Posts Tagged ‘marifet’

Hakikat Aşığı İlim Adamları Yetiştirme

Herkul | | KIRIK TESTI

Zannediyorum Müslümanlar şimdiye kadar hiç bu kadar ufuksuz, mekfûresiz, darmadağınık ve bencil olmamışlardır. Her yerde başıboş bırakılmış yığınlar.. her birisi farklı bir akım ve ideolojiye aborda olmuş. Mehmet Akif bir şiirinde,

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

der. Şimdiye kadar sahip çıkamadık. Çünkü mihmandarların böyle bir dertleri, düşünceleri olmadı, hâlâ da yok. Kendilerinin olmadığı gibi, başkalarının bu istikametteki ceht ve gayretlerini de gereksiz bir macera, bir şov gibi görüyorlar. Milletin himmetine dayalı açılımları, kendi mantıklarının bile kabul etmeyeceği gerekçelere bağlıyor, onlar hakkında hiç olmayacak isnat ve iftiralar uyduruyorlar. Mevcut tabloyu düşününce burkuntu yaşamamak, hafakanlara girmemek mümkün değil. Yaşanan korkunç yıkımı mülahazaya aldığımda kalbimin ritmi bozuluyor.

Başkaları dünyayı değiştirme ve dönüştürme istikametinde yapmadık bir şey bırakmamışlar. Bir taraftan tabiatı didik didik etmiş, ilim ve fenlerde baş döndürücü bir inkişaf ortaya koymuş; diğer yandan da Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar herkesi halayıkları hâline getirmişler. Asimile edebileceklerini asimile etmiş, ezebileceklerini ezmiş, sömürebileceklerini sömürmüş, kapıkulu olarak kullanabileceklerini de kullanmışlar. Biz ise olup biten bunca fezayi ve fecayii görmezden gelmişiz. Sâmit bir infialin (sessiz bir reaksiyon) olduğunu söylemek bile zor. Öyle bir umursamazlık ve aldırmazlığa dalmışız ki yangın kendi evimize girmediği sürece tepkisiz kalmışız. “Ateş düştüğü yeri yakar.” şeklindeki bencilce ifade sanki hayat tarzımız hâline gelmiş.

Bütün bunlar, dar düşünceli insanlara ait nesepsiz düşüncelerdir. Niye nesepsiz diyoruz? Çünkü bizim ruh ve mana köklerimizden gelmiyor, onlarla beslenmiyor, onlara dayanmıyor. Oysa mü’min öyle insandır ki, ateş nereye düşerse düşsün, onu da yakar. Özellikle bir Müslümanın inanç atlasını, değerler dünyasını yakıyorsa, onun sessiz ve tepkisiz kalması düşünülemez. Zira Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/151, 7/270; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/356)

   Kaht-ı Rical

Eskiler, adam kıtlığını “kaht-ı rical” tabiriyle ifade ederlerdi. Günümüzde yaşanan da bu. Ufuklu insanlar çıkmıyor. Kendini yüce bir mefkûreye adamış yüksek ruhların sayısı bir hayli az. Çünkü bu tür insanları yetiştirebilecek elverişli kültür ortamı mevcut değil. Öncelikle buna zemin hazırlamak gerekiyor. Nizamülmülk’ün, Selçuklular döneminde Nizamiye medreselerini açmasının asıl sebebi, kaliteli insan yetiştirmekti. Gerçekten de bu medreselerden çok kaliteli insanlar yetişti. Oldukça bereketli bir dönem yaşandı. Sonraki asırlarda da ilme, araştırmaya, tekvinî ve teşriî emirleri okumaya yönelen insanlar oldu. Fakat bir süre sonra bu durdu. Bir taraftan Moğol saldırıları ve Haçlı seferleri gibi dış faktörler, diğer yandan da içeride yaşanan herc ü merçler yüzünden Müslümanlar bir daha bellerini doğrultamadılar. Günümüzde de kendi devrini bilen donanımlı insanları yetiştirecek ilmî ve fikrî bir ortamın varlığından söz etmek zor.

Yanlış anlaşılmasın. Günümüzde farklı ilim sahalarında ortaya konulan çalışma ve araştırmaları küçümsemiyoruz. Fakat ilim adamlarının kendi alanlarıyla ilgili araştırma yapmaları, eserler ortaya koymaları ayrı bir meseledir; kâinatı doğru okuma, insan-kâinat ve Allah münasebetini doğru kurma ve içinde yaşadığı dönemin şartlarına göre yapılması gerekenleri yapma ayrı bir meseledir. Bu gibi şeyler ayrı bir donanım, farklı bir ufuk istiyor. Bu tür insanların yetişmesi, yetiştirilmesi kolay değildir. İslâm’ın ilk asırlarında sayıları binlerce olsa da sonraki asırlarda git gide azalmıştır.

Bize düşen vazife, insanlarda ciddi bir merak ve heyecan oluşturmak, onlara yüce bir mefkûre aşılayabilmek, başarıları ödüllendirmek ve gerekli zemini hazırlamak suretiyle donanımlı ve ufuklu insanların yetişmesini sağlamaktır. İlmî ve fikrî çalışmalarını ibadet neşvesi içinde sürdüren, bunların kendisini Allah rızasına, Efendimiz’in maiyetine ve uhrevî nimetlere ulaştıracağına inanan ve bu hedefe ulaşma adına dünyayı bir Cennet hâline getirmeye azmetmiş insanlar yetiştirmeliyiz.

   Yeni Bir Bakış Açısıyla Varlığı Yeniden Okumak

Öte yandan eğer mesele sadece maddî ve dünyevî cihetiyle ele alınır, ilim ve araştırma aşkı yüce bir gayeye bağlanamazsa, yapılan çalışmalar bir yerde takılır kalır. İnsan, tekvinî emirleri didik didik etse ve tabiat yasalarını çok iyi okur da, natüralizm ve pozitivizm serhaddini aşamaz. Aşamayınca da hakikati arama çabası eksik kalır. Önemli olan, ilim aşkını aşkınlığa ulaştırabilmek, teşriî ve tekvinî emirleri birlikte değerlendirebilmektir. Çünkü Allah’a ulaşma buna bağlıdır. Eğer burada düşünce atlasınızı böyle bir enginliğe taşıyabilirseniz, ötede Cenab-ı Hakk’ın çok farklı lütuf ve ihsanlarına mazhar olursunuz.

Farklı zamanlarda çok defa ifade edildiği üzere Batılılar eşya ve hâdiseleri hallaç etmek suretiyle bilim ve teknolojide önemli mesafeler kat etmişlerdir. Ortaya koydukları çalışmaları takdir etmemek mümkün değildir. Fakat Allah’ı zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla bilemediklerinden ötürü, sebeplere takılıp kalmış ve bir türlü natüralizm sınırını aşamamışlardır. Bazıları da izzet ve azamete perde olması gibi pek çok hikmetlere mebni olarak yaratılan sebepleri -hâşâ ve kellâ- Allah’ın arşına oturtmuşlardır. Oysaki sebepler fail görünebilirler ama hakikatte fail olamazlar. Hakiki fail başkadır. O, yaratan, var eden, var ettiğinin varlığını devam ettiren kudret-i namütenahiye, irade-i namütenahiye ve meşiet-i namütenahiye sahibi Zat-ı Ecell ü A’lâ’dır.

