesi: “…Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Evet, yalnız sensin, ey Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan!..

Tekye ve zâviye”, İslam’ın kalbî ve ruhî hayat cihetinin temsil edildiği yerler, taklide emanet. “Kur’an ilimleri”, yine, mukallitlere emanet. “Fünûn-i müsbete”, başını almış, Pozitivizmin, Natüralizmin, Materyalizmin güdümünde, ayrı bir vadide; kendini bir çağlayana salmış ki, dışarıya çıkmaya ihtimali yok. Yeniden, bu üç esasın, üç temel disiplinin, (Tekye ve zaviye, Kur’an ilimleri, Fünûn-i müsbete); bunların inzimamı esas önemli. Bir vâhidi teşkil edecek zira bunlar, bir vâhidin farklı üç tane yüzünden ibaret. Fakat bunlar, Hicrî beşinci asırdan sonra birbirine yabancı hale gelmiş. “Tekye”, bir yerde, bir darlığın mahkûmu, emeklemeye durmuş. “İslamî İlimler”, farklı bir vadide, emeklemeye durmuş. “Fünûn-i müsbete”, başkalarının elinde kalmış, bize de onun taklidi düşmüş. Onlar, “Materyalizm!” demişlerse, o denmiş; “Pozitivizm!” demişlerse, o denmiş; “Natüralizm!” demişlerse, o denmiş; ötesinde bir şey söylenememiş.

Bir gün, yine bu üç esasın bir araya gelmesiyle, Kur’an’dan maksut olan şey, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsi ortaya çıkacaktır. Gaye-i hayal haline getirip bunu realize etmeye bakmak, bunu tahayyül etmek lazım. İnşaallah, bir gün İslamî ilimleri tahsil etmenin yanında, fünûn-i müsbeteyi de tahsil eden ve böylece konuştuklarında birbirini anlayan insanlar neş’et edecek. Antropolog konuşurken, Tefsircinin onu anlaması lazım, Hadisçinin, onu anlaması lazım; Astrofizikçi konuşurken, Tefsirci ve Hadisçinin onu anlaması lazım; Fıkıhçının onu anlaması lazım… Birbirini anlayan “hey’et-i âliye” -ki Hazreti Pîr’in de işareti var- bir araya gelerek, çağın renk ve desenine göre, numara-drop uygun, o çağa göre bir yorum ortaya koyacak. Büyük müfessirin, üçüncü asırdaki müfessirin (“Te’vilâtü’l-Kur’ân” isimli tefsirindeki) ifadesiyle ifade etmek lazım; bir “te’vil” ortaya koyacak. “Kitabü’t-Tevhid” sahibi, Mâverâü’n-Nehr’in âbide şahsiyeti, İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944); akidede bizim de yolunda yürüme durumunda olduğumuz insan. Allah, onların yolunda yürümede bizleri sâbit-kadem eylesin! Her şeyi yarımlaştırdığımız, çeyrekleştirdiğimiz gibi, aslında onların yolunda yürümede de sekmeye devam ediyoruz. “Sekme” denir buna, hafizanallah.

   Günümüzün cahil ve laubali teologlarını değil, her konuda kılı kırk yararak eserler yazmış ve örnek bir hayat ortaya koymuş selef-i sâlihîni takip etmek lazım!..

Onları çok ciddi takip ettiğiniz söylenemez. Gece, teheccüdü kaçırdığından dolayı, gündüz onu kaza ederken, “Bu esas, gece namazıydı ve berzah hayatını aydınlatacak bir projektör idi; ben nasıl oldu da bu geceyi böyle ölü geçirdim?!.” diye ağlayan/üzülen kaç insan vardır, o camileri lebâleb dolduran insanlar içinde?!. Bırakın onları, kaç imam vardır, kaç müezzin vardır, kaç vaiz vardır, kaç merkez teşkilatındaki ekâbir vardır, kaç Horasanlı Taylasanlı vardır?!. “Evvâbin’i kılamadım! Cebren li’n-noksan; farzımda, revâtibimde kusur etmiş olurum. Onu da kılayım ben!..” diyen kaç insan vardır?!.

Kütüb-i fıkhiye’de anlatılan esaslar bunlar. Ezbere bir şey değil ki, alın bakın. Burada bunların hepsi de yine müşterek “Fethü bâbi’l-İnaye” ile beraber müzakere edildi. Yirmi eser var mıydı? Belki, yirmi ayrı fıkıh kitabı mütalaa edildi. Ben en âli mektepte meseleye bu şekilde yaklaşıldığını bilmiyorum; çünkü oralarda bile iş, geçiştirmeye bağlanmış. “Fihriste bak, işle, fişle, doktora yap, doçentlik yap, profesör ol; tamam, allâme-i cihansın!” O değil!.. O, müktesebatın bütününe vâkıf olma, esastır. O, Kütüb-i Sitte’yi birkaç defa baştan sona okumamışsa; “Falan şöyle diyor, filan böyle diyor!” Ben ona katiyen hadisçi demem. Efendim, o olsa olsa, “hüdeys”çi olur; muhaddis değil, “müheydis”!.. Yok öyle bir kelime.

Evet.. Derin olma mecburiyetindeyiz. Dürer’e bakın, Gurer’e bakın; Fatih döneminde yazılan eserler. Yine o döneme ait İbrahim Halebî’nin “Mülteka’l-Ebhur”una bakın; sadece namaza müteallik, Haleb-i Sağîr’ine bakın. Belli bir dönemde yazılmış (Nuru’l-Îzâh şerhi) Merâki’l-Felâh’a bakın; onun haşiyesi, Tahtâvî’ye bakın… Onlara göre bir Müslümanlık… Selef-i sâlihînin dediği şeyleri süzmüş, değerlendirmiş, takdirlerde-tercihlerde bulunmuş, ortaya koymuşlar; “Müslümanlık budur!” demişler.

İbn Âbidîn’e bakın, son allâmelerden. Fıkhı, müctehid kadar bilen hocalara şahid oldum. O Erzurum müftü nâibi Osman Efendi de onlardan bir tanesi idi. Fıkıh kitaplarını mütalaa ederken, uykuya daldığına, kitabın yüzüne düştüğüne şahit olmuştum. Bize, dersleri takrir etmenin dışında, yatakta bile onları mütalaa ederdi. Kendisine bir müctehid nazarıyla bakılırdı. Ama o, İbn Âbidîn’i kendinden çok büyük, allame gibi görürdü. Konyalı Hâdimî’nin Muhammediye şerhi “Berika”yı ders olarak takrir ederken, Hâdimî’yi bir allame gibi görür, ona saygı duyardı. Kendisi bir allame idi; ama onları gerçek allame gibi görür, onlara saygı duyardı.

Onlar anlatmışlar: Nasıl Cuma namazı kılınır Türkiye’de, nasıl beş vakit namaz kılınır, farzlar nelerdir, revâtib nelerdir, zevâid nelerdir, cebren li’n-noksan edâ edilen şeyler nelerdir? Ee alın bakın!.. İbn Âbidîn’e mi ben inanacağım şimdi, günümüzde bir kitabı baştan sona kadar okumamış, günümüzün daracık bilgili teoloğuna mı?!. Hem de “firak-ı dâlle”den, firak-ı dâlle… Bir yerde, Perslinin tecviz ettiği şeyi (Mut’a’yı) tefsire yazarken, “evet” diyen, firak-ı dâlle. Bunların fetvâ emini oldukları dönem!.. Zamanın ne kadar karardığını ona göre değerlendirin!.. Ufkun ne kadar karardığını, insanların ne kadar dinden uzaklaştığını kararlaştırın!.. Ee diyor ki, Cuma günü, işte camiye geldiğiniz zaman, orada ister tahiyye-i mescid şeklinde, isterse cumanın ilk sünneti.. sonra cumanın farzı.. ondan sonra, cumanın son sünneti.. günümüze göre, ondan sonra zuhr-i âhir. Ve İbn Âbidîn, lütfen bakın, beş-on tane o selef-i sâlihin’den, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci asırda yaşamış fukahâ-i kirâmın eserlerinden kaynak göstermek suretiyle diyor ki, günümüze göre, “Bir de vaktin son iki rekât sünneti mutlaka kılınması lazım!” Ee kendini beğenmiş akıl hastası teolog, hemen namazı kılar kılmaz, aradan geçiştirme -efendim- üzerinden atma manasında sıvışıp camiden çıkınca, cemaat de harıl harıl boşalıverir arkasından; “Galiba böyle olacakmış!” der. “Galiba böyle olacakmış!”

Hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi; “Ulemâ kalmayınca, halk, cühelâyı “âlim” diye intihap ederler, meseleleri onlara sorarlar; onlar da o yarım-yamalak bilgileriyle fetva verirler; kendileri dalalete düşmüştür, başkalarını da idlâl ederler.” “Fe-dallû ve adallûفَضَلُّوا وَأَضَلُّوا Efendimiz buyuruyor. Şayet, sen, aradan çıkarma ve hemen sıvışma şeklinde, hemen öyle yapıyorsan, başkaları da -işte o şeyin arkasından sürüklenen koyun sürüsü vardı ya- onlar da senin arkandan sürüklenir çıkarlar.

