Posts Tagged ‘oruç’

Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar

Herkul | | KIRIK TESTI

Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı, bir şivesi vardır ki, onları yılın diğer aylarından ayırır.. her ayın güzellik ve nefasetinin zâhirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukabil, bu müstesna zaman dilimi kalble ve batınî duygularla yaşanır. Bu aylarda gönül dünyalarına yönelen insanlar, iman ve iz’anlarından fışkıran ışıklarla eşyanın perde arkasını süze süze, duygularıyla, içinde ebedî bir ömür sürecekleri firdevslere uyanmış ve ulaşmış gibi olurlar. Onlar için bu aylardaki günler, geceler, hatta saatler ve dakikalar âdeta bir başka büyüyle gelir-geçer; gelip geçerken de derecesine göre herkese mutlaka bir şeyler fısıldar.

Bu aylarda zaman hep uhrevî renklerle tüllenir.. insanlar tıpkı öbür âlemin sakinleriymişçesine munisleşir ve sırlı bir derinliğe ulaşırlar. Herkes kendi iç derinliklerinden olduğu gibi, varlığın sinesinden de ukba buudlu bir şiiri dinler ve yığın yığın hülya ve hatıraların, beklenti ve rüyaların gurup ve tulûlarında dolaşır. Yer yer hüzünlü, zaman zaman da neşeli tedaileriyle üç aylar, bize hem yitirilmiş bir Cennetin hasretini hatırlatırlar hem de buğu buğu onu yeniden bulabileceğimiz ümidiyle bütün benliğimizi sararlar. Evet, hayatımızın her dakikasını ayrı bir saadet ve neşeye, ayrı bir gerilim ve hamleye çeviren bu günlerdeki hatıra ve tedailer, duygularımızı sessiz bir şiire, hayatımızı da sihirli bir güzelliğe çevirirler.

Biraz da üç aylardaki nurların gönüllere sinmesiyle sokaklardaki ışıklar, minarelerdeki mahyalar, her taraftaki ruhanî canlılık ve mabetlere koşan insanların simalarındaki letâfetle dünyadakinden daha çok Cennetteki zamanları hatırlatan bu nûrefşân zaman dilimi, kadrini, kıymetini bilenlere ayrı ayrı lezzetler ve zevk-i ruhanîler sunar. Evet o, imanı, İslâm’ı, mabedi ve ibadeti duyup anlayanları; mârifet, muhabbet ve ledünnî hazlara açık olanları, değişik dalga boyundaki ışıklarının renkleri, latîf latîf esen havasının incelikleri, uğradığı herkesi büyüleyip geçen zamanın seslerinden toplanmış ve ruhları sarıp okşayan o sonsuz zevk meltemleriyle kucaklar.

Hemen her sene zamanın bu altın dilimini idrak edince, âdeta, ötelerin ayn-ı hayat olan o sevimli, neşeli mavimtırak günlerine bir kere daha kavuşur gibi oluruz. Evet, bir kere daha gönül gözlerimizde her yan baharla tüllenir.. her tarafta yeniden hayat köpürür.. dağ-bayır yeşerir ve renklerle kahkaha atar.. çiçekler raksa durur, bülbüller naralar yağdırır.. ve duygular gülden, lâleden alevlerini alıyor gibi olur. Öyle ki her yanda esen bu umumî hava gönüllerimizi bir mutluluk vaadiyle kaplar ve bize ne bilinmedik, ne sezilmedik şeyler fısıldar. Hatta hayatları bedbinliğe, karamsarlığa kilitlenmiş insanlar bile bu semavî şehrâyinden nasiplerini alırlar. Hele günler, o ibadetle derinleşen saatlerini, hayatın gerçek mânâsını terennüm etmek için gönüller üstünde bir mızrap gibi hareket ettirdiğinde, kuş cıvıltıları safvetinde ve bir çocuk neşesi tadındaki ezan dakikalarının, Cennet güzellikleri kadar tesirli ve bu güzelliklere meftun bir kalb gibi olgun ve dolgun ibadet saatlerinin, Hakk’ı muhatap alma ve Hakk’a muhatap olma mânâsıyla tüten zeberced duyguların zikr u fikirle sinelerimizi coşturan şiiri başlar.. başlar da, varlığın çehresindeki perdeler sıyrılır ve Hakk’a yakın olmanın o kendine mahsus huzur ve itminan dolu lezzetli, sımsıcak mavi dakikaları bizim olur. Günde beş, haftada lâakal otuz beş defa, âdeta bir nurdan helezon çevresinde dolaşır, gönüllerimizde miraç fırsatlarına erer ve hep insan-ı kâmil olmanın rüyalarıyla yaşarız.

Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı “merhaba” der ve bir mızrap gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan “Regâib” bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan “Miraç” tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semavî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevîlik esintileriyle gelir. “Beraat” bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sinelere kurtuluş muştularıyla seslenir. “Kadir Gecesi” ise, bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bin aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar, onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar.

Üç ayların bu olabildiğince tatlı ve imrendiren sıcaklığı, imanlı gönüller için gece-gündüz demeden devam eder. Her gün, bütün parlaklık ve canlılığıyla bereketlerini başımıza boşalttıktan sonra gidip ufka kapanınca, arkadan yepyeni, âsûde ve buğu buğu güzellikleriyle bir başka sabah tulû’ eder.. gönüllerimizi dolduran, iç âlemlerimizde gizli gizli bir şeyler örgüleyen, hüşyar gönüller için oldukça hülyalı bir sabah..

Receb ayının girmesiyle Rahmeti Sonsuz’a karşı dua, niyaz, hamd u senâ ve tam bir teyakkuzla hazırlığa geçen ruhlar, ayın sonuna doğru ötelere uyanmış gibi tam bir temâşâ zevkine ererler.. ererler de hemen herkesin dili, edası, üslûbu değişir ve çehrelerini bir heybet, bir haşyet ve bir ümit sevinci bürür. Herkes daha ziyade kalb diliyle konuşmaya başlar.. beşerî sertlikler daha bir yumuşar.. ve bunlar arasında bir hayli insan, miraç yapacakmışçasına bütün dünyevî ağırlıklarını atar da âdeta ruh hiffetine ulaşır. Derken Hakk’a yönelmiş bu insanların gönüllerinden taşan nuraniyet ve simalarındaki rengârenk incelik en katı kalbleri dahi yumuşatacak ve rikkate getirecek ölçülere ulaşır.

Receb ayının girmesiyle, her zaman ayrı bir derinlikle tüllenen geceler, daha bir büyülü hal alır ve herkese ne dâhiyâne düşünceler ilham ederler. Hele, ondaki bu gecelerin ötelere açık menfezleri sayılan kutlu zaman parçaları, her zaman bize, gönüllerimize benzeyen emeller ve Cennet duygularıyla coşan hülyalar aşılarlar.. aşılarlar da, sonsuzluk arzularımızı kucaklar ve ruhlarımıza yeni yeni rüyaların kapılarını aralarlar. Hemen her gece benliğimizde uyukluyor gibi sessiz sessiz duran hislerimizi uyarır ve bize dünyadakinden daha derin saadet düşünceleri ilham eder.