İlmî çalışmalara inançlı insanların eli değmediği müddetçe bilim, natüralizm, pozitivizm ve materyalizmin demir pençesinden kurtulamayacaktır. Müslümanlar da bilimsellik adına kendilerine dayatılan ilim mantığını çaresiz şekilde kabul etmek zorunda kalacaklardır. Kabul etmenin de ötesinde kendi ilim yuvalarında talim ve terbiyelerinden sorumlu oldukları öğrencilere de bunu öğreteceklerdir. Laboratuvarları ve araştırma merkezleri bu mantığa göre çalışacaktır. Dolayısıyla da bir türlü taklitten kurtulamayacak, kendileri olamayacaklardır.

Maalesef beşinci asırdan sonra ilim ve fikir hayatında ciddi bir düşüş başlamış ve bir dönemden sonra Müslümanlar âdeta uyurgezer olmuşlardır. Son asrımızda kısmi bir uyanıştan söz edilebilir. Elmalılı Hamdi Yazır, Ahmed Naim, Filibeli Ahmed Hilmi, Hazreti Bediüzzaman gibi kimseler önümüze yeni düşünme ufukları açmış, varlığı farklı yorumlama yöntemleri talim etmişlerdir. Bunlardan da yola çıkarak günümüzde sebeplerin mahiyetinin yeniden ortaya konulmasına, Müsebbibü’l-Esbâb’ın layık-ı veçhiyle tanınıp bilinmesine, insanın asıl vazifesinin doğru bir şekilde tarifine, insan-varlık ve Allah arasındaki ilişkinin doğru vaz edilmesine ciddi ihtiyaç vardır.

   Marifet İltifata Tâbidir

Bu da uygun ilmî ortamın oluşturulmasına, insanların ilme yönlendirilmesine, başarıların ödüllendirilmesine bağlıdır. Aslında en büyük mükafat, ilmin marifete, marifetin muhabbete, onun da Allah’ın rızasına vesile olmasıdır. Dolayısıyla insanlara öncelikle bu tür yüce hedefler gösterilmelidir. Fakat bunun yanında maddî primler de ihmal edilmemelidir. Zira yaygın anlayışla ifade edecek olursak, marifet iltifata tâbidir. Siz iltifat ederseniz, onlar da marifet döktürürler.

Gerçi öteden beri benim bu söze tepkim vardır. Çünkü asıl önemli olan iltifatın marifete tâbi olmasıdır. Yani yapılan çalışmaların, Allah rızası dışında hiçbir maddi beklentiye bağlanmamasıdır. Fakat herkes böyle bir erdeme sahip olmayabilir, böyle bir hedefe kilitlenemeyebilir, bu ölçüde rıza yolcusu olamayabilir. Bu sebeple insanlar, avansla, takdirle, ödülle çalışmaya, araştırmaya, üretmeye teşvik edilmelidir. Çoklarının teyit ve desteğe ihtiyaç duyacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Tabir yerindeyse istidadı olan insanlara, bir dinamo bağlanarak enerji verilmeli, onlar şarj edilmeli ve böylece harekete geçmeleri sağlanmalıdır.

Tekvinî emirlerin doğru okunması, doğru düşüncelerin ve doğru tespitlerin ortaya konulabilmesi, önceki nesillerden miras alınan ilmin daha ileriye götürülmesi, ilim ve araştırma adına yeni ufuklar açılması, arkadan gelenlere daha derin düşünme ortamının hazırlanması adına verilecek maddî-manevî desteğin yeri çok önemlidir. İdeolojilere, sekülerizme, egoizmaya ipotek edilmiş düşüncelerle bir yere varılamaz. Önemli olan, bir taraftan insanlara yüce bir mefkûre verebilmek, diğer yandan da onlara her tür desteği sağlayabilmektir. Şayet siz bu konuda uygun ortamlar hazırlar ve üzerinize düşen sorumlulukları yerine getirirseniz, seviyeli, kaliteli ve donanımlı insanlar zuhur eder. Aksi takdirde hakikat aşığı ilim adamları yetiştiremez ve yerimizde saymaya devam ederiz.

***

Not: Bu yazı, 30 Ocak 2009 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Kur’ân’dan Hakkıyla İstifade Edebilmenin Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Sohbetlerinizde Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmek için ona duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle müracaat etmenin önemi üzerinde duruyorsunuz. Burada söz edilen duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi nasıl anlaşılmalıdır?

   Cevap: Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve ondaki ilâhî maksatların görülmesi için dikkat edilmesi gereken pek çok kaide ve disiplinden bahsedilebilir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın izah ve temsilleri çok önemli olduğu gibi İslâm ulemasının konuyla ilgili ortaya koyduğu disiplinler de mutlaka göz önüne alınmalıdır. Fakat Kur’ân ilimlerine dair dikkat edilmesi gereken bu tür prensiplerin de öncesinde bir insanın duygu ve düşünce safvetine sahip olması ve Kur’ân’ın ortaya koyduğu beyan ve ahkâma ihtiyaç hissetmesi çok önemlidir.

   Duygu Safveti

Duygu safveti, insanın, düşünceleri itibarıyla duru olması, samimiyetten ayrılmaması, ele aldığı meseleyi incelerken ve anlamaya çalışırken onun dışındaki başka mülâhazalara kapanması demektir. Bu yönüyle o, her meselede önem arz eder. Kur’ân ve Sünnet’e duygu safvetiyle yaklaşma, insanın bütün önyargılardan sıyrılarak ve yabancı ideoloji ve felsefelere kapanarak bu iki kaynağı murad-ı ilâhiye uygun olarak kendi bütünlüğü içinde anlama niyetini, azmini ve gayretini ifade eder. Duygu safvetine sahip olan bir insan sadece Allah’ın rızasını düşünür. Dolayısıyla o, Kur’ân’ı, kendisini anlatma adına bir basamak yapmaz. Kur’ânî bir ruha sahip olan insan, Allah’ın kelâmını hiçbir şeye âlet etmez. Zira onun asıl maksadı öncelikle ilâhî beyanı Allah’ın maksatlarına uygun olarak anlayabilmek, sonra da bunları başkalarına duyurmaya çalışmaktır.

Eğer bir insan Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini, kelimelerini, konularını, muhtevasını iyi biliyor ama bunları, kendini ifade etmeye vesile olarak kullanıyorsa, onun duygu ve düşüncelerinin saf ve duru olduğu söylenemez. Kur’ân hakkındaki bilgisine dayanarak başkalarının kendisine ihtiram göstermesini isteyen veya bununla bir kısım makamlar elde etmeyi arzulayan bir insanın duyguları kirli demektir. O, Kur’ânî bir gönle ve ruha sahip değildir. Böyle bir insanın umduğu şeylere nail olması imkânsızdır. Muvakkaten bazı insanlar aldansa ve onun arkasından koşsalar da bu sürekli olmayacaktır.