   Hakka adanmış ruhlar, hep azimetlerle amel etmeye çalışmalıdırlar!..

Evet, dinin emirlerini azimetlere yürekten bağlılık içinde ölesiye bir gayretle yerine getirmek lazım. Ha, birilerinin o mevzuda kusuru var; sünneti ihmal ediyor; zevâid’de kusuru var, ihmal ediyor onu. O mevzuda onlara denecek şeyleri, usulünce, kaçırmadan, tenfîr etmeden, meseleyi bir ağırlık şeklinde onlara tahmil ediyor gibi tahmil etmeden anlatman lazım. Ama sana gelince, Hazreti Pîr’in de bir yerde işaret ettiği gibi, Şa’rânî’nin Mizân’ı zaviyesinden “azimetlerle amel etmek” hedefin olmalı.

Mesela; Ebu Hanife hazretlerinin bir yaklaşımı var. Diğer üç imam, hatta onların dışında İmam Sevrî, Evzâî -bunlar da o devrin müctehidleri, onlar- öyle demiyorlar. Fakat Hazreti İmam-ı Hümam, “Mâ-i müsta’mel necistir!” diyor. Zuheylî -merhum- el-Fıkhü’l-İslamî isimli on ciltlik eserinde -onu da mütalaa etme imkânı olmuştu- diyor ki: “O Hazret, bir yerdeki bir tablo karşısında bunu söylemişti. Gerçekten biri, genel durumu itibariyle, şöyle idi de, onun vücudundan dökülen sular, dolayısıyla necisti; dolayısıyla mâ-i müsta’mel necisti!” Bununla beraber, Hazreti İmam-ı Hümam’ın talebeleri, Hazreti İmam-ı Hümam’ın mütalaasının o istikamette olduğunu söylüyorlar. Şimdi, herkes buna riayet etmeli mi, üzerine hiç suyu sıçratmamalı mı?!. Fakat bir imam bunu söylemişse, elden geldiğince “azimetle amel” odur.

Abdestin kaç tane rüknü var; Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre; yüzünü yıkamak, kollarını yıkamak, başına mesh vermek, ayaklarını yıkamak; başa mesh edilmesi ve ayakların da yıkanması. Ama imamlardan bir tanesi “Niyet de abdestin esasıdır.” diyor. Biri de “Tertip esastır!” diyor, “Sıra ile yapmak lazım; evvela kollarını yıkayıp sonra yüzünü yıkadığın zaman, olmaz!” diyor. Şimdi, Şa’rânî’nin Mîzân’ına göre yapılması gerekli olan, o diğer mezheplerin farklılıklarını da nazar-ı itibara alarak meseleyi ağırlığıyla yüklenmektir.

Kur’an’a gönül vermiş, dilbeste olmuş, kendi için yaşamayan, başkalarını yaşatmayı gâye-i hayal haline getirmiş insanlar, Allah ile münasebetlerini bu ölçüde bir derinlik içinde ele almıyorlarsa, tekkeleri işgal eden post-nişinler olsa da, sıfır oğlu sıfırdır. Camide gürleyen vaiz olsa da, sıfır oğlu sıfır; Diyanet’te belli merâtipte makamları ihraz etseler de -bağışlayın- sıfır oğlu sıfır!..

Evet… Vâkıa insanın, şahsı itibariyle kendisini sıfır görmesinde yarar var. Ama bu şekilde “sıfır olma”, ayrı bir mesele. Bu, Allah’ın bir mekridir, hafizanallah. Ve din bilgisi, din adına halkın onları dinlemesi meselesi de bir çeşit “istidraç”tır. Neden bu yarım yamalak bilgili insanları insanlar, insan diye, biliyor diye dinliyorlar?!. Onlar, dinliyorlar; o da farkına varmadan, -efendim- kendisini bir şey görüyor, zavallı, “istidraç”zede; kaybediyor, kazanma kuşağında.

Selef, ne demişse, o meseleyi milimi milimine yaşamak… Kur’an’ı, Sünnet’i didik didik etmiş, hallaç etmişler, ona göre ahkâm-ı İlâhiyeyi ortaya koymuşlar, ârızasız-kusursuz. Cenâb-ı Hak, Firdevs’i ile hepsini sevindirsin!

   Harikulade Dehalar, Dağılmamış İnsanlar, Doğru Müslümanlık ve Günümüzdeki Sahtekârlar…

O ölçüde o meseleleri ortaya koyacağımız, şartlar ve konjonktür hazır olacağı âna kadar… Bir farklı anlayış… Bundan sonra tek başına bir insanın müctehid olması mümkün değil. “Ben müçtehidim!” diye ortaya çıkan, haddini bilmeyen paranoyaklar olabilir; paranoyak, olabilir. Fakat günümüzde “ezhân” bu kadar dağılınca, zihinler bu kadar dağılınca, dün duyduğu şeyi bugün unutan insanların içtihatta bulunmaları mümkün değil.

O ictihad meselesi… Dördüncü derecede Ahmed İbn Hanbel. Bir milyon hadisten, o kırk bin küsur hadise yakın, (oğlunun ziyadesiyle beraber, Abdullah’ın ziyadesiyle beraber) seçmiş. Bir milyon hadisten… Aklınızda değerlendirmeniz için küçük bir örnek vereyim; Buhari burada var, değil mi? Ondaki hadis sayısı, beş bine yakın. Düşünün, yüz bini ne kadar olur onun! Sonra yüz binin on katı ne kadar olur! Fakat o Ahmed İbn Hanbel, o müçtehidîn-i izâmın dördüncüsü. Ebu Hanife, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, sonra dördüncü derecede Ahmed İbn Hanbel geliyor.

O cins dimağlar… Başka şeylerle meşgul olmamışlar, dağınıklığa düşmemişler; bütün himmetlerini Allah’ın murad-ı sübhânîsini anlama istikametinde kullanmışlar. Siyaset nedir, bilmemişler. Siyasetçiye kapı kulu olmamışlar. Onlar karşısında düğme iliklememişler. Hatta İmam Gazzalî gibi, çokları bir yönüyle, onlarla oturup kalkmayı ilme karşı saygısızlık ve cinayet saymışlar. “Ayağıma gelirse!..” Harun Reşid, Fudayl İbn İyaz’ın ayağına gidiyor ve “Bana nasihat et!” diyor. Türkiye kadar yirmi büyüklükte bir devletin başındaki adam, Fudayl İbn İyaz’ın ayağına gidiyor; o da onun kusurlarını sayıp döküyor yüzüne: “Milletin malından alıyorsun, hakkın mı o? Ebu Bekir ne kadar almıştı, Ömer ne kadar almıştı, Osman ne kadar almıştı? Ama sen, ne yapıyorsun?!. Bu mevzuda, çoluk-çocuğun için de -o dönemde yoktu hani, günümüzden misal verecek olursak- nereden bu villalar; gecekondudan çıkıp da birden bire nasıl oluyor o filolar?!. Nasıl oluyor da o yalılar?!. Nasıl oluyor da dünya kadar yurt dışına para transferleri?!. Nasıl oluyor?!.” O da hıçkıra hıçkıra ağlıyor, yanındaki Fazl “Hünkarı, sultanımızı çok rencide ediyorsunuz; ne olur, biraz yumuşak konuşun!..” diyor. Ama Harun Reşid, gönlünden gelen bir istekle dinliyor onu; çünkü o, doğru Müslüman!.. Çünkü o, doğru Müslüman!.. Mefhum-u muhalifini, şöyle günümüzde genel manzara itibariyle nazarınızı gezdirin, tayin etmeye çalışın.

Mefhum-u muhalifi… Çünkü onlar, doğru Müslüman değil!.. Çünkü onlar, sahtekar!.. Çünkü onlar, riyakar!.. Namazları da yalan, oruçları da yalan, geçmişle irtibat adına değişik organizasyonları da yalan!.. Şanlı ecdadımızın adını kullanmaları da yalan!.. Yalan ile oturuyor, yalan ile kalkıyorlar!.. İftira ile oturuyor, iftira ile kalkıyorlar!.. Ve dolayısıyla da hayallerinde kendilerine “Binde bir ihtimalle, ne olur ne olmaz, tehlike olur!” diye, birilerini, bir tehlike zümresi, tehlike cemaati olarak îlân etmek suretiyle, ademe mahkum etmeye çalışıyorlar. Ta’yîrleri ta’yîrler, tahkirleri tahkirler, tezyifleri tezyifler, ibâdeleri ibâdeler, tenkilleri tenkiller takip ediyor. Yerle bir etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar; çünkü onlar birer vehim insanı!..

   Canlı kalabilmenin yolu, öncelikle hal ve temsil ile sürekli hakikatlere tercüman olmak, sonra da gerektiğinde dil ile o hal ve temsilin şerhini yapmaya çalışmaktır.

