Posts Tagged ‘Rıza-i ilahi’

Vazifeye Devam

Herkul | | KIRIK TESTI

Allah Teâlâ bizimle olduktan sonra her şey bize güzeldir. O yüzden dualarımızda sürekli “Allah’ım beni Sensiz bırakma!” diye yalvarmalı ve bunu vird-i zebân etmeliyiz. Onsuzluk Cehennem’den daha acıdır. O’nsuz bir insanın huzur ve itminan içinde yaşaması mümkün değildir. Böyle biri hayatını hafakanlar içinde geçirir, streslerle boğuşur. Buna mukabil Allah’a inanan ve O’nunla beraberlik hissi içinde yaşayan kimse zindanlarda da olsa Cennet bağlarında ve bahçelerinde geziniyor gibi huzur içindedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim bizlere kalblerin ancak Allah’ı zikretmekle itminana ereceğini, huzura kavuşacağını haber verir. (Ra’d Sûresi, 13/28)

Zat-ı Ulûhiyet’in söz konusu olduğu yerde başka her şey tâli (ikincil) kalır. Hatta tâli demek bile onlara karşı bir önem atfetme anlamına gelir, ‘tâlinin tâlinin tâlisi’ diyebiliriz. Evet, dünya ve ona ait işler Allah’ın rızasının yanında gerilerin gerisinde kalır. Dolayısıyla dünya için tûl-i emele, büyük beklentilere girmeye, hırs göstermeye, tamah etmeye değmez. Asıl marifet, müstağni bir hayat yaşayabilmek, Allah’ın rızasını elde edebilmek, O’ndan razı olmak ve ihsan ettiği şeylere kanaat edebilmektir. Dünya baş döndürücü bütün güzelliğiyle, debdebesiyle ve ihtişamıyla karşımıza çıksa ve biz, ona sahip olma imkânı elde etsek, önce bunda Allah’ın rızasının olup olmadığına bakmalıyız. Allah’ın rızası yoksa rahatlıkla onu elimizin tersiyle itebilmeli, kaldırıp bir kenara atabilmeliyiz.

Ancak üzülerek ifade etmek gerekirse biz, zaman içinde bu ulvi mülâhazaları yitirdik. Raşit Halifeler kendi ruhlarının ufkuna kanat açıp yükseldikten sonra, Allah’la münasebet adına kazanımlarımızı ve maneviyattaki derinliğimizi kaybetme vetiresine girdik. Günümüze gelinceye kadar düşünce dünyamızın ışıkları yavaş yavaş kısıldı. Bazen saltanat ve debdebe başımızı döndürdü. Özellikle beşinci asırdan sonra dünyaya karşı tavır alıp Allah’a yönelmede ciddi bir durağanlık yaşamaya başladık. Belli dönemlerde yeni bir hareketlilik oldu, ufkumuz aydınlandı.. bazen bir alaca karanlığın bastırması.. sonra yeniden bir ışık ve gözlerin hakikate açılması… derken bugünlere kadar geldik.

Özellikle bir iki asır öncesinden başlayarak günümüze gelinceye kadar şiddetlenen bir şekilde bir ifritten çağ yaşadık; bütün bütün kendi değerlerimizden, ruh ve mana köklerimizden uzaklaştık. Dolayısıyla da bir süre sonra değerler yetimi hâline geldik. Daha da kötüsü yitirdiğimiz bu değerleri tekrar elde etme konusunda bizi sonuca götürecek ciddi bir ceht ve gayret de ortaya koyamadık.

Günümüzde Müslüman görünen, camiye gelen, namaz kılan nice kimseler vardır ki dünyayı asıl hedef hâline getiriyor, dünyaya çakılı bir hayat yaşıyorlar. Hatta âhiret diyen, Allah rızası diyen, adanmışlık diyen insanları yer yer eleştiriyor ve “Siz gönlünüzü çok ötelerdeki şeylere bağlamışsınız. Bu dünyadaki yaşayışı kulak ardı etmişsiniz.” diyorlar. Yani bir yönüyle şeytanın sözcülüğünü yapıyor, nefsin hırıltılarını dile getiriyor, inançsızlar gibi konuşuyorlar.

Evet, çok ciddi bir savrulma yaşıyoruz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen kaybedilen değerlerin yeniden kazanılması imkânsız değildir, ancak bunun için sağlam bir silkinme gerekmektedir. Bu yolda azmederseniz, etrafa diriliş esintileri sunarsanız Allah bugüne kadar kaybettiğiniz değerleri yeniden ihyâ eder. Bizim asıl vazifemiz de bu olmalıdır. Hiçbir şey bizi yürüdüğümüz bu yoldan alıkoymamalıdır.