Duygu safvetinin niyet ve maksatla sıkı bir münasebeti vardır. Kişinin niyetinin iyi veya bozuk olmasına göre Kur’ân’dan istifadesi de değişecektir. Bilgiçliğini ortaya koyma, başkaları tarafından saygı ve takdir görme, insanların teveccüh ve alâkasını kazanma gibi bozuk niyetlerle Kur’ân’a yönelen ve bu alanda ilim sahibi olmak isteyen bir insan muvakkaten bu emellerine nail olsa bile hakkıyla Kur’ân’dan istifade edemeyecektir. Buna mukabil, derya yerine bir damlaya talip olmayan, küçük hesapların peşinde koşmayan ve sadece Allah rızasını düşünen, Allah’ın insanlığa inzal buyurduğu Yüce Kitab’ı vasıtasıyla O’nun maksatlarını anlamaya çalışan ve bu sayede Allah’a kâmil bir kulluk ortaya koymayı isteyen bir insan ise Kur’ân’ı çok daha derince anlayacak ve çoklarının göremediği hakikatleri görecektir.

Bu açıdan insan en başta, Kur’ân karşısındaki duygu ve düşüncelerini gözden geçirmeli ve zihninde onu nereye koyduğuna dikkat etmelidir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu unutmamalı ve ona -haşa- bir beşer sözüymüş gibi sathi bir nazarla bakmamalıdır. Onun kendine has bir edası ve ifade biçimi olduğunu hatırda tutmalıdır. Eğer Kur’ân’ın kendisine kapılarını açmasını ve sonrasında bu açık kapılardan onun içine girmeyi istiyorsa, duygu ve düşüncelerinin kendisi için bir perde ve hail olmamasına ve kendisine husuf ve küsuf yaşatmamasına dikkat etmelidir. Kur’ân’ı doğru görmek, onun mânâlarını doğru anlamak ve Rabbimizin, onun ifadeleri arasında yer alan muradına ulaşmak için her türlü kirli mülâhazadan sıyrılmalı ve niyet duruluğuna ulaşmalıdır.

Bir insanın Kur’ân karşısında böyle bir niyet duruluğuna erişmesi, ulaşılması çok zor bir hedef olduğu için bu konuda Allah’a ne kadar dua edilse sezadır. Bir insanın ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bize gönderdiğin ilâhî kelâmında yer alan yüce maksatlarını anlamak istiyorum. Kelamında Sen’i tanımak ve Sen’i duymak istiyorum. Kelamını Sen’den duyuyor gibi veya en azından Habibinin lâl ü güher saçan dudaklarından dökülüyor gibi duymak istiyorum. Allah’ım, beni Kur’ân’ı anlamaya muvaffak kıl!” demesi çok önemlidir. Eğer bir kimse fakire gelip bu şekilde bin defa dua ettiğini söylese benim cevabım, “Niye iki bin defa değil!” şeklinde olacaktır.

   İhtiyaç Tezkeresi

İhtiyaç tezkeresi ise, bir insanın Kur’ân’ı, -bir kitaba isim olmuş bir ifadeyle- “menhelü’l-azbü’l-mevrûd” yani tertemiz ve dupduru bir tatlı su kaynağı gibi görmesi ve ona olan ihtiyacını hissetmesi demektir. Böylece ondan istifade etme adına fikir, mantık ve muhakeme kovasını salacaktır. Hatta meseleyi sadece akıl düzeyinde de bırakmayarak kalbinin enginlikleri ve vicdanının derinlikleriyle işin içine girecek ve oradan alabildiğini alacaktır. Aksi takdirde insan bu tatlı su kaynağına kovasını salsa bile bir şey elde edemez ve onu boş olarak çıkarır.

Bilindiği gibi ihtiyaç çok önemli bir üstattır. O, insanı yeni şeyler öğrenmeye ve yeni keşiflerde bulunmaya sevk eden önemli bir dinamiktir. İhtiyacın ileri derecesi olan “ıztırar”ın (zaruret durumuna maruz kalma, dara düşme) Allah’a karşı çok önemli bir müracaat üslubu olduğu ve Allah’ın “muztarr”ın (ıztırar durumuna düşmüş, darda kalan kimse) duasına icabet edeceği bizzat Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmektedir.

İşte insan ıztırar derecesinde bir ihtiyaç ile Kur’ân’a yönelir, “Allah’ım ben Kur’ân’sız edemem. O olmadan doğru yolu bulamam, sırat-ı müstakimde kalamam.” der, Kur’ân’a duyduğu ihtiyacı derinlemesine hissederek ona müracaat ederse aradığını onda bulur. İnsan, dilenmeye doymuş, ihtiyaç izhar etmeyen, yüzünü öbür tarafa çevirip “Verirsen ver, vermezsen verme!” tavırları içerisinde kendisinden bir şeyler isteyen dilenciyi önemseyip ona bir şey vermez. Buna karşılık bir de gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle ihtiyaç içerisinde olduğunu hissettiren dilenci vardır ki böylesini reddetmek zordur. Dolayısıyla dilencinin bile ihtiyacının farkında olması, dilenmesini ve istemesini bilmesi maksadına ulaşması adına çok önemlidir.

Keza, müstağni tavırlarla, bilmiş bilmiş konuşarak soru soran kimsenin alacağı cevap da ona göre olacaktır. Muhatabı ya böyle bir soruya cevap vermeyecek ya da kerhen birkaç şey söyleyip meseleyi geçiştirecektir. Fakat bir insan soru soracağı şahsa güven içerisinde ve gerçekten onun cevabına muhtaç bir tavırla soru soracak olursa, cevap veren de elinden geldiği ölçüde onun talebini karşılamaya çalışacaktır.

Aynen bunun gibi eğer bir mü’min, Kur’ân-ı Kerim’e duyduğu ihtiyacının farkında olarak ona gönülden teveccüh ederse onu daha derince ve engince anlayacaktır. Zira Kur’ân, hazinelerini ancak, samimi hislerle kendisine yönelen kimselere açar. Fakat Kur’ân’a karşı müstağni davranana Kur’ân da “kıskanç” davranacaktır. Kendisine müstağniyane tavırlarla yanaşan kimseye karşı panjurlarını indirecek, kapılarını kapatacak ve “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyecektir. Her ne kadar Kur’ân âyetlerini okuyan kimse onların zahirî mânâlarından bir şeyler anlasa da katiyen arka plânına nüfuz edemeyecek, derinliklerine inemeyecek ve onların altında yatan makasıd-ı ilâhîyi göremeyecektir.