Evvelâ: Esasen her mü’min, inandığı şeyleri başkalarına duyurmak, hususiyle temsil ile meşherlerde sergilemek, hâl ile dünya meşherlerinde sergilemek suretiyle, kendini canlı tutar. Ele-âleme hayat nefhettiğiniz sürece canlılığınızı korumuş olursunuz. Mü’minin canlılığını muhafaza etmesi meselesi, esas, etrafa -bir yönüyle- hayat nefhetmesine bağlıdır, İsrâfîl gibi. Bunun heyecanını yaşama… “Benim, canlı kalmam lazım! Her zaman Allah’ı görüyor gibi ibadet yapmam lazım! Allah tarafından görülüyor olma mülahazasıyla asâ gibi iki büklüm yaşamam lazım!” Biraz evvelki mülahazalara bağlı, Allah’a karşı ubudiyeti aradan çıkarma, -efendim- sonra sıvışıp gitme şeklinde değil. “Keşke hiç bitmese, şu öğlen hiç bitmese!”

Hadis-i şerifte buyurmuyor mu? “Kalbi, camiye muallak olan insan!” Öğleni kılıyor, “İkindi ne zaman gelecek? Ben, yeni bir irtibatla, salat-ı vüstâ ile bir irtibat daha tesis edeyim?!.” Dünya işlerine gidiyor; idareci ise, idaresinin başına gidiyor, masasının başına oturuyor ama kalbi, cami için çarpıyor: “Bir ezan okunsa da, yeniden, ezan ile bir konsantrasyona geçsem; bir kamet okunsa, yeni bir konsantrasyona geçsem; bir sünnet kılsam, bir kat daha konsantrasyonumu artırsam; bir farza dursam, Allah ile tam münasebete geçsem de bir kere daha o tadı tatsam!..” Öyle…

Şimdi herkese bu duyguyu, bir yönüyle duyurma… Arz ettiğim gibi, meşher-i âlem çarşısında, memerr-i âlem çarşısında (âlemin gezip dolaştığı çarşıda) hâl ile, temsil ile sergileme… Halin/temsilin -bir yönüyle- net anlaşılmadığı yerlerde -esası odur- kavli devreye sokma… Yani “Niye bu insanlar, bu kadar ince?!. Neden gözler kontrol altında?!. Neden kulaklar, mesmû olmaması gerekli olan şeylere karşı kapalı?!. Neden dil, hep konuşulması gerekli olan şeyleri konuşuyor?!. Neden sükût, tefekkür; konuşma, hikmet?!.” Bu hususlarda, el-âleme, o temsilin dilinden anlamayan, hâlin dilinden anlamayanlara, sen, “İşte şunun için!” diyeceksin. Şimdi bu, esas o vazifeyi yapan, o misyonu edâ eden, o işin mücâhidi diyeyim, o işin mücâhedecisi olan o insanın canlı kalması adına, hep dipdiri kalması adına çok önemli bir faktör.

İkincisi: O mesaj size sunulmuş ve dünyanın her yerine o meseleyi ulaştırma, bir sorumluluk şeklinde size yüklenmiş mi, yüklenmemiş mi? Diyor mu, demiyor mu İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, Güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” Ve bu ümmet, mübarek ümmet, Kur’an-ı Kerim’de takdir edilirken, كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ  “(Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz).” (Âl-i Imrân, 3/110) Evet… Münafıklar, kendilerine ait hususlarla anlatıldıktan sonra, mü’minlere gelince, onlar, bu evsafla anlatılıyorlar. Kaç yerde, hakkı/hakikati anlatma ve aynı zamanda münkerâttan insanları vazgeçirme meselesi, ciddî bir sorumluluk şeklinde, inanan insanlara birer vazife olarak tahmil ediliyor. Bu sorumluluğu yerine getireceksiniz. Bu, bir esas; bunlar, usûl. Ama bu mevzuda üsluba gelince, onu da o müctehidlerin o mevzuda ortaya koydukları temel disiplinlerle, her çağda gelen müceddidlerin ortaya koydukları disiplinlerle belirleyeceksiniz. Böylece siz, usulü, esası, “üslub”a fedâ etmeyeceksiniz. Usûlü/esası, deldirmeyeceksiniz, üslup hatasıyla. O da ayrı bir mesele. Ortak akla müracaat edeceksiniz; “Şöyle bir mesele var fakat insanların tepkisine de sebebiyet verebilir; ben bu meseleyi nasıl diyeyim, nasıl edeyim?!.” diyeceksiniz.

Bir de bu mesele… Sizin canlı kalmanızın çok önemli bir dinamizmi olmasının yanı başında; aynı zamanda o güzellikleri değişik meşherlerde teşhir ederek, temsil ile, hal ile göstererek onları herkese duyuracaksınız. Cami minberlerinde/mihraplarında lafazanlıkla anlatarak değil; esasen, إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ Ricalin değişik kâmet-i bâlâlarında görülen bir hususiyettir; “Hakiki mü’min odur ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır! يَا مَنْ إِذَا سَجَدَ تَجَلَّى اللهُ deniyor, Efendimiz ile alakalı. “Ey secde ettiği zaman, Cenâb-ı Hak tecelli ettiği insan!” deniyor. Aynı zamanda secdedeki kıvranmasını da ifade ediyor, Kur’an-ı Kerim bir yerde: وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ “(Kulluk görevini yerine getirebilmen için) secde edenler arasında secdede kıvrım kıvrım kıvrandığını (ve o secde edenlerin iyi birer kul olabilmeleri için nasıl gayret sarf ettiğini de) görüyor.” (Şuarâ, 26/219) Sizi böyle gören insanlar, “Niye?” falan derler, “Neden?” derler. Ve bu, size, esasen, o meselenin izahı, şerhi, haşiyesi adına kendinizi ifade etme yolunu açar. Bir yönüyle size bir imkân verilmiş olur, siz o işi sergilerseniz. Bu da meselenin bir diğer yanı.

   Gerçek Müslümanın terörist olamayacağını ve terörün her çeşidinden fersah fersah uzak bulunduğumuzu bütün dünyaya anlatmalısınız!..

Meselenin bir diğer yanı: Esasen, Müslümanlığın bir kavga dini olmadığı çok iyi anlatılmalıdır. “Ebedî Risalet”te ifade edildiği gibi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşları/harpleri bile, müdâfaa savaşıdır. Bütün dünyaya bunu göstermek lazımdır. Kavganın karşısında olduğunuzu, anarşinin karşısında olduğunuzu, terörist örgütlerin karşısında olduğunuzu ifade etmeniz, İslam’ın güzelliğini anlatma adına çok önemli bir husustur. Yığın yığın günümüzde terörist var. Müslümanlığın/Müslümanların terörizm ile katiyen alakalarının olmadığını anlatmak çok mühimdir. Yirmi sene evvel mi demiş Kıtmîr: “Müslüman, terörist olmaz; teröriste de ‘Müslüman’ denmez!” Olmaz!.. Belki de burada, bu kulelerin tahrip edildiği zaman mıydı, neydi; evet, belki o zaman. O da yine on-on beş sene herhâlde oluyor. Başka zaman belki başka şekilde de mesele ifade edilmiştir. İslam’ın mübarek adını, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’ın emanetini, Cenâb-ı Hakk’ın mesajının -esas- hayat tarzı şeklinde hayatımıza hayat olmasını -bence- o türlü şeylerle karartmamak lazım.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.” (Sözler, s.717) İhyâ-yı din ile olur dünyanın ihyası… İhyâ-yı din ile olur dünyanın ihyâsı!.. Ne çapta olursa olsun, inandırın! Bir seviyede inansın. Dolayısıyla bu, sizi -bir yönüyle- omuz omuza getirecek; diz dize, topuk topuğa getirecek; âdeta bir safın insanları haline getirecek. İsterseniz siz sonradan ona “kültürler diyalogu” dersiniz; isterseniz “anlayışlar diyalogu” dersiniz; isterseniz “inançlar diyalogu” dersiniz. Fakat esası bunun, “kavgasız bir dünya” demektir; “birbirini canavar gibi öldürmeyen insanların dünyası!” demektir.

Kâfî derecede -zaten- insanlar ölüyor. Efendim, buna Darwin mülahazasıyla “natürel seleksiyon” demeyeceğim de ben; bir yönüyle şöyle-böyle, değişik yaygın/sârî hastalıklarla veya işte başkalarının şöyle-böyle zarar vermesiyle insanlar ölüyor. Buna da isterseniz “iradî seleksiyon” diyebilirsiniz; “Natural seleksiyon” yerinde “iradî seleksiyon”. Yok öyle bir tabir. Evet, bu açıdan da varsın olsun, insanlar. Efendim, “Bir ekmek bulamıyorsam ben, yarım ekmek ile geçinirim, yarısını başkasına veririm!” Ve böylece kimsenin canına kıymam.

