Posts Tagged ‘maruf’

İrşadda Üslûp ve Sözün Tesiri

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: “İyiliği teşvik etme ve kötülükten sakındırma” vazifesi eda edilirken yapma yolunda yıkımlara sebebiyet vermemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Hakîm’in beyanları içinde “iyiliği teşvik, kötülükten sakındırma” vazifesi, en hayırlı ümmet olmanın ayırt edici bir vasfıdır. Âl-i İmrân Sûresi’nin كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, marufu emreden, münkerden alıkoyan en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110) âyet-i kerimesi bu konuda bize hem bir müjde vermekte, hem de o ulvi ve kutsî sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Kur’ân-ı Mu’ciz’ul-Beyan, inanan gönülleri muhatap alarak onlara diyor ki, sizler, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için çıkarılmış bir ümmetsiniz. Sizler, insanlığa insanî değerleri öğretmekle mükellefsiniz. Esasında bu duyguya, sırf kendi iradenizle uyanmış da değilsiniz. Allah (celle celâluhu), sizin kalblerinizi insanlık için açmış, sizi sahneye sürmüş ve takdir ettiği senaryoyu oynamaya muhatap hâle getirmiştir.

İşte Ümmet-i Muhammed, Allah’ın kendilerine yüklediği bu emanete sahip çıkmak ve bu mükellefiyeti taçlandırabilmek için, ma’rufu (iyiliği) emretmeli ve münkerden (kötülükten) de sakındırmalıdır. Esasen onların, diğer ümmetler karşısındaki farklılığı da bu hususa bağlıdır.

 Ma’ruf ve Münker

Ma’ruf, dinin emrettiği, akl-ı selimin severek kabul ettiği, hiss-i selimin hoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını açıp “buyur” ettiği şeydir. Âyet-i kerimede öncelikle “ma’rufu emretme”nin nazara verilmesi önemlidir. Buna göre, en başta inanan bir insan, söylediği sözün ma’ruf olmasına dikkat etmeli; kötülük ve çirkinlikleri dillendirmekten daha ziyade iyilik ve güzellikleri öne çıkarmalı; bu işi yaparken de üslûbunu çok iyi ayarlamalı, ma’rufu kime, ne şekilde ve hangi üslûpla sunacağını önceden çok iyi belirlemelidir.

Münker ise, dinin yasakladığı, akl-ı selim’in zararlı kabul ettiği, hiss-i selimin nahoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını kapatıp reddettiği şeydir. İşte mü’min, iyiliği teşvik etmekle beraber “münkeri de nehyetmek” suretiyle, insanların bir yanlışlığın mahkûmu olmalarına, bir akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmelerine ve derin bir suda boğulmalarına mâni olmaya çalışmalıdır. Zulmün çirkin yüzünü göstererek zâlimi zulmünden, fısk u fücurun iğrenç yüzünü göstererek fâsıkı fıskından ve küfrün korkunç yüzünü göstermek suretiyle de kâfiri küfründen alıkoymaya çalışmalıdır. Tabii sadece sözleriyle değil, en başta hâl ve tavırlarının diliyle, bohemlik, kötülük ve çirkinliğe karşı muhataplarının gönlünde tiksinti uyarmalı ve onları bu gibi hata ve günahlardan uzak tutmaya çalışmalıdır.