   İhtiyacının Farkında Olma

Burada bir hususun daha üzerinde durulması faydalı olacaktır. Bir insanın Kur’ân’a ihtiyaç tezkeresiyle başvurabilmesi için öncelikle ihtiyacının şuurunda olması gerekir. İşte bu ihtiyacı hissedebilme adına bir kısım dinamiklerin değerlendirilmesi gereklidir. Mesela Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu anlama, bizim dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarımızı karşılamada onun nasıl hayatî bir rolü olduğunu idrak etme, Kur’ân’da yer alan bir kısım meselelerin daha iyi anlaşılmasını sağlama gibi noktalarda birbirimizi ikaz edebilir ve tevcihte bulunabiliriz. Gerekirse Kur’ân’a dair bir kısım eserleri aramızda müzakere etmek suretiyle bu konuda daha donanımlı hâle gelmenin imkânlarını değerlendiririz. Kur’ân’la ilgili sohbet ve dersler yapmak ve bu derslerde bir kısım meseleleri ele almak suretiyle insanlara Kur’ân’a nasıl ihtiyaçları olduğunu gösterebiliriz. Eğer biz bu konular etrafında sürekli pratik yapar, yapacağımız sondajlarla Kur’ân’a dair bir kısım meseleleri ortaya çıkarır ve dikkatleri bunların üzerine çekmeye çalışırsak zamanla insanlara ihtiyaçlarını hissettirebilir ve onları Kur’ân’a yönlendirebiliriz.

Aksi takdirde Kur’ân, anahtarlarını elde edemediğimiz bir hazine olarak önümüzde durur da biz ondan layıkıyla istifade edemeyiz. O, ne kadar ulvî ve değerli bir hazine olursa olsun ondan istifade edebilmek için anahtara ihtiyaç vardır. İşte ihtiyaç tezkeresi ve duygu safveti ondan istifade edebilme adına böyle önemli iki anahtardır. Bu açıdan öncelikle bu anahtarlara sahip olmanın ve bu konuda başkalarına da yardımcı olmanın yollarını aramalıyız.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ “Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de O’nun ve Resûlü’nün çağrısına icabet ediniz.” (Enfâl sûresi, 8/24) Demek ki bizim dirilişimiz Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet etmemizle yani Kur’ân’ın hükümlerine tâbi olmamızla gerçekleşecektir. Bu çağrıya kapalı kalanların diri kalmaları da mümkün değildir. Çağrıya tam mânâsıyla icabet edebilmenin yolu ise insanın her türlü önyargıdan, ülfet ve ünsiyetten, şartlanmışlıktan kurtularak duygu safvetiyle Kur’ân’a bakabilmesi ve aynı zamanda ihtiyaçlarının farkında olarak bunları onunla gidermeye çalışmasıdır.

Farklı bir tabirle, dirilebilmeniz için mutlaka Kur’ân’dan istifade etmeniz gerekir. İstifade edebilmek için de ondan bir şeyler yudumlamanız, onu duymanız, hissetmeniz, tam mânâsıyla içinize sindirmeniz, tabiatınıza mâl etmeniz, biraz daha sade Türkçeyle söyleyecek olursak onu içtenleştirmeniz gerekir. Öyle ki aklınız ve mantığınızla Kur’ân’ın içine girdiğiniz zaman aksine ihtimal vermeyecek şekilde onun Allah kelâmı olduğunu kabullenmelisiniz. Bu, Allah’tan istememiz gerekli olan en önemli şeylerden birisidir.

Çocukken bize öğretilen saf ve basitçe bir akideyle Kur’ân’a bakma değil, bilakis, Kur’ân’a olan imanımızı aklımıza, mantığımıza, hislerimize, latifelerimize kısaca mahiyetimize öyle sindirmeliyiz ki aleyhte bir şeyle karşılaştığımızda düşünmeden ve farkında olmadan buna reaksiyon gösterebilmeliyiz. Kur’ân’ı müdafaa noktasındaki tepkimiz bizde tabii hâle gelmeli. Dıştan gelen yanlış, ters ve sapık fikirler tabiatımızın tepkisiyle ters yüz edilmeli. Eğer bu konuda içimizde şüpheler beliriyor ve sarsıntı yaşama sath-ı mailinde duruyorsak bu, Kur’ân’ı anlamamıza mâni olacaktır.

Bu açıdan ellerimizi açıp, “Allah’ım, bana Kur’ân konusunda öyle bir iman ver ki karşıma bin tane şeytan çıksa ve aklî ve mantıkî delillerle beni Kur’ân’ın kelamullah olmadığı noktasında ikna etmeye çalışsalar, ben yine de bunların hepsini elimin tersiyle itebileyim. Ne akıl ne tasavvur ne de tahayyül planında Kur’ân’a olan imanımın yanına, muhalif hiçbir mülâhaza sokulmasın. Sokulanlar da benim imanımın sübuhat-ı vechi karşısında eriyip gitsin.” demeli ve bu konuda kararlı durmalıyız. Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda Allah’tan ne kadar çok talepte bulunursak bulunalım yine de az istemiş oluruz. Fakat ne yazık ki insanları ruh haletleriyle değerlendirdiğimiz zaman bu mevzuda Allah’tan ciddi bir istekte bulunulmadığını görüyoruz.

Bir insan bu konuda Allah’tan ısrarlı bir şekilde talepte bulunursa, kendisi de en azından, “Acaba böyle bir imanı nasıl elde edebilirim?” diyecek ve bu işin arkasına düşecektir. Bir seyyah gibi bunu araştıracak, bulduklarını yeterli görmeyecek ve sürekli, “Daha yok mu?” diyecektir. Bunun arkasına düşen bir insan eğer ciddi ve gayretli olur ve bütün benliğiyle işin içine girerse er-geç maksuduna ulaşacaktır. Fakat aramayanın bulması mümkün değildir.

Bu sebeple sık sık kendimizi yoklamalı ve bu konuda nerede durduğumuzu kontrol etmeliyiz. Neyin peşinde olduğumuza bakmalı, bizim için hayatımızın en önemli meselesinin ne olduğunu düşünmeliyiz. İman ve marifette derinleşmeyi hayatımızın en önemli gaye-i hayali hâline getirmeli, yeme-içme, çoluk-çocuk sahibi olma gibi dünyevî bir kısım meşgalelerimizi bile bununla irtibatlı götürmeliyiz. Yoksa dağınıklığa düşeriz. Zamanla bir kısım dünyevî işler bizim için birinci gaye olmaya başlar ve biz asıl yaratılış gayemizi unuturuz.

Bamteli: İMAN’DAN AŞK’A

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Dârda kalmanın şe’ni, darda kalmaktır!”

“Meşakkat miktarı me’âlî elde edilir.” Hedeflenen şeyler çok büyük şeyler ise, o yolun da kendine göre sıkıntıları vardır. Düşünün ki, Cennet’e giderken, Sırât’tan geçme var. Dünya hayatında da “sırât-ı müstakîm”i yaşama var. İbadet ü tâat gibi cismaniyet, beden ve hayvaniyete ağır gelen tekâlif-i İlahiyeyi taşımak, taşımakta sabır, kararlılık, kendine rağmen yaşamak var. Nefsânî ve cismânî arzularına sürekli başkaldırma cehd ü gayreti içinde bulunma gibi bir aktiviteye ihtiyaç var; öyle bir tavra, başkaldırmaya ihtiyaç var.