Kardeşleriniz, dünyanın değişik yerlerine yayıldılar, bir anlayışı ortaya koydular ve o insanlar, onları bağırlarına bastılar. Allah vüdd vaz’etti: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecek (ve onlar, şu anda az ve güçsüz de olsalar, her tarafta kabul görecekler)dir.” (Meryem, 19/96) İman ettiler, sâlih amel yaptılar. Allah, onlar hakkında sevgi, herkesin gönlüne sevgi koydu; onlar için hüsn-i kabul vaz’ edildi; herkes, bağrına bastı onları.

Öyle ki, kapalı olarak üç-beş seneden beri, açık olarak da iki seneden beri, o oluşumları yıkmak için sağa-sola dünya kadar para döktükleri halde, Allah’ın izni ve inayetiyle küçük bir-iki yerde -ancak- kırılmaya sebebiyet verebildiler. Bütün müfsitliklerini, zulümlerini kullandılar ancak bir-iki yerde küçük kırılmaya sebebiyet verdiler. Onlar da tamir edilmez gibi değil, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Öbürleri “Niye bütün bütün kıramadık?! Richter ölçeğine göre on şiddetinde bir zelzeleye sebebiyet veremedik; bütün bu müesseseleri yerin dibine batıramadık?!.” diye kederlerinden gidecekler. Ben değil, başkaları da değil, belki siz de değil ama birileri o ölçüde saygılı davranmayacak, o ölçüde dine de saygılı olmayacak, o ölçüde ölüp gidenlere karşı da saygılı olmayacak ve şöyle diyeceklerdir, taziye adına:

“Ne kendi eyledi rahat,

Ne halka verdi huzur;

Yıkıldı gitti cihandan,

Dayansın ehl-i kubûr…”

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Son Dönem Terör Hadiselerinin Hizmet ile İlişkilendirilmesi Çabalarına ve “Siyasilere Suikast” Söylentilerine Dair Açıklaması

Herkul | | DIGER

Özellikle son günlerde, “Hizmet’e yakın uyuyan hücrelerin” (!) IŞİD ve PKK ile birlikte, devlet büyüklerine ve muhalefet liderlerine suikast yapacakları iftirası sıklıkla dile getirilmektedir. Malum çevreler tarafından maksatlı olarak yayıldığına ve yeni kirli planların sahnelenmesi için zemin hazırlama amacı da taşıdığına inandığım bu tür bühtanlarla Hizmet gönüllülerine bir tuzak daha kurulmakta olduğundan endişe duyuyorum.

Yakın zamanda vuku bulan suikast ve terör hadiseleri üzerinden Hizmet Hareketi’ne yönelik iftira kampanyasına hız verildiği görülmektedir. Bilhassa, iktidar çevrelerince beslendiği dillendirilen El-Nusra yanlısı bir katil tarafından işlenen Karlov cinayeti sonrasında, dikkatleri kendilerinden uzaklaştırmak isteyen kesimler bu iftiraları yoğunlaştırmışlar; Reina vahşetini ve İzmir’i vuran terör hadisesini de aynı istikamette suiistimal etmişlerdir.

Ayrıca, her terör olayından sonra, canileri Hizmet ile bağlantılı göstermek gayesiyle masum insanlara operasyonlar düzenlenmekte ve “uyuyan hücre”lerin (!) eylem yapmak için harekete geçecekleri iftiraları atılmaktadır.

2000-2013 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin ve karanlık olayların dahi Hizmet gönüllülerinin üzerine yıkılmak istendiği, “Sümeyye’ye Suikast” yalanı ve 15 Temmuz kumpası gibi hadiselerle Camia’nın nasıl karalandığı da düşünülünce, aynı çevrelerin sahneye koyacakları yeni terör eylemlerini ve suikastları Hizmet gönüllülerinin üzerine atmaları uzak bir ihtimal değildir. Hele uzun süredir çabaladıkları ancak başarılı olamadıkları “Hizmet’i uluslararası alanda terör örgütü ilan ettirme” amacına ulaşmak için yeni entrikalar çevirecekleri, bir kısım eylemler/suikastlar düzenleyecekleri endişesi yersiz olmasa gerektir.

Bu cümleden olarak, muhalefet liderlerine IŞİD tarafından saldırı yapılacağı, bundan dolayı onlara zırhlı araç verildiği ve koruma tedbirlerinin arttırıldığı haberlerinden hemen sonra iktidar çevreleri ve onların sözcüleri sayılan medya tetikçilerince bu eylemlerin Hizmet mensupları tarafından işleneceği iftirasını yaymaları çok manidardır. Ayrıca, söz konusu haberlerin/söylentilerin Anayasa değişikliği teklifinin görüşülmeye başlandığı günlerde tehdit edalı olarak seslendirilmesi de dikkatlerden kaçmamaktadır.

Şayet “siyasilere suikast” haberleri ciddi istihbarata dayanıyorsa, o hain planın engellenmesi için bütün tedbirleri almak yetkililerin vazifesi ve bizim de beklentimizdir. Bugüne kadar şiddetle en ufak bir ilişkisi olmayan Hizmet hareketini terör ve suikastla beraber anmak ise, ancak iftiradan ibarettir.

Bu mülahazalarla bir kere daha bütün dünyaya ilan ediyorum ki; tarihte eşine az rastlanacak şekilde zulüm, baskı, ayrımcılık, işkence ve tenkile maruz kalsalar da Hizmet’e gönül verenler demokrasi ve hukukun üstünlüğüne sadakatten asla ayrılmayacaklar; kanunî haklarını -imkânlar ölçüsünde- fakat mutlaka meşru dairede savunacaklardır. Şiddetin her türüne fersah fersah uzak bulunan bu insanların önceliği, dünyada huzurun hâkimiyeti için iftirak, cehalet ve fakirlikle mücadele, şiarları da “müspet hareket” olacaktır.

(10 Ocak 2017)

M. Fethullah Gülen

Muhasebe Ufku ve Sahabe Yolu

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

“Rabbimiz, ahirete yürüyenlere merhamet eyle; kalanlara sabır ver; yaralılara şifa lütfet; ülkemizi muhafaza buyur!” duasıyla sözlerimize başlamak istiyoruz.

Şehitlere Hatim, Ankara’daki Katliam ve Dua Seferberliği

Ankara’da sergilenen vahşet hepimizi derinden yaraladı. Zaten gamlı olan atmosferimiz adeta hüzün sağanağına uğradı.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ankara’da meydana gelen vahşi terör saldırısında hayatını kaybeden vatandaşlarımız için dün şu taziye mesajını yayınladı:

“Ülkemizin kalbi başkent Ankara’nın göbeğinde gerçekleştirilen elim terör saldırısı bir kere daha yüreklerimizi dağladı. Kadimden bu yana milletimizin ikbalini karartma azminde olan şer odakları yine masum insanları hedef aldılar.

İhaneti karakter haline getirmiş karanlık odaklar, hiçbir dinin ve ahlak sisteminin müsaade etmediği insanlık dışı saldırılarla, bu toprakları bir kaos arenası haline getirmeye, aziz milletimizin önünü kesmeye ve bizi bize düşürmeye çalışıyorlar. Ümidim ve duam odur ki, Allah’ın izni ve inayetiyle masum Anadolu insanının sabrı, sağduyusu ve itidali, şerirlerin kirli emellerine ulaşmalarına mani olacaktır.

Ankara’da meydana gelen ve kalleşçe planlanmış bu saldırıda vefat eden vatandaşlarımıza Cenâb-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine ve yakınlarına sabr-ı cemil diliyorum. Hazreti Şâfî’den (c. c.) yaralanan vatandaşlarımıza acil şifalar lütfetmesini niyaz ediyorum.

Gerekçesi ne olursa olsun her türlü terörü ve bu saldırıları gerçekleştirenleri bir kere daha lanetliyor; içeride ve dışarıda ülkemizin ikbaline pusu kurmak için fırsat kollayan insi şeytanlara fırsat verilmemesi için daha hassas olunması ve her türlü tedbirin alınması dileğiyle aziz milletimize taziyelerimi sunuyorum.”

Bir aydır akşam namazı öncesi toplu duamızı asker/polis şehitlerimize ayırıp onların ruhlarına hediye eylemek üzere hatim okuyorduk; bugün 78. hatmi yarıladık. Dolayısıyla terör mağdurlarının, mazlumlarının elemini her gün yüreğimizde duyuyorduk. Şehit haberlerinin devam etmesiyle beraber bir de Ankara’da meydana gelen katliam acımıza acı kattı.

Aslında bugün Bamteli günüydü fakat ülkemizin haline sahiden çok kederlenen Hocamız mutat sohbetine çıkmadı, sadece dua çağrısıyla iktifa etti.

Biz de “başta güzel ülkemizin insanları olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selâmete çıkması, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşması niyetiyle, ayrıca insanlığın sulh atmosferine meyletmesi ve en yüce hakikatlere uyanması recasıyla” birkaç gün önce duyurusunu yaptığımız dua seferberliğine iştirakinizi istirham ediyoruz.

Kendisiyle yüzleşmeyen kimse, yerden yere vuracağı mücrimler arar!..

Bu haftanın Bamteli olarak ise, muhterem Hocamızın hafta içinde yapmış olduğu bir hasbihali sunuyoruz.