 Bâtılı Tasvirden Kaçınmalı

Ancak münkerin çirkin yüzünü göstermeye çalışırken onun güçlü, kuvvetli veya süslü gösterilmemesi gerekir. Yoksa hiç farkına varılmaksızın muhatapların zihninde münkere karşı bir temayül ve alâka uyandırılmış olabilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki uyarısını, “Bâtılı tasvir, sâfi zihinleri idlâl eder.” (Bediüzzaman, Mektubat s.530 (Hakikat Çekirdekleri)) sözüyle dile getirir. Evet, bazen insan, hak ve hakikati anlatacağım diye olumsuz şeyleri öyle resmeder ki, muhataplarda ona karşı bir merak veya imrenme duygusu uyarabilir. Bu yanlışlık, sadece söz ve konuşmayla da yapılmaz. Bir yerde vaaz ve nasihatte bulunan veya konferans veren bir insan söylediği sözlerle sâfi zihinleri bulandırabileceği gibi, film veya dizi çeken birisi de ekrana taşıdığı görüntülerle aynı hataya düşebilir. Onlar, her ne kadar bâtılın, kamu vicdanında çirkin görünmesini hedeflemiş olsalar da, hiç farkına varmadan iradesi zayıf kimselerde günahlara karşı imrenme duygusunu tetiklemiş olabilirler. Böylece, doğruyu ifade etmek ve doğru etrafında surlar oluşturmak maksadıyla yola çıkan insanlar, başkalarını yanlış bir yola sürükleyebilirler.

 Ümit Kırıcı Olmamalı

Aynı şekilde olumsuz şeyleri, kötülük ve çirkinlikleri, moral bozacak, kuvve-i mâneviyeyi kıracak şekilde tasvir etmeye kalktığınızda da, münkerden nehiy emrine aykırı hareket etmiş olursunuz.

Meselâ yeri gelir, muzdarip bir ruh hâliyle, “Günümüzde insanlık gözyaşına mahrum gidiyor. Hiçbir devirde günümüzde olduğu kadar kuraklık yaşanmamıştır. Âlem-i İslâm cayır cayır yanıyor. Onun izzeti, onuru, gururu ayaklar altında payimal olmuş. Onun saçıyla sakalıyla oynuyorlar. Fakat böyle acı bir tablo karşısında bile insanlar üzülmüyor, teessür duymuyorlar. Birkaç dakikalarını ayırıp iki damla gözyaşı dökme mevzuunda bile cimri mi cimri hareket ediyorlar.” dersiniz. Fakat bu tür mülâhazaları dillendirirken bir taraftan da, “Acaba bunları söylemekle hata mı ediyorum!” endişesini taşırsınız/taşımalısınız. Zira negatif bir durumu resmederken insan, hiç farkına varmadan muhataplarının kaldıramayacağı, onların kuvve-i mâneviyelerini sarsacak kasvetli bir atmosfer ortamı meydana getirmiş olabilir.

İnsan, içinde bulunduğu zaman diliminin olumsuz havasını geçmişle kıyas ederken de benzer bir endişeyle gel-git yaşayabilir. Mesela siz, Sultan Ahmed Han Hazretleri’nin, “İftirakınla Efendim bende tâkat kalmadı. / Pâre pâre oldu bu dîl, aşkta muhabbet kalmadı. / Şol kadar ağlattı ben bîçareyi hükm-ü kaza, / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.” şiirini hatırlar, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) âşığı ve mecnunu o koca sultanlardan sonra saltanat delisi insanlara kalmanın ne kadar acı verici olduğunu düşünür, bu mülâhazalarınızı seslendirirsiniz. Hakikaten geçmişte yaşanan gül devrini bilen insanlar için, şu an yaşanan hazan mevsimi ne kadar acı, ne kadar ızdırap vericidir! Böyle bir ızdırabı duymama, geçmişle günümüz arasında böyle bir mukayese yapamama ise belki bundan daha ağır, daha iç acıtıcı bir hâldir! Fakat ne kadar sukut etmişiz ki, içine düştüğümüz derin çukurun, yaşadığımız bunalımın farkına bile varamıyoruz!

Bütün bunlar bir hakikatin ifadesidir. Fakat Hazreti Pîr’in ifadesiyle bir insanın söylediği her söz doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir. (Bediüzzaman, Mektubat s.532 (Hakikat Çekirdekleri)) Bazen doğru olduğuna inandığınız bir hakikati dile getirirsiniz. Fakat muhatapların idrak seviyesi, kalb ufku bu hakikati kaldırabilecek kıvamda değilse söz ve beyanlarınızla onları ümitsizliğe sevk etmiş, bir daha o güzellikler yaşanamayacakmış gibi yanlış bir kanaate itmiş olursunuz. İşte filmleriyle, dizileriyle, piyesleriyle, köşe yazılarıyla, vaaz u nasihatleriyle insanları negatif şeylerden sakındırmaya çalışan kimseler, bazen öyle kırılmalara sebebiyet verirler ki, insanlar inkisar yaşamaya dururlar. Bu inkisarla da iradelerinin kolu-kanadı kırılır, ümitsizliğe düşerler.