Başından aşağıya sağanak sağanak yağan/boşalan belâ ve musibetlere karşı insan sabretmeli. Bu bela ve musibetler, bazen insanın kendi eliyle, bazen bir mülhidin/imansızın eliyle, bazen bir zâlim ve hodfurûşun eliyle gelebilir. Kimin tarafından olursa olsun, bunlara karşı dişini sıkıp katlanma, bir yönüyle o zirvelere tâlip olmuş insanın “lâyetebeddel ve lâyetegayyer” (değişmez ve başkalaşmaz) kaderidir. Kader… Yoksa gününü gün etmek isteyen ve her gün ayrı bir pazarda kendini farklı şekilde pazarlayan insanlar, hayatlarını güllük gülistanlık içinde geçirirler ama berzah hayatını ve öbür dünyayı karartmış olurlar.

Bu açıdan burada insanlar, muvakkaten bazı “küsûf” ve “hüsûf”a, (ay ve güneş tutulmasına) maruz kalabilirler. Bazen birileri onların ışıklarını kesebilir; bazen takvimlerinin ahengini bozabilir, ay ile oynayabilir. Fakat öyle yüce bir gâye-i hayale dilbeste olmuşlarsa, yüksek bir mefkûrenin arkasından koşturup duruyorlarsa, tâbir-i diğerle hep ışığa doğru yürüyorlarsa, ışık yolcuları iseler şayet, o inkıtaların gelip-geçici olduğuna inanmaları, durdukları yerde kararlı durmaları gerekir.

“Durma” derken, “tevakkuf” değil; düşünce ve niyet itibarıyla değişmeden, yürüdükleri yolda hızlarını artırarak sürekli yürümeleri… Doğruyu bulmak, doğruya dilbeste olmak, bir yönüyle, kendini doğruya adamak; bunlar çok önemli mazhariyetlerdir. Sırât-ı müstakîme, doğru yolda yaşamaya kendini adamak çok mühimdir. Fakat o mevzuda hiç inhiraf etmeden “kararlı duruş” ondan daha önemlidir. Fırtınalar, hangi taraftan eserse essin… Şâir-i şehîrin dediği gibi, “Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es…” O öyle dediği için diyorum; yoksa hiçbir rüzgâr “kahpe” değildir, her birinin ifade ettiği manalar vardır.

İnsan, öyle yüce bir mefkûreye kendini adamışsa, onu ikame etmeye çalışırken mutlaka sıkıntılara maruz kalacaktır. Hazreti Bediüzzaman, “gâye-i hayâl” diyor; evet, “ideal” veya “mefkûre” de diyebilirsiniz; nüanslarıyla bunların hepsi aynı şeyi ifade eder. Bir gaye-i hayale adanmış insanların başına gelen şeyler, birbirine benzer şekilde olmuştur hep. Zira بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat, ne kadar ağır ise şayet; zirveler, insana o kadar yol vermiştir, kapılar aralamıştır.”

Aksi halde, öyle rahatlık içinde o zirvelere ulaşılamaz. لاَ رَاحَةَ فِي الدُّنْيَا diye, hoş bir söz vardır. Bazıları belki hadis diye de rivayet ediyorlar; öyle olduğunu görmedim. لاَ رَاحَةَ فِي الدُّنْيَا “Dünyada, rahat yoktur!” Hususiyle mü’minler için… Vakıa, başkaları da çok defa öyle rahatsızlığa maruz kalırlar ama mü’mini rahatsız edecek hadiselerin cereyanı öncelikle onun tâlip olduğu hedefin muktezasıdır: “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” Önde uçurumlar var.. aşılması gerekli olan zirveler var.. tekâlif-i İlahiyeyi arızasız yerine getirmeler var.. Şeytanın ve nefsin ayak oyunlarına karşı kündeye gelmeden, sürekli yiğitçe durma var… Meşakkatli bir yol.

Onun için, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ buyurmuş: “Cennet, cismâniyet, nefis ve hayvaniyet itibarıyla insanın hoşuna gitmeyen şeyler ile kuşatılmıştır.” Cismâniyeti itibarıyla… Bir gün o meşakkat gibi görülen şeyler de, insanın terakkisi ile, yani hayvaniyetten sıyrılması ile, cismâniyeti bir kenara bırakması ile, kalb ve ruhun semâlarında/atmosferinde bir üveyik gibi kanat açması ile, onun için gayet zevkli bir hal alabilir. Bunu da yine o Hazret ifade eder: “İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî.” “Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.” (Yirminci Mektup)

   “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor; küfür ise, manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”

Hepsinin temelinde “iman-ı billah” var; mebde, o; zemin, o; esâsât, o. Statiğin temel hesapları ona bağlı; riyâzî mülahaza, ona bağlı: İman, “iman-ı billah”. Sonra inandığın o şeyi çok iyi bilme, “vicdanî kültür” diyebileceğimiz şekilde kalbine mal etme, kendi iç derinliğin haline getirme: Ona da “marifet” diyebilirsiniz; marifet. Marifet, ârifin küheylanıdır. İnsan, marifete biner, Allah’ın izni ve inayetiyle, “muhabbet” ufkuna/zirvesine ulaşır. Oturur-kalkar, hep Allah sevgisini mırıldanır. “Mırıldanır”, bana göre; “vird-i zebân eder”, size göre. “Diline dolar” demek “vird-i zebân”; Farsça mürekkep bir kelime. Sürekli diliyle tekrar eder durur; “Sevgi, sevgi, sevgi!..” der. Geçenlerde de bir mülahazayla ifade edildiği gibi, “aşkın âşığı” olur, “sevginin âşığı” olur. Sevgi, sevgi olduğu için sevilir/sever. Ve sonra o istemese bile, Allah’tan farklı tayflar halinde gelen -bir yönüyle- “zevk-i rûhânî” olur. Öyle derin bir zevk duyar ki, daha şimdiden âdetâ kalbindeki Cennet çekirdeği olan imanın inkişaf etmişliğini hissediyor gibi olur.

Herkesin kalbinde, bir çekirdek halinde, “iman”, neşv ü nemaya hazır. Kalb, kuvve-i inbâtiyesi çok güçlü; bazen, belki hemen bir saatte, iki saatte, insanı zirvelere çıkarabilecek bir kuvve-i inbâtiyeye sahiptir. Evet, düşünün, Ashâb-ı kirâm arasında öylesi var ki, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ imana giriş anahtarını kullanıp o daireden içeriye giriyor; fakat amele dair hiçbir şey yapmadan şehit oluyor; halk ifadesiyle diyeyim, “cup” diye cennete giriyor. Evet, öyle bir şey; kalbin kuvve-i inbâtiyesi öyle bir şey.

Bu açıdan da, insanın kalbinde iman bir nüve halinde, bir çekirdek halinde… “Bir Tûbâ-i Cennet çekirdeği” diyor ona; öbürüne de “zakkum-u Cehennem tohumu”. Evet, iman hayra yönlendirdiği gibi, küfür de insanı sürekli olumsuzluk istikametinde dürtükleyip duruyor. Doğuda kullanılan tabir ile diyeyim, modullayıp duruyor. Evet, nodüllere sebebiyet verecek şekilde, onların metastazına sebebiyet verecek şekilde modullayıp duruyor..

“Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Birincisine “taşıyor” diyor, öbürüne de “saklıyor” diyor. Kullandığı kelimelerdeki nüansa da çok dikkat etmek lazım. Evet, “taşıyor” ve “saklıyor”. Daha dünyada iken o kalbinde inkişaf eden, bir çınar gibi boy atıp gelişen, dal-budak salan, gölgesi ile seni serinleten iman âdetâ bir Cenneti sana yaşatıyor. Dünyada iken… Ama işte o iman-ı billah, o marifetullah, o muhabbetullah, o zevk-i ruhânî.

Antrparantez; burada çok defa tekrar ettiğim bir hususu bir daha tekrar lüzumunu duyuyorum: O “zevk-i ruhânî”nin arkasına düşmemek lazım. Bize düşen şey, derin bir iman. Bin tane şeytan, her biri bin tane, bin alternatifli şeytanlık oluştursalar, onlarla karşımıza çıksalar, yine de sarsılmayacak bir iman. Bir taraftan Kur’an-ı Kerim’e sarılmak… Bir taraftan bizi yanıltmayan, önümüzdeki Rehberimiz, “en-Nûru’l-Hâlid” (sallallâhu aleyhi ve sellem), mutlak pişdâr, mutlak pîşuvâ, mutlak rehber, yanıltmayan Rehber; O’nun arkasında yürümek… Bir diğer taraftan da “tekvinî emirler”i, eşya ve hadiseleri sürekli hallaç edip durmak; bir kitabın sayfalarını, yapraklarını karıştırıyor gibi sürekli onlar ile bazı şeylere ulaşmak.

   “Leylî sözü söyle, yoksa hâmûş / Açacaksan, tek O’na aç âğûş!..”

İmanını bu üç küllî muarrif ile derinleştirme… İmanı “marifet”e çevirme, içtenleştirme ve işte o elli türlü şeytan entrikasının söküp atamayacağı şekle getirme. Talep, o olmalı!.. Sonra delice “Allah sevgisi”ne tutulmalı. İstemeli Allah’tan; “Allah’ım! Seni delicesine sevmeye beni muvaffak eyle!” اَللَّهُمَّ حُبَّكَ، وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ، وَحُبَّ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Senin sevgin.. Seni sevenlerin sevgisi.. Habîb’inin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerinin sevgisi… Ebedler ebedine kadar, zaman sonsuza doğru akıp gittiği sürece!..” Sen’den, zaman sürdüğü sürece benim içimde sürekli inkişaf ederek, gelişerek, dal-budak salarak, sökülmeyecek şekilde kalbimin derinliklerine doğru da kökleriyle sağlam tutunarak mevcut olacak bir muhabbet istiyorum. Öyle bir muhabbet istiyorum ki, dünya bin türlü debdebe, şatafat, ihtişam ve -Arapça ifadesiyle- zehârifiyle (زخاريف – Zuhruf kelimesinin çoğulu; yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler) karşıma dikilse, yine başım dönmeden, bakışım bulanmadan hep “Sen! Sen! Sen!” diyebileyim.

Bu arada, “Sen!..” demeyi de O’nun ruhsatına bağlıyoruz. O (celle celâluhu) ruhsat vermeseydi, saygısızlık olurdu ama O ruhsat vermiş: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeyi talim buyurmuş. “İyyâke…” “Ancak Sana kulluk yaparız ve ancak Sen’den yardım dileriz!” Yapacağımız kulluk için veya bizi sırât-ı müstakîme hidayet etmen için sadece Sen’den istiânede bulunuruz. Evet, onun için “Sen!..” demeye bir cevaz kapısı aralanıyor. İsterseniz buna da o Hazret’in Kur’an-ı Kerim için dediği aynı şeyi söyleyebiliriz: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ “İnsanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakk’ın hitabâtında yaptığı tenezzülât-ı İlahiye.” Kur’an-ı Kerim, “Kelam” sıfatında gelen öyle tenezzülâttır ki, insan aklına göredir. Hazreti Cebrail’in aklına göre, Mikâîl’in aklına göre, İsrafil’in aklına göre, Hamele-i Arş’ın mantığına göre, Mühimmîn’in mantığına göre nazil olsaydı, biz hiçbir şey anlamazdık ondan; ona bir muamma nazarıyla bakar, bakar kalırdık. Ama Allah’ın ayrı bir rahmet tecellisi; o, bizim idrak seviyemizde, anlayabileceğimiz şekilde. Şu kadar var ki, herkes, idrak derinliğine göre ondaki enginlikleri anlar. Bir âmî, baktığı zaman ona, “Zannediyorum içine girdiğim zaman, bu çağlayan benim topuklarıma vurur!” der. Duruluğundan, şeffâfiyetinden… Fakat kendini saldığı zaman -orada kendini salmak lazım- o çağlayana, bakar ki, mesele ne topuk meselesi, ne diz meselesi, ne göbek meselesi, ne çene meselesi. Ve kendini o derinliklere saldıkça salar; kendi derinliklerinde mercan adalarına ulaşır.

Evet, ulaştıkça da yine Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla, “Hel min mezîd!” der, “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” Doymayan bir muhabbet duygusu ile… “Leylî sözü söyle, yoksa hâmûş! / Açacaksan, O’na aç âğûş!..” Birinci mısra Fuzûlî’ye ait; diğeri de bir fuzulî adama ait.. “Leylî sözü söyle!..” “Leylâ!..” de hep, onu mırıldan. “Yoksa hâmûş”; aksi halde, sükût et, zira Leylî olmayan her söz, kelâm adına israftır. “Açacaksan, O’na aç âğûş.” Âğûş da kucak demek.

Muhabbet öyle kök salınca, sökülüp atılamayacak hale gelir dünya muhabbetiyle, dünya debdebesiyle, ak sarayıyla, kara sarayıyla, Fener’i ile, Dolmabahçe Sarayı ile, Yıldız’ı ile… Bunları gördüğü zaman, o kalbinde kurduğu saray, “muhabbet sarayı”, kendisini delirtecek o aşk sayesinde hepsini komik bulur. Bunları kendisine teklif ettiğiniz zaman, “Allah Allah! Bu insanlar, film mi çeviriyorlar, ne diye bana böyle komik şeyler teklif ediyorlar?!” der. Filoları komik görmeye başlar; villaları komik görmeye başlar; ak sarayı, kara sarayı komik görmeye başlar. Alkış beklentisini komik görür; “Allah Allah!.. Bu insanlar ne kadar akıllarını kaybetmişler, deli gibiler; bekledikleri şeylere bakın: Arapçadaki ifadesiyle, tasfîk (kanatları/elleri birbirine vurma, alkış) ve aynı zamanda Nebî beyanına göre “mekrûh”.