Sohbette -özetle- şu konular anlatılıyor:

*Kendisiyle yüzleşmeyen ve kendini yerden yere vurmayan bir insan, debbağın deriye yaptığı gibi yerden yere vuracağı bir mücrim arar. O hep günah çaşıtı, mütecessisi haline gelir; “Acaba falan nasıl baktı, ne konuştu, ne etti?” deyip bunları zihnine kaydeder; sırası geldiği zaman bu dosyaları değerlendirmeyi düşünür ve böylece günaha girer. Günaha girmemenin yolu, insanın kendisiyle meşgul ve kusurlarının farkında olmasıdır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.”

Muhasebe Duygusu ve Hazreti Ebu Bekir’in Vasiyeti

*Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür.

*Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabe efendilerimizin ısrarları üzerine, bütün zamanını müslümanların ihtiyaçlarına ayırabilmek için cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi.

*Hazreti Ebu Bekir, ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir testi bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan testiden küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

“Hesabını vereceğin âna kadar seni dinlemiyoruz ve sana itaat etmiyoruz!..”

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir gün üzerinde yeni bir elbiseyle hutbeye başlayıp “Dinleyin ve itaat edin!..” deyince, cemaatten biri “Ey Ömer, seni dinlemiyoruz ve sana itaat de etmiyoruz!” diye bağırmış ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ganimetten herkese eşit kumaş düştüğü halde, ben o kumaşı evde evirdim çevirdim kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Ama bakıyorum ki sen kendine o kumaştan bir elbise diktirebilmişsin. Milletin malından bana yarım, sana tam; bu nasıl oluyor?” Hazreti Ömer, minberde hiç tavrını bozmadan meseleyi açıklaması için oğlu Abdullah’a söz vermiş; o da, babasına kendi hissesini verdiğini ve bu iki pay birleştirilerek halifeye bir elbise diktirildiğini anlatmıştı. İtiraz eden adam bu açıklamayla tatmin olmuş, adeta coşmuş ve memnuniyetle “Şimdi konuş ey Ömer, artık seni dinler ve sana itaat ederiz!” demişti.

*Uyaran böyle medeni cesarete sahip, tam entelektüeldi. İşin başındaki serkâr da o kadar hakperest ve adalete saygılıydı.

Sahabe yolunda yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız ve hiçbir tiran da sizi engelleyemez!..

*Dünya bütün debdebe, şaşaa ve ihtişamıyla karşımıza gelse, hâlihazırdaki durumumuzu ona tercih edecek kadar kararlı durmalıyız. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri gibi “Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” demeliyiz. Sultanlık teklif edilse, günümüzde sıradan bir insan olarak dünyanın dört bir yanında hizmet etmeyi o sultanlığa tercih etmeliyiz.

*Cihanı, iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren fatih ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde, Ridâniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı unvanıyla İstanbul kapılarına kadar gelmişti. Teb’anın alkış ve alâyişini görmemek için halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp payitahta sessizce girmeyi tercih etmişti. “En iyisi biz geceyi Üsküdar’da geçirelim de halk uyurken sessizce Topkapı’ya gireriz.” demiş ve öyle de yapmıştı.

*Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 senelik bir saltanatı vardır. Bu zat yarım asırlık bir zamanda meseleyi dorukta tutmuş, dünya devletlerine “eyaletim”, “vilâyetim” nazarıyla bakmıştır. Fakat ihtişamın zirvesinde olduğu bir dönemde zaferle neticelenen bir seferden dönerken, “Nefsime biraz gurur geldi.” demiş ve yatağının izbede serilmesini istemiştir ki, işte asıl büyüklük ve imrenilecek yiğitlik buradadır.

*Bu çizgi Raşid Halifeler’in çizgisidir. Öyle yürürseniz, bütün engelleri aşarsınız, hiçbir mânia ve hiçbir tiran sizi engelleyemez. Trenler, tırlar gelip üzerinizden geçse, tiranlar bütün hiddetleriyle size saldırsa, Allah’ın izin ve inayetiyle, yürürsünüz yolunuza ve vereceğiniz şeyleri verirsiniz insanlığa!..

*Dünyevî herhangi bir beklentiye girerek hizmet etmek bünyeye düşmüş bir güve gibidir; er geç onu delik deşik eder, iflahını keser. Dünyevî beklentiye girmeden hizmet etmeye Allah muvaffak eylesin!..

425. Nağme: Haramîlik Yırtıklarına Paralel Yaması ve Terör

Herkul | | HERKUL NAGME

BAMTELİ – ÖZEL

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yeni sohbetinden satırbaşları:

Öyle Fitne Günleri ki Maktul Niçin Öldürüldüğünü Kâtil de Neden Öldürdüğünü Bilmez

*Hadis-i şeriflerde âhir zamanda meydana gelecek bazı fitneler ve dâhiyeler, belalar haber veriliyor. Asr-ı Saadet’in son döneminde, Seyyidina Hazreti Ali’nin devrinde de bir kısım örnekleri gerçekleşmiş. Ama Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, onlar Hazreti Ali’ye çarpmış, kısmen kırılmış. Harûrilerin hareketi, Haricîlerin hareketi, Sahabi içinde bir kısım hakikatleri Hazreti Ali Haydar-ı Kerrâr kadar kavrayamamış kimselerin hareketleri, küçük fitne kıpırdanışları olmuş. Fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meselenin zirve yaptığı dönemden bahsediyor. Mesela, “Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de neden onu öldürdüğünü bilmeyecek!” buyuruyor.

*Hemen her yanda Kamu (Albert Camus)’nun başkaldırma felsefesinin çağımızdaki temsilcileri! “Bütün değerlere başkaldır, bütün değerleri yerle bir et!” Dünyanın her yerinde ve Türkiye’de senelerden beri kana susamış gibi sürekli kan döken insanlar.. ve tabi bunun karşısında da bu korkunç probleme karşı, yapılması gerekli olan şeyleri yapamayacak kadar basit dimağlar.. diplomasi bilmeyen insanlar; probleme çare üretemeyen insanlar; bu korkunç hastalığa reçete sunamayan serkârlar, pîşuvâ görünen, pişdar görünen ama bir yönüyle köy koruculuğu bile yapamayan insanlar…

Yalancı Reçetelerle Problemler Çözülemez

*Kan dökenler! Bu bir yönüyle o “Kitâbu’l-fiten ve’l-melâhim”den bir kısım kareler ihtiva ediyor. Günümüzde öyle bir zirve yaptı ki, Irak’a bakın, Suriye’ye bakın, Mısır’a bakın, Bangladeş’e bakın, Myanmar’a bakın ve Türkiye’ye bakın! Düne kadar sadece belki bir yerde bir şey oluyordu, “PKK” deyip -bir açıdan- soluklanıyordunuz, teselli oluyordunuz. Keşke o dert baştan keşfedilebilseydi; üzerine balyozla gidilmeseydi; bazı kimselerin o serkârlara bu mevzuda şöyle böyle sundukları reçeteye riayet edilseydi. Eğitim gerektiği gibi ele alınsaydı; sağlık gerektiği gibi ele alınsaydı; orada emniyet -bir yönüyle- hanelerin bekçisi haline gelseydi; mülkiyeliler ona göre olsaydı; asker herkesi şefkat ile kucaklasaydı; öğretmenler talebeleriyle beraber herkesi şefkat ile kucaklasaydı.. ve meşru dairede onların istekleri yerine getirilseydi, herhalde bu gâile bu ölçüde onulmaz hale gelmeyecekti.

*Anlayamadık, düşünemedik, idrak edemedik; şöyle böyle idrak edenleri de dinleyemedik ve meseleyi bir büyük problem haline getirdik. Sözde “bir süreç, bir süreç” diyerek onunla teselli olduk. Yalancı reçetelerle insana eczanelerden ilaç vermiyorlar! O yalancı reçeteler o korkunç probleme derman olamaz! Keşke dinleselerdi!.. Ama “Sağırdılar.. kördüler.. kalbsizdiler.. alakasız kaldılar!” -hepsi değil- bir kısım serkârlar ve problem büyüdü.

O Onulmaz Yaranın Dermanı Şefkat, Merhamet ve Mülayemettir

*Her şeye rağmen o mevzuda yapılması gerekli olanlar ne ise mutlaka yapılmalıdır: Emniyetten olan samimi, vefâkar arkadaşlar o bölgenin insanını yürekten kucaklasalar; öğretmenler o talebeleri bağırlarına bassalar; gördükleri mesâvî ve uygunsuz tavırlar karşısında, aynı tepkiyi vermeseler. Biri “Aynı tepkiyi veririz!” diyor, aynı tepkiyi vermeseler, mülayim davransalar. Belli beklentilere girmiş, bir kısım yanlış muâlecelerle hırçınlıkları artmış insanlara bir de böyle iğneyle, çuvaldızla, bizle gittiğiniz zaman, iyice tahrik etmiş olursunuz. O korkunç onulmaz yaranın dermanı bu değildir; kucak açmadır, şefkattir, merhamettir, mülayemettir! Vaktinde edâ edilmeyen bu vazife, vaktinden sonra mutlaka kaza edilmelidir.