Bu açıdan bir yerde konuşma yapacak insan, muhataplarının hissiyatını doğru okumalı, ele aldığı meseleyi uygun bir üslûpla takdim etmeli ve karşı tarafta oluşabilecek muhtemel tepkileri de hesaba katmalıdır. Zira muhatapların neye karşı bağırlarını açacaklarını ve neye karşı reaksiyon göstereceklerini hesaba katmadan söylenen sözlerin, maksadın aksiyle netice vermesi muhtemeldir.

Hâsılı, iyiliği teşvik etme ve kötülükten sakındırmada temkinli hareket edilmelidir. Ne bâtılın tasvir edilmesinde mübalâğaya girilmeli, ne de hakkın ortaya konulmasında cimri davranılmalıdır.

 Konuşurken Hakperest Olmalı

Olumlu ve güzel şeyleri anlatayım derken de bazen ma’rufu emir çerçevesinin dışına çıkabilirsiniz. Mesela ortaya konan güzel faaliyetleri mübalâğaya girerek anlatırsınız. Hâlbuki mübalâğa zımnî (üstü kapalı) yalandır. Yalanın ise zerresiyle dahi dine hizmet edilemez. Hem mübalâğa, güzel faaliyetlerdeki feyiz ve bereketin kesilmesinin de önemli bir sebebidir.

Olumlu şeylerden bahsederken, bazen de meydana gelen güzelliklerin kaynağı kendinizmiş gibi onlardan nefsinize pay çıkarırsınız. Hâlbuki bahsettiğiniz meselenin % 99,9’u Allah’a (celle celâluhu) aittir. Burada iradeye düşen hisse ise binde birdir. Bunu nefyetmiyoruz. Aksi takdirde Cebriye’nin düşmüş olduğu hataya düşer ve hiç farkına varmadan mutlak bir determinizme kaymış oluruz. Fakat güzel şeyleri resmeden ve başkalarına sunan bir insan, o işin bir kahramanı gibi davranır ve hayalen bile olsa kendine bir pay ayırırsa hayalini şirk esintileriyle kirletmiş olur. Bu kirli hayal, bir gün gelir onun tasavvurlarına toslar ve orada bir kırılmaya sebebiyet verir. Arkasından onun taakkulâtına dokunur ve aklında bir kısım çatlamalar oluşmasına yol açar. Neticede böyle bir insan, önce şirkin en masum şekli olan “biz, biz” demeye başlar, arkasından da şirkin en galizi olan “ben, ben” demeye durur.

 Nasihate Kendi Nefsinden Başlamalı

Başka bir husus da yapılan nasihatin muhataplarda olumlu bir tesir bırakabilmesi bizzat söyleyen tarafından onun yaşanmasına bağlıdır. Zira Cenâb-ı Hak, Hazreti İsâ’ya hitaben, يَا عِيسَى عِظْ نَفْسَكَ فَإنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإِلاَّ فَاسْتَحْيِ مِنِّي Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et. O, bu nasihati tuttuktan sonra da insanlara nasihatta bulun. Yoksa Ben’den utan. buyurmaktadır. (Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382) Yüce Allah, burada insanın kendi nefsine kabul ettiremediği bir şeyi başkalarına söylemesinin Kendisine karşı bir saygısızlık olduğunu ifade buyurmuştur. Söylediklerinin on katını yaşayan Hazreti Mesih (aleyhisselâm) gibi ülu’l-azm bir peygambere karşı Allah (celle celâluhu) tarafından böyle bir uyarı yapıldığı düşünülürse, diğer insanların bu konuda ne kadar dikkatli olmaları gerektiği daha iyi anlaşılacaktır.