Zalimlerin muvakkat tasallutları ve zulümleri karşısında paniğe kapılmaya gerek yok. Hangi devirde zalimler uzun boylu payidar olmuştur ki bugün bize musallat olanlar payidar olsunlar. Allah’ın inayetiyle onlar da bir gün hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler. Allah’a dayanıyor, güveniyor ve O’na karşı ahd ü peymanınızı her an yeniliyorsanız yenilmezsiniz. Kimse sizin sırtınızı yere getiremez.

Falanın filanın yapıp ettiği şeylere ve söylediği sözlere takılır, düşünme güç ve enerjimizi bunlara harcarsak yeni bir ihyâ adına alternatif yollar oluşturamaz, yol alamayız. Kim ne yaparsa yapsın, biz kendi işimize bakmalıyız. Mâlâyani şeylerle meşgul olup zamanımızı israf etmemeliyiz. Cenab-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkânları rantabl olarak kullanmaya çalışmalıyız. Yaşananlardan ders alarak, hayır adına samimi duygularla ortaya konan farklı düşünceleri yerinde değerlendirerek, ceht, gayret ve aktivitelerimizi ikiye, üçe katlamalıyız. Biri on, onu yüz, yüzü bin yapmanın yollarını aramalıyız. Bizim için bir insanın gönlüne girebilmek, ruhumuzun ilhamlarını onun gönlüne boşaltabilmek dünyadaki en değerli iştir.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Gariplere müjdeler olsun!” dedikten sonra onların özelliklerini şöyle ifade ediyor: “Onlar ki elin âlemin fesat çıkardığı, bozgunculuk yaptığı bir dönemde bütün bozulmaları tamir ve ıslah eden kimselerdir.” Evet onlar, kalbleri, ruhları, duygu ve düşünceleri ıslah eder, düzeltirler. Bu işi yaparken de kimin ne dediğine aldırış etmezler. Birisi tükürük atmış, diğeri diş göstermiş, öbürü ısırmış; takılmazlar bunlara. Bilakis bunları yürüdükleri yolun hususiyetlerinden sayarlar. Biz karşılaştığımız olumsuzluklar karşısında frene basar, duraklar, hız kesersek uğruna baş koyduğumuz mefkûremizi gerçekleştiremeyiz. Saldıran, iftira atan, hakaret eden insanların ne dediğiyle gereğinden fazla meşgul olursak dünya kadar zaman israfına girmiş oluruz. Oysaki yapacak çok işimiz var, israf edecek bir saniyemiz bile yok. Hal böyleyken vaktimizi şurada burada zayi etmemiz, yediğimiz içtiğimiz şeylerdeki israftan çok daha büyük günah olur. Dinimiz, imanımız, irfanımız, aşk u iştiyakımız adına bize bir şey ifade etmeyen mâlâyaniyat karşısında saatlerimiz eriyip gitmemeli. Allah’ın bize bahşettiği nöronlarımızın her birini pozitif şeylerde çalıştırmalı, gaye-i hayalimiz istikametinde kullanmalıyız.

Tekrar başa dönecek olursak, bizim asıl meselemiz bellidir ki o da Allah’ı tanıma, sevme, sonra da O’nu bütün âleme tanıtma ve sevdirmedir. Farklı bir tabirle, insanların ufkunu, gözünü açma, onların kalbleriyle Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek gönüllerin Allah’la buluşmasını sağlamadır. Dünyada bundan daha önemli bir iş yoktur. Bir insanın bizim elimizle hidayete kavuşması, gözünün hakka ve hakikate açılması ve kalbinin Allah’a imanla çarpması bizim için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha değerlidir. Bir gönlü fethetmek İstanbul’un fethinden daha büyüktür. Eğer işimizin, hedefimizin bu olduğuna inanıyorsak bütün zihnî melekelerimizi bu istikamette çalıştırmalıyız. Bunun yanında tâli kalacak meselelerle meşgul olmamalı, hiç vakit kaybetmemeliyiz. Zira büyük işler varken küçük şeylerle meşgul olmak, küçük insanların işidir.