*Balyozla hizaya gelmiyor; şöyle böyle bir kısım boş, kuru iddialarla da hizaya gelmiyor. O insanlar bir şey bekliyorlardı. Bekledikleri meşru dairede verilmeliydi. Orası parlamalı, bir yıldız gibi kendisini hissettirmeliydi. Oradaki insanlar sefaletten sıyrılmalıydı. Fakir, belli bir dönemde gezdim o bölgeleri. Bazı kimselerin -bağışlayın- ahırlarda yatıp kalktıklarına şahit oldum. Bir kere de bununla tahrik olmuşsa bu insanlar, tahrik olan başkalarını da tahrik eder; derken onlarda ezilme duygusu uyarır; dolayısıyla ezilmiş insanlarda da başkalarını ezenlere karşı bir tepki duygusu, bir reaksiyon duygusu meydana gelir.

*Size düşen vazife, kucaklamaktır şefkat ve mülayemetle. Her şeye rağmen!.. Okullarınız yansa ve buna kimse sahip çıkmasa.. yurtlarınız, pansiyonlarınız ateşe verilse, molotof kokteyli atılsa.. öğretmenleriniz orada öldürülse… Hiç bir şey olmamış gibi, yine o bölgede yapılması gerekli olan şeyler ne ise, fedakârane durup yapmaya çalışmak lazım. O insanlar bizim kardeşlerimiz! Mutlaka onların yanında olmak lazım.

O Koca Yırtıklarınız Paralel Yamasıyla Kapanmaz Arkadaş!..

*Kalkıp bir kısım densizler diyebilirler: “Bu kısım hadiselerin arkasında da paralel maralel…” diye. O yalana kendileri de inanmıyorlar da fakat mesâvîlerini kapama adına, o yırtığı kapamayacak o yama ile kendilerini teselli ediyorlar. O koca yırtığı kapamaz arkadaş; bu minnacık yama kapamaz! Size sorsam hepiniz el kaldıracaksınız: “Vallahi de kapamaz, billahi de kapamaz!” O nöronlara öyle yerleşmiş, kortekse öyle girmiş ki, bugün siz setretseniz bile yarın tarihin sayfalarında sayfa sayfa, kapkara satırlar halinde, kapkara kalemler ile yazılacak.. eğer dünyada iseniz, yüzünüze çarpılacak; öbür âleme gitmişseniz, zebanilerin kırbaçları haline gelecek ve tepenize inecek, inip kalkacak. Kapanmaz!.. O yırtık bu yama ile kapanmaz!.. Vallahi kapanmaz!

*Sokak hareketlerini bile ona isnat etme gibi iftiranın, gıybetin, isnadın, kinin, nefretin böylesi inanın gâvurlarda bile görülmemiştir. Evet, dünyanın hiçbir yanında, çok farklı dinlere, farklı kültürlere sahip insanlardan, bu türlü bir densizlik görülmemiştir.. dine, diyanete, millet ruhuna, kendi ruh ve mana kökümüze sahip çıkan insanlara bu ölçüde bir şenaat ve bir denaet revâ görülmemiştir. Fakat olsun!..

*Ben size bir şey söyleyeyim, onlara da hakkınızı helal edin. Çocuk akıllı insanlar; muhakemesini yitirmiş akılzedeler; onlara da hakkınızı helal edin. Öbür tarafa alıcı olarak gidin. Civanmertliğinizi orada da sergileyin. Bir gün Allah onlarla sizi karşı karşıya getirecek. O mezâlimi kitaplarda sayfa sayfa önünüze serecek: “Siz bunlara bunları da ettiniz, bunları da dediniz, bunları da dediniz.” Şu yiğitlikle orada ortaya atılmalı: “Ya Rabbi, biz bunları görmezlikten geliyoruz. Zannediyorum bir kulağımızdan vurdu, öbür kulağımızdan çıktı. Ne olur ey Erhame’r-Râhimîn! Sen Kendin buyuruyorsun: ‘Benim rahmetin gazabımın önündedir.’ Rahmetinin gazabına sebkat etmesi hakkına, rahmet-i ilâhiyen hakkına, onları da Cennetu’l-Firdevs ile sevindir Allah’ım.” demeli.

Onlar Kardeşlerimizdir; Sulh İçin Elden Gelen Yapılmalıdır!..

*Alacaklı olarak giderseniz, bunu deme civanmertliğini sergileme imkânı olacak. Hep verici olun! Alma beklemeyin! Bugün yaptığınız hizmetlerde olduğu gibi Güneydoğu’da veya değişik varoşlarda bulunan insanlar için de ölesiye hizmet verin. Onlar bizim kardeşlerimiz! Bin senedir kardeşlerimiz bizim. Çanakkale’de beraber olduk, Millî Mücadele’de beraber olduk; Fransızların güneyi işgal etmesinde onlara karşı savaşırken beraber olduk. Ayrı değil, kardeş yani. Bunu sun’î olarak söylemiyorum, kardeş onlar!.. Bu açıdan da ölesiye bir hizmet ile emirlerine âmâde gibi koşmalı; o hizmete mukabil geriye dönecek beklentilere de bağlamamalı meseleyi. Çünkü bizim hizmetimizin en önemli karakteristik yani beklentisizlik.. adanmışlık ruhu.. o işin kölesi olma!.. Padişahlara köle olmayız biz fakat hizmetimize köle oluruz.

*Sulh için, anlaşma için, uzlaşma için elimizden ne gelir?!. O mevzuda çok müessir değiliz, zimam başkalarının elinde. Fakat biz, biz olarak -şimdi sivil kuruluş falan deniyor veya Camia veya Hizmet- elimizden gelenleri yapmalıyız. Çapınızca ne yapabiliyorsanız bu mevzuda.. o istikamette ceplerinizi de boşaltın; dimağlarınızda oluşturduğunuz o pozitif düşünceleri de o istikamette boşaltın; o insanların gönlüne girin, kardeşliğimizi dün ifade ettiğiniz gibi bugün de ifade edin.

Bin Senelik Kardeşlik Kapris ve İhtiraslara Feda Edilmemeli!..

*Dünden bugüne kadar bin senelik kardeşlik, böyle bir kısım kaprislere, bir kısım ihtiraslara, bir kısım ardı arkası gelmeyen isteklere, arzulara kurban edilmemeli, feda edilmemeli!.. Eğitim, ne kadar yapabiliyorsanız.. gönüllere girme, ne kadar yapabiliyorsanız… Yardım yollarını kapasalar bile, teker teker gidin, cüzdanlarınızı boşaltın onlara. Buna kimse bir şey diyemez.

*Yardım toplamanıza, hesap açmanıza engel olabilirler. Neden engel olabilirler? Yapmadıkları şeyi yaptığınızdan dolayı.. gönüllere onların girmesi lazımmış, siz girdiğinizden dolayı.. hazımsızlık.. o mevzuda bu türlü şeyleri hazmedecek enzimleri yok bunların. “Biz yapamıyoruz, size de yaptırtmayız!” diyorlar bu yaptıkları şeylerle. İnanın, bu anlayış, bu mantık, bu düşünceye göre İstanbul’un fethi size müyesser olsaydı, zannediyorum bunlar Konstantiniyye’ye gider, Konstantin’e derlerdi ki: “Bunlar şu yolla geliyorlar, aman buraları kesin, bunlara fırsat vermeyin, bunlar paralelci!..” Bu hırs, bu kin, bu nefret cennete girmeye mani olacak kadar korkunç.

*Fakat bütün bunları kâle almayın. Ne onlara gönül koyun, ne de onların edip eylediklerinden dolayı hizmetten geri durun. Ölesiye bir gayretle, ciddi bir fedakârlıkla cüzdanlarınızı boşaltın, rahatınızı onların rahatına kurban edin, hayatı onlara bağışlayın; feda edin, adayın hayatınızı onlara. Siz bu mevzuda bu kadarcık şey yaparsanız, “Sen Mevla’yı seven de Mevla seni sevmez mi?” Sen gönlünü onlara feda etsen, onlar da gönüllerini sana açmaz mı? Sen onları sevsen, onlar sana kinle, nefretle mi karşılık verecek?