Şekilden kurtulamamamız, formalitelerden sıyrılamamamız ve sureti bırakıp mânâya geçemememiz de söylediğimiz sözlerin muhataplarda tesirsiz kalmasına sebebiyet veren başka bir husustur. Eğer bir buçuk milyara yakın İslâm dünyası içinde on milyon insan, İslâm’ı Asr-ı Saadet Müslümanları gibi yaşasaydı, insanlık âleminin çehresi şimdi çok farklı olurdu. Ama Cenâb-ı Hakk’ın, لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ  “Eğer şükrederseniz nimetimi arttırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7) beyanıyla vaat ettiği nimetlerden mahrum kalmamak için de her şeye rağmen olana da hamd olsun!

Yâ Rab! Verdiğin nimetleri görmezlikten gelerek, bizi onlardan mahrum bırakma! Kalblerimize inşirah ver ve bizi hakikî insan eyle! Bizlere her zaman şükürle gürleyen, haşyetle ürperen, acz u fakr şuuruyla yalvarıp yakaran gönüller ihsan eyle!..

Zulmün Yeni Bir Versiyonu ve Şeklî Müslümanlık

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Zulüm ve haksızlıklara sessiz kalmayıp insanları kötülüklerden sakındırmaya çalışan kişiler iftira, tehdit, baskı gibi saldırılara maruz kalıyor. Bunlara karşı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’e uygun davranış tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: Cenâb-ı Hak; كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110) âyetiyle, insanlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmetin ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) olduğunu beyan buyurmuştur. Bu en hayırlı olma vasfını da ma’rufu emretme ve münkerden alıkoymaya; diğer bir tabirle, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğün zararlarından da insanları korumaya çalışmaya bağlamıştır. Bu açıdan mü’min, melekleri bile imrendirecek örnek bir nesil oluşturmak için, bir taraftan ma’rufu emrederek insanların iyilik ve güzelliklerle serfiraz olmalarını sağlamalı; diğer yandan da Allah’ın (celle celâluhu), Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), akl-ı selimin ve tabiat-ı beşeriyenin çirkin gördüğü şeylerden insanları alıkoyma gayreti içinde olmalıdır.

Hissettirmeden İyilik

Kötülüklerden sakındırma işinin çerçevesinin çok iyi ortaya konulması ve sınırlarının da çok iyi belirlenmesi gerekir. Öncelikle kötülüklerden sakındırmada, tavrın şahsa değil, o şahısta bulunan kötü sıfatlara yönelik olduğu unutulmamalıdır. Farklı bir ifadeyle kötü sıfatların her biri insanlara bulaşmış birer virüs gibidir. Asıl gaye virüsün giderilmesi, böylece şahsın tekrar sıhhat ve afiyete, emniyet ve huzura kavuşturulmasıdır. Dolayısıyla bir mü’min, olumsuz sıfatlara karşı tavır alsa, hatta onlara karşı ilân-ı harp etse bile, o, bu sıfatları taşıyanlara karşı olabildiğince merhametli olmalı, elinden geldiğince onlara karşı yumuşak bir dil ve üslûp kullanmalıdır. Öyle ki siz, kötülük yapanları kötülükten sakındırırken onlar kendilerine karşı bir tavrınızın olup olmadığının bile farkına varmamalıdır. Evet, siz üslûbunuzdaki inceliğinizle öyle hareket etmelisiniz ki, onlar tıpkı elbiselerini sırtlarından çıkarıp attıkları gibi, hiç farkına varmadan sahip oldukları bu kötü sıfatlardan sıyrılıvermelidirler. Böyle hareket etmek, peygamberane bir tavrın ve peygamber yolunun bir gereğidir.

Olumsuz tavır ve davranışlara karşı siz de farklı bir olumsuzlukla mukabelede bulunursanız, olumsuzlukları önleme bir yana onları daha da katlamış olursunuz. Özellikle insanlara sürekli menfiliğin pompalandığı ve bunun etkisiyle onların da pek çok menfi tavır ve davranışın içine girdiği günümüzde bu mesele daha bir önem arz etmektedir.