Uğruna baş koyduğumuz davanın, zaman ve emek harcadığımız işlerin rıza-i ilahîye muvafık ve insanlık adına yararlı olduğunu düşünüyorsak, sağdan soldan gelen toslamalar karşısında yol ve yön değiştirmeden yerimizde sabit kadem kalabilmeliyiz. Yaptığınız işlerin gayeye uygun olup olmadığından yana en küçük bir tereddüt içindeyseniz kafa kafaya verin, ortak akla müracaat edin ve yürüdüğünüz yolu bir kere daha gözden geçirin. İşin içinde bir hata olup olmadığını kontrol edin. Ortaya koyduğunuz projelerin, açtığınız müesseselerin, icra ettiğiniz aktivitelerin, dinin muhkematına uygun olup olmadığına, insanlığın ihtiyaçlarına cevap verip vermeyeceğini bir kere daha gözden geçirin. Hatta size haksızca saldıran insanların dillerine doladıkları hususları bile ele alın. Bütün bunları on kere test ettikten, gözden geçirdikten sonra yürüdüğünüz yolun doğru olduğuna, sizi yolunuzdan döndürmek isteyen kimselerin yaptıkları şeylerin zulüm ve haksızlık olduğuna, yaptığınız hizmetlerin de insanlık adına büyük hayırlar vaat ettiğine inanıyorsanız işte o zaman size düşen vazife, duruşunuzu korumak, yerinizde sapasağlam durmak, yaptığınız hizmetleri katlayarak devam ettirmektir. Bu noktada duruşunuzu sağlamlaştırma gayreti içinde iken yine boş durmaz; aldanmış ve aldatılmış insanlara kendinizi doğru ifade etmeyi, yaptığınız işlerin mahiyetini anlatmayı ve ifsat edilen zihinleri yeniden ıslah etmeyi de ihmal etmemelisiniz.

Adanmışlara Düşen Sorumluluklar

Herkul | | KIRIK TESTI

Problemlerin üst üste yığıldığı bir dönemde dünyaya geldiğimiz için bazen hâlimizden şikâyet edebiliyoruz. Beşer tabiatının bir gereği olarak iyilik ve kemali arıyor, geçmişteki güzel günleri özlüyor ve “Keşke daha evvel gelseydik!” diyoruz. Hislerimizin bizi yönlendirmesine göre bazen sahabe döneminde yaşamayı arzuluyor, bazen tabiin dönemine gözlerimizi dikiyor, bazen Osmanlı’nın ihtişamlı dönemlerini özlüyor ve böylece tarihin şanlı sayfaları arasında geziniyoruz. Bir hicran hissiyle Akif’in dediği gibi,

Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum.

Ya Rab! Beni evvel getireydin ne olurdu?

diyoruz. Bu tür duygu ve düşünceler zannediyorum çoğumuzun hissiyatının tercümanıdır.

Ne var ki insan, içinde yaşadığı problemlerden kaçmaya değil, bunlarla yüzleşmeye ve bunları çözmeye talip olmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın “halife” olarak yaratmış olduğu ve yeryüzünün imar edilmesi için istihdam ettiği insanın günümüzde yapacağı o kadar çok iş vardır ki, bu işleri deruhte eden insanları Allah zılliyet planında sahabe seviyesine ulaştırabilir. Bu itibarla bize düşen şöyle demektir: “Allah’ım, gül devrinde yaşasaydım ne olurdum bilemiyorum. Beni iyi ki bu devirde getirdin. Sana şükürler olsun!”

Elbette ki her mü’min, inandığı değerleri rahatça yaşayabileceği bir ortam arar. Düşünce ve vicdan hürriyetinin hâkim olduğu, herkesin inandığı gibi yaşadığı, inandığı değerleri rahatça temsil edebildiği, düşünce ve fikirlerini rahatça dile getirebildiği demokratik bir ortam pek çok insan gibi bizim de hayalimizdir. Gelişmiş demokrasi kültürünün toplum tarafından benimsendiği böyle bir ortamda yaşamanın hiç şüphesiz insana kazandıracağı çok şey vardır. Fakat kanaatimce asırlardır rahnedar olmuş bir kaleyi tamir etme, yıkılmış ve kırılmış değerleri restorasyondan geçirme, duygu ve düşüncelerdeki inhirafları gidermek suretiyle insanları yeniden istikamete ulaştırma, kaybedilen faziletleri yeniden topluma kazandırma… kısaca yeni bir ba’su ba’de’l-mevt işine soyunma çok daha önemli ve semeredar bir vazifedir.