*Evet, insanca davran, o birliği, beraberliği, barışı bekle, alkışla, yollarını kolla, öyle olması için lazım gelen her şeyi yap. Belki bir gün ciddi bir vahşet hissiyle sokaklara dökülen, şunun bunun malını mülkünü yakan insanlar da insafa gelirler. Çünkü devlete kızıyorlar, birilerine kızıyorlar masum insanların dükkânlarını yakıyorlar, arabalarını yakıyorlar, bankaları tahrip ediyorlar, kursları okulları basıyorlar, eşyaları çalıyorlar. Bunların, bu türlü davranışların ne dinle, ne diyanetle, ne insanlıkla alakası yoktur. Belli kesimler tarafından tahrik edilmiş, dış mihraklar da olabilir, bir kısım dünya çapındaki istihbarat servisleri de olabilir. Bir gün o insanlar aldatıldıklarını anlayacaklar, başkalarının malına tecavüzün Allah huzurunda hesabının olacağını anlayacaklar, millet malını zayi etmeyle milleti -halk ifadesiyle- şapa oturttuklarını anlayacaklar. “Eyvah” diyecekler, “bu bâzicede bizler yine yandık; zira ki ziyan meydanda bilmem ne kazandık!” (Ziya Paşa) Onlar da insandır, inanın bir gün diyecekler. Ama gördüğünüz üzere sokaklar bir yönüyle harp meydanı gibi.. sanki Haçlılar işgal etmiş gibi bir hal var ve bütün bunlar karşısında fevkalade bir duyarsızlık var, bir ölü gibi tepkisizlik var, alakasızlık var. Hâlâ bu cürmü, bu mesâvîyi başkalarına fatura etmek suretiyle kendileri o işten sıyrılacaklarını zannetme gibi bir gaflet var, bir dalalet var, bir anlayışsızlık var.

IŞİD: İslâm’ın Çehresini Karartan Şer Şebekesi

*Burada bu meseleyi çözmeden, dünya çapındaki problemlerin üzerine gitmek kendi kendinizi aldatma demektir. Birinin başını ezseniz, bir başkası hemen hortlayacak orada. Alternatif fitne ve fesat ocakları var. Dün el-Kaide falan diyorlardı ama bu birden bire -kimler tarafından beslendi- sürpriz olarak ortaya çıktı ve kan döküyor, her birisi cellat.. “Önüne geleni kes, cennete gireceksin doğrudan doğruya.” Öyle bir kandırma ki bu -hafizanallah- Müslümanlığın dırahşan çehresi bu zift düşünceli insanlar yüzünden -sayesinde demiyorum- karartılıyor. İslam’dan insanlar ürkütülüyor, uzaklaştırılıyor.

*Bu problemlerin çözümü evvela kendi içinde problemi çözmeye, samimi olmaya bağlı.. kendin için yaşamamaya bağlı.. evladını, ıyâlini, çoluğunu, çocuğunu gözünün görmemesine bağlı.. muhacerete bağlı.. alemin ayağına gitmeye bağlı… Şöyle böyle hakikate aşina, hahişkar, arayan insanlar, arar bulurlar hakikatin kaynağını, hakikatin tatlı su kaynağını. Fakat ona uyanık olmayan, gözleri kapalı olan insanların ayaklarına gitmek, o konuda onları uyarmak lazım.

*Işid mi, ifrit mi, eşedd mi, her ne ise, zıvanadan çıkmış, bir yönüyle endazesiz, düşüncede nizamsız, değişik servisler tarafından beslenen, silah yardımı yapılan, dünyanın değişik yerlerinde bir yönüyle talimgâhları bulunan, her yerden insanların akın akın oraya aktığı, en mübarek memleket gibi görülen yerlerde bile hastalarının tedavi edildiği bir şer şebekesi, -bağışlayın- bir eşkıya güruhu. Bir yerde bilerek, kasten, karalama adına denen “Karmatilik, Haşhaşilik”, bunu esas onlar yaşıyorlar; bağışlayın, haydut gibi yaşıyorlar fakat onlar hakkında aynı şeyler söylenmiyor.. düşünün. Evet, nezaketim müsait olsaydı ne derdim biliyor musunuz? Yuf bu anlayışa!..

Hadiselerin Aleyhte Cereyan Etmesi Sizi Hizmetlerinizden Alıkoymasın!..

*Mantık bu kadar iflas ederse şayet, zannediyorum değil o kocaman problemler, en küçük problemleri bile halletmek mümkün olmayacaktır. Cenâb-ı Hak size güç ve kuvvet versin. İradelerinizi desteklesin. İradelerinizin hakkını vermek üzere bu yolda sizi seferber eylesin.. toptan sefere çıkarsın sizi. Kendinizi düşünmeyin, başındaki sarığını atıp Çanakkale’ye koşan 15-16 yaşındaki talebeler gibi hemen hizmete koşun Allah’ın izni inayetiyle. Ne birilerinin aleyhinizde olması, ne de birilerinin size diş bilemesi, sizi yapmanız gerekli olan bu şeyden katiyen geri koymamalı. O bir vazifedir.

*Eğer hadiselerin aleyhte cereyan etmesi ve kesbettiği şiddet itibarıyla, o meselede duraklamaya girmek caiz olsaydı, Enbiyâ-i İzâm girerdi. Efendimiz, başına bilmem neler kondu; en sevdiği insanlar çölde şehit edildi; başlarına kendilerinden ağır taşlar kondu; bazıları mızrakla delik deşik edildi; fakat O yine dediğini dedi Allah’ın izni inayetiyle.

*Allah Rasûlü, ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar hep problemlerle yaka paça oldu. Bir dönemde müşrikle, mülhidle, putperestle, Lat’çıyla, Menat’çıyla, Uzza’cıyla, Nâile’ciyle, İsaf’çıyla yaka paça oldu, beri tarafta da münafıklarla. Mücadelenin en çetini de o idi; çünkü münafık camiye geliyordu, kurban kesiyordu; şayet savaşın kazanılacağını görüyorsa, ganimet için ona da iştirak ediyordu. Buyurun aldanmayın!.. İnsanlığın İftihar Tablosu hiç aldanmamıştı ama “Allah” diyen “Lâ ilâhe illallah” diyen, onlara karşı da “Yarıp kalbine mi baktın!“ buyuruyordu. Hiç durmadı, hep problemlerin üzerine yürüdü; makul reçeteler sundu, Kur’ân’ın temel disiplinleriyle beslenmiş reçeteler sundu; çözülmez problemleri çözdü.

*Anarşinin karşısında olun! Ama anarşik yollarla, tepkilerle, öldürerek, kıyarak, kılıçtan geçirerek değil, gönüllere girerek!.. Parçalanmış o avizenin parçalarını yeniden bir araya getirerek, çatlaklarını setrederek sizin için şûlefeşan olsun diye başınıza asmaya bakın!..

366. Nağme: Din Adına İşlenen Cinayetler

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinde bir kere daha din kisveli terör hadiseleri üzerinde durdu; İslam’ı gönülden kabullenmiş hiç kimsenin bilerek katiyen teröre girmeyeceğini/giremeyeceğini vurguladı.

“Suriye’den Pakistan’a oradan Kenya’ya kadar geniş bir coğrafyada en vahşi sahneler İslâm adına sergileniyor; Kur’an’ın emri olduğu iddia edilerek başlar kesiliyor, camiler ve kiliseler bombalanıyor. Bir kısım örgütlerin dünya genelinde işledikleri cinayetler ve terör, sadece dış mihraklarla ve haricî yönlendirmelerle izah edilebilir mi? Müslümanlar arasında canlı bomba gibi terör hadiselerinin zemin bulması hangi sebeplere bağlıdır?” sorusu üzerine, “Resmettiğiniz tablo doğru; tabii ilave edilecek bir şey var: Bu aynı zamanda bizi mahcup edecek bir tablo!.. Doğru müslümanlığın yüzüne zift sıkılması gibi bir şey.” sözleriyle sohbetine başlayan Hocaefendi, bugüne kadar müslümanlara mal edilen terör olaylarının, bazen İslam’ı kendi derinlikleriyle içine sindirememiş ham ruhların öncülüğüyle, bazen genç hissiyatların aşırı tahrik edilmesiyle, bazen haricî güçlerin müslüman isimli ve müslüman görünümündeki elemanları marifetiyle, bazen de değişik ilaçlarla insanî duyguları ve korku hisleri baskı altına alınmış kanlı katiller vasıtasıyla gerçekleştirilegeldiğini hatırlattı.

İslam’da gerek sulh gerekse savaş halinde yapılması icap edenlerin belli kanun ve disiplinlere bağlanmış olduğunu; sulh halinde fertlerin kendi kendilerine harp ilan edip bir insanı öldürme kararı alamayacağı gibi, sıcak savaş esnasında da karşı cephede bulunan çocuk, kadın ve yaşlıların öldürülemeyeceğini ve başkalarına ait ibadethanelere katiyen tecavüz edilemeyeceğini; bu itibarla da, hangi açıdan ele alınırsa alınsın, intihar saldırılarını, canlı bombaları ve benzeri terör hadiselerini müslümanlıkla telif etmenin asla mümkün olamayacağını ifade etti.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun 13 senelik Mekke döneminde katlanılması mümkün olmayan işkencelere tahammül ettiğini, dişini kıran, başını yaran, sırtına işkembe koyan ve en yakınlarını şehit edenlere karşı dahi “Allahım, bunları affet ve hidayete erdir, beni bilmiyorlar; bilselerdi böyle yapmazlardı!” dediğini, müslümanların maruz kaldığı onca zulme rağmen asla şiddete başvurmadığını; daha sonraki Bedir, Uhud, Hendek mücahedelerinin de müdafaa harbi şeklinde cereyan ettiğini dile getiren Hocaefendi, Peygamber Efendimiz’in her zaman meseleleri kan dökmeden, gönül kırmadan, düşmanlığın katlanmasına meydan vermeden halletmek için elinden gelen her şeyi yaptığını, bunun neticesinde de en azılı düşmanların ya da onların en yakınlarının müslüman olduklarını belirtti, Hazreti İkrime’yi misal olarak serdetti.