O hâlde siz, -Hazreti Mevlâna’nın yaklaşımıyla ifade edecek olursak- şefkat ve merhamette herkesin başını okşayan Güneş gibi, tevazu ve alçak gönüllülükte ayaklar altındaki toprak gibi, cömertlik ve yardımda yeşilliklere hizmet eden yağmur gibi, başkalarına faydalı olmada gölgelerinde başkalarını yararlandıran ağaçlar gibi, ayıpları örtmede her şeyi görünmez kılan gece gibi, hiddet ve asabiyette hareketsiz duran ölü gibi, hoşgörüde uçsuz bucaksız deniz gibi olmalısınız. Hususiyle aynı kıbleye yöneldiğiniz, aynı yere secde ettiğiniz hâlde şeytanın dürtüleri veya nefs-i emmarenin yönlendirmesiyle bir kısım hata ve yanlışlıklara sapan ve sizden uzaklaşan insanlar karşısında aynı tavrınızı korumalısınız. Onlar, sizden uzaklaşsa da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Çünkü onlar, sizden on kilometre uzaklaştığında siz de on kilometre uzaklaşırsanız, aradaki uzaklığı yirmi kilometreye çıkarmış olursunuz. Fakat siz olduğunuz yerde durursanız, aradaki uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler. Fitneyi büyütmek iş değil, önemli olan, fetanet kalkanıyla ona karşı çıkmak ve Allah’ın izniyle onu bitirmektir.

İzzet ve Haysiyet Duygusuyla İmtihan

Bazıları, bu tür insanlara karşı tavır almayı, şeref, haysiyet ve izzetlerini korumanın bir gereği sayabilirler. Fakat şeref ve haysiyetini âdeta başında bir taç gibi taşıyan ve bu konuda zirveyi temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha sonra elde edeceği kazanımları düşünerek yeri geldiğinde kritik bazı noktalarda bir adım geriye çekilmiştir. Böylece yeri geldiğinde geri çekilmenin Müslümanca bir strateji olduğunu bize göstermiştir.

Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’de bulunan ashabını, umreye götürmek üzere yola çıkarmış, onlarla birlikte atın ve devenin sırtında yaklaşık 400 kilometrelik yol kat etmişti. Fakat Mekke’ye altmış yetmiş kilometrelik bir mesafe kaldığında, karşılarına Mekkeli müşrikler çıkarak onları Mekke’ye girmekten menetmişlerdi. O gün itibarıyla henüz gözü hakikate açılmayan fakat askerî dehası herkesçe müsellem bulunan Halid İbn Velid, emri altındaki askerî birlikle Müslümanları kuşatmıştı. Buna karşılık İnsanlığın İftihar Tablosu ses çıkarmamıştı. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/275-276) Hâlbuki orada sahabe efendilerimiz, O’nun bir işaretiyle ölesiye bir mücadelenin hakkını verir; Allah’ın izniyle Halid İbn Velid’i de, Amr İbnü’l-Âs’ı da aşar ve Kâbe’ye girerlerdi.

Kendi haysiyet ve şerefinin yanında, arkasına aldığı insanların şeref ve haysiyetlerini de kendisine emanet kabul eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabına söz vermiş olmasına ve onların da hissiyatlarını bilmesine rağmen, Müslümanların o sene Mekke’yi ziyaret etmeksizin döneceklerine dair anlaşma maddesini kabul etmişti. Anlaşma yapıldıktan sonra umre vazifesini yerine getirmeden ashabıyla beraber Medine’ye dönmüştü. Aynı şekilde O (sallallâhu aleyhi ve sellem), anlaşma metninin başına yazılan “Allah Resûlü” ifadesine müşriklerin itirazları üzerine bunun da silinmesini emretmişti. Keza Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’de zahiren Müslümanların aleyhinde gibi görünen “Mekke’den Medine’ye gitmek isteyen olursa kabul edilmeyecek; aksine Mekke’ye dönen kimselere de engel olunmayacak.” vb. anlaşma maddelerini de kabul etmişti. Hatta anlaşma esnasında Ebû Cendel Hazretleri gibi Mekke’de işkence gören bazı Müslümanlar kaçarak Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) sığınmış, fakat müşriklerin diretmeleri üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istemeyerek de olsa onları iade etmişti.