Günümüzde bize terettüp eden vazifelerin büyüklüğüne ve ehemmiyetine bakınca “İyi ki Allah’ım bizi bu asırda getirdin!” dememek elde değil. Zira bu, peygamberlerin emanet bıraktığı bir vazifenin, bu çağa ait değişik bir tecelli dalga boyunu zılliyet planında da olsa temsil etme demektir. Bunun çok farklı bir mazhariyet ifade ettiğinde, bizlere çok farklı şeyler muştuladığında şüphe yoktur. İnsanı evc-i kemâlâta çıkarabilecek böyle bir mazhariyet kesinlikle hafife alınamaz, alınmamalıdır.

Bu itibarla öncelikle nasıl bir yerde durduğumuzu ve ne tür sorumluluklarla mükellef olduğumuzu iyi bilmeli, sonrasında da konumumuzun hakkını verme adına elimizden geleni yapmalıyız. Eğer böyle bir çizgide hareket ediyorsak iyi bir yolda yürüdüğümüz, iyi bir rıhtımda durduğumuz ya da iyi bir rampanın üzerine çıktığımız söylenebilir. İnsan, böyle bir yoldan, rıhtımdan veya rampadan, istidat ve samimiyetine göre sonsuza açılabilir.

   Niyetin Enginliği

Bu konuda dikkat edilmesi gerekli olan diğer bir husus ise bütün faaliyet ve amellerin ihlasla yapılması ve mutlaka Allah rızasına bağlanmasıdır. Bu takdirde yapılan işler hem ayrı bir bereket kazanır hem de onları yapanlar büyük sevaplar elde ederler. İhlas, sadece namaz, zekât, oruç veya hac gibi ibadetlerle ilgili değildir. Bilakis yapılan her iş Allah rızasına bağlanabilir, bağlanmalıdır. İnsan, Allah için işlemeyi, Allah için başlamayı, Allah için görüşmeyi, Allah için konuşmayı, Allah için yatmayı, Allah için kalkmayı, Allah için tebessüm etmeyi vs. hayatının gayesi haline getirebilir. Yoldaki insanlara zarar verebilecek bir taşı kaldırırken, muhtaçlara el uzatırken, insanlar arasındaki uyuşmazlıkları giderirken, onları fasl-ı müşterekler etrafında bir araya getirirken vs. hep Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu hedefleyebilir. İşte o zaman bütün bu amellerin ahirette geri dönüşü çok farklı olur.

Biraz daha açacak olursak, bazen bir tek insanı tedavi etme, sıhhatine kavuşturma, onun ağrı ve acılarını dindirme, duasını alma, ihlas ve samimiyete bağlı olarak bir mü’mini velilik seviyesine ulaştırabilir. Öyleyse Allah rızasına bağlı olarak toplumda metastaz haline gelmiş kanserleri tedavi etmenin, insanlık çapındaki kavga ve çatışmaları önleme adına projeler geliştirmenin nasıl küllî bir ubudiyet olduğunu varın siz hesap edin!

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümuldür, yani bütün insanlığa gönderilmiştir. O’nun ümmeti olarak bize düşen vazife de bu âlemşümul nübüvvetin temsilciliğine talip olmaktır. Eğer buna talip olur, sürekli bu niyet ve azimle oturur kalkar, himmetimizi hep yüksek tutarsak mükâfatımız da buna göre olacaktır. Çünkü insanlar, niyet, azim ve cehtlerine göre mükâfat görürler; elde ettikleri başarı ve neticelere göre değil! Niye yaptığımız işlerin darlığı içerisinde Allah’a karşı bir beklentiye girelim? Niye niyetin enginliğine yelken açmayalım? Ameller niyetlere göreyse ve Allah insanları niyetlerine göre mükâfatlandıracaksa bize düşen de niyet ve azmin bu enginliğinden istifade etmeye bakmak değil midir?

Çıtalar hep yükseğe konulmalı, himmetler hep âli tutulmalı. Mesela Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna, Antarktika’dan Grönland’a kadar nerede insan varsa bunların tamamına ulaşma, bunların tamamını belirli fasl-ı müşterekler etrafında bir araya getirme, anlaşma ve uzlaşmalarını sağlama hedeflenmelidir. Dünyada duygu ve düşünce tayflarımızın ulaşmadığı bir yer bırakmamaya çalışmalıyız. Hedef ve ideallerin yüksek tutulması, niyet ve azimdeki enginliğin bir yanıdır. Bu tür duygu ve düşüncelerle oturup kalkan bir kimseyi, Allah, ideallerini gerçekleştirmiş gibi mükâfatlandırabilir.