Fakat mekrûhu ve memdûhu tefrik edenler için; dünya sergerdanları anlamaz onu. Gönlünü dünyaya kaptırmış; كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الآخِرَةَ “Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-21) fehvasınca, Şeytanın tokadını yemiş, geriye dönmemek üzere dünyanın ziftli çağlayanına kendini salmış, kenara çıkmaya imkân bulamayan zavallılar, bunu anlayamazlar. Her şeyi dünya debdebesinde, iktidarında, alkışında, âlemin takdirinde, yiyip-içip yan gelip zevk u safâ içinde yatmada, gezip değişik güzel yerlerde tenezzüh etmede görenler, gerçek mü’minlerin kalblerinde inkişaf etmiş o Cennet çekirdeğinin bir Tûbâ-i Cennet şeklindeki halini, şeklini katiyen duyamazlar ve zevk edemezler. Başka bir şeye gönüllerini kaptıran insanlar, zaten dağılıp gitmişlerdir.

Bu iş ise, çok ciddî konsantrasyon ister, im’ân-ı nazar ister, onun üzerinde bakış teksîfi ister; ister ki o marifet, muhabbete dönüşüversin. Muhabbet de zevk-i ruhânîyi doğurur bağrında. Âdetâ, قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ * كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي اْلأَيَّامِ الْخَالِيَةِ “Salkım salkım meyveleri elle koparılacak mesafededir. Kendilerine şöyle denilir: Artık geride kalmış günlerinizde işleyip de, buraya gönderdiğiniz güzel işlerinizden dolayı afiyetle yiyin, için!” (Hâkka, 69/23-24) İsterseniz burada alabilirsiniz o zevk-i ruhânîyi.

   Aldanmamanın biricik yolu, Efendimiz’in vesâyeti altında Hak rızası hedefli yaşamaktan ve zevk-i ruhanî dahi olsa Hakk’a kullukta fevkalâde beklentilere girmemekten geçer.

Fakat Allah sevgisi, Allah rızası, ötede Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ Kemâlini müşahede etme gibi çok önemli, çok hayatî, çok zirve meseleleri hedef haline getirmiş bir insan, bence burada o ruhânî zevki bile istemez. Ama isteksiz, talepsiz terettüp ederse, onları da tahdîs-i nimet kabîlinden karşılar; “Değildir bu bana layık, bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.” der. “Benim gibi birisine gelmezdi ama bu esinti neden geldi böyle? Öyle bir zevk-i ruhânî içinde kendimi hissediyorum ki, Sen’in azametin karşısında başımı secdeye koyduğum zaman bir daha kaldırmak istemiyorum. Kendi küçüklüğüm ile Sen’in azametin; işte bu birleşme meselesi… Ben ondan bir kere daha ayrılmak istemiyorum. Vicdanımın derinliklerinde duyuyorum. Neyi? أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” hakikatini. Ve Sana dua ediyorum, ediyorum, ediyorum, ediyorum da ‘Bitmesin!..’ diyorum, ‘Vakit ilerlemesin!..’ diyorum, ‘Bast-ı zaman olsun!’ diyorum; ‘Öyle bast-ı zaman olsun ki, ben iki saat başımı kaldırmadan bu secdede kalayım!’ diyorum.” Böyle bir zevk-i ruhânî ile, ondan öyle bir zevk alıyorsun.

Fakat sen talep etmeden, talepsiz, Allah’ın lütfu olarak farklı bir tecelli şeklinde geliyor. Tahdîs-i nimet kabîlinden -Alvar İmamı’nın sözüydü- diyorsun: “Değildir bu bana layık, bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.” Nasıl oluyor da bunlar bana geliyor? Benim gibi densiz birine… Çünkü Alvar İmamı kendi hakkında, “Herkes yahşî, men yaman / Herkes buğday, men saman!” diyordu. Kıtmîr de kulaklarıyla duymuştu, defaatla. “Herkes yahşî…” Azerî dilinde, herkes iyi, güzel, tayyip, tâhir demek. “Men yaman!” Ben ise yaman birisiyim; tam onun zıddı. “Herkes buğday, men saman!..” Nasıl oluyor da böyle, samana geliyor, buğdaya gitmiyor? Nasıl oluyor da, yahşîye gitmiyor, yamana geliyor? Sana binlerce hamd u sena olsun! Allah’ım -korkarım- bunlar istidraç olmasın, beni baştan çıkarmak için, kendimi bir şey görmek için!.. Oysaki meslek itibarıyla tevazu ve mahviyet şe’nimiz olmalı; daha doğrusu önümüzdeki Rehber-i Zîşân Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), o mümtaz pîşuvânın arkasında yürüyen insanların kendilerini bir yönüyle tevazu, mahviyet ve hacâlete bağlamaları lazım.

Daima vird-i zebânımız şu olmalı: اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي حَلِيمًا، سَلِيمًا، أَوَّاهًا، مُنِيبًا، مُتَوَاضِعًا، خَاشِعًا، (مُتَوَاضِعًا خَاشِعًا)، مُتَخَلِّقًا بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ، وَقُورًا، جُدِّيًّا، مُخْلِصًا، مُخْلَصًا، مُلْهَمًا، مُشْتَاقًا إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ، آمِينَ يَا رَبِّي “Allah’ım, beni halîm, selim, evvâh (Allah’a yalvarıp yakaran, çok içli), evvâb (yürekten Hakk’a yönelip O’ndan başka her şeye kapanan), münîb (gönülden inâbede bulunup O’nda fâni olan), mütevazı, hâşi’ (halinde ve azalarında dahi huşû emareleri görülecek kadar haşyetle dopdolu bulunan), Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış, vakur (ağırbaşlı, izzetli ve temkin sahibi), ciddi ve sağlam, ihlasa kilitlenmiş, Hakk’ın inayetiyle ihlasa erdirilmiş, ilhama mazhar, Sana, Habîb’ine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Senin sevdiklerine kavuşmaya müştak bir insan eyle!.. Ebedler ebedine kadar, zaman sonsuza doğru akıp gittiği sürece beni bu güzel sıfatlarla muttasıf kıl!.. Âmîn yâ Rabbi!” Ses tonumu ayarlayamadan dediğim şeylerden dolayı beni mazur gör!..

Bunları derken, elektronik levhada şu çıktı; benim Efendim’e hitaben: “Ey şiarı aydınlatma olan Zat! Gel, bizim şu kararmış dünyamızı da aydınlat!..” Doğ içimize bir kere de, Seni başımızda görüyor gibi… O kararmış dünyamıza birkaç tane tohum at!.. O Tûbâ-i Cennetler, orada boy atıp gelişsin, neşv ü nema bulsun; gölgesine sığınanlar, gölgeye sığınmış olsun!.. Meyvesini yiyenler, Cennet meyveleri deriyor gibi olsun!.. Ve herkes, Seni ansın; herkes, Senin karşında asâ gibi iki büklüm gibi olsun!.. “Gel, bizim şu kararan dünyamızı da aydınlat!..”