Kitaplarda “Şehrullâhi’l-Muazzam” diye geçen Şaban ayını, bütün varlığa ve benliğimize sinmiş bir lezzet gibi duyar ve gönüllerimizin ümide, beklentiye, uhrevî güzelliklere kaydığını hisseder gibi oluruz. O, gecesiyle-gündüzüyle, insana Ramazan besteli büyülü bir mûsıkî gibi tesir eder.. kendisine sığınanları semavî kollarıyla sarar.. bir anne şefkatiyle kucaklar ve onları rahmetin enginliklerinde dolaştırır. Onu kendi ruhuyla idrak edenler için, sanki zaman delinmiş de, duygularımıza zaman üstü âlemlerden bir şeyler akıyormuş gibi olur. Öyle ki, herkes onun aydınlık dakikalarında ve onu duymanın enginliklerinde bir adım daha atsa, kendini, bir sihirli merdivene binip ötelere yürüyecekmiş gibi sanır. Hemen her gün, her gece, her saat ve her dakika fıtratlarımızdaki gizli sonsuzluk arzusu ve ebediyet düşüncesiyle kim bilir kaç defa ötelere ihtiyacımızı hisseder ve bu Allah ayının araladığı menfezlerle emellerimizi temâşâya koşarız.

Derken sımsıcak, olabildiğince yumuşak ve hummalı dakikalarıyla Ramazan ufukta belirir.. vicdanlar teyakkuza geçer, bütün gönüller uyanır, bütün duygular coşar.. ve insanlar oluk oluk mabede akar; oradan da Rabbine yürür. Ramazan’ın gelmesiyle ruhun rabıtaları daha bir güçlenir.. uhrevî arzu ve emeller daha bir köpürür; köpürür ve duygular üzerine bir mızrap gibi inip kalkan bir Ramazan mülâhazası, inanmış sineleri aşkla, şevkle coşturur; onların ruhlarında âdeta yangınlar meydana getirir. Denebilir ki, Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır. Çarşı-pazar ve sokakların görüntüsü ötelere ait duygularla köpürür. Minarelerin solukları gönüllerde Kur’ân hüznüyle yankılanır.. mabetler ışıktan fistanlara bürünür ve imanlı gönüllerin avazlarıyla inler. Evden mabede, mabetten mektebe her yerde Hakk’a yönelişin sevinç ve itminanı yaşanır.. ibadetle şahlanan sineler, bütün güzelliklerini ortaya döker.. en mahrem çizgileriyle iç dünyalarından kopup gelen aşklarını, şevklerini haykırırlar. Bu insanlar, güya “vuslata hazırlanın” emrini almış gibi her geceyi bir “şeb-i arûs” arefesi sayar ve her günü de engin bir vuslat duygusuyla geçirirler.

Evet, Ramazan’daki her seste bir başlangıç vaadi, her solukta bir kurtuluş ümidi nümâyândır. İftarlar, bize bir kısım sırlar fısıldar ve ufkumuzda büyük buluşmanın çağrışımlarıyla tüllenirler.. teravihler ümit dünyamıza neler neler vaad ederler.. geceler, âdeta nazlı bir gelin edasıyla bize harem kapılarını aralar ve vâridâtın her türden dalga boyuyla ışık olur gönüllerimize akarlar.. imsaklar tıpkı vapur düdüğü, uçak sesi ve füze tarrakalarıyla tınlar ve Dost’a vuslat yolunda bir gece yolculuğunu salıklarlar… Nihayet upuzun bir gün, o tatlı buluşmanın telaşlı ama dikkatli, heyecanlı fakat ümitle dolu saatleriyle gelir her yanımızı sarar.

Ramazan’da hayat o kadar derin ve anlamlıdır ki, konuşulan her söz, duyulan her ses insana, onun gönlünden fışkıran bir besteymiş gibi gelir; gelir de en tatlı nağmeler hâlinde duygularımız süzülmeye başlar. Her zaman ruhun bir tomurcuk gibi açılmasına ve benliğin derinliklerinde uyuyan duyguların uyanmasına vesile olan ve bizi en büyüleyici, en enfes hülyalar âleminde dolaştıran Ramazan, hepimizi ta iliklerimize kadar bir aşk u şevk ve bir vuslat ihtiyacıyla yoğurur, gönüllerimize gerçek hayatın neşvesini duyurur.

Ramazan’da tam azığını alabilen herkes, burada elde ettiklerinin ötesinde, yürüdüğümüz bu nurlu fakat biraz buğulu yolun sonunda, hep özleyip durduğu bir ebedî saadetin var olduğunu anlar ve bütün benliğiyle O’na yönelir. Evet, her iftar ve her imsakta insan, kendine yepyeni bir vuslat kapısının aralandığını seziyor gibi olur ve iki adım ötede daha çaplı ve daha büyüleyici bir buluşma ihtiyaç ve ümidini duyar; duyar da bir tarafta gurbet ve yalnızlık, diğer tarafta da beklenti ve hülyalar onları daha engin bir büyü ile sarar ve hakiki aşkın derinliklerine çeker. Öyle ki, onların sinelerinin enginliklerinde olduğu gibi, mekânın sonsuzluğunda da her şeyin aşk etrafında cereyan ettiğini duyar ve kendilerinden geçerler. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir herkes, kendi idrak seviyesine göre, Ramazan’da önemli bir hazırlık dönemi yaşar; sonra da hiç bitmeyecek bir yol mülâhazasıyla hep Allah’a yürüyor gibi olurlar…

Bamteli: RAMAZAN, ORUÇ VE TAKVA

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

 “Dediler ki: Derttir dermanın seni!..”

*Dermanı derdin içinde aramak lazım. Kalbi tetikleyen ve gözü açan dert, dermandır. Bu manayı dile getiren çok güzel sözler vardır: Bunlardan biri şu mısralardır: “Derd-i derunuma derman arardım / Dediler ki: Derttir dermanın senin / Dergâh-ı dildare kurban arardım / Dediler ki: Canın kurbandır senin.”

*Hakka hizmet yolunda bulunan insanların öncelikle şu realiteyi kabul etmesi gerekir. Dün olduğu gibi bugün de kin, nefret, haset ve çekememezlik gibi kötü hasletlere sahip insanlar, paranoyak ruh hâliyle, kendileri gibi düşünmeyen kesimleri düşman ilân edecek, sürekli sağa sola saldıracak, çıkarlarını koruma adına da çeşit çeşit şenaat ve denaatleri işleyecektir.

Fakat adanmış ruhlar, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı, bütün faaliyetlerini O’na (celle celâluhu) bağlı götürmeli, daima Güller Gülü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) müteveccih bulunmalı, her türlü kötülük ve engellemeye rağmen bütün insanlığı kucaklayacak şekilde engin bir vicdanla sarsılmadan hak bildikleri yolda yürümeye devam etmelidirler.

 Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdine “takva” denir.

 Soru: Kur’an-ı Kerim’de, orucun farz oluşu anlatılırken, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz?

*Takva, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer’î ıstılahta takva, “Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir.

*Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem’i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.

 İster iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

*Kur’ân-ı Kerim,  يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

*Aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

 Oruç, sizden öncekiler için bir vazife olarak yazıldığı gibi size de farz kılındı.

*Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir.

*Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler.

*Oruçtan maksad, Allah rızası, nefsin terbiyesi, irâde eğitimi ve takvadır. Oruç tutan insan Allah’ın bir emrini yerine getirdiği gibi, kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Bundan dolayı, geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu ve o, her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Belki sadece orucu tutma keyfiyetinde bir kısım farklılıklar vardı.

*Allah Teâlâ’nın orucu bize farz kıldığı gibi bizden öncekilere de farz kıldığını beyan buyurması, ilahi emirlerin temel ve gaye bakımından birliğini iş’âr etmek; ayrıca bu farzın önemini belirtmek; onun bir ceza değil insanların menfaatine bir emir olduğunu bildirmek ve yerine getirilmesi için teşvik etmek sadedindedir.

 Oruç, takvaya yürüme yolunda bir köprüdür.

*Her şeyin başı ve esası olan “hidayet”in kaynağı, başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve davranışlarını ihtiva eden Sünnet-i Sahiha’dır. Nitekim Bakara Sûresi’nin ikinci âyetinde, ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” beyanıyla Kur’ân’ın potansiyel olarak müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğuna dikkat çekilmiştir. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde müttakilerin özellikleri sayıldıktan sonra beşinci âyette أُولٰئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ “İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılıp hidayet üzere olanlar.” buyrulmak suretiyle tekrar hidayete vurgu yapılmıştır. Ayrıca burada Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan hakkıyla istifade etmenin temel şartı olarak takva sahibi olma zikredilmiştir ki, hidayet ve takva arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.

*Oruç, takvaya yürüme yolunda bir köprüdür; namaz ayrı bir köprüdür, zekat ayrı bir köprüdür, hac ayrı bir köprüdür, iffetli yaşamak başka bir köprüdür.

*Oruç insana sabrı öğretir. Sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. İnsanları, kalb ve ruh ufkuna yönlendiren geçmiş asırlardaki büyük zatlar gibi Hazreti Pir de, eserlerinde özellikle bu üç sabır çeşidi üzerinde durmuştur. Evet, bütün çeşitleriyle sabır da bir takva yoludur ki orucun talim ettiği hususlardan biri de sabırdır.

 “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla…” Evet, Cennet mekârihle, insana ters, ağır ve zor gelen bir kısım hadiselerle kuşatılmıştır. Onlara takılmadan ve o dikenli tarlalardan geçilmeden oraya ulaşılamaz. Cehenneme gelince, o da cismânî, bedenî, beşerî ve garizî hislerle, şehvetlerle, arzularla, bohemlikle, yemekle, içmekle, yan gelip yatmakla ve dünyada ebedî kalacakmış gibi davranmakla kuşatılmıştır.

*Kaynaklarda, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru olan bir delikanlıdan bahsedilir. O genç ismet ufkunun temsilcilerindendir. Bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayetin diline dolandığını fark etmiş; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.”

*Meseleleri hep kendi heva u hevesine göre ele alan kimseler hakkında Kur’ân, أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ “Görmedin mi o hevâsını ilah edinip de Allah’ın da kendisini ilmine rağmen saptırdığı kimseyi?” (Câsiye, 45/23) buyuruyor. Bir insan Allah ve Rasûlü’ne ait beyanın olduğu bir yerde, heva, heves ve arzularına uyarak söz söylüyor veya hareket ediyorsa bilmesi gerekir ki, o, hevasını ilah edinmiş demektir.

*Hesaplı yaşamak ve bir hata ile her şeyi batırmamak için Hazreti Üstad’ın şu ifadesine uygun davranmak gerekmektedir: “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma! Dünyayı yutan büyük letâifini onda batırma.”

Bamteli: İbadetlerin İhmali ve Savaş Endişesi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu soruya cevap verdi ve özetle aşağıdaki cümleleri serdetti:

Soru: Hazreti Üstad, âlem-i menâmda âlî bir mecliste sorulan sual üzerine, 1. Dünya Savaşı’ndaki musibetin sebebi olarak, namaz, oruç ve zekât ibadetlerindeki ihmali gösteriyor. Daha sonra, hac ve ondaki hikmetlerin ihmalinin ise sadece musibeti değil gazap ve kahrı celp ettiğini, Müslümanların düşman zannedip birbirlerini öldürdüklerini belirtiyor. Binaenaleyh, taabbudî hakikati mahfuz, her bir ibadetin bir kısım musibetlere paratoner olduğu söylenebilir mi?

İbadetlerdeki ihmaller ve işlenen günahlar değişik musibetlere davetiyedir!..

*Hazreti Bediüzzaman meseleye öyle bakıyor ve özellikle Sünuhat Risalesi’nde bu husus üzerinde genişçe duruyor. Şöyle diyor: “Zira yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay, oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı.”

*Belli günahlar, kaht kelimesiyle ifade edilen kıtlık, kuraklık, susuzluk, yağmurun kesilmesi ve açlık gibi değişik musibetlere davetiye mahiyetindedir. Şu anda İslam dünyasında da böyle musibetler yaşanıyor. Merceğe veya teleskoba lüzum yok; kendi ülkenize baktığınız zaman her gün değişik yerlerde farklı felaketler olduğunu göreceksiniz. Aslında yağmur, kar, dolu hep gökten geliyor ve rahmet olarak iniyor; fakat masiyetlerimiz onlara kendi renklerini ve boyalarını çalıyor; dolayısıyla bu nimetler rahmet iken nıkmet haline dönüşüyor ve değişik felaketlere sebebiyet veriyor. Ayrıca, zelzeleler oluyor, yoksulluklar yaşanıyor, toplumda herc ü merc meydana geliyor ve değişik fitneler başgösteriyor. Kısacası, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), âhir zamanın ve kıyamete yaklaşmanın alameti olarak ifade buyurduğu, hadis kitaplarında Kitâbü’l-fiten ve’l-melâhim bölümlerinde haber verilen hemen her hadise İslam dünyasında cereyan ediyor.

En büyük musibet, musibetin musibet olduğunu görememektir!..

*Bu musibetlerden daha büyük bir musibet varsa, o da bu musibetlerden bir ders çıkarmama musibetidir. Zelzele, sel, tsunami birer musibettir. İnsanların birbirine düşmeleri ve birbirine güve olmaları da bir musibettir. Fakat bunlardan daha büyük bir musibet vardır o da musibetlerin musibet olduğunu görmeme musibetidir.

*Namazın terkedilmesinin çağırdığı bir çeşit musibet vardır. Allah (celle celaluhu) boş yere yatırtır kaldırtır sizi, Cihan Harbi’nde olduğu gibi. Cepheden cepheye koşturur durursunuz “musibetleri bastıracağız” diye. Her bastırma hareketiniz değişik komplikasyonlara sebebiyet verir, yeni musibetler hortlar ondan. “Falan musibeti bastıralım!” dersiniz. Bastırma esnasındaki yanlış tavır, davranış ve günahlarınızdan dolayı o bastırma işi kine nefrete dönüşür, daha büyük bir musibet haline gelir ve siz kendinizi bir musibetler sarmalı içinde bulursunuz. Yirmi sene, otuz sene, kırk sene mücadele edersiniz ona karşı fakat Allah sizi yatıp kalkmaya mahkûm etmiştir, çünkü namazınız namaz değildir.

*Oruçtaki kusur başka bir musibete sebebiyet verir. Hele zamanımızda insanlar hiç olmayacak sebeplerden dolayı oruç tutmuyorlar. Allah (celle celaluhu) açlık musibetine maruz bırakır/bırakıyor. Bugün açlık sınırının altında yaşayan milyonlardan bahsediliyor.

İhtilâl sadaları, hased bağırtıları, nefret vaveylâlarına karşılık zulüm ateşleri, tahakküm alevleri, tahkîr şimşekleri!..

*Zekât verilmeyince, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi oluyor. Toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana geliyor. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar iyice kopuyor. Sosyal ihtilaller tarihine baktığınız zaman, asırlarca Avrupa’da kapitalistlerle işçi sınıfı arasında yaşanmış mücadeleleri görürsünüz. Bu iki zümrenin birbirinden kopması, aralarındaki bütün köprülerin yıkılması ve tarafların birbirine düşman haline gelmesi, Doğu’da ve Doğu’nun da doğusunda bir kısım felaketlere sebebiyet verecek şekilde çok farklı sistemlerin oluşmasına yol açmıştır. İki sınıf arasında, Hazreti Pir’in ifadesiyle, yukarıdan aşağıya hep baskı olmuştur; aşağıdan yukarıya da mızrak sallama, top atma, gülle fırlatma ve düşmanlık duygularını coşturma gibi şeyler vuku bulmuştur.

*Hazreti Üstad, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesini şu sözlerle ifade eder: “Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şâhidler mevcuddur.” (İşaratü’l­İ’caz, Sayfa 49)

Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmali, sadece musibeti değil, gazap ve kahrı da celb eder!

*Bilindiği gibi hac ibadeti Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Hac vazifesini eda edenler, aynı zamanda âlem-i İslâm’ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor olma şuurunda bulunsalar, haccın teşriindeki çok önemli esaslardan birini daha yerine getirmiş olacaklardır. Fakat maalesef zamanımızda bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi lazım gelen meseleler gözetilmediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez.

*Hacdaki ihmalin ve onun cezasının büyüklüğüne dikkat çeken Hazreti Üstad, şöyle buyurmaktadır: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

Her ibadetin pek çok hikmeti ve her muâmelenin de taabbudî derinliği vardır.

*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muâmelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli/esasları Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muâmelât ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir.

*Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir.

*Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muâmelât alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muâmelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır.

*İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muâmeleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur.

Suriye meselesinde kendi menfaatlerini düşündüler ve çıkarlarını, problemlere sebebiyet verecek yolda gördüler!..

*Evet, bir 3. Dünya Savaşı endişesi taşıyorum. Çünkü her şeyin menfaat üzerine döndüğü ve o menfaatlerin paylaşılamadığı bir dünyada bir ortak nokta, bir fasl-ı müşterek üzerinde anlaşmak çok zordur. Şayet biri “Benim hakkım yendi!” diyorsa, diğeri haksızlık yapıyorsa, öbürü kendi haklarının ötesinde haklar peşinde koşturuyorsa, ortak bir paydada nasıl buluşulacak ki?!. Hafizanallah, bir yanda Allah’tan uzaklaşmış, Peygamber’den cüdâ düşmüş, İslamiyet’e sadece şekil nazarıyla bakan insanlar, diğer tarafta ise, bütün bunları hiç bilmeyen kimseler varsa, böyleleri için fasl-ı müşterekler, ortak paydalar bulmak çok zor olacaktır.

*Çevremizdeki problemli nice ülke arasında mesela Suriye’yi düşününüz. Bazı kimseler oradaki çıkarlarını, problemlere ve komplikasyonlara sebebiyet verecek yolda yürümekte gördüler. Hesaplarını, bir dönemde el ele tutup “Yaşasın falanlar, filanlar!” dedikleri insanı/insanları bertaraf etme üzerine yaptılar. O bertaraf edilirse, İslam dünyasında kendi popülaritelerini yükselteceklerini, parmakla gösterileceklerini, haklarında “Baksanıza, bir yerdeki düzeni Sünnî düşünce adına değiştirdi!” deneceğini ümit ettiler. Bir dönemde beraber el kaldırdılar, alkış tuttular, “Çok yaşayın sizler!” falan dediler, diğerleri de onlara “Siz de yaşayın!” dediler; fakat sonra “Onlara ölüm!” deyip ölümleri adına ferman kestiler.

*Hâlbuki her şeyi kaba kuvvetle halledebileceğini düşünen kimselere karşı daha firasetli ve basiretli stratejiler uygulanmalıydı. Usturuplu olarak onların demokrasiye geçmelerini sağlamak akıllıca bir işti. Komplikasyona sebebiyet vermeden problemi çözme işiydi. Neydi o iş? Mesela, zamanında babasına denmedi, bari oğluna denirdi ki: “Biz de sizi destekleyelim. Hem maddeten destekleyelim hem de orada bize sempati duyan insanlarla destekleyelim. Seçime gidin; dört seneliğine siz seçilin; hatta ondan sonraki dört sene yine siz seçilin. Fakat demokrasiye geçilsin.” Bir denenirdi bu. Maalesef, biz bu istikamette tekliflerimizi dile getirirken hep dediler ki, “Bir cami imamından nasihat mi alacağız?” Bakışlarından okuyorsunuz onu. “Bir cami imamından nasihat mi alacağız? Aklımız erer bizim!” Demedik şey bırakmadık biz, fakat her defasında dediğimiz şeyleri yüzümüze çarptılar. Bilmem kaç tane zirvedeki insana Kıtmir anlattı ama Kıtmir, kıtmir olduğu için, dediği şeyler kayda değer bulunmadı; dolayısıyla demediler, yapmadılar.

Suriye’deki problemi azdırıp kangren haline getirdiler!..

*Maalesef, çok yanlış bir yola girildi. Bugün o göçmenler meselesi, Türkiye’ye gelmeleri, sığınmaları… Bakın, uluslararası bir problem haline geldi. Dünya kadar insan bir yönüyle zâyi oldu. İffetini satarak geçimini sağlamaya çalışan insanlardan bahsediliyor; iffetini satarak, hırsızlık yaparak, dilencilik yaparak…

*Problemi yerinde çözmeyince, iş büyüdü ve kangren oldu. Bir yandan, kapıları açarken mültecileri göçe teşvik ettiler; sonra diğer tarafı kızdırdılar, esirttiler, adeta kudurttular.. ve yirmi milyonluk bir ülkedeki problem bugün bir dünya problemi haline geldi. O kadını ve çoluk çocuğuyla mültecilerin, o zayıf naif insanların maruz kaldıkları şeyleri, yollardaki durumu ve Avrupa’daki hali görüyorsunuz!..

*O problemler, zamanında, meseleleri objektif olarak ele alan insanlarla meşveret edilerek çözülebilirdi. Fakat acemice, hiçbir şey bilmeden müdahale ettiklerinden dolayı üstesinden gelinmez değişik komplikasyonlara sebebiyet verdiler. Nitekim bugünkü problemlerin arkasında Kapadokya’dan (!) insanların tesiri, daha ziyade onların sebebiyeti görülüyor. Kapadokya (!) insanları bu büyük probleme sebebiyet vermişler, kapı açmışlar ve onu azdırmışlardır.

Meseleleri Don Kişot’lukla çözmeye çalışan kimselerin dünyasında her zaman bir üçüncü cihan savaşından endişe ediyorum!..

*Bu açıdan, her zaman bir üçüncü dünya savaşı endişesini taşıyorum. Bir de böyle bol keseden birbirine karşı meydan okumalar var. Bağışlayın, özür dilerim, bu sözden rencide olacak gaybî insanlar, burada bulunmayanlar da bağışlasınlar: Meseleler Don Kişot’lukla çözülmez. Yel değirmenlerine karşı savaşla çözülmez. Akılla, mantıkla, insafla, iz’anla meselelerin üzerine gitmek lazım.

*Geçmişte kullanılan silahlar o güne göreydi; fakat şimdi öyle değil. Bir cihan savaşına sebebiyet verilirse, dünyanın yarısı gider, hafizanallah. Bağışlayın, şayet böyle tiz perdeden konuşulur, Don Kişot’ça davranılır ve “Kimse bize akıl vermeye kalkmasın, gelecekleri varsa görecekleri de var!” türünden iddialarda bulunulursa, büyük felaketlere yol açılır.

*Gücünün ve kuvvetinin sınırlarını bilemeyen İttihatçılar da öyle yapmışlar ve devletler muvazenesinde denge unsuru koskocaman bir ülkeyi helakete atmışlardı. Hâlbuki o coğrafya içinde yaklaşık iki yüz elli milyon insan vardı; ta Sudan’ın en güneyine kadar her yerde o devletin gözünün içine bakılıyordu. Ruslara karşı toyca ilan-ı harp edilince o kocaman devlet paramparça oldu. Devlet idaresinden aciz, sadece kendi görüşlerinin zebunu üç-beş tane toy sebebiyle devletler muvazenesinde denge unsuru olacak bir sistemi kendi elimizle yıkıverdik. Hafizanallah, günümüzün toy delikanlılarının, yeni yetmelerinin de böyle bir savaşa sebebiyet vermeleri her zaman ihtimal dâhilindedir.

*Diplomasi.. diplomasi.. diplomasi!.. Bertrand Russell diyor ki: “1. Cihan Harbi’nde şu oldu, 2. Cihan Harbi’nde bu oldu… Şayet bir 3. Cihan Savaşı olursa, maktûl mezara gider kâtil de yoğun bakıma!..”

Atom bombasıyla değil ama zulüm bombaları sebebiyle fay hatları da kırılabilir!..

*Hâsılı, ibadetlerimizdeki ihmallerin yanı sıra, kendi içimizdeki boğuşmalar, işgaller, tahakkümler, tasallutlar ve tagallüpler değişik musibetlere birer çağrıdır. Allah Teâlâ, bunları yapanlara basiret ihsan ederek onları da zulümden ve haksızlıktan vazgeçirsin!

*Zira zulmün sonu, onlar için de başkaları için de hezimettir. Mesela, bu zulümlerden dolayı bir fay kırılması olursa, bir sürü masum insan da ölür. Yüreğim ağzıma geliyor her zaman; Marmara böyle kırılmaya müheyya faylar üzerinde duruyor. O faylar, üzerinde atom bombaları patlatmanızla değil de zulüm bombaları patlatmanızla kırılabilir; hafizanallah, Sakarya zelzelesine rahmet okutturacak hadiselere sebebiyet verebilir.

477. Nağme: Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi (2)

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Mukabelenin 75 dakika süren akşam faslı.. dualarla karşılanan iftar.. ellerde hurma, kıpır kıpır dudakların eşlik ettiği ezan.. bir oruç vazifesini daha tamamlamanın huzuruyla eda edilen namaz.. her yiyeceğin ve nimetin kıymetinin idrak edildiği sofra.. iki rekatta bir dualar ve salavatlarla ikâme edilen teravih.. kitap okuma, derse hazırlık, gece ibadeti, hacet namazı.. bereketini derinden hissettiren sahur.. ruhları kanatlandıran atmosferde salât-ı fecr.. mukabelenin 80 dakikalık sabah faslı.. iç salonda muhterem Hocaefendi’nin duygu yüklü hasbihali.

İşte bu programın akabinde odalarımıza çekileli henüz on on beş dakika oldu. “Nağme” neşretmek için bilgisayarın başındayız.

Allah Teâlâ’ya kulluğu hissetmek ne azim bahtiyarlık!..

İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak ne büyük talihlilik!..

İslam’la şereflenmek ne eşsiz nimet!..

Ramazan ne sevimli.. oruç ne iyi.. Kur’an ne güzel!..

Allah’ın rızasından başka muradı olmayan ve hayatını insanlığın saadetine adamış bulunan Hocaefendi’yi tanımak ne bihemta bir nasip!..

Gelecek nesiller için yaşayan hasbî ağabeyler ne hoş.. onlara benzemeye çalışan halis kardeşler ne şirin!..

Bir ders halkasında Ganj esintilerinin Nil meltemleriyle buluşması ve beraberce Sakarya nefhasına karışması ne tatlı!..

Haşyetle atan yürekler.. muhabbetle bakan gözler.. sevgiyle uzatılan eller.. ve şefkat konuşan diller ne latif!..

Bir de dünyanın hemen her yerinde bu duyguları paylaşabileceğiniz dost, arkadaş ve kardeşlerin bulunması ne lütuf!..

Evet, ekseriyetle hata, kusur ve günahlarımızın hacâletini taşıyoruz. Ümmet-i Muhammed’in (aleyhisselam) içler acısı haline ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların ahvaline ağlıyoruz. Sanki kapkaranlık bir asırda yaşıyoruz.

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen hala şehr-i Ramazan’ın nazlı ikliminde neler neler duyup tadıyoruz.

Ya Rabbenâ!.. Sen cemîlsin; ne çok cemal cilvesi var etmişsin!..

Sana hakkıyla hamd ü sena etmekten ve usulünce tahdis-i nimetten aciziz. Aczimizi itiraf ediyor; “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik.” diyoruz. Bununla beraber, bilhassa şu mübarek günlerde minnet ve şükran hisleriyle dopdolu bulunduğumuzu Senin her şeyi kuşatan ilmine havale ederek, Söz Sultanı’nın beyanlarıyla Sen’den dileniyoruz:

اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ، وَأَكْرِمْناَ وَلاَ تُهِنَّا، وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَ، وَآثِرْناَ وَلاَ تُؤْثِرْ عَلَيْناَ، وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِناَ.

“Allahım, üzerimizdeki nimetlerini artır, bizi noksanlığa maruz bırakma! İkramlarınla değerimizi yükselt, bizi zillete düşürme! Bol bol vererek bize ihsanda bulun, mahrumiyet yüzü gösterme! Bizi tercih et, başkalarını üzerimize tercih eyleme! Bizden razı ol ve bizi razı kıl!..”

***

Kıymetli arkadaşlar,

“Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi” başlıklı “nağme”ye gösterdiğiniz ilgi ve ziyadesine olan talebiniz üzerine bugün bir bölüm daha arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Işığın Göründüğü Ufuk

Herkul | | KIRIK TESTI

Işık, karanlıklarla savaşarak gerçek derinliğine ulaşır.. güzellik, çirkinlikler içinde daha bir belirginleşir.. iyiler, fâikiyetlerini tam olarak ancak kötüler arasında ortaya koyabilir; hiç olmazsa bazıları için bu böyledir.. toplum, huzura ihtiyaç hissettiğinde onu daha iyi duyar; duyar ve onun için ölür ölür dirilir. Rahatı, gerçek derinlikleriyle ancak meşakkat görmüşler anlayabilir; Cenneti de sırat yaşamış, sırattan geçmiş olanlar.. karanlığın en azgın ânı ışığın şafağını soluklar.. gündüzler, döl yatağı dönemini gecenin bağrında geçirirler; baharlar da karın-buzun sinesinde. Sebepler bütün bütün tesirsizleşince, ruhları Kudreti Sonsuz mülâhazası sarar, “meşakkat teysîri celbeder” fehvâsınca, sıkışma da her zaman ferahfeza iklimlere açılmanın önemli bir rıhtımıdır.

İç içe bunalımlarla sarsılıp çeşitli kaoslar fasit dairesi içinde kıvrandığımız şu günlerde, rahatı, huzuru daha iyi anlayabiliyor.. ışığın kadrini daha içten takdir edebiliyor.. imanı ve Hakk’a kulluğu, o derin güzellikleriyle daha net görebiliyor.. kaynağı iman, vicdanlarımızdaki hakikî güveni daha engin duyabiliyor.. iyiliklere karşı arzularımızın köpürdüğünü, kötülüklere karşı da tiksinti duyduğumuzu daha açık hissediyor ve tam bir iyilik banyosu yapmak için kendimizi, şu aydınlık günlerin çağlayanlarına salarak son bir kez daha Ramazan diyoruz.

Kim bilir, şimdiye kadar kaç defa Ramazan görmüş, Ramazan duymuş, Ramazan yaşamışızdır ama, değişik olumsuzlukların milleti çepeçevre kuşattığı, iradelerimizin çatırdayıp azimlerimizin sarsıldığı ve gurbet içinde gurbetler yaşadığımız böyle kasvetli bir zaman diliminde, hırpalana hırpalana tam mazlumlaşmanın, her gün ayrı bir saldırı karşısında buruklaşmanın hâsıl ettiği farklı bir hisle –bu biraz da kulluk insiyaklarımızdan kaynaklanıyor– sinelerimizi Rabbimize açıp en içten duygularla sızlanıyor ve “Ey Müsebbibü’l-esbâb, sebepler bütün bütün uçup gitti! Düşmanların cefâsı, dostların da hâl bilmezliği acz ve zaafımıza inzimam edince yol mülâhazalarımızı yoldakilerin hayreti sardı; bahtına düştük, bizi takılıp yollarda kalan yalnızların tâli’sizliğine uğratma!” diyoruz; diyor içimizi çekiyor; maruz kaldığımız ızdırapları duyma ölçüsünde, ihtiyaç ve ıztırar hâliyle O’nun kapısının tokmağına dokunuyor; böyle bir tevhid mülâhazasına iltifatlarının ifadesi sayılan teveccühlerini, yine O’na olan itimat ve güvenlerimizle bekliyoruz ki, bu seviyede tabiatlarımızın derinliklerinde duyarak bir başka Ramazan yaşadığımızı hatırlamıyorum ve yaşayacağımıza da fazla ihtimal veremiyorum.

Evet, şimdiye kadar bu mübarek ayı, değişik iltifat esintileriyle defaatle idrak ettik ve defaatle Ramazanlaşmaya çalıştık; millet olarak şanlı günlerin içli ve derin Ramazanları.. harb u darblerin yaşandığı o tozlu-dumanlı günlerin sisli atmosferinde, ziyası ve bereketiyle maytaplar gibi yanıp-sönen buruk Ramazanları.. maddî-mânevî iç içe yoklukların ortalığı kasıp kavurduğu hazanlı Ramazanları.. azimlerimizi ümitlerimize bağlayıp “Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder / Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder” duygularını mırıldanarak, iftar-sahur arası gelip-gidip fevkalâdeden bir kapı aralanacağı ümidiyle hep aktif bekleyişte bulunduğumuz canlı fakat yetim Ramazanları… Evet, hem birbirine benzeyen hem de benzemeyen bütün bu Ramazanlar, birer inkisar ve burkuntu faslı da ihtiva etmesiyle hep aynı tulû ile tüllendi ve gidip aynı gurûblara kapandı; kapandı ve bize o hicranlı günler adına bir seher yıldızı şarkısı sunup geçti.

Şüphesiz, bugüne kadar gelip geçen hemen her Ramazan, sezilebilen veya sezilemeyen ziyası, nuru ve kendine has tadıyla âdeta başlarımızın üzerinde melek kanatlarının rikkatli sesiyle gelip geçti. Vicdanlarının derinlikleriyle bu yumuşak sesleri duyan hüşyar gönüller, hemen her zaman bir eşref saate koşuyor gibi, beraberinde bir ebedî doğuşun müjdesini de getiren Ramazana yöneldi ve onu duymaya çalıştılar.

Bazen konjonktüre göre, o günlerin ve gecelerin ilham ettiği mânâlar ile, tıpkı havada yumuşakça yüzen kuşlar gibi rahat, âhenkli, mevzun, hallerinden memnun, aynı düzen üzerinde, belli bir ufka yürüyüş neşvesiyle, hep güzelliklere konup-kalkarak; çevrenin isinden-pasından, içlere bulantı levsiyatından alabildiğine uzak ve yaşadıkları hayatın daha muntazam, daha anlamlı, daha derin bir geleceğe aktığı hissiyle dopdolu ve gergin.. bazen de, ümidin, neşenin sonbaharını yaşıyormuş gibi tam bir inhizam içinde; iradeleri sarsılmış, azimleri kırılmış, beklenti ufukları daralmış, ruh atlasları renk atmış, korkunç bir çözülme ve bir ayrışma ile sürekli bir irtifa kaybederek, ruh ve mânâ dinamikleri itibarıyla kendi semalarının üveyki iken, ayaklarının altındaki arzın sürüm sürüm tâli’sizleri hâline gelmişlerdir.

Şimdilerde, türlü türlü baskı ve dayatmalar, tagallüpler, tahakkümler, istibdatlar bize varlığımızı yeniden keşfetme im­kânını verdi. Evet, her uzvunda ayrı bir ağrı, ayrı bir sızı bulunan bir muzdaribin her an bütün mevcudiyetini duyması gibi, biz de yıllardan beri yaşadığımız mağduriyet, mahkûmiyet ve mazlumiyetler yüzünden, sessiz ama derinden, âheste âheste fakat kararlı, sımsıkı hak mülâhazasına bağlı, ancak hakkın da hiçbir zaman birileri tarafından bağışlanacak bir sadaka olmadığı şuuruyla ve tam bir metafizik gerilim içinde geleceğimiz adına yepyeni günlere kapı aralayan bir Ramazanla el eleyiz.. el eleyiz ve meltemler gibi yumuşak, hareketsiz akan yüksek debili suların görünüşlerindeki sessizlik ve tabiî mehabetine denk bir kararlılıkla gözleri gönülleri doldura doldura kendi özümüze doğru yürüyoruz. Evet, bizimle aynı duyguyu paylaşanlar bazen, havada kanat çırpmadan duran kuşlar gibi mevzun, kendilerinden emin, daha yüksek irtifalara açık ve geniş intihab yelpazeleriyle; bazen, her şeye rağmen bir kısım seçenekleri –li hikmetin– kullanmadan aktif bekleyişleriyle; bazen de, kendilerinden beklenenin kat kat üstünde bir temkin ve ciddiyetle hep dilbeste oldukları mefkûrelerine yürüyorlar.

Yürüyorlar oruçla, teravihle, mabetle meleklerin Hakk’a yürüdükleri gibi.. fevkalâde yumuşak, olabildiğine rikkatli, gözlerinde yaş, sinelerinde ürperti bütün samimiyetleriyle yürüyorlar durmadan. Sabahlara kadar kendilerine rağmen par par yanıp eriyen mumlar gibi, çevrelerine ışık saçıp hep karanlık yudumlayan, yaşamaya boş verip ömürlerini yaşatmaya adayan bu kahramanlar, ellerinde milletin mânâ ve ruhunu seslendiren enstrümanları, dillerinde geçmişimizin özünden, usâresinden süzülüp gelmiş argümanları bize muhteşem günlerimizi iade etme gayreti içinde çırpınıp duruyorlar. Biz de onların bu ulü’l-azmâne gayretlerini, bu gayretlerle yükselen zamanı, gelip geçici bir âna sıkıştırılmış vakitçik olarak değil de; özüyle, vâridâtıyla, vaad ettikleriyle hiçbir zaman tam geçmeyen, bir ucu en kadîmlerden daha kadîm ve mazinin şanlı bir döneminde, diğer ucu da sonsuza namzet ve hâle yaslanmış birbirinden muhteşem bütün devirleri, zaman ve mekan üstü, ruhun rasat noktasından, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve iman sayesinde ne olmazların olur hâle geldiğini hayretle müşâhede ediyoruz.

Gerçeğe açık bu rüyalarda, onları çağrıştıracak sâikleri bulabilenler için, her yeni gün kim bilir ne bilinmezlere kapılar aralar, bize ‘‘Buyurun!’’ eder, mağmûm gönüllerimize inşirah üfler ve bizi kendimize ve hâle takılı olmadan kurtararak imanın, ümidin en ferahfeza iklimlerinde gezdirir.

Ramazan, hem en münasip bir dua, münâcât ve Hakk’a yönelme mevsimi, hem de çok canlı bir tedai kaynağıdır. Onun gökkuşağı gibi rengârenk atmosferinde, gönüller her zaman buhurdanlar gibi tüter; her seher bir şehrayin gibi tüllenir; her koyda yüzlerce bülbül öter. Ramazanın ışıktan ikliminde her hâl, her tavır, her duygu, her ibadet, bize sadece şanlı geçmişimizden bazı sesleri, bazı sözleri, bazı düşünceleri, bazı mülâhazaları taşımakla kalmaz; onun sihirli atmosferinde bazen ta öteler ötesinden dahi neler duyar ve neler dinleriz.! Hele bu Ramazan, bir uzun imsak döneminden sonra, asırlar boyu süregelmiş bir sessizliği yırtan Ramazan ise… Ramazanın böyle bir aydınlık kaynağı olduğuna inanan bizler, küçüklüğümüz ölçüsünde değil, Ramazanın büyüklüğü ve Hak rahmetinin enginliği nispetinde onda öyle bir âhenge erer, öyle yerli yerine oturur ve öyle ufkî bir derinliğe ereriz ki, gönlümüz Hakk’a en yakın olmanın huzurunu duyar ve bütün benliğimiz yer yer O’nun rahmet tecellileri karşısında ra’şelerle ürperir, zaman zaman da üns esintileriyle sarıldığımızı hisseder gibi olur;

        “ Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş,

           Sinelerde yanan kor ocaklardakine eş..

           Hele aşkın hele aşkın, aşkın tam bir Cennet.!

           Ne olur aşkınla dirilmeme inayet et!”

diye mırıldanır, ufkumuzla bütünlüğümüzü gözden geçirir ve içinde bulunduğumuz havaya öyle uyarız ki, hem en saf neşelerle coşan bir çocuk, hem de bin âhı birden duyabilen bir hassas ruh gibi, iki kutuplu bir dünyanın merkez noktasında, elemi zevklerine eş, endişeleri sevinçleriyle at başı, ümitleri her zaman temkine dayalı, korkuları recâ payandalı, ikilemler içinde ama mutlaka tevhid hedefli en engin duygularla ufuktan ufuğa koşarız; koşar ve âdeta ruhlarımızın kubbesi çatlayıp da açıkta kalacakmışız gibi bir hisle ürpeririz.

Bazen, bu mübarek günler içinde yaşadığımız kutlu saat ve dakikalar, iç dünyamızı öyle ifşa eder ve sırlarımızı öyle açığa vurur ki, ifade etmeye muktedir olamadığımız düşüncelerimizin böyle net seslendirilmesi karşısında, sevindiğimiz aynı anda, gözün, kulağın kalbin önüne geçmiş olmasını düşünerek, haddimizi aşmış olma mülâhazasıyla da iki büklüm oluruz.

Ramazan esintileri bazen o kadar hâle uygun, yumuşak, mûnis ve beklenenin üstünde cereyan eder ki, gönüllerimiz çok defa tartamadığımız hislerle dolar-taşar ve biz sırlı bir akıntıyla kendimizi Cennetlere taşıyan bir köprüde veya bir mecrada sanırız; sanırız da, bu akıntı kesilecek, bu seyahat sona erecek; erecek de farkına varmadan rıhtımına kadar ulaştığımız bu Cennet koridorundan dökülecekmişiz mülâhazasıyla ürpeririz. Ne var ki arkadan hiç beklenmedik şekilde daha derin bir tedai ve kabaran yeni bir dalgayla, tekrar hudutlarımızı aşarak kendimizi onun cebrî-lütfî çağlayanları içinde bulur; hiçbir şey olmamış gibi bu enfüsî seyahat ve müşâhedeye devam ederiz. Ramazanda hemen her gece, uzun bir yolculuğa hazırlanıyor olma çağrışımlarıyla yataklarımızdan fırlar, bedenin arzularına bir noktada kerte vurur, dünyaya kapalı, Dost’a açık duygularla O’na mahrem olacakmışız gibi bir hisle koşar ve sevinçle köpüren bir hâl alırız; alırız da dört bir yandan gelip benliğimizi saran bir kısım sihirli esintilerle gündelik düşüncelerden bütün bütün sıyrılır ve âdeta uhrevîleşiriz. Bu türlü ahvalde çok defa eşref saatler ruhlarımıza kendi büyülerini üfler ve gönüllerimizde Sonsuzun ateşini tutuştururlar. Böyle anlar bize, o kadar içli, o kadar tatlı, o kadar munis ve o kadar yumuşak gelir ki, böyle bir süreçte zamanın saniyeleri, saliseleri o kendilerine has nefasetleriyle ruhlarımızın derinliklerine sindikçe, bir vuslat çağına girdiğimiz hülyalarına kapılarak varlığımızın kubbesi çatlayacakmış da öteye geçecekmişiz gibi olur. Aslında, “Cânı Cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil / Ne nizâ eyleyelim o ne senindir ne benim” mülâhazasını paylaşanlar için bu tabiî bir vetiredir.

Bu ledünnî hisler içinde ömrün dakika ve saatleri o kadar halâvetli geçer ki, onların üzerimizden böyle sür’atle gelip geçmelerinden âdeta rahatsızlık duyar ve “keşke bu şirin zaman parçacıkları hiç geçmese, zaman çağlayanı bu kadar hızla akmasa; akmasa da, iftar vaktinde yudumladığımız soğuk bir şerbeti, akıp geçtiği her noktada duyup zevk ettiğimiz gibi bu kutlu dakikaların saniye, salise ve âşirelerini de öyle hissetsek” temennisinde bulunuruz.

Güneş her sabah bizim bu duygularımız üzerine doğar; her öğlen minarelerden yükselen ezanlarıyla bizde bu hisleri çağrıştırır geçer; her gurûp ruhlarımıza hem sevinç hem de hüzün kâselerini birden sunar; her gece, bir halvet büyüsüyle gelir ve bizi bürür; bürür ve dilimizin bağını çözer, bize içimizi dökmemizi fısıldar. Biz de bu sese, seccadelere koşarak, hasret ve hicranlarımızı söyleyerek, sevinçlerimizi mırıldanarak, bazen inleyerek, bazen de çığlık çığlık seslerimizi yükselterek cevap veririz.

Böylece düşünce ufkumuzda hep aynı ruh, aynı mânâ ve sürekli O’nunla irtibat yollarını araştıra araştıra bir koca ay, “gitme” deyip yalvarmamıza rağmen çeker-gider; çeker-gider ama, onun hilâlinin gurûba kapanmasını müteakip de, güneşler gibi ufkumuzu aydınlatan bayramla yüz yüze geliriz.

***

Not: Bu makale muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sızıntı Dergisi Ocak-1999 sayısı için kaleme aldığı başyazıdır.

Kurbet Vesilesi Ramazan ve Gerçek Oruç

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayını anlatırken “Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır.” der.

Bu Ramazan, nuru, bereketi ve uhrevi lezzetinin yanı sıra bizim için bir de sürprizle geldi. Aylardır sohbet etmeyen muhterem Hocamız, birkaç saat önce yarım saat kadar hasbihalde bulundu.

Tevazu ve mahviyet konusuna birkaç cümleyle değinen Hocaefendi, daha sonra İslam aleminin ve müslümanların içinde bulundukları acı tabloya dikkat çekip mevcut atmosferden sıyrılmak ve Allah’a yaklaşmak için Ramazan ayının çok önemli bir vesile olduğunu anlattı.

Ramazan-ı Şerif’ten beklenen neticeyi elde edebilmesi için, insanın, yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi, faydasız işlerden, kötü sözlerden ve çirkin düşüncelerden de uzak tutması lazım geldiğini; bu suretle ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, her zaman mahzurlu olan şeylere karşı da kapanması, hatta mahzuru olmasa bile yararsız şeylere yanaşmaması.. böylece, eskilerin tabiriyle, bütün âzâ u cevârihine oruç tutturması ve havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırması gerektiğini vurguladı. Aksi halde, insanın, şu mealdeki hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girmesinin söz konusu olacağını belirtti: “Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.”

Muhterem Hocaefendi, orucun en güzelinin, mideyle beraber bütün duygulara; göz, kulak, kalb, hayal ve fikre, yani bütün cihazât-ı insaniyeye oruç tutturmak suretiyle eda edileni olduğunu söyledi. Hak dostlarının orucu üçe ayırdıklarına; avam, havas ve ehassu’l-havassa ait olan orucun özelliklerine değindi.

Oruç tutma bakımından aralarındaki farkı şu şekilde ortaya koydu: Avam, sadece midesine oruç tutturan sıradan insanlar; havass, midesiyle beraber el, dil, göz ve kulak gibi azalarına da Ramazan ayının bereket ve feyzini tattıran seçkin kullar; ehassu’l-havass ise, kalb, hayal ve fikirlerini dahi dergâh-ı ilahiyede güzel görülmeyen yabancı şeylerden uzak tutarak seçkinler arasında da hususi bir yere sahip olan müttakîlerdir.

Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “Oruçlu bir kimse yalan ve yalancılıkla iş yapmayı terk etmezse, yeme-içmeyi bırakıp aç durmasına Allah’ın ihtiyacı ve o orucun da Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.” hadis-i şerifine de işarette bulunan Hocaefendi, başkaları ne yaparsa yapsın ve nasıl davranırsa davransın, Kur’an talebelerinin ve Hizmet gönüllülerinin Ramazan ayını tam bir kurbet vesilesi olarak değerlendirmeleri gerektiğini ifade etti. Bunun için de sevenlerini gıybet, yalan ve iftira gibi günahlara katiyen bulaşmamaya; kendileriyle beraber bütün müminlerin ıslahı ve hidayeti için bol bol dua etmeye çağırdı.

Yaklaşık yarım saatlik sohbeti hürmetle sunuyor; Ramazan-ı Şerif’in ülkemiz, milletimiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyor; dualarınızı istirham ediyoruz.

(Not: Hem sizi daha fazla bekletmeme hem de mescide koşup ilk teravihi cemaatle kılabilme telaş ve acelesiyle yazdığımız bu özet sadece fikir vermek içindir; bu sohbet, Ramazan-ı Şerife girerken herkesçe hatırda tutulması gereken çok önemli tembihler içermektedir.)

373. Nağme: Kurban da Bir Paratonerdir!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Dün akşam Bamteli çekimi de yaptığımız sohbetin soru faslında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu suali tevcih ettik:

“Hazreti Üstad, 1. Dünya Savaşı’nda müslümanların maruz kaldığı zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniyenin sebeplerini anlatırken, fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebini orucun tatlı açlığını çekmemeleri, zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebini de zekât yerinde ihtikâr etmeleri olarak nazara veriyor. Kurban ibadeti de bir paratoner olarak değerlendirilebilir mi?”

Bediüzzaman hazretlerinin meseleye yaklaşımındaki derinliğe, hadiselerin perde arkasına bakışına, musibetleri okuyuşuna ve istiğfar çağrısına dikkat çekerek sözlerine başlayan Hocamız, bugün yapılan hizmetlerin bir yönüyle vaktinde eda edilmeyen vazifelerin kazası, mazideki hataların telafisi ve onların bir nevi kefareti olduğunu anlattı.

Kadınıyla erkeğiyle fedakâr ruhların, bir seferberliğe çıkmış gibi, gönüllü olarak, ülkemizin ve dünyanın dört bir yanına açılmalarını, bayramı evlerinde geçirme yerine başkalarına da bayram tattırmaya koşmalarını ve anne babalarının yanına varmak için saatlerce yol alanlara bedel saatlerce yol alıp başkalarına kurban yetiştirmelerini takdirle dile getiren Hocaefendi, bu ihlas ve takva şuuru ile kurban kesen/dağıtan insanların, bir taraftan rıza-yı ilahiyi kazanacaklarını, diğer yandan da böyle halis bir amel sayesinde gönüllere taht kuracaklarını ifade etti.

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, “Bu benim için, bu da ümmetimden fakirlerin yerine!.” diyerek birden fazla kurban kestiğini, hatta Veda Haccı’nda -altmış üçünü bizzat, diğerlerini Hazreti Ali’nin eliyle olmak üzere- yüz deve kurban ettiğini; böylece hem vacip olan kurban görevini yerine getirip hem de nafileler vesilesiyle kurbete erme ufkunu gösterdiğini; bu itibarla da, muhtaçlara yardım etme ve onların da bayram yapmalarına vesile olma niyetiyle on, yirmi, hatta yüz kurban kesen insanların bir sünneti ihya sevabı alabileceklerini belirten kıymetli Hocamız, “Benim imkanım olsa hepiniz için burada birer tane kurban keserim!” dedi.

Kurbanın, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in çok önem verdiği bir ibadet olduğunu; Hanefi mezhebinde “vacip” sayılan kurbana, Şafii mezhebinde “sünnet” denmesinin (iki mezhep arasındaki ıstılah farkı da düşünülerek) kat’iyen bu ibadetin hafife alınmasına sebebiyet vermemesi gerektiğini dile getiren Hocaefendi, Kurban Bayramı’nın bir taraftan muhtaçlara yardım açısından çok iyi değerlendirilmesi, diğer yandan da o mübarek ibadetin herkese sevdirilmesi, herkesin ona özendirilmesi lazım geldiğine değindi.

Allah’ın rızası gözetilerek yapılan en küçük işin dahi dergah-ı ilahîde çok kıymetli olduğunu; bu açıdan, hiçbir iyiliğin küçük görülmemesi gerektiğini; hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insanın her güzel işe kıymet vermesi ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olması lazım geldiğini vurgulayan Hocaefendi, kesilen kurbanların yeryüzünün dört bir yanında akıtılan kanları durduracak bir paratoner olarak da görülebileceğini, Hak katında böyle bir vesile sayılabileceğini ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden bunun da beklenebileceğini belirtti.

Muhterem Hocamız sözlerinin sonunda şunları söyledi:

“Bunların hepsi O’nun kapısının tokmağına dokunmadır: Gitme bir dokunmadır.. kurban götürme ayrı bir dokunmadır.. kapı kapı gezip onları verme ayrı bir dokunmadır.. “İyi misiniz, başka bir isteğiniz var mı?” deme ayrı bir dokunmadır.. çoğu fakir olan o çocuklara oyuncak götürme o tokmağa ayrı bir dokunmadır… Bunlar adeta peşi peşine hiç yılmadan usanmadan dua etmek gibi bir şeydir. Cenâb-ı Hak o dualara ne zaman icabet edeceğini ancak kendi bilir. Siz oradaki vefanızı, sadakatinizi, samimiyetinizi, sabit-kadem olduğunuzu ortaya koymuş olursunuz; O da ahlak-ı sübhanisiyle size muamelede bulunur.”

Bu vesileyle geçen sene yayınladığımız Kurban Himmeti” başlıklı sohbeti http://www.herkul.org/bamteli/kurban-himmeti/ ve önceki sene paylaştığımız Kurban ve Kurbet” http://www.herkul.org/bamteli/kurban-ve-kurbet/ unvanlı Bamteli’ni de hatırlatmak, nazarlarınıza yeniden arz etmek istiyoruz.

Hürmetle…