Bütün bu hâdiseler, bir yönüyle onurun, itibarın bittiği bir noktadır. Yaşananlar karşısında sahabe efendilerimizin çektiği ızdırap ve acıların tamamını vicdanında yaşayan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu olup bitenleri sineye çekmişti. Bir yönüyle bakıldığında, bunlar geri adım atma olarak değerlendirilebilir. Fakat aynı zamanda bunların her birisi, metafizik gerilime geçme ve daha sonra ileriye adım atma adına çok önemli birer hamledir. Nitekim buradaki geriye bir adım atma, daha sonra Kâbe’nin fethinin zemin ve şartlarını oluşturmuş ve konjonktürü öyle müsait bir hâle getirmiştir ki, Müslümanlar, oluşan bu atmosferde rahatça Mekke’nin fethini gerçekleştirmişlerdi.

Aktif Sabır ve İnayet Tecellilerinin Eseceği Ân

Günümüze gelince bizim de onurumuza dokunulabilir, gururumuz kırılabilir ve rencide edilebiliriz. Yaptığımız en makul ve güzel işlere bile karşı çıkılarak bunların şeytanî işler olduğu ithamına varacak kadar kin, nefret ve hasede maruz kalabiliriz. Belli bir dönemde size, dinî duygu ve düşünceye tahammül edemeyenler taarruz ediyor, iğneden ipliğe her şeyinizi tetkik ediyor ve mercek altına alıyorlardı. Aradan yıllar geçti ama değişen çok fazla bir şey olmadı. İnanmayan insanlardan sonra onların yerine a’raftakiler geldi ve bu zulmü devam ettirdiler. Onlar da gittikten sonra bu sefer belli güç ve imkânları eline geçiren bir kısım Müslümanlar geldi. Onlar da bir zamanlar dindarlığınızdan dolayı size zulmedenlerin yaptığını reva görmeye başladılar. Anadolu insanının bin bir emek ve gözyaşıyla açılmasına vesile olduğu üniversiteye hazırlık kurslarına, yurtlara ve okullara hiç kimseye yapmadıkları şekilde garazkâr bir üslûpla tavır aldılar. “Bir açık bulabilir miyiz?” diye bazı insanları o eğitim yuvalarının üzerine saldılar. Zira hazımsızlık ve haset, bazen insana, kâfirin yapmadığı kötülükleri yaptırır.

Fakat biz, bütün bu kötülükler karşısında hiç sarsılmamalı, onurum gururum dememeli, bilâkis, Cenâb-ı Hakk’ın, bazı hikmetlerden ötürü kötülüklere izin verdiğini ve eğer izin vermese hiç kimsenin zarar veremeyeceğini mülahazaya almalı, hikmetine ve rahmetine itimat içinde O’na yönelmeli;

“Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ

İkisi de câna safâ, lütfun da hoş kahrın da hoş.”

demeli ve Hak’tan inayet tecellilerinin eseceği ânı beklemeye durmalıyız. Zulüm ve haksızlıklar din düşmanlarından da gelse, a’raftakilerden de gelse, hasede yenik müminlerden ya da şeklen Müslüman gözüken ve alnını yere koyan kimselerden de gelse biz, bu konudaki duygu, düşünce ve temel disiplinlerimizden kat’iyen fedakârlıkta bulunmamalıyız. Bağrımız her zaman herkese açık olmalı, herkese sevgi buketleri göndermesini bilmeliyiz. Bize ok atanlara karşı, oklarımızın ucuna birer gül takmalı, onların dünyalarına güller yağdırmalıyız. Onlar ister bunu anlasın ister anlamasınlar. Biz, usûl ve üslûp adına Kur’ân ve Sünnet’ten ne anlıyorsak son nefesimizi verinceye dek ona sadık kalmaya devam etmeliyiz.