Geriye dönelim: Zevk-i ruhânî, bir yönüyle, istenmez ama Allah -siz O’na karşı bir şey yaptığınız zaman- hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz. Siz, bir adım atarsınız, öyle mesafeler kat edilmiş olarak O’nun teveccühleri gelir ki, şaşırırsınız! “Yahu ben bir adım atmıştım, bu bin adımlık teveccüh de ne böyle?!.” dersiniz. Çünkü O, Allah (celle celâluhu); bir damla ile O’nun teveccüh deryasına katıldığınız zaman, birden bire damlanız derya olur. O’nun teveccüh güneşine bir zerre olarak kendinizi saldığınız zaman, birden bire zerreniz güneş olur. Hazreti Pîr’in isteğinde de var ya; “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” (Onyedinci Söz) Ebed için yaratılan insan, himmetini âlî tutuyor, bunları istiyor. Ve istenen şeylerin en başı, O, Hüve. Yâ Hû, yâ Hû, yâ Hû!.. Selef-i sâlihîn, üç defa tekrar ediyorlar virdlerinde. Yâ Hû; İsm-i Azam olma ihtimali de var. Itlakı ile bütün Esmâ-i İlahiyeyi câmî. “Hû” derken, doğrudan doğruya “Lafza-i Celâl” veya “Lafz-ı Celâle” esas hedeflenmiş oluyor. (İki tabiri de kullandıkları için, ben ikisini de arz etmek istedim.)

Zevk-i ruhânînin ötesinde “aşk u iştiyâk-ı Rabbânî” geliyor. Âşık. Aşka âşık olma.. artık kendisini o deryaya salma.. ve bir daha da geriye dönmeme. Allah, o ufka ulaştırsın!.. El-pençe divan dururken, kemerbeste-i ubudiyetle arz-ı ubudiyette bulunurken, iki büklüm olup rükûa giderken, kalkıp murâd-ı İlâhîyi dileme mülahazasıyla, سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ derken, “Yetmedi bu, büyüklüğün karşısında!” deyip secdeye kapanırken… Bütün bunlarda öyle bir tavır ve davranış içinde bulunma ki!.. وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ “Secde edenler arasında Senin kıvrım kıvrım kıvrandığını, O (celle celâluhu) görüyor!” (Şuarâ, 26/219) İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) ile alakalı bu beyan. Yine, يَا مَنْ إِذَا سَجَدَ تَجَلَّى اللهُ diyor, bir şâir, bir nâatçı: “Ey o yüce Zat ki, secde ettiği zaman, Allah tecelli ediyor!” يَا مَنْ إِذَا سَجَدَ تَجَلَّى اللهُ Secde ettiği zaman Efendim, O’na bakan bir insan, “Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.” (Aziz Mahmud Hüdâî) der. Evet, öyle bir aşk u iştiyak çağlayanına kendini salma… “Bitmesin!” diyeceksin orada, “Bitmesin!..” İsrafil (aleyhisselam) Sûr’a üflediği zaman -yeryüzünde misin, berzahta mısın- “Yahu keşke üfürmeseydi!.. Yahu niye acele ediyorsun?!. Ne güzel ben işte gidiyordum böyle, bu aşk u iştiyak çağlayanı içinde gidiyordum!” Tabii ötesini bilemediğimizden dolayı!..

Çünkü ötesinde, أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarıma öbür âlemde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” müjdesi var. Ötesinde bunlar var: Göz görmemiş, kulak işitmemiş, hiçbir ressamın resmi ile ifade edilmeyecek kadar ne baş döndüren manzaralar var, ne güzellikler var, ne tecelliler var, ne teveccühler var!.. Onları gördüğün zaman, Cennetin nimetlerini bile unutacaksın. O zaman diyeceksin ki, “Yahu ben bu çağlayan içinde giderken, aşk u iştiyaka kendimi salmıştım; İsrafil’e ‘Sûr’a üfleme!’ demek içimden geçiyordu. Fakat çok yanılmışım ben; neler varmış burada neler, neler!..” Kendimden konuşmuyorum burada, Jul Vern gibi hayalî roman anlatmıyorum size!.. Bunlar, âyât-ı beyyinâtın, ehâdîs-i Nebeviye’nin mazmunları, mefhumları, mantukları. Evet, yanlış bir şey söylüyorsam, Rabbim affetsin, siz de kusura bakmayın!

   Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak Cennetten görürler; görürler de diğer bütün Cennet nimetlerini unuturlar.

Ayrıca, “Rü’yet” mevzuu da hadislerde anlatılıyor. Hususiyle Aliyyü’l-Kâri (merhum) Şifâ-i Şerif üzerine yazdığı geniş şerhte, o “rü’yet” konusu üzerinde de çok uzun boylu duruyor. Âişe validemizin, “Künh-ü Bârî (celle celâluhu), nâ kâbil-i idrak” yüksek mantığı ve anlayışı açısından o meselede farklı bir mütalaa da beyan ediliyor. Yani “O, ihata edilemez, görülemez!” Bu da Kur’an-ı Kerim’im, لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) ayetine dayandırılıyor. Onu kendi ifademizle, o kalıplara döküp ifade edecek olursak, “Muhit, muhit olduğu aynı anda muhât olmaz!” O, her şeyi kuşatmıştır; وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاءَ “Onlar ise, O’nun İlmi’nden dilediğinin ötesinde hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara, 2/255) O’nun ilminden hiçbir şeyi siz kuşatamazsınız; ee nerede kaldı ki Zât-ı Bahtı, falan… Âişe validemiz yüksek bir idrak sahibi. Zannediyorum, o Hazret’in o mevzuda ifade etmek istediği şey şu: “Görme” başkadır, “tam ihata etme, kavrama” başka; -eğer o tabire cevaz olsaydı, denebilirdi- “bir çerçeve içine alma” daha başka. Esas, imkânsız olan, odur.

Yoksa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurduğu, sahih hadis-i şerifte, “Dolunayı ufukta gördüğünüz gibi göreceksiniz!” deniyor. Orada da bir “dolunay” gibi görme meselesinden bahsedilmiyor; esasen müzâhemeye sebebiyet vermeden, bakan herkesin görebileceği esprisi anlatılıyor. “Herkes çok rahatlıkla görebilecek O’nu!” deniyor. O açıdan da rü’yet-i İlahî, her şeyin üstünde gibi görülüyor.

Bazı hadis-i şeriflerde, Cenâb-ı Hak, sevdiği ibâdına, “Ben, sizden razıyım!” diyor; bir “son zirve”de diyor bunu. Fakat O’nun “Ben sizden razıyım!” dediği insanlar dünyada da Allah’ın razı olduğu insanlar, onlar da Allah’tan razı oluyorlar. رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ Önce geliyor. “Allah, onlardan razı oldu!” وَرَضُوا عَنْهُ “Onlar da O’ndan razı oldular!” Bu “rıza” ve “Rıdvan” meselesi, öbür tarafta kendine has, keyfiyetler üstü, kemmiyetler üstü -ifade ederken “bî kem u keyf” diyoruz ona