Ashab’ın önde gelenlerinden ve Kur’an’ın en büyük müfessirlerinden Abdullah ibn Abbas’ın (radıyallahu anh), bir âyete istinaden, haksız yere bir insanı öldürenin daimî Cehennem’de kalacağını söylediğine işarette bulunan Hocaefendi, terörizmin, Kur’an’ın daimî Cehennem azabıyla tehdit ettiği en büyük günahlardan biri olduğuna değinerek şöyle dedi: “İslam’ın hiçbir döneminde günümüzde olan bu vahşete benzer vahşet yaşanmamıştır. Belki bir dönemde Muvahhidin, bir dönemde Karmatiler, Batınîliğe kendilerini salmış, Hak ve hakikati bilmeyen, Hak ve hakikatteki istikametten haberi olmayan insanlar bu türlü canavarlıklara teşebbüs etmişlerdir ama katiyen ve katibeten canlı bomba olmamış, başkalarını öldürme adına intihar etmemiş ve ebedi cehenneme gitmemişlerdir. Öyle intihar eden ebedi cehenneme gider ve bir de orada öldürdüğü o masum insanların hesabı kendisine sorulur.”

Bu konunun çok hassas olduğunu belirten Hocaefendi, isyan edip “Harura/Haravra” denilen yerde toplandıkları için oraya izafeten kendilerine “Haruriler” denen “Haruriyye”ye karşı Hazreti Ali’nin (kerremallahu vechehu) tavrına dikkat çekti: “Biri demiş ki, ‘Ya İmam, falan yerde ordularıyla beraber tahşidat yapmışlar, senin üzerine gelecekler. En iyisi mi, onlar senin üzerine gelmeden tepelerine bin, bütününü yok et onların!..’ Koca İmam kendisine yakışanı söyler orada: ‘Ne malum onların üzerimize geleceği?!’ Bu yaklaşımdaki inceliği görüyor musunuz? Bence şah-ı merdanlık Hayber’in kapısını koparmada değil, Amr ibn-i Abd-i Vüdd’ü bir kılıç darbesiyle ağaç biçiyor gibi ikiye biçmesinde değil; işte bir yönüyle enaniyetin ‘ben ben’ diye Ramazan davulu gibi ses çıkardığı esnada, kendini kontrol altına alması, iradesinin hakkına vermesi ve ‘Ne malum bize hücum edecekleri?’ diyebilmesindedir. Esas yiğitlik oradadır. Hikmet sorgucu diyebileceğimiz, şecaat ve cesaretin hikmetle taçlanması, işte oradadır. İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri Fıkıh’ta onun bu mülahazasını esas alır: Ne malum bizim üzerimize gelecekleri. Bu açıdan da bakın, mesele müdafaa meselesidir.”

“Harp hiledir” sözünde ortaya konan disiplinin “strateji” olduğunu, hileyi “en az zayiatla problemleri çözme” şeklinde anlamak gerektiğini vurgulayan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in Mekke Fethi’ndeki stratejisini ve gönüllere girişini örnek gösterdi.

İslam coğrafyasında çıkar kavgaları, hizip ve klik sürtüşmeleri, antidemokratik uygulamalar ve insan hakları çiğnenmesi gibi problemlerden ötürü bir sürü gayr-i memnun grup oluştuğuna; bunların bir kesiminin bazı servislerin oyununa gelecek ölçüde görgüsüz-bilgisiz, çabuk harekete geçen tipten kimseler olduğuna ve birilerinin de onları kullanarak adım adım kendi hedeflerine yürüdüklerine temas eden Hocaefendi, “Ben tek taraflı görmüyorum; belki bizim içimizdeki hamlıkları dışarıdaki İslam düşmanları, onun güzelliklerinin yaşanmasını, görünmesini, müslümanların bir araya gelmesini istemeyenler değerlendiriyorlar. Potansiyel olarak bizde o türlü hamlıklar var, bizde bir bozulma var; esas başkaları da o bozulmayı değerlendiriyor.” dedi. Terörizme yol açan cehaletin köklerinde manevî ve temel insanî değerlerin ihmalinin yattığını; bu değerleri yitiren gençliğin, tatmin peşinde koşarken bir kısım ağlara düştüğünü, manipüleye maruz kaldığını, istismar edilip kullanıldığını; kitle psikolojisine kapılan kimselerin başkalarının hazırladığı senaryoların figüranlığını yaptıklarını dile getirdi.

Müslümanların, özellikle de başkalarına müessir ve temsilci konumundaki insanların, sözlerine ve fiillerine çok dikkat etmeleri gerektiğini vurgulayan Hocaefendi, şöyle dedi: “Gidin kiliseleri yıkın bunların başlarına!..” dediğiniz zaman camilerin yıkılmasına, camide cemaatin üzerine bomba atılmasına sebebiyet vermiş olursunuz. Ne ekerseniz onu biçerseniz. İnsan iyi şeyler ekmeli.

Dünyanın bir kesiminde kökü çok eskilere dayanan, yer yer de açık kapalı üzerinde durulan İslam fobisinin bazı terör hadiseleri dolayısıyla bir kere daha güncelleştiğini, insanlığın büyük bir problemi haline geldiğini ve adeta bir “dünya paranoyası”na dönüştüğünü işaretleyen Hocaefendi, bu problemin yaygınlaşmasında müslümanlar olarak bizim hatalarımızın da bulunduğunu vurguladı. Bu hatalarımızı kabul etmemizin ve onları telafi yoluna gitmemizin problemlerin çözümünde çok önemli rol oynayacağını ifade ederek, tarihî “tehcir” günlerinde Şarkî Anadolu’da yaşanan bazı acı olayları ve onların günümüze yansımalarını misal sadedinde hatırlattı, bir misafiriyle aralarında geçen diyaloğu aktardı.

Seleflerimizin insanlık ufkuna, şiddetten hep uzak durma gayretine, birlikte yaşama anlayışına örnek olması için Hazreti Ömer’in Kudüs yolculuğuna temas eden Hocaefendi özellikle şu hadisenin çok iyi okunması gerektiğini dillendirdi: Hazreti Ömer, namaz vakti gelince patrikten namaz kılabileceği bir yer göstermesini istemiştir. Patriğin, “Kilisenin herhangi bir yerinde kılabilirsiniz.” demesi üzerine Hazreti Ömer, bu teklifi kabul etmeyip dışarı çıkmış, bir kayanın üzerinde namazını kılmış, sonra da patriğe şunu söylemiştir: “Eğer ben içerde kılsaydım, öteki müslümanlar da orada kılarlar, orayı mescit hâline getirirlerdi.”

“Biz bu idik; ister içten isterse de dıştan birileri bizi bozdular, genlerimizi bozdular, bizi değiştirdiler, vahşileştirdiler!” diyen Hocaefendi, bir dönemde “Terörist müslüman olamaz, müslüman da terörist olamaz” dediğini hatırlatarak, İslâm’ı hakkıyla kavramış ve hazmetmiş bir müslümanın terörist olmasının imkansızlığını, hakiki müslümanların hiçbir zaman bilerek teröre giremeyeceklerini, bir teröristin de gerçek müslüman sayılamayacağını belirti ve sözlerine şöyle devam etti: “Müslümanların içinden terörist çıkmaz mı? Çıkar ama müslümanlığa ait evsafını kaybetmiş olur, ona sağlam müslüman denemez. Nasıl sağlam müslüman dersiniz? Savaşın bile kuralı ve kanunu vardır: Savaşmayan insanlarla savaşılmaz. İnsanlığın İftihar Tablosu müdafaa harbi için orduları hazırlarken buyururlardı ki, “Mabetlere sığınmış insanlara ilişmeyin, kadınlara ilişmeyin, çocuklara ilişmeyin.” İnsanlığın İftihar Tablosu’nun en muteber hadis kitaplarında ve aynı zamanda temel kaynağı Kur’an olan bu türlü esaslara bağlayıp ortaya koyduğu disiplinleriyle bu insanların yaptıkları şeyleri telif etmek mümkün değildir. Bu açıdan da bunlara müslüman demek!.. Bu işi müslümanlık adına bile yapsalar; döverek, vurarak, öldürerek; “Bütün âleme Âmine dedirteceğiz, Fatıma dedirteceğiz, Hatice dedirteceğiz.” Hakkınız yok buna. Dinin tarifi şudur: ‘İnsanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası.’ İnsanlar hür iradeleriyle onu seçerler. Dinin tarifi bu. Bir müslüman dinin tarifine uyma mecburiyetindedir.”

“BAMTELİ-ÖZEL” de diyebileceğimiz, kabaca özetini verdiğimiz bu önemli sohbeti günün nağmesi olarak 34:05 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…