   Realitelere Bağlı Kalma

Burada bir hatırlatma yapılması faydalı olacaktır. İdeal ve hedeflerin yüce tutulması, realitelerden kopmaya sebep olmamalı. Bilakis bütün hedeflerin realize edilebilir bir çerçevede ele alınmasına dikkat edilmelidir. Hedefler belirlenirken mutlaka zaman, mekân ve imkânların göz önünde tutulması gerekir. Atılması gereken adımlar doğru tayin edilmeli ve bunlar belirli fasıllara bağlanmalıdır. Eğer meselenin bir kısmının gelecek nesillere havale edilmesi ve bir emanet olarak bırakılması gerekiyorsa burada aceleci olunmamalıdır.

Kısaca niyetin enginliğinin ve hedeflerin ulviliğinin yanında realist olma da çok önemli bir husustur. Mutlaka günün şartları, sahip olunan imkânlar ve insan kaynakları, yoldaki zorluk ve meşakkatler, düşmanlığa kilitli hasım ruhların engellemeleri de hesaba katılmalıdır. Yani pozitif kutuplarla negatif kutupların gücü birlikte değerlendirilmeli, eldeki kadronun yanında hasım cephelerin düşmanlığı da göz ardı edilmemelidir. Eğer bir nefhada bütün insanlığı sahil-i selamete çıkarma, bir nefhada Kayser ve Kisraları yere serme gibi hayalî bir kısım mülahazalara girerseniz, bir süre sonra ümitsizliğe düşer, inkisar üstüne inkisar yaşarsınız. Çünkü bunlar, beşerî ve sosyal realitelere terstir. Şimdiye kadar bu tür olağanüstü gelişmeler hiçbir zaman yaşanmamıştır.

 Gerçi Akif bir yerde,

“Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum

Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi.

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı dirildi

Zulmün ki zeval aklına gelmezdi geberdi.”

diyor. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine bakılacak olursa, insanlığın kurtuluşunun bir nefhada, bir hamlede gerçekleşmediği; bunun çile ve ızdırapla örgülenen yirmi üç yıllık bir hayatın semeresi olduğu görülür. Kaldı ki mesele Efendimiz’le de bitmiyor. O ruhunun ufkuna yürüdükten sonra on bir adet irtidat hâdisesi baş gösteriyor, çatışma ve fitneler sonraki dönemlerde de devam ediyor. Şayet Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali efendilerimiz olmasaydı -esbap planında- belki de bu emanet varacağı yere varamazdı. Çünkü onlar irtidat hâdiselerini bastırmış, nice mütemerrit kavimleri hizaya getirmiş, tehlikeleri bertaraf etmiş, muvakkaten ve sınırlı bir bölgede de olsa insanlığın birbiriyle kucaklaşmasına vesile olmuşlardı.

Evet, bazı şeylerin gerçekleşmesi belirli bir takvime bağlıdır. Bunların daha hızlı gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Gerçi günümüzde teknolojinin imkânlarının çok geliştiği bir gerçektir ve bunlardan azami derecede istifadeyle pek çok şey daha hızlı, daha kolay elde edilebilir. Fakat siz hangi imkânları seferber ederseniz ediniz, hususi ilham ve ikramlara mazhar olan Efendimiz’in kuvve-i kudsiyesiyle gerçekleştirdiği tesiri ortaya koyamazsınız. Bu açıdan gaye-i hayalin gerçekleştirilmesi adına yürünen yolda çok realist ve rasyonel olmak gerekir.

   Yegâne Gaye-i Hayalimiz

Günümüzde bütün meselelerini kuşku ve tereddüt üzerine bina etmiş, sürekli paranoya yaşayan, ağzını her açışında “Acaba şu hesapları mı var, bu hesapları mı var?” diyen bir hayli kimse var. Bu sebeple yanlış anlamaların önüne geçme adına burada kısa bir izah yapma lüzumu duyuyorum: Evet, bizim bir hesabımız, bir davamız ve bir gayemiz var. Bu da Allah rızasını kazanma ve bunun en büyük vesilesi olarak O’nu insanlara, insanları da birbirine sevdirme davasıdır. Bunun dışında bir şey düşünmeyi âdeta kendimize haram kılıyoruz. Rıza-i ilahiye bağlanan insanlar ne Boğaziçi’ndeki yalı ve villalara talip olur ne şan u şöhret peşinde koşar ne de dünyevî makam ve mansıplara göz dikerler. Onlar öyle bir Güzel’e dilbeste olmuşlardır ki, O’ndan kopmayı O’na ihanet, kendilerine de hakaret sayarlar.