350. Nağme: İlâhî Ahlakın Bir Buudu ve Bir Cânî Dokuz Masum

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Birkaç gün önceki bir sohbette muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu yönelttik:

لِيُكَفِّرَ اللَّهُ عَنْهُمْ أَسْوَأَ الَّذِي عَمِلُوا وَيَجْزِيَهُمْ أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ

ayetinde muhsinlere mükafat olarak anlatılan ilâhî muamelenin Allah ahlakı açısından işaret ettiği hususlar nelerdir? Bu ayet zaviyesinden düşünülürse, insanları değerlendirirken kötülüklerini ve iyiliklerini ne ölçüde nazar-ı itibara almalıyız?

Sorumuza esas teşkil eden ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyuruyor: “Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek (affedecek) ve yaptıklarının en güzeline denk olarak ecirlerini (mükâfatlarını) verecektir.” (Zümer, 39/35)

Muhterem Hocamız bu ayet-i kerimede kullarının en küçük iyiliklerini bile zayi etmeyen, onların güzel bir niyetle ortaya koydukları zerre kadar bir hayrı dahi karşılıksız bırakmayan, birleri binlerle mükafatlandırıp herkesi küçük bir vesile ile bağışlayabilen Rahmeti Sonsuz’un merhametine işaret bulunduğunu anlattı.

Evet, Allah (celle celâlühû), bazılarını tevbeleri sebebiyle affeder; bazı kullarını bir hataya düşmüşlerse bile hemen bir iyilik yaparak tekrar çizgilerini bulma cehdi göstermelerinden dolayı bağışlar. Bazen gönülden yapılan bir duayı, bazen vicdandan yükselen bir pişmanlık âhını, bazen samimiyetle dökülen birkaç damla gözyaşını, bazen az bir sadakayı, bazen pek küçük bir hayrı ve bazen de çok emek gerektirmese bile hâlis bir niyetle ortaya konan hasenâtı mağfirete ermeye, Cennet’e girmeye, Cemalullah’ı görmeye ve Rıdvan’a erişmeye vesile kılar.

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda da bu hususu te’yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.” Bu itibarla da, hiçbir iyilik hor görülmemeli ve küçümsenmemelidir. Bazen, küçük gibi görülen bir iyilik, rahmeti coşturacak bir düğmeye dokunma ya da diğer hayır ve hasenâtın kâfiyesini koyma gibi olmaktadır.

Allah (tebâreke ve teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7-8) buyurarak, en küçük bir hayr veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir.

İşte bu hakikatleri hatırlatarak, başkalarının en küçük iyliklerini bile zayi etmemek, onlardaki güzel hasletlere yoğunlaşıp kötülüklerini görmemeye çalışmak ve insanları güzel yönlerine göre değerlendirmek gerektiğini; bunun da ilâhî ahlakın bir buudu olarak görülebileceğini belirten Hocaefendi, “Kendi kusurlarımızın en küçüğünü dahi dağ cesametinde, başkalarının ise en küçük iyiliklerini yine dağ casemetinde görmek lazımdır.” dedi.

Muhterem Hocamız şu latif ölçüye dikkatleri çekti: Bediüzzaman Hazretleri, bir gemi misali verir: Bir gemide dokuz masum, bir cani bulunsa, o cani sebebiyle o gemi batırılamaz. Hatta o gemide dokuz cani, bir masum bulunsa dahi, o tek masumun hakkı için o gemi batırılamaz. Batırılsa zulmedilmiş olur. İşte mümin ferd bir gemi gibidir. Onda bir çok vasıf ve sıfat bulunmaktadır. Bir mümindeki bir veya birkaç kötü vasıf ve sıfat dolayısıyla o mümin bütünüyle silinip atılamaz, her vasıf ve sıfatını içine alacak şekilde bir üslupla itham edilip suçlanamaz. Onun kötü sıfatlarına kızılsa da şahsına kin, nefret ve buğz duyulamaz/duyulmaması gerekir.

Muhterem Hocamızın -bazı noktalarına işarette bulunduğumuz- cevabını 18:15 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.

Muhabbetle…