Posts Tagged ‘Muhacir’

Hicret

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de vefat eden Sa’d İbn Havle’nin durumuna üzülmesi ve اللَّهُمَّ أَمْضِ لِأَصْحَابِي هِجْرَتَهُمْ، وَلاَ تَرُدَّهُمْ عَلَى أَعْقَابِهِمْ “Allah’ım ashabımın hicretini tamamla ve onları gerisin geriye döndürme!” (Buharî, cenâiz 35) diye dua etmesi, günümüzün adanmış ruhlarına ne gibi mesajlar vermektedir?

   Cevap: Mutlak zikir kemaline masruf olduğu için, hicret denildiğinde ilk olarak Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın Mekke’den Medine’ye hicreti anlaşılır. Efendimiz’den sonraki zamanlarda daha sıkıntılı, daha zor, daha çalımlı hicretler olmuş olabilir. Fakat bunların hiçbirisi fazilet ve kemal açısından Allah Resûlü’nün hicretine yetişemez. Bu yönüyle de ona nispeten zıllî birer hicret sayılırlar. Çünkü hicretin kıymet ve değeri, hem muhacirin kamet-i kıymetiyle, hem de hicret diyarında eda edilen vazifelerle doğru orantılıdır.

Bilindiği üzere Asr-ı Saadet’teki hicret kahramanlarının başında Hazreti Muhacir-i A’zam (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardı. Onların hicretiyle birlikte Medine-i Münevvere bir medeniyet merkezi hâline gelmişti. Kısa zaman içerisinde Medine’de siyasi bir birlik oluşturmuş, sonra da kendi ölçü ve değerleri içerisinde cihanla hesaplaşmışlardı. Bu hesaplaşmayı günümüzün kaba saba, kin ve düşmanlık dolu hesaplaşmalarıyla karıştırmamak gerekir. Bilâkis bu hesaplaşma, insanî disiplinlere bağlı olarak gerçekleştirilmişti. Medine-i Münevvere, dünyanın dört bir yanına yayılan İslâm mesajının anilmerkez hareket noktasını teşkil etmişti. Küçük daireler hâlinde başlayan hareketlilik, zamanla dünyanın dört bir yanına dağılmıştı.

Soruda zikredilen hâdise Veda Haccı esnasında gerçekleşmiştir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağır bir hastalığa yakalanan Sa’d İbn-i Ebî Vakkas’ı ziyarete gider. Hazreti Sa’d, Mekke’de vefat edeceğini düşündüğü için üzgündür. Zira orayı Allah için terk etmiş ve Medine’ye hicret etmiştir. Bu yüzden Allah Resûlü’ne şöyle der: “(Siz Medine’ye döneceksiniz de) ben dostlarımdan geriye mi kalacağım?” Efendimiz ise ilk olarak, Mekke’de kalsa bile, salih ameller işlediği takdirde, bununla derecesinin artacağını, mertebesinin yükseleceğini belirtir. Ardından da onun uzun zaman yaşayacağını, çok yararlılıklar göstereceğini müjdeler.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha sonra, “Allah’ım ashabımın hicretini tamamla ve onları gerisin geriye döndürme!” diye dua eder ve o sırada hasta olan bir başka Sa’d’ın, Sa’d İbn-i Havle’nin, -Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle- Mekke’de öleceğini bildiği için üzüntüsünü dile getirir. Nitekim öyle de olur, Sa’d İbn-i Havle tekrar Medine’ye dönemeden Mekke’de vefat eder. Sa’d İbn-i Ebî Vakkas ise bişaret-i nebeviyede olduğu gibi bu hastalığından sonra uzun yıllar yaşar, çok önemli fetihlere vesile olur ve h. 55 yılında Medine’de vefat eder.

Sahabe-i kiram, Mekke’de ölmenin hicretlerinin tamama ermesine mani olacağından korkmuş ve terk ettikleri yurtlarına bir daha dönmeme azmi içinde bir hayat yaşamıştır. Hatta bunun da ötesinde, pek çok sahabenin, hicret ettikleri Medine-i Münevvere’de de kalmayıp, farklı beldelere yeni hicretler gerçekleştirdiklerini de biliyoruz. Bunlar ilk mukaddes hicret mahallerini, İslâm’ı neşredebilme, Allah yolunda mücadele verebilme adına terk ederek başka yerlere göç etmiş ve ruhlarının ufkuna oralardan yürümüşlerdir.

   Hicretin Sevabı

Yukarıdaki hadisten hareketle öncelikle şunu söyleyebiliriz: İ’lâ-i kelimetullah için, nâm-ı celîl-i Nebevî’nin şehbal açması için yapılan hicret çok önemlidir. Devr-i risalet penahide Müslümanlara hicret etmek farzdı. Hicret, âdeta imanın bir gereği gibi telakki ediliyordu. Daha sonraki dönemlerde hicret farz-ı ayn olmaktan çıksa da, farz-ı kifaye olarak farziyetini korumuştur denebilir. Zira her zaman için, dünyanın farklı coğrafyalarında din-i mübin-i İslâm’ı tebliğ ve temsil etme adına en azından bir zümrenin yerini yurdunu arkada bırakarak hicret etmesi gerekebilir. Şayet bugüne kadar Müslümanlar dolu dizgin dünyanın dört bir yanına hicretler tertip edebilselerdi, nice insanın kültür dünyamızla tanışmasına vesile olurlardı.

Bu sebeple özellikle peygamber yolunun yolcuları, her zaman hicrete açık durmalıdırlar. Biz, kimse hakkında suizan edemeyiz. “Falan kişi niye hicret etmiyor, neden durduğu yerde duruyor?” diyemeyiz. Fakat Kur’ân ve Sünnet’in konuyla ilgili yaklaşımı ortadadır.

Bize göre dünyanın her yeri tohum ekmeye müsait verimli arazi gibidir. Bu yüzden oturup kalkıp elimizdeki tohumları saçabileceğimiz müsait zeminler aramalıyız. Sürekli himmetimizi yüksek tutup, “Acaba tohum saçmadığımız bir yer kaldı mı?” düşüncesiyle oturup kalkmalıyız. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 28/155) müjdesini gerçekleştirme adına buzullara bile tohum saçmalıyız. Oralarda insan yoksa penguenler, alabalıklar istifade eder. Attığımız tohumlar bizim dönemimizde rüşeyme dönüşmeyebilir, fidan olmayabilir, yaptıklarımızın neticesini göremeyebiliriz. Bu, çok da önemli değildir. Önemli olan, bizim vazifemizi yerine getirmiş olmamızdır.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللهِ أُولَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَةَ اللهِ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ “İman edip (gerektiğinde) Allah yolunda hicret ve mücahede edenler, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Bakara sûresi, 2/218) Burada hicret etme, Allah yolunda mücahede etmenin (insanların Allah’la aralarındaki engelleri bertaraf ederek gönüllerin Allah’la buluşmasını sağlamanın) önünde zikredilmiştir. Dolayısıyla ister yurt içinde, isterse yurt dışında bir yere yapılmış olsun, Allah yolunda gerçekleştirilen bir hicretin, Allah katında kıymeti büyüktür.

Hicret, insanı hizmet etmeye motive eder. İnsan için âdeta bağlayıcı bir yönü vardır. Muhacir, kendi kendine hep, “Ben buraya boşuna gelmedim. Benim bir gaye-i hayalim var. Onu gerçekleştirmek için buraya geldim.” der, yapması gerekli olan hizmetlere odaklanır. Eğer muallim olarak geldiyse, en güzel şekilde mesleğini icra etmeye çalışır. Bir iş adamı olarak geldiyse, kendisinden beklenilen hizmetleri deruhte eder. Kısacası hicret mülahazası onun bütün hayatını kontrol altına alır. Muhacir olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya teşvikçi olur.

Bir insanın yurdunu yuvasını, anasını babasını arkada bırakıp, daussıla duygusunu ve nostaljilerini bastırıp hicret etmesi hiç de kolay değildir. Fakat unutmamak gerekir ki nefse ağır gelen amellerin sevabı da zorluğu nispetinde fazla olur. Kısa süreliğine turistik maksatlarla farklı beldelere seyahat etmek nefsin hoşuna gider. Fakat i’lâ-i kelimetullah düşüncesiyle bir daha dönmemek üzere hicret etmek çok zordur. İnsanın, içindeki sevgiye ve bağlılıklara rağmen, hissedeceği özleme takılmadan ailesini, vatanını, alıştığı mekânları terk edebilmesi büyük fedakârlık ister. İşte içinden gelmediği hâlde böyle bir fedakârlık ortaya koyabilen kimsenin uhrevi kazancı da çok farklı olacaktır.

   Hicret yurdu terk edilebilir mi?

Hicrette asıl olan, geri dönmeme niyetiyle yola çıkmaktır. Türkiye’deki memur anlayışıyla meseleye “doğu hizmeti” nazarıyla bakma, hicret edilen yeri “mahrumiyet bölgesi” görme, bir an önce geri dönmek için gün sayma, hicret ruhunu, manasını örseler. Sürekli vatanlarına, eski yuvalarına dönme veya daha güzel yerlere gitme hayaliyle yaşayanlar, bulundukları yerlere gerektiği şekilde adapte olamaz, vazifelerini hakkıyla yerine getiremezler. Zira bu tür duygu ve düşüncelerle hicret eden bir insan, hicret ettiği yeri sevemez, kabullenemez, dolayısıyla orada verimli de olamaz.

Ayrıca “Bir an evvel bu faslı kapasak da gitmemiz gerekli olan yere gitsek” mülahazası taşıyanlar, niyetlerini de kirletmiş olurlar.  Bu yüzden, hicret eden bir insan en başta bu tür mülahazaları zihninden söküp atmalı ve meseleyi zamana, yıllara bağlamamalıdır.