Yedi cihan bilsin ki bizim Allah rızasını kazanmanın dışında bir mülahazamız yoktur. Bütün derdimiz, gönüllere Allah sevgisini duyurabilme ve bütün insanlığı sevgi etrafında bir araya getirebilmektir. İnsanların birbirini yemeyecekleri, ezmeyecekleri, sömürmeyecekleri bir dünyanın kurulmasına destek olabilmektir. Herkesin kendi konumunda kabul edilebildiği, paylaşma ve dayanışmanın hâkim olduğu, mazlum ve mağdurların yalnız bırakılmadığı yeni bir dünya inşa edebilmektir. İnsanlığın yeni bir ses duymaya ihtiyacı olduğuna ve bunun hava kadar, su kadar önemli olduğuna inanıyoruz.

Biz istismar ve sömürü nedir bilmeyiz. Umumi manada bilmemek bir eksiklik olsa da bazı şeylerin bilinmemesi bir kemal emaresidir. Aynı şekilde biz ayrımcılık ve dışlayıcılığın da ne olduğunu bilmeyiz. Farklı renklere, ırklara karşı kendimizi “renk körü”, “ırk körü” olarak tanımlıyoruz. Öyle engin bir muhabbet hissimiz var ki, ummanlar gibi coşmayı ve hiçbir mahzun gönül kalmayıncaya kadar herkese el uzatmayı arzu ediyoruz. İnsanlığın el ele tutuşacağı, hüzün ve ümitlerini paylaşacağı, beraber gülüp beraber ağlayacağı günlerin gelmesini dört gözle bekliyoruz.

Kısaca, atkısı sevgiden, muhabbetten ve şefkatten ibaret olan yeni bir dantela ortaya koymaya çalışıyoruz. Gönüllere sevginin girmesinin, kalblere muhabbetin hâkim olmasının, insanların birbiriyle sarmaş dolaş olmasının çok önemli olduğuna inanıyoruz. Bunu da bin tane dünya sultanlığına değişmeyiz. Bu sözler sadece benim şahsî hissiyatım olarak görülmemelidir; bilakis genel bir hissiyata tercüman olmaya çalışıyorum.

Bazıları bu sözleri çok ütopik bulabilir ve bizi de hayalperest görebilir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki sevginin kendine göre bir kerameti vardır. Sever, alâka duyar ve kusurları affederseniz, etrafınızda farklı bir atmosfer oluşturursunuz. Diğer taraftan sevgi âdeta sihirli bir iksir gibidir. Bir taraftan olumsuzluklara giden yolları “Burası çıkmaz sokak!” diyerek kapatır, diğer yandan da insanları uzlaştırır ve bir araya getirir. Dünya, sevgiyi sevecek, nefretten nefret edecek sevgi kahramanları bekliyor. Sevgiyi hayatının gayesi haline getirebilecek fedakârlar bekliyor. Öyle olmak istemez misiniz?

Bediüzzaman Hazretleri, “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.” şeklindeki sözleriyle hem ümitlerimizi şahlandırıyor ve reca duygularımızı harekete geçiriyor hem de dünyanın gelecekte her yerde güllerin biteceği, bülbüllerin şakıyacağı bir gülistanlık haline geleceğine işaret ediyor. Ne var ki yukarıda temas edildiği üzere böyle bir güzelliğin meydana gelmesi bir anda olmayacaktır. Eğer bu, belirli bir zamana bağlıysa biz onu değiştiremeyiz. Bu konuda rasyonel olmalı, meseleyi realize ederken belirli bir plan ve strateji içinde ele almalıyız.

Daha da önemlisi şartların ağırlığına bakmadan her yere tohum saçmaya, her yeri bahara çevirmeye çalışmalıyız. Mevsimlerin zorluğu, konjonktürün farklı olması, dünyanın üzerimize üzerimize gelmesi bize yol ve yöntem değiştirtmemelidir. Esen rüzgârlara veya fırtınalara takılmamalı ve bunlar karşısında dağılmamalıyız. Her mevsimde o mevsimin şartlarına göre yapılması gerekenleri yapmaya çalışmalıyız. Şartlara göre plan ve projelerimizde bir kısım değişiklikler yapsak, yolun durumuna göre hızımızı ayarlasak da bir maratoncu gibi durmaksızın koşmaya devam etmeliyiz.

***

Not: Bu yazı 1 Şubat 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.