Bu böyledir fakat her zaman, içinde bulunulan şartlara ve yeni hizmet zeminlerine göre durum belirlemesi yapmak mümkündür. Gidilen yerde kalma veya başka bir yere hicret etme kararı da buna göre verilmelidir. Nitekim Medine’ye hicret eden sahabeden de ortaya çıkan ihtiyaçlara göre farklı beldelere gidenler olmuştur. Onlar daha yüksek bir gayeyi gerçekleştirmek için başka yerlere hicret etmişlerdir. Kimisi Şam’a gidip yerleşmiş, kimisi Bağdat’a kimisi de bir başka şehre. Gittikleri yerde vazifelerini ifa ettikten sonra bu sefer kalkıp başka yerlere gitmişler, yeni yeni hicretlere yelken açmışlardır.

Herhangi bir beldeye hicret edip orada belirli bir tecrübe kazanan kimsenin, bazen bu tecrübesini başka yerlere taşıması gerekebilir. Dolayısıyla muhacir, bir yandan gittiği yerde kalma niyetiyle yola çıkmalı, diğer yandan da yeni hicretlere hazır olmalıdır. Maksat rıza-i ilahi olduktan ve daha rantabl hizmet etme düşüncesiyle hareket edildikten sonra, kişinin hicret ettiği yerden başka yerlere gitmesinde bir mahzur yoktur.

Hatta birileri ona, “Sen bunca zamandır burada kaldın ve çok güzel hizmetler yaptın. Fakat ülkene geri dönersen orada daha büyük hizmetler yapacaksın. Orada ortaya koyacağın performansın geriye dönüşü daha büyük olacak.” diyebilir. Eğer insan, itimat ettiği kimselerle istişare yapar ve onlar da kendisini bu şekilde yönlendirirse, bununla da hicreti yarım kalmış olmaz. Allah’ın izniyle yaptığı hicretin sevabını tastamam alır. Muhtemelen Peygamber Efendimiz de, Mekke’nin fethinden sonra bazı sahabileri Mekke’de bırakmıştı. Yeni Müslüman olanları sevk ve idare edecek birileri olmasaydı, orada asayiş ve nizam temin edilemezdi.

Evet, asıl mesele niyettir. Buhari’nin ilk hadis olarak Sahih’ine aldığı nebevî kelamda ifade edildiği üzere, ameller niyetlere göredir. Bu sebeple, hicret ederken Allah’ı hoşnut etme niyetiyle yola çıkma, arkasından da i’lâ-i kelimetullah, mücahede ve temsille onu taçlandırma çok önemlidir. İnsan, gittiği yere, orada kalma ve oranın insanlarına hizmet etme niyetiyle gitse bile, daha sonra ortaya çıkan yeni durumlara göre hareket etmesi gerekebilir. Kendisi ve hizmet arkadaşları, onun artık başka bir yerde hizmet etmesinin daha faydalı olacağını düşünebilirler. O da tıpkı sahabe efendilerimiz gibi kendisi için nerede daha güzel hizmet etme, sahip olduğu değerleri muhtaç gönüllere ulaştırma imkânı varsa oraya gider, hicretini ikiye katlar.

Evet, niyet çok önemlidir. Bazen hicret etmeden de hicret sevabı alınabilir. Mesela bir kişi, edindiği tecrübeleri ve kazandığı müktesebatı başka yerlerde değerlendirebilme adına hicret etmeyi gönülden ister. Fakat beraber çalıştığı insanlar, onun bıraktığı boşluğu dolduracak başka birisi bulunmadığını, yerinde durmasının daha zaruri olduğunu düşünür ve onu kalmaya ikna ederler. Bu durumda bu kimse inşaallah niyetinin sevabını alır. Zira ihtiyaç zuhur ettiği durumlarda hicret etmek önemli olduğu gibi, kalınması gerektiği durumlarda kalmak da önemlidir. Kişi niyetiyle hicrete açık durduğu ve onu arzuladığı sürece -Allah’ın izniyle- hicret etmiş gibi sevap kazanacaktır.

Diğer yandan, uzun süre bir yerde kalmak, insanların renk atmalarına, solmalarına ve kıvam kaybetmelerine sebep olabilir. Bulundukları yerde ifade etmeleri gerekli olan manayı artık ifade edemez hale gelebilirler. Üstüne üstlük kıvam eksikliklerinden dolayı bir kısım problemlere de sebebiyet verebilirler. İşte bu tür durumlarda bir başka yere gitmeleri, vatanlarına dönmeleri veya yeni yerlerde, yeni hizmet alanlarında istihdam edilmeleri daha faydalı olabilir.

Şayet bu konuda mülâhazaları dikkate alınan ve elinde imkânları bulunan biri olsaydım, insanları uzun süre bir yerde tutmazdım. Belirli bir süreden sonra herkesin yerini değiştirirdim. Bir kısım sistemler geliştirir, kriterler vaz eder ve insanların ortaya koyduğu performansı bu kriterlere göre değerlendirmeye çalışırdım. Birisinin yerinde saymaya veya renk atmaya başladığını fark ettiğim anda, onu daha faydalı olacağı başka bir işe yönlendirirdim.

Herkes için geçerli olmasa bile bir yerde uzun süre kalan çoğu insan, bir süre sonra ülfet ve ünsiyete kapılabilir. Aşk u heyecanını kaybedebilir. Dünyalık bir kısım zevklere takılabilir. Hatta paslanmaya veya kokuşmaya başlayabilir. Başkalarına bakan yönüyle de yüzü eskimiş, çevresindekilerle fazla senli benli olmuş, acemi olarak geldiği yerde bir kısım falsolar yapmış ve kredi kaybetmiş olabilir. Çevresindekilerde ona karşı bıkkınlık oluşmuş olabilir. Bu yüzden de ciddi bir aktivite ortaya koyamaz. İşte bir insanın yeniden aşk u heyecanını tazelemesi, bir yerde elde ettiği tecrübeleri bir başka yere taşıması ve aynı hataları bir daha yapmaması için yer değiştirmesi, hizmette makuliyetin bir ifadesidir.

Hiç kimse gittiği yerde kendisini -affınıza sığınarak söylüyorum- sökülüp atılması mümkün olmayan yerli bir kaya gibi zannetmemelidir. Herkes bulunduğu yerde bir emanetçi gibi durmalı, yapması gereken hizmetlere odaklanmalıdır. Başka bir yerde hizmet etme imkânı doğunca da kalkıp oraya gitmeli ve hizmetlerini orada devam ettirmelidir. Bir hizmet insanı için emeklilik söz konusu olmayacağına göre o, hayatının sonuna kadar oradan oraya koşturup durmalı, edindiği tecrübelerini arkadan gelen nesillere emanet etmelidir.

Önemli olan, insanların iradelerini son sınırına kadar kullanacakları şekilde onlara imkan hazırlamaktır. Herkesin istidat ve kabiliyetlerini rantabl bir şekilde kullanabilmesini, ölesiye gayret etmesini sağlamaktır. Kokuşmaya ve renk atmaya karşı en önemli reçete budur.

***

Not: Bu yazı 16 Ocak 2011 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Bamteli: MAHPUSLAR, MAZLUMLAR, MUHÂCİRLER VE HİMMET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

    Şu enâniyet asrında cinnet hummalarından kurtulmanın yolu, nazar dağınıklığına düşmemek ve her işi Allah için işlemektir.

Bazen, farkına varmadan, gerçek kalbî derinliğimizin üstünde “görünme arzusu”, kendimizi duyurma isteği olabilir içimizde. Allah’a kendimizi ifade etmek istediğimiz zaman, kendimizi başkalarına duyurma gibi bir niyet de bulunabilir ki, bu nefis dürtüsü, bir ruhî rahatsızlık ve hastalık sayılabilir. O, insanı, Allah’a yakın olması gerektiği yerde, Allah’tan uzaklaştıran bir şey olur. “Muradın, âleme duyurmak ise, Bana duyurmak değilse, Benim nezdimde onun hiç kıymeti yoktur!” der, onu yüzünüze çarpar, öbür tarafta.

Ne ediyorsanız ediniz, ne diliyorsanız dileyiniz, Allah için işleyişiniz. Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz. Allah için geziniz, Allah için seyahat yapınız, Allah için hicret ediniz. Allah için veriniz, Allah için infak ediniz. Allah için ölünüz, öldürürlerse. İşkence ederlerse, Allah için o işkenceye katlanınız!.. Eğer O’na gönlünüzü vermişseniz, belâ-i dertten âhh etmeden, o ızdıraplar karşısında bile sadece O’nun mülahazasıyla oturmalı, O’nun mülahazasıyla kalkmalısınız. (Dediğim bu şeyleri Üstad Bediüzzaman söylemişti, biraz değişik şekilde ifade ettim.)

O’nu görmek, O’nu bilmek, O’nu dillendirmek, O’na bağlı olarak oturup-kalkmak, -hatta- O’na bağlı olarak yemek, içmek… “Sana karşı kulluğumu yapabilmek için, ben şu şeyleri yiyorum! Sen’in verdiğini duymak için yiyorum! Verdiğin şeyler karşısında kuvve-i zâikama verdiğin şeyden ötürü “Elhamdü lillah!” (اَلْحَمْدُ لِلَّهِ) demek için.. yutulacak bir şey olduğunda, yutaktan dolayı “Elhamdü lillah!” (اَلْحَمْدُ لِلَّهِ) demek için.. hazmedilecek şey olduğunda, -Mide, hazım sistemi, hazmedilecek şey; riyazî mülahazalar açısından meseleye bakınca, ihtimal hesaplarına göre bunların hepsi yüzde bir, binde bir ihtimaldir.- hazımdan dolayı “Elhamdü lillah!..” Bütün bunları düşünerek, “Sana hamd etmek için ben bunu yutuyorum; mideme indiriyorum!” demek.. “Allah için giyiyorum!” demek.. İstirahat ederken de “Sen’in için kalkıp kemâl-i ubudiyetle Sana teveccüh etmek için yatıyorum. Vazifemi bihakkın yerine getirmek için dinleniyorum, istirahat ediyorum!” demek…

(Tevhidnâme’de geçen bir dua) اَللَّهُمَّ اِقْتِدَارًا مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهِ عَنْ اِقْتِدَارِ مَنْ سِوَاكَ Rabbim, bu mevzuda yapmamız lazım gelenleri yapma konusunda gerekli olan iktidarı lütfet! Başkalarının güç, kuvvet ve iktidarına bizi mecbur etme, mahkûm etme! Başkalarına kul-köle haline getirme! Aczimizi, fakrımızı, zaafımızı bize duyur/hissettir ama onları Sana ifade etme mülahazasıyla duyur ve hissettir! Her şeyi Sen’de görelim, Sen’de bilelim, Sen’de duyalım, Sen’den alalım; dolayısıyla Sen’i konuşalım, Sen’i müzakere edelim, “Sohbet-i Cânân!” diyelim.

O’na hasr-ı nazar etmezseniz, nazar dağınıklığına uğrarsınız; nazar dağınıklığına uğrar ve konsantre olmanız gereken mevzuya konsantre olamazsanız. Bütüncül bir nazarla bakamazsınız, analizlerinizde falsolar yaşarsınız, tahlillerinizde falsolar yaşarsınız ve başarılar yolunda hezimetten hezimete yuvarlanırsınız. Dağılmadan, her şeyi O’na müteveccihen götürmek lazım.

Bu çağ, talihsizlerin çağı, insanların dağıldığı bir çağ. Kimisi kalbini saraylara, villalara, filolara kaptırmış, makamlara kaptırmış, alkışlara kaptırmış. O mevzuda düşündüğü şeylere karşı binde bir veya milyonda bir muârız gördüğü insanları yok etmeye gidecek kadar vahşet duygusuna kapılmış. İnsanların vahşete böylesine yenik düştüğü bir asrı, bir mahrumiyet asrını -insanlıktan mahrumiyet asrını, gerçek imandan mahrumiyet asrını, ahsen-i takvimden mahrumiyet asrını, insanî değerlerden mahrumiyet asrını- yaşıyoruz. Şayet böyle bir asırda birileri iradenin hakkını vererek dişini sıkıp sabretmezse, aktif planda sabretmezse, zannediyorum, gelecek nesillere götürülebilecek, hem de çok eskortlarla götürülmesi gerekli olan, “din emaneti, iman emaneti, İslamiyet emaneti” selametle, haramilere kaptırılmadan götürülemez.

Bakın, her köşe başında, dünyada haramiler var. Hayır adına yapılan faaliyetlerin önünü kesmeye çalışıyorlar. İnsanlar, gadre uğruyor, zindanlara atılıyor, aile parçalanıyor; kadın, kız, çoluk, çocuk, yaşlı-başlı denmeden, herkes mağduriyete, mazlumiyete uğratılıyor, sindirilmeye çalışılıyor. Binde bir mi, milyonda bir mi, “tehlike” mülahazasıyla, paranoya yaşadıklarından dolayı… Dünya böylesine delilerin, -esas- kendini cinnet çağlayanına salmış insanların dünyası haline gelmiş. Bazı kimseler, akıllarını başlarına toplamazlarsa, “lillah, li-eclillah, li-vechillah” rızası dairesinde hareket etmezlerse şayet, bu gidişat topyekûn insanlık için bir felakettir.

Şimdi değişik yerlerde lokal olarak yaşanıyor; beş yerde, on yerde, on beş yerde, yirmi yerde yaşanıyor. Çoklarını siz de görüyorsunuz, bu cinnet hummalarına şahit oluyorsunuz.

    “Kimse Yok Mu”nun da gadre uğratıldığı günümüzde mazlum, mağdur ve muhtaçlara el uzatmak için dünya çapında umumi bir seferberlik yapılsa sezadır.

Bu arada, antrparantez: Mağduriyete, mazlumiyete uğrayan insanlar var, dünyanın değişik yerlerinde. Belli bir dönemde, arzu edilen şeylerin kısmen yerine getirildiği dönemde, bir “Kimse Yok Mu” vardı. Dünyanın neresinde olursa olsun, mazlumların, mağdurların imdadına koşuyordu. Kurbanlar kesiliyordu, o muhtaçlara yetiştiriliyordu. Myanmar’a götürülüyordu, Gazze’ye götürülüyordu; girebildiğiniz, sınırları size açık olan her yere götürülüyordu. Meseleye insanî çerçeveden bakılıyordu, hümanizm mülahazasına bağlı olarak her şey yapılıyordu. Din ayırımı gözetilmeden, meşrep ayırımı gözetilmeden, mizaç ayrılığı gözetilmeden, mezâk ayrılığı gözetilmeden herkese el uzatılıyordu.

Gün geldi, bir yerdeki şeytanî kıskançlık ve haset böyle bir hayır yuvasını, hayır sistemini bile baskı altına alma, kapama, öldürme gayreti/cehdi içine girdi. Şimdi dünya kadar insan, mazlumiyete, mağduriyete uğradıkları halde, yardıma muhtaç; binlerce insan… On bin mi, yirmi bin mi, otuz bin mi, kırk bin mi?!. “Fârr”ı ile, “muhtefî”si ile, “mağdur”u ile, “mazlum”u ile, “muzdarr”ı ile, “mevkûf”u ile, “mescûn”u ile, “müstantak”ı ile, bir sürü insan, bir sürü yuva… Bir insanı götürmüşlerse, bütün bir yuvanın fertlerini aynı zulme, aynı mağduriyete uğratmışlar demektir.

İnsan olan insana düşen şey, tıpkı Ensâr mülahazası ile bunlara yardım etmektir, destek olmaktır. O müessese (Kimse Yok Mu) kapandı belki ama değişik yerlerde fonksiyonunu edâ edebilir. Bir yerde, bir merkezde kapatırlar, ben dilerim Amerika’da şubesini açarlar, İngiltere’de şubesini açarlar, Almanya’da şubesini açarlar, Birleşmiş Milletler’de şubesini, Afrika’da şubesini açarlar ve yine mazlumların-mağdurların imdadına koşarlar, herkesi kucaklarlar. Renk-desen gözetmeden, herkese bağırlarını açarlar. Olur inşaallah öyle!..

Fakat şu anda sistem, bu mazlumların, mağdurların hepsine yetecek güçte değil. Onun için herhalde bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor. Bir taraftan kendi vatandaşlarımız… Çok önceden gitmiş, oralarda iş tutturmuş; Amerika’ya gelmiş, iş kurmuş; İngiltere’ye gitmiş, Almanya’ya gitmiş, Hollanda’ya gitmiş, Fransa’ya gitmiş, Benülüks ülkelerine gitmiş; iş kurmuş oralarda. Hakikaten el uzatacak mahiyette… Bu insanlara, meseleyi usulünce anlatarak, o mübarek “himmet” mevzuunu hatırlatarak onların himmetlerine başvurulabilir.

    Himmet, Allah’ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta bulunarak dine/insanlığa hizmet etmektir; beşer onu kâmil manada İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan öğrenmiştir.

Himmete müracaat, esasen… Bir tanesi kalktı, ne dediğini bilmeyen, zil-zurna cahil… Bazen diplomalı cahiller, diplomasız cahillerden daha tehlikelidir; çünkü diplomalı cahil, diğer cahilleri inandırır, sürü gibi şeyin arkasına takılır yürürler. Himmet’i tenkit ediyor…

İnsanlığın İftihar Tablosu, dini i’lâ adına himmete müracaat etti mi, etmedi mi?!. Hem de çent defa. Hatta insanların, O’nun o mevzudaki telkinine rağmen biraz alakasız kalmaları karşısında, teessür duydu mu, duymadı mı?!. O’nu, yüksek basiretiyle, firasetiyle keşfeden, O’ndaki insibağ ile duyguları uyanık olan, hüşyâr olan bir sahabi, evine koştu mu, koşmadı mı?!. Avuç dolusu bir himmet ile geldi mi, gelmedi mi?!. Meselenin öyle yapılması gerektiğini sahabe-i kiram, anladı mı, anlamadı mı?!. Ve sonra her biri evine koşup getireceği şeyi getirdi mi, getirmedi mi?!. Kimisi bütün varlığını getirip oraya döktü mü, dökmedi mi?!.

“Himmet, milletin yaptığı yardımlar, suiistimal edilerek, bu türlü şeylerde…” Nede kullanılıyormuş?!. Dindar nesil yetiştirme okulları açmakta.. üniversiteye hazırlık kursları açmakta.. zalimin, hainin, hasetçinin çekemediği müesseseler açmakta.. dünyanın değişik yerlerinde cehalete karşı, fakirliğe karşı, ihtilafa karşı -üç tane, dört tane, beş tane yaygın maraza karşı- bir yönüyle, i’lân-ı harp etmekte… Bunları akıllıca bertaraf etme istikametinde himmete müracaat ediliyor. O zavallı, diplomalı cahil, “Himmet, falan yerlerde çar-çur edildi!” demek suretiyle… Zavallı!.. Cenâb-ı Hak, hidayet etsin; o da aklını başına alsın, aynı haltı bir daha yapmasın, sizinle beraber -inşaallah- cennete girsin! Hüsn-i zan ediyoruz.

Geriye dönelim… Değişik yerlerde himmet organizasyonları yapmak suretiyle, yurt içinde ve yurt dışındaki muhtaçlara yardım etmeli.

    Malı mülkü zalimlerce gasp edilen, mağduriyetler sarmalında eziyet çeken ve zulümden kaçıp cebrî hicret yollarına düşen insanlara mutlaka maddî manevî yardım edilmeli!..

Hazreti Musa demişti ki: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ “Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtım.” (Şuarâ, 26/21) “Kaçtım sizden!..” Zindanlara girip bazıları ölüyor, kimsenin haberi yok; dövüle dövüle ölüyor. Bazıları işkenceye maruz kalıyor. Bazıları günlerce hücrede kalıyor. Bazılarına namaz kılma, abdest alma imkânı bile verilmiyor. Kafalar karıştırılmaya çalışılıyor. Ve aynı zamanda itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor o insanlar. Dolayısıyla onlar da فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْSizin şerrinizden korktuk, kaçtık!” diyor gidiyorlar. Ama her şeylerini arkada bırakıyorlar.

Malına el konmuş, malı gasp edilmiş; tagallüp, tahakküm, tasallut, temellük, gırtlakta. Dün bir arkadaş, kendisine “Malınıza ne oldu?” deyince, hislerine hâkim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Alın teriyle kazanmış… O müesseseler de alın teri ile yapılmış. Yememiş, içmemişler; yedirmiş, giydirmişler. Aynı zamanda o müesseseleri meydana getirmişler. Saf, temiz, duru; dıştan gelmemiş, Anadolu’ya sızmamış, öz be öz Anadolu insanının yaptığı müesseseler onlar. Evet, bunlara karşı düşmanlık ilan etmişler, her şeylerine el koymuşlar. Hayatın değişik birimlerinden bir sürü insan, yurt dışına kaçmış. Bunlar, üçü-dördü bir araya gelerek belki, bir evde kalıyorlar.

Burada antrparantez bir şey arz edeyim: Birisi, duygulanarak anlattı. Gittikleri bazı yerlerde, yabancılar gelip diyorlar ki: “Benim falan yerde bir evim var, yaz günleri (mi, hilaf olmasın), oturuyordum; orada oturabilirsiniz, kira vermenize de gerek yok. Bir mali sıkıntınız varsa, onu da ben karşılayabilirim!” Bir yabancı… Bir yabancı kadar bile merhamet, şefkat, mürüvvet, insanlık duygusu taşımayan kimselerden ne beklenir, bilmiyorum!..

O mağdur insanlar mevzuunda -bence- seferber olmak lazım. Tıpkı Ensâr-ı kirâm efendilerimizin, Muhâcirîn-i fihâm efendilerimize bağırlarını açıp onları bağ ve bahçelerine ortak yaptıkları gibi, bu mülahazayı geliştirmek, böyle organizasyonlara gitmek lazım. Hemen, birden bire arzu ettiğiniz ölçüde, büyük çapta bir şey olmayabilir. İlk planda, bulduğunuz üç-dört tane samimi insana, hislerinizi ifade edersiniz; mazlumiyeti, mağduriyeti anlatırsınız. Onlar ne yapıyorlarsa, onu yaparlar. O himmet de öyle başladı. Evvela beş-on tane insanla başladı; sonra kocaman bir Anadolu insanı, şimdi sağa-sola sürgüne gönderilen, içeriye atılan o insanların hepsi, binlerce insan, o himmet seferberliğinde yarışa girdiler. Orada müsabakaya girdiler âdeta; “Ben de vereyim, ben de vereyim, ben de vereyim!..

    Civanmert Anadolu insanı alın teriyle dünyanın yüz yetmiş ülkesinde Hizmet müesseseleri yaptı ama şimdi her biri katillerin gördüğü muameleyi görüyor, zalimler tarafından!..

Bu mevzuda da bir şey arz edeyim: Kıtmîr, o ilk dönemlerde -arkadaşlar o meseleyi Kıtmîr’den daha iyi edâ edecekleri güne kadar- o himmet toplantılarının hepsinde bulunmaya çalışıyordum. Şu yarım yamalak ifade tarzımla “Himmet”in ne demek olduğunu, işte o biraz evvel arz ettiğim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in himmet sistemi esasına dayandırarak anlatmaya çalışıyordum. Bir yerde -zannediyorum- böyle tam gönlüme göre bir coşma, bir heyecanlanma olmadı. İlk zamanlardı… İnsanlar bilmiyorlardı.

“Bir yurt yapalım, fakir-fukara çocukları alalım, yedirelim, içirelim, onlara bakalım orada!..” demiştim. Aslında, çocukluğumda kendi kendime söz vermiştim. Çünkü ben, kulübede kalarak derslerime devam ettim. Selçuklu döneminde yapılmış, sonra yıkılıp harabeye dönmüş bir caminin ön tarafında, mihrap girişinde, kendi elimle bir duvar yaparak orada iki arkadaşımla beraber kaldım. Bazen yiyecek bulamadık. Üç gün, dört gün bir ekmek bile bulamadığımı hatırlıyorum. Sonra fırından bir ekmek aldığım zaman, öyle acıkmıştım ki, dershaneye gelinceye kadar ekmeğin yarısını yolda yedim. Talebeliğim böyle sıkıntı içinde geçti.

Hatta o sıkıntı içinde geçen talebeliğimden dolayı, bazı fakirlerin hallerinden şikâyetlerini bir televizyon programında görünce çok şaşırmıştım. Muhabir, evlerine gitmiş, orada bir sofrada oturuyorlar. “Biraz zeytin var, bir tane yumurta var, ekmek var, peynir var, bir de filan… İşte böyle fakirâne yaşıyorlar.” Hiç unutmam, birden bire ağzımdan kaçırdım, Gözünüze, dizinize dursun!” Biz bazen peynir değil, ekmeği bile bulamıyorduk!..

Evet, çocukluğumda kendi kendime, Cenâb-ı Hak bir gün, hangi yollarla imkân verirse, talebeleri bir yerde toplamak suretiyle, hem rahat yatıp-kalkmalarını, hem de bedava yiyip-içmelerini temin edeceğime söz vermiştim. “Cenâb-ı Hak onu nasip etsin!” demiştim. Ve gün geldi, Allah onu nasip etti. Değişik yurtlar yapıldı, pansiyonlar yapıldı, evler açıldı. Anadolu insanı yaptı.

“Şirk”i ve “tevhid”i bilmeyenler, onu (Hizmet’i) bir şahsa mal etmek suretiyle evvela şirke girdiler. Sonra da ona mal etmek suretiyle onun hakkında kendilerini haset çağlayanına saldılar. İki hata yaptılar. Esasen, o kalbleri yumuşatan, “Allah” idi (celle celâluhu). O umum seferberliği temin buyuran, meşîet-i İlahiye idi, Rahmet-i İlahiye idi. O işin önünde şöyle-böyle bir şeyler söyleyen insanlar, şart-ı âdî planında zavallı birer vasıtadan ibaretti. Onlar, bir, bunu bilemediler; çünkü her meselelerini şirke bağlı, esbaba bağlı götürdüklerinden dolayı, orada da onu sebep gibi gördüler. İkincisi de, ona haset ettiler, çekememezliğe düştüler; kâfirin yapmadığını yaptı, küfrün yaptırmadığını yaptırdılar. Kocaman iki tane cinayet!..

Bu mülahaza vardı ve dolayısıyla himmetler öyle dar dairede başladı. İşte o dar dairedeki himmetlerden bir tanesinde, ciddî boşlukları kapatabilecek bir şey olmadığından dolayı, dedim ki “Ben, birkaç tanesinin elini, eteğini öperim; ben de yüz bin lira taahhüt ediyorum!” Bin lira maaş aldığım bir dönemde.. devlet dilencisi.. o parayı benim bulmam mümkün değildi esasen.

Bir dönemde cami penceresinde yatan biri… Onu bile bir kısım zift cerâidi değerlendirirken, “Yok, Hüseyin Efendi ev tutmamış da…” Hüseyin Efendi ev tuttu, bir mahallenin içinde. Fakat geçip giderken, gelirken -Sen iffetten anlamazsın ki, a be bohem!..- taife-i nisânın bakması karşısında rahatsız olduğundan dolayı, o Allah’ın kulu, caminin penceresinde halvetî hayat yaşamayı tercih etti. Ve orada belki yüz tane kitap okudu. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini de orada gözden geçirdi ve o tefsirden bulduğu her şeyi, cami kürsüsünden halka ifade etmeye çalıştı. Zavallı, sen anlamazsın ki bunu; çünkü hakiki Müslümanlıktan haberin yok senin! “Yok, Hüseyin Efendi…” Hüseyin Efendi, gül gibi bir ev buldu ama o zavallı, cami penceresini tercih etti. Sonra da tahta kulübede yaşadı, altı sene tahta kulübede yaşadı. Minnet etmemek için, dünyaya hırs göstermemek için. İsteseydi her şey olurdu, onun için de!..

Böyle bir insanın yüz bin lira taahhüt etmesi?!. Nasıl ödeyecek ki? Hiç unutmam, geniş imkânları olan birisi, bir sabah kahvaltısına çağırmıştı, belki evine de bir kere gittim ben onun. O sabah kahvaltısına niye gittim, bilemiyorum? Bir arkadaşla beraber kahvaltıya gittik. Dedi ki: “Hocam, o gün orada siz böyle bir şey taahhüt ettiniz. Ben de sizi biliyorum, bir dikili taşınız yok sizin. Bunu elin-âlemin elini-eteğini öpmek suretiyle temin etmek mümkün değil. Müsaade buyurursanız, o taahhüt ettiğiniz şeyi, bütünüyle ben ödeyeyim!”

Anadolu insanı, bu civanmertlikte idi ve bu civanmertlik üzerinde esasen dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okullar açtı, eğitim faaliyetleri gerçekleştirdi. Türkiye’de, yüzlerce okul açtı, üniversiteye hazırlık kursu açtı, evler açtı… Fakir, fukaraya baktı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi onlar, canilerin gördüğü muameleyi, katillerin gördüğü muameleyi görüyorlar, zalimler tarafından.

    Binlerce günahsız insana gadreden, doğum yapacak masum kadını bile hapse atan ve emzikli yavruyu annesinden ayıran insafsız zalimler, benzerine az rastlanır zulümleri yapıyorlar!..

Evet, himmet, belki böyle dar dairede başlayacak; fakat dar dairede olsun, dünyanın değişik yerlerinde, her yerde, ilk himmet edecek insanlar, on bin lira himmet etsinler. O her şeyini Türkiye’de kaptırmış, gasp ettirmiş insanların imdadına koşsunlar!..

“Duygulanan bir bayan” diyeyim; yerini, konumunu, kurbetini de söylemeyeyim. Kalkarken, kardeşinin alın teriyle kazandığı bütün müesseselerine el konduğunu anlatırken, gayet duygulanarak ayağa kalktı, gitmeye teşebbüs etti. Giderken “Talan ettiler, kardeşimin malını-mülkünü…” diye ağladı. Her ağlayan da beni ağlatmıştır. Talan ettiler, alın teriyle kazandıklarını… Kendine göre kurs açmış, kendi imkânlarıyla…

Biliyorsunuz, iş yapan, ticaretle mal kazanan insanların mallarına bile el koydular. Yemin ederim ben; vallahi, billahi, tallahi, gâvurlar böyle yapmadılar. Kadını içeriye atmadılar.. doğum halindeki bir kadını içeriye atmadılar.. onu yeni doğmuş çocuğundan ayrı tutmadılar… Barbaros Frederic’ler bunu yapmadı, Philip’ler bunu yapmadı, Arslan yürekli Richard’lar bunu yapmadı… Gavurun yapmadığı yapılıyor!..

Ve tabii kaçan kaçana… Zalimin işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı saygısızlıktır. Zalimin, gaddarın, hattârın işini kolaylaştırmak, Allah’a karşı saygısızlıktır. Hazreti Musa, Firavun’un işini kolaylaştırmadı. Efendimiz, Ebu Cehil’in, Utbe’nin işini kolaylaştırmadı; hicret buyurdu, azm-i râh etti, Sevr sultanlığına sığındı, Medine-i Münevvere’yi teşrif etti, şereflendirdi, Yesrib’i Medine yaptı… Diğer bütün enbiyâ-i izâm, evliyâ-i fihâm, zâlimlerin şerrinden, fâcirlerin fücurundan, fâsıkların fıskından, hâsidlerin hasedinden dolayı oldukları yerden uzaklaştılarsa şayet, gidip özür dilemediler. Onların işlerini kolaylaştırmadılar. Çünkü o, bir vebaldir; yardım sayılır onlara.

Dolayısıyla, onların yardımını elinin tersiyle iten, onlardan bir şey beklemeyen, el-etek öpmeyen o fedakâr insanlara, fedakârlık yapıp -el etek öpme pahasına- destek olmak, müminler için bir vecibedir. Bizim için bir vecibe… Her yerde, hele küçük dairede bir başlayın. Biraz evvel bahsettiğim bir Hıristiyan gibi, bir Musevî gibi kimseler bile gelecek, diyeceklerdir ki, “Benim imkânlarım var, ben de size şu kadar yardım edebilirim!” يَا لَهُ مِنْ إِنْصَافٍ Bir buna bakın, bir de ona bakın! Ona bakın!..

Evet, bir gün gelecek, Allah’ın izni ve inayetiyle, “Zâlimlere dedirtecek kudret-i Mevlâ / “Tallahi lakad âsereke’llahu aleynâ.” Dedirtecek fakat o güne kadar, “mazlum”un, “mağdur”un, “mehcûr”un, “ma’zûl”ün, “mahrum”un, “mescûn”un, “mustantak”ın, “muzdarr”ın yanında bulunmak, Allah maiyyeti adına atılmış bir adımdır. Allah’a yakın olmayı düşünüyorsanız, maiyetten hissedar olmayı düşünüyorsanız, o muhtaç insanlara el uzatacaksınız..

Keşke, benim bir-iki tane evim olsaydı!.. Dünyada bir kulübemin olmasını bile hiç düşünmedim. Ben sadece, kabrimin beni sıkmamasını düşündüm, berzahımın kararmamasını düşündüm. Fakat şimdi diyorum ki, “Keşke bir-iki tane alsaydım, şimdi satsaydım!” Ama zannediyorum Türkiye’de olsaydı onlara da el koyarlardı, değil mi? Tüh… İyi ki almamışım. Evet ama dünyanın başka bir yerinde alsaydım, iki tane evim olsaydı böyle, bir milyonluk, iki milyonluk bir şeyim olsaydı, beş-on insanın hiç olmazsa bir seneliğini taahhüt etseydim; o mazlumları, o mağdurları, o “Acaba ne yiyecek, ne içeceğiz?” diyen insanları sevindirseydim; Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, mahcup olmadan çıkardım.

Fakat hiçbir şeyim yok, yapacak bir şeyim yok. Teliften gelen şeylerim var; burada kaldığım yerlerin kirasını vermeye çalışıyorum. O müesseselere de el koydular, kitaplara da el koydular. Gasp adına umumî ilan-ı harp yaptıklarından dolayı, adeta “Hiçbir şey dışarıda kalmasın!” deyip umuma karşı bir ilan-ı harp ettiler. “Kimin nesi varsa, hepsine el koymak lazım!..” “En-Nuru’l-halid”e (Sonsuz Nur’a) da el koyuyorlar. Hâlbuki -ülkenin adını söylemeyeceğim, gider oradakilerin kafalarını da karıştırırlar- üniversitede ders kitabı olarak okutuluyor o kitap; “İrşad Ekseni” de ders kitabı olarak okutuluyor. Fakat (Türkiye’de) o kitaplar müsadere ediliyor. O mübarek millet, kafasını yitirdiği dönemleri yaşıyor, bazıları itibariyle. İdraksiz insanlar… O idraksizlere karşı, bütün idrak aktivitemizi canlı tutarak, Allah’ın izniyle, düşmüşün elinden tutup kaldırmamız, açı doyurmamız, ağlayanın ağlamasını dindirmemiz, kapılarına kilit vurulanların kilitlerine anahtar bulmamız ve hüzün içinde inleyen insanları sevindirmemiz, bizim için birer vecibedir. Cenâb-ı Hak, bihakkın bu vecibeyi yerine getirmeye bizleri muvaffak eylesin!..

    Bize bugün Ensâr-Muhâcir kardeşliği sergilemek düşüyor; inşaallah, Allah’ın vaz’ ettiği vüdd gelecekte inkişaf edecek ve Hizmet tam bir “dünya meselesi” haline gelecek.

Bizim çektiğimiz şeyler, önemli değil ama bu dönemde çektiğimiz şeyleri, gâvurlardan görmedik, hiçbir dönemde. Çekilen şeyler… Fakat olsun..

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.

Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.

Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.

Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

Aklını peynirle yemiş insanlar; eziyet etmek, işkencede bulunmak suretiyle, insanları kendi çizgilerine çekeceklerini zannediyorlar. Allah’a inanan, Rasûlullah’a inanan (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mü’min; iz’an mü’mini, yakîn mü’mini, ilme’l-yakîn mü’mini, ayne’l-yakîn mü’mini, hakka’l-yakîn mü’mini, tevekkül-i tâm mü’mini, teslim-i tâm mü’mini, tefviz-i tâm mü’mini, sika-i tâm mü’mini, o türlü şeylere katiyen tenezzül etmez. Acından ölse bile, el-etek öpmez. El-etek öpecekse şayet, لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَاAllah’ın nâm-ı celil-i sübhanîsinin bayrak gibi dalgalanması için..” öper. Onun için yapar; mü’min kardeşlerine yardım etmek için yapar.

Öyle yardım etmeli ki, bir gün o mü’min kardeşler kapınıza gelse, tıpkı muhacirîn-i kiram efendilerimizin Ensâr-ı fihâm efendilerimize dedikleri gibi demeliler. (Birileri “ekremîn”, diğerleri de “efhamîn”.) “Biz artık şöyle-böyle geçimimizi temin edecek duruma geldik; müsaade buyurursanız, o bağ ve bahçedeki durumdan elimizi-eteğimizi çekmek istiyoruz ve bundan böyle o imkânlardan istifade etmek istemiyoruz. Kendimize birer kulübecik yaptık; sizin hânelerinizde kalmayı da düşünmüyoruz artık!” Gelip dediler muhâcirîn-i kirâm efendilerimiz. Ensâr, ağlayarak Rasûlullah’a geldiler, “Yâ Rasûlallah! Muhâcir kardeşlerimiz böyle bir şey diyor; onlar yurtlarını yuvalarını terk ettiler. Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler –كَمَا كَانَ الْيَوْمَ، كَمَا كَانَ اَلْيَوْمَ (Bugün de olduğu gibi.. bugün de olduğu gibi.)– onların her şeylerini gasp etmişlerdi. Tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte bulunmuşlardı. Haramîlik etmişlerdi. Biz onlara bağrımızı açtık. Ve bu mevzuda onlara destek olmayı, Cenâb-ı Hakk’ın kurbetine vesile olacak mülahazasıyla yapıyorduk. Evlerimizin şerefi olmuştu. Bağ ve bahçelerimizin şerefi olmuştu. Müsaade buyurursanız, bu kardeşlik devam etsin!..

Ensâr, böyle davranıyordu; Muhâcir de o istiğna ruhuyla, o îsâr ruhuyla, mutlaka artık alın teriyle kazanmak istiyordu. Onlar ticaretten anlıyorlardı. Bir-iki sene içinde, Kaynuka, Kureyza, Nadır çarşı ve pazarında âdeta ticareti ele geçirdiler. Ve çokları, Hazreti Osman efendimiz gibi, Abdurrahman İbn Avf gibi, hamallıkla işe başladılar. Medine-i Münevvere’nin en zengini haline geldiler. Fakat o servet de bir yönüyle, beş yüz deveyi birden, gözünü kırpmadan verecek kadar, bir sehâvet (cömertlik) anlayışına bağlı idi; elinin tersiyle “Al götür, umurumda değil” diyecek kadar… Dolayısıyla onlar ayrılmak istiyordu ama öbürlerinin de onlara bakma şerefinden mahrumiyete tahammülleri yoktu.

Böyle bir mülahaza ve böyle bir anlayış ile… Zalimler tarafından gadre uğrayan, mazlumiyet ve mağduriyet yaşayan kardeşlerimize yardım etmeliyiz. İmkanı varsa, ceketimizi satarak, onun parasıyla onlara bakmayı, insanlığın gereği, İslamiyet’in gereği, îsâr ruhunun gereği, kendimiz için yaşamamanın gereği, yaşatma mülahazasıyla yaşamanın gereği, “ba’su ba’de’l-mevt erleri” olmanın gereği, adanmışlık ruhunun gereği bilmeliyiz!..

Evet, o iyiliğimizi devam ettirmeye bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir gün gelecek, o muhâcirîn-i kirâm zatların yardıma ihtiyaçları kalmayacak. Birileri iradî hicret yapmış, hizmet ediyorlar; onlar hakkında da celpnameler çıkarılıyor. Birileri de cebrî, ızdırarî hicret yapıyorlar. Biri ızdırârînin sevabını kazanır; öyle muhacir, onun sevabı kazanır; diğeri de iradînin sevabını kazanır.

Hicret etmeyen, dinsizden imansızdan işkence görmeyen, hemen her şeyi beylik-paşalık içinde bulunan, hazıra konan, -efendim, ne derler, “miras-kondu”- miras-kondu derbeder ruhlar, bunu anlamaz ki!.. Miras-kondu derbeder ruhlar… Dininden, inancından, mefkûresinden ötürü bir tokat yememiş, iki gün zindan görmemiş, tecritte yatmamış, keyfin ağaları, sarayın ağaları, derbeder ruhlar, bunu bilmezler ki!.. Bunu bilenler, bilirler; çekenler, bilirler!..

Evet, bir gün o muhâcirler gelip diyecekler: “Yapmayın bunu!” Hizmet edenler, himmet organizasyonlarında bulunan insanlar da diyecekler ki, “Hayır bizi böyle bir güzellikten mahrum etmeyin, devam edelim!” Muhâcirîn-i kirâm ve Ensâr-ı fihâm efendilerimiz gibi hareket edecekler. Ve Allah’ın izni ve inayetiyle, kapılar açılıp Cenâb-ı Hak yeniden yollar oluşturduğunda, bu dünya meselesi, dünya hadisesi bugün dünyaya sesini duyurduğu gibi devam edecek. Bugüne kadar Allah’ın belli ölçüde vaz’ ettiği vüdd, inkişaf ederek devam edecek. Ve mesele bütün dünya tarafından bilinen tam bir “dünya meselesi” haline gelecek. Vesselam.

517. Nağme: Bir İnâyet Çağrısı Olarak Kardeşlik

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

M. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu sorduk:

“Daha önceki sohbetlerde Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Medine-i Münevvere’ye hicret eder etmez ilk iş olarak mescid yaptırdığı, o tamamlanınca da hemen Muhâcir ve Ensâr arasında muâhât (kardeşlik akdi) ilan ettiği üzerinde durulmuştu. Günümüzde ister İslam coğrafyasındaki problemlerin, ister ülkemizde sürüp giden krizlerin, isterse de Hizmet’in maruz kaldığı musibetlerin hallinde kardeşlik, vifak ve ittifakın bir vesile olması söz konusu mudur? Bu konudaki mülahazalarınızı lütfeder misiniz?”

Muhterem Hocamızın verdiği cevabın ses ve video kaydını arz ediyoruz.

Bamteli: MUKADDES GÖÇ VE KUTSAL ÇİLE

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (en son yaptığı iki hasbihalin iktibaslarından müteşekkil) haftanın Bamteli sohbetinde, özetle şu hususları dile getirdi:

Dünyada güven ve huzurun bendi yıkıldı!..

*Mü’min yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. Fert, cemaat veya millet olarak mü’minleri görenlerin ya da onlar hakkında düşünenlerin, onları yeryüzünde emniyetin ve güvenin temsilcisi olarak kabul etmeleri ve bu konuda elli defa test etseler hep aynı sonuca varmaları çok önemlidir. Çünkü gerçek mü’min olmak böyle bir güven telkin edebilmeyi gerektirir.

*Bugün yeryüzünde yitirilen değerlerin en başında belki güven duygusu bulunmaktadır. Kimsenin kimseye güveni yok. Herkes birbirinin kurdu. “Acaba nasıl etsem ki bunu ısırsam, bunu yere sersem, onun daha evvel işgal ettiği alanı elinden kapsam?!.” mülahazası yaygın. Böyle olunca tabii ki yeryüzünde huzur, emniyet ve güven olmaz.

Bütün Kârunların akıbeti servet ü samanlarıyla beraber yerle bir olmaktır.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenâb-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti.

*Evet, Kârun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle resmeder:

فَخَسَفْنَا بِه وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرينَ

“Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini savunup kurtulabilecek durumdaydı.” (Kasas, 28/81)

*Bütün Kârunların akıbeti servet ü samanlarıyla beraber yerle bir olmaktır. Günümüzdekilerin sonu da bütün Kârunların akıbeti gibi olacaktır. Dünya hayatını ve kendi refahlarını bir numaralı mesele haline getirenler hep aynı su-i akıbeti paylaşmışlardır. Oysa asıl mesele, emniyet insanı olmak ve herkese güven verebilmektir. Mesele Nuh emniyeti, İbrahim emniyeti, Musa emniyeti, İsa emniyeti, Eminler Emini Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhi ve aleyhimüssalâtu vesselâm) emniyetidir. O emniyeti temin ettiğiniz zaman hem kendiniz huzur içinde olur, sürekli huzur yudumlarsınız hem de başkaları için huzur vesilesi olursunuz.

Mukaddes Göçün İlk Bahtiyarları: İradî/İhtiyârî Muhacirler

*Bir dönemde, sizin hakka dilbeste olmuş arkadaşlarınız külah içinden çektikleri kuralarla veya çoğaldıkları zaman bir makinadan çektikleri kuralarla coğrafyada yerini bilmedikleri beldelere gittiler. Dinî ve millî değerlerimizi götürmek, dil ve kültür bayrağımızı orada da dalgalandırmak, ruhumuzun abidelerini orada dikmek için gözlerini kırpmadan o güzel vatanımızı terk ederek oralara gittiler. Geçende gelen bazı arkadaşlara sordum: “Sen kaç senedir yurt dışındasın?” Biri dedi, “Ben onbeş senedir.” Diğeri dedi, “Ben on dört senedir; beş sene falan yerde kaldım, altı sene falan yerde kaldım, şimdi filan yerde…” Tatlı bir macera yaşamış gibi bana anlatıyordu. Ben bir yönüyle duygulandım ama o meseleyi öyle resmediyordu ki, böyle mecburî vazifesini yapıyormuş, Bedir’e çıkıyormuş, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber hicrete yönelmiş gibi, yaptığı şeyleri ciddi bir vicdan inşirahı içinde anlatıyordu.

*O ilkler ihtiyarî hicretler yaptılar. Bir yönüyle Sahabenin yolunda yürüdü, onların arkasında yerlerini aldılar. Tabakat kitapları -ihtilaflı da olsa- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde yüz bin sahabenin mevcut olduğunu kaydediyorlar. İbn Hacer El-İsabe isimli eserinde on bin insandan bahsediyor ama o günkü toplum telakkileri açısından kadın ve çocukların pek çoğunun bu rakama dâhil edilmemiş olacağını hesaba katmak lazım. Yine tarihçilerin tesbitlerine göre Baki’-i Garkad gibi Medine mezarlarında on bin sahabe bulunuyor. Bu demektir ki yaklaşık doksan bin insan dünyanın değişik yerlerine Din-i Mübin-i İslam’ı anlatmak üzere çıkmış ve bir daha geri dönmemiş. Onlar ihtiyarî hicret kahramanları olarak mübarek dinlerini, değerli kültürlerini ve dinî düşüncelerini birer abide şeklinde değişik yerlerde dikmek için adeta yarış yapmışlar.

Hizmet’in önünü kesmek için milyonlarca para döktüren, münafıklar kiralayan, yalancı davalar açtıran yönsüzler…

*Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللّهِ يَجِدْ فِي الْأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللّهِ وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَحِيمًا

“Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer ve genişlik bulacaktır. Kim evinden Allah rızası için ve Rasûlullah’ın yolu deyip ayrılır da yolda ölecek olursa onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisâ, 4/100)

*Dünyanın dört bir yanına açılmış sizin arkadaşlarınız. Fakat çekemeyen hasûdlar -mübalağa kipiyle ifade ediyorum çünkü onlara hâsid değil dense dense hasûd denir- dünyanın her tarafında bu açılımı ve bu hareketi kösteklemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Binlerce talebeye ihtiyarî olarak kendi dilimizin öğretilmesini, kendi kültür değerlerimizin tanıtılmasını, bu toplumla kaynaşılıp çok ciddi, inandırıcı, sevdirici bir entegrasyon sergilenmesini hazmedemediklerinden dolayı, bir kısım münafıklara dünya kadar para yağdırarak, “Aman orada da bu işi, bu düzeni bozun!” diyorlar. Bu işi yapsa yapsa ancak şeytan yapar. Dinî ve millî mefkûremizin intişarı adına, evrensel değerlerin bayraklaştırılması adına hizmet eden böyle bir harekete karşı, böylesine tonlarla, milyonlarca para döktürme, yalancı avukatlar bulma, yalancı davalar açtırma, karalama gayreti içinde bulunma, zannediyorum bugüne kadarki profesyonelliğiyle o şeytanın bile yapacağı iş değildir. Çünkü şeytan diyor ki, “Sağdan gelirim, soldan gelirim, önden gelirim, arkadan gelirim, alttan gelirim, üstten gelirim!” Vallahi bunlar, o altı cihetin de dışında başka yönlerden geliyorlar. Yönsüzlük yönlerini bile değerlendiriyorlar. Yönsüzler!..

İmanlarından ve Mefkûrelerinden Dolayı Zulme Maruz Kalan Cebrî Muhacirler

*Bir dönemde ihtiyarî hicret tevakkufa mı uğradı, yoksa açılımda biraz rölanti mi oldu, ne olduysa, Allah (celle celaluhu) adeta “Ben sizi kendi ülkenizde bir kısım zalimlere tokatlatmak suretiyle, bu defa hicrete zorlayacak, cebrî hicrete sevk edeceğim!” dedi. Şimdi bir yönüyle cebrî hicret dönemi yaşanıyor. Mesela bir kısım iş adamları böyle bir hicrete açıldılar. Hangi iş adamları? “Niye burs verdin?” diye yazıhanesine baskın yapılan işadamları. Kardeşleri, bacıları, anaları, ablaları “Niye burs verdiniz? Neden kurban topladınız? Neden dünyanın dört bir yanına yardım ettiniz?” diye sorgulanan işadamları. Onlara zulmedenler adeta şöyle diyorlar: Neden bizim yapmadığımız şeyleri yaptınız? Bizde haset duygusunu, hainlik hissini tetiklediniz. Siz bu işi yaptınız; oysaki bunu yapmasaydınız, gül gibi geçinip gidiyorduk. Âlem bize insan nazarıyla bakıyordu siz olmasaydınız. Sizin yaptığınız bu hizmetler karşısında izafiyet perspektifiyle bizler aşağıya düştük. Bu aşağılaşma altında ezildik, bunu onur meselesi yaptık. Dolayısıyla sizi burada iflah etmeyecek, size aman vermeyecek ve cadı avlarıyla hepinizi birer birer ezeceğiz.

*Allah’ın her günü, burs vermiş, kurban toplamış, Gazze’ye kadar, muhtaç yerlere yardım götürmüş, oralarda o insanları desteklemiş en olumlu hizmet müesseselerini mercek altına almak suretiyle, onları yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kendi ülkelerinde fitneye maruz kalan, baskıya uğrayan, yazıhaneleri basılan, müesseselerine kıyımcılar tayin edilmek suretiyle baskı altına alınan insanlar da Kur’an’ın işaretine binaen hicret ediyorlar. Zira şöyle buyuruyor Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ

“Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücahede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet, Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

*Fitneye, belaya, tazyike maruz kaldıktan sonra hicret eden o babayiğitler var ya?!. Hani siz isterseniz onlara “kaçtı” deyin. Onlar, hicret ettiler; biraz durdu, orada zemin oluşturdular; sonra o insanlara karşı müspet manada bir mücahede ile kendilerini ifade ettiler. Müspet manada mücahede neydi? İnsanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek, güzelliklerle o insanların buluşturulmasını sağlamak. Allah’la gönüllerin buluşturulmasını sağlamak. İşte cebri hicrete sevk olunan bahtiyarlar bunu yaptılar, yapıyorlar. Binaenaleyh, dünkü ihtiyarî mühacirler ne ise, Allah’n izni ve inayetiyle bugünkü cebrî muhacirler de öyledir.

İnsanın fiyatı olsa olsa Allah’ın rızasıdır; o Cennet’e de satılsa, ucuza gitmiş sayılır!..

*Acaba isteseydim ben de kendim için bir çardak yapamaz mıydım? O kadar eşek değilim; ben de yapabilirdim bir tane. Elin âlemin saraylar yapmasına, villalar yapmasına, yatlar yapmasına, filolar oluşturmasına karşılık, sen de yapabilirdin. Ama Allah vardı, her şeyi görüyordu. Varsın Allah’tan korkmayanlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı tanımayanlar, tarihinden kopmuş kopuklar bu türlü mesâvîyi irtikâp ededursunlar. Siz doğru bildiğiniz yolda, günde kırk defa tekrar ettiğiniz “Allahım bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle!” ahd ü peymanına sadakat içinde yürüyeceksiniz. “Allahım bizi o ölçüde sırat-ı müstakimden ayırma; dinimize, diyanetimize, millî mefkûremize, vatan duygumuza hizmetten bizi bir an dûr eyleme. Bizi sabitkadem kıl; ister ihtiyarî muhacirler olarak, ister cebrî muhacirler olarak, bizi bir yerlere sürmüşsen, oralarda rantabl olmayı hepimize lütfeyle!..” diyecek ve yürüyeceksiniz.

*Hizmetlerini belli bir dünyevî menfaat ve çıkara bağlamış insanların kendi milletlerine faydalı olduğu hiç görülmemiştir. Parayla, villayla, yatlarla, gemilerle peylenebilen, alınıp satılan kimselerle insanlığa kalıcı hiçbir hayır armağan edilememiştir. Aslında, ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın fiyatı, öyle bir yalı, bir yat, bir filo olmamalı. Bunlar meşru dairede ve yine O’nun yolunda kullanılmak istikametinde elde ediliyorsa bir ölçüde kıymetlidir, yoksa bunların insana bedel olabilmesi asla söz konusu değildir.

Yeryüzünü bize zindan etseler ve dünyamızı cehenneme çevirseler de değer!..

*O babayiğitlerden bir tanesi 91 yaşında. Tevkif edip zindana götürmek için evini basıyorlar. Felç olmuş yatakta yatıyor. Ben de kendisini elli senedir tanıyorum. O Erzurum’un en zenginlerinden birisiydi. Dört beş yerde apartman gibi evi vardı. O evlerde belki bir iki defa Kıtmir de yemek yedi, çay içti. O günden itibaren bütün varlığını o yolda sarf etti; okul yaptı, yurt yaptı, pansiyon yaptı. Kendisiyle yapılan bir televizyon programında ağlayarak şöyle diyordu: “Kala kala sadece içinde oturduğum şu kulübe gibi ev kaldı!” Allah seni o yüksek ruhunla Hazreti Muhammed Mustafa’ya komşu etsin inşaallah. (Amin)

*Varsın zalimler, Hitler’in SS’leri senin evini bassın, yataktayken bile senin hakkında tevkif kararları kessin!.. Değil mi ki nezd-i ulûhiyette Allah sana bir sultanlık bahşetmiş. Yaptığını yapmışsın Allah için!.. Elinden tutulacak kimselerin elinden tutmuşsun; okuma imkânı olmayan kimselere burs vermişsin; değişik yerlerde okul yapmaya omuz vermişsin. Dünyanın dört bir yanına açılma mevzuunda babayiğitlerle beraber olmuşsun. Tenâfüs ruhuyla, onlardan geri kalmamak için sen de bir yarış atı gibi koşmuşsun… Vallahi yapacak bir şey kalmamış artık! Senin için diyecek bir söz de yoktur! Ben seninle beraber Huzur-u Risaletpenâhi’de haşrolduğum zaman, büyüklüğün karşısında iki büklüm olup eğileceğim.

*Varacağımız yer Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın huzuru ise, ulaşacağımız hedef Allah’ın cemal-i bâkemâlini müşahede etmek, öyle kendinden geçmek ve O’nun hoşnutluğuna ermekse, bütün dünyayı bize zindan etseler, öyle bir mükâfat için değer.

*Varsın bizim dünyamızı cehenneme çevirsinler! Varsın eşkıyalar gibi -eşkıyalar varken- takip etsinler! Varsın evlere baskınlar yapsınlar! Varsın mübarek kadınları, gençleri, kızları rencide etsinler; kafirin yapmadığını yapsınlar, Haçlıların bile yapmadığını yapsınlar!.. Bunların hepsi geldiği gibi gider, bunları yapanlar da kendilerine eder.

Ahlâkî Çöküntü ve Yenilenme Cehdi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

“Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul!”

*Hazreti Pir’in de dediği gibi enâniyet asrı bu asır. Herkesin enâniyeti, benliği bir buz parçası adeta. Onu eritebilmek için de imanın, iz’anın, ihsanın, belki ihlasın derin enginliklerine ihtiyaç var. Yoksa o aysberg gibi şeyleri başka basit göller, hatta denizler bile eritemez. Sımsıcak bir iman atmosferine, İslam atmosferine, ihsan atmosferine, ihlas atmosferine, iştiyak atmosferine ihtiyaç var ki o aysberg gibi şeyler erisin.

*Bir de manevî hastalıkların görenekle bir kesimden başka bir kesime sirayet etmesi gibi ayrı bir tehlike var. Birileri o kadar rahat yalan söylüyor, iftirada bulunuyor; komplolar, hileler, ayak oyunları arkasından koşuyor ki, bunlar işlene işlene toplumda bir ahlak haline geliyor.

*O bakımdan dinin temel disiplinleri adına çok sıkı durmak icap ediyor. Zerre kadarının bulaşmasına meydan vermemek lazım. Enâniyetin başını alıp gittiği, onu besleyecek şöhret, müşarün bilbenan olmak ve o istikamette kullanılan argümanlar gibi; mübalağalar, yalanlar, iftiralar, başkalarını karamalar, kendini masum, masun göstermeler ve hatta nübüvvet payesi sayılan sıfatlarla serfiraz görünmeler gibi faktörlerin çoğalıp yaygınlaştığı zamanımızda -gördüğünüz gibi- başkaları da o korkunç hataları hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan telaffuz edebiliyorlar.

*Toplumun perişan halini merhum Mehmet Akif’in şu sözleri ne güzel tarif ediyor:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde…

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl;

Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkar.

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş;

Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş!

Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl…

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!”

Kurtuluşumuzun Anahtarı Yenilenme Cehdi

Soru: “Şayet maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim partallaşmamız ise, kurtuluşumuzun anahtarı yenilenme cehdidir.” mülahazası zaviyesinden, yenilenme denince neler anlamalıyız? Bu yenilenme hangi esaslarla mümkün olabilir?

*İmanımızı bir kere daha gözden geçirme en önemli faktör, çünkü çağımızda bu mesele çok önemli. Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Bu çağın derdi imansızlıktır.” Öyleyse bu çağın derdine çare de reçete de imandır. İman esasları üzerinde durmak lazım.

*“Ee.. biz inanıyoruz!” denebilir. Ekseriyet itibarıyla, kültür müslümanlığı bu. Neşet ettiğimiz kültür ortamı itibarıyla inandığımız şeyler var. İlmihali de hafife almıyorum ama Mızraklı İlmihali müslümanlığı müslümanlığımız. Camideki vaizlerin, imamların, hatiplerin müslümanlık adına ortaya attıkları dinamikler nelerse -onlara da can kurban, hafife almıyorum- o müslümanlıkla çağımızın dertlerine derman olunamaz. Onlar çağımızın dertlerinin reçetesi sayılamaz.

*Bir kere daha şu kitabullah-ı azam Kur’an-ı Kerim’i ve kitab-ı kebir-i kainatı mütalaa edip tefekkür, tezekkür ve tedebbür ikliminde iman, marifet ve muhabbet adına sürekli beslenmeli. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak gibi imanın bütün şubelerine yakîn hasıl etmeye çalışmalı.

Kur’an’a Dönüş Yılları

*Dr. İkbal bir edip, bir şair, bir düşünür olmakla beraber, aynı zamanda bir zahid bir âbiddir. Londra’da 15-18 sene kadar kalmış, bir gece teheccüdünü kaçırmamış. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e karşı da ciddi bir alakası var. Diyor ki: “Ben hep Kur’an okuyordum da babam bana diyordu ki, ‘Oğlum Kur’an oku!’ Bir gün babama cevap mahiyetinde ‘Baba, dedim, ben her zaman Kur’an okuyorum.’ ‘Oğlum, Hazreti Muhammed (aleyhissalatu vesselam)’a inmiş Kur’an’ı, O’na inmiş gibi değil, şu anda Allah sana indiriyor gibi oku!’ dedi.” Zannediyorum tecdide bir de bu mülahaza ile bakmak lazım.

*Hazreti Pir-i Muğan hiç olmazsa iki rekat teheccüd kılınması gerektiğini söylüyor, berzah hayatını aydınlatacak projektör gibi gösteriyor onu. Kabir sonrası hayatınızın aydınlanması o teheccüd namazına vabeste, diyor. Gecenin son üçte birinde kalkıp Cenab-ı Allah’a taabbüdde bulunmak, kemerbeste-i ubudiyette bulunmak kabir hayatını, berzah hayatını aydınlatabilecek bir projektör.

*Kur’an’ı Kerim’i sana iniyor gibi ve her ayetin, başta seninle bir münasebeti olduğu mülahazası ile okuyacaksın. Hatta kafirlerle, münafıklarla alakalı şeyleri okurken bile “Galiba bende de bir kafir sıfatı var!..” düşüncesinden uzak kalınmamalı. Bir kafir sıfatı bulunmakla insan kafir olmaz, fakat her mü’minde kafir sıfatı da bulunabilir. Mesela gafil yaşamak, lâhî ve lâğî yaşamak, ömrünü, zamanını israf etmek kafir sıfatlarıdır. Yalan söylemek, iftira etmek, bunları görüp sessiz kalmak, onların yanında oturmak kafir sıfatıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’in her ayetinin bize bir şey dediğine inanmakla ancak gönül dünyamızı ihya edebiliriz. Çünkü hatalar görülmeyince, kabul edilmeyince -zannediyorum- onların giderilmesine de gayret edilmez. Onlardan vazgeçmek, tevbe-yi istiğfarda bulunmak, her defasında 10-20-30 yıl sonra, yaptığımız o mesavî aklımıza geldiği zaman bir kere daha onun üzerine tevbe doluları yağdırmak, balyozları indirmekle giderilmesine çalışılmış olur.

*Kültür müslümanlığı olarak, yetiştiğimiz kültür ortamından aldığımız şeyleri yeterli gördüğümüz için, bugün sadece Türkiye değil, bütün âlem-i İslam böyle yarım yamalak, nazarî müslümanlığın derbederliği içinde bocalayıp duruyor -hafizanallah-.

Yenilenme ve Canlı Kalma Hususunda Birbirimize Destek Olmalıyız

*Buraya kadar söylenenler, bir bakıma, yenilenmenin nazarî yanıydı. Fakat zannediyorum, insanlar, Hazreti Pir’in ifadesiyle “kubbedeki taşlar gibi birbiriyle baş başa vermezlerse dökülürler.” Öyle baş başa vermeye ihtiyacımız var.

*Birbirimizin devrilmesine meydan vermememiz için oturduğumuz, kalktığımız, gezdiğimiz, tozduğumuz yerleri mutlaka sohbet-i Canan hesabına değerlendirmeliyiz. Fuzuli konuşmak yerine açıp bir kitap okuyarak, müzakeresini yaparak, bunu yapamıyorsak açıp Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi, Sekine’yi okuyarak zamanı israf etmekten kurtulmalıyız. Deme damara dokundurmadan, eksik ve yanlışlarımızın muhasebesini yapmalı ve olgunlaşmaya bakmalıyız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun değişik kimselerin hataları karşısındaki tavrını örnek almalıyız. Peygamber Efendimiz, bazı şahısların hususi kusurlarını, umum heyet içinde, o şahsın ders alabileceği ama utanmayacağı, kendisini psikolojik suçluluk içinde hissetmeyeceği ve komplekslere girmeyeceği şekilde ifade buyururdu.

*Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken, “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Allah Rasûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla, “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu devlete aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?”  buyurmuştu.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la kalmaya razı değil misiniz?”

*Huneyn vakasından sonra yaşananlar da bu güzel ahlaka bir misal olarak verilebilir. Bilindiği üzere, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan birkaçı şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah’a ve Rasûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Muktedâ-i Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı kiram efendilerimiz gözyaşları içinde, “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

*Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür. Birbirimizin yanlış ve eksiğini söylerken aynı üslubu takip etmeliyiz. Hazreti Nebiyy-i Zişan’ın üslubuna bağlılık içinde o eksiği gediği deme damara dokundurmadan hatırlatmalıyız.

*Hâsılı, hayatımızı tefekkür, tedebbür ve tezekkürle değerlendirmeli; Sohbet-i Canan’la derinleştirmeli; sürekli kitap okuma, zikr u fikirde bulunma cehdi sergilemeli ve Allah’ın inayetiyle bu vesileler sayesinde hep canlı kalmalıyız. Hemen her konuyu evirip çevirip O’na getirmek suretiyle kurbet ufkuna yürümeliyiz. Böylece gönüllerimize asıl meselelerimizin gurbetini, yalnızlığını ve yetimliğini yaşatmamış oluruz.

Gerçek Müslüman ve Muhacir

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو رَضِيَ اللَّهُ

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ

وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللَّهُ عَنْهُ

 * * *

Allah Resûlü’nün,

kendisine “Yaz, bu ağızdan doğrudan başkası çıkmaz.” buyurduğu,

Sahîfe-i Sâdıka sahibi Hz. Abdullah b. Amr (radıyallahü anh),

Kainatın Medar-ı Fahri Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem)

şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emniyet ve selamette olduğu kimsedir.

Hakiki muhacir de Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşıp

Allah’ın hoşnut olduğu şeylere hicret edendir.”

(Sahih-i Buhari; Sahih-i Müslim; Müsned-i Ahmed b. Hanbel)

 

Gerçek Müslüman ve Muhacir

Hakiki müslüman, yeryüzünde güven ve emniyeti temsil eden, en yakın çevresindeki müslümanlardan başlayarak bütün insanlara karşı güzel ahlakla davranan kimsedir. En büyük muhacir de günahları terk edip rıza iklimine, Allah sevgisine yelken açan mü’mindir.

Konuyla ilgili olarak Sünen-i Tirmizi’de geçen bir hadis-i şerif şu meâldedir: “Gerçek mü’min ta’n etmez, incitici sözlerle insanları yaralamaz, lanet okumaz, insanlara kaba ve sert davranmaz, edebe muhalif davranış sergilemez.” Diğer bir hadiste ise meâlen “Komşusu şerrinden emin olmayan kimse gerçek bir müslüman değildir.” buyrulmuştur. Bu hadis-i şeriflerden anlaşıldığı üzere gerçek müslüman din, dil, ırk, vb. ayrımı yapmaksızın diğer bütün insanlara karşı iyilik, mürüvvet ve güzel ahlakla davranan kimsedir.

Allah Rasülü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) daha peygamber olmadan önce Mekkeliler tarafından “Muhammedül-Emin” (güvenilir Muhammed) olarak kabul edilmesi, insanların bir yolculuğa gidecekleri zaman aile efradlarını ve mallarını Efendimiz’e (salallahü aleyhi vesellem) emanet etmeleri konumuza en güzel misallerdir. Yine, Kabe’nin onarımı esnasında sıra Hacerül-Esad’ın yerine konulmasına gelindiğinde bu şerefe ulaşmak isteyen Mekkeliler neredeyse savaşa tutuşacakken, Kabe’ye doğru ilk geleni hakem kabul edip de ilk yaklaşanın Allah Rasülü olduğunu görünce hepsinin sevinip rahatlamaları bu konuda unutulmaz bir örnektir.

 Allah dostlarından Malik b. Dinar gibi büyük zâtlar ve daha pek çok hakiki mü’min de, başka din mensubu bazı komşularından yıllarca eziyet gördükleri halde hep sabreder ve kötülüklere iyilikle karşılık verirler. Yıllar sonra da olsa insafa gelen bu kimseler, müslüman komşularının güzel ahlakından etkilenerek İslam’la tanışırlar.

Hakiki bir müslüman, insanları gıybet etmediği, onların arkasından söz taşımadığı, iftira ve karalamalarda bulunmadığı gibi, bunları yapan kimselere karşı da usulünce muamelede bulunur; gıybet, insanları çekiştirme ve iftira gibi kötü ahlaka yol vermez. Ona herkes rahatlıkla güvenir ve sırtını dönebilir çünkü bilir ki ondan kendisine ulaşacak olan şey sadece iyiliktir. O hatıra geldiğinde insanlar rahatlar ve emniyet içinde derin bir nefes alırlar.

Bugün insanlar İslamiyet’i terörle aynı çizgide görüyorsa bu yalnızca onu kötüye kullanan intihar bombacılarının ve İslamiyet’i olduğundan farklı gösteren art niyetlilerin hatası değil, ayrıca onu hakkıyla temsil edemeyip onun güzelliklerini dünyanın dört bir tarafına ulaştıramayan bizlerin eksikliğidir. Bu problemin çözümü de tek tek her bir müslümanın gerçek İslam ahlakını yani Kur’an ve peygamber ahlakını elinden geldiğince yaşamaya çalışmasıdır.

İslam’ın güzelliklerini dünyanın dört bir yanına duyurma ve insanların onun getirdiği hayır ve güzelliklerden istifade etmesi uğrunda arzın en ücra köşelerine kadar gitmeye hicret ve bu kutlu işi yapanlara da muhacir denmektedir. Allah rızası uğrunda nice zorluklara göğüs gererek sancılı fakat sıkıntısı ölçüsünde de hayırlı ve faziletli bu peygamber sünnetini yerine getirmeye çalışanlara hadis-i şerifte altın bir ölçü sunulmaktadır. Hakiki muhacir yalnızca maddi mesafeleri kat eden kimse değildir. Gerçek hicret eri Allah’ın hoşnut olmadığı sevimsiz sıfatlardan, ahlak-ı zemimeden ve günah zeminlerinden uzaklaşıp Allah’a yakınlık yollarına koyulan ve Kur’an ahlakını en güzel şekilde yaşamaya çalışan emniyet ve selamet kahramanıdır.

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى نَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُسْلِمِينَ والْمُهَاجِرِينْ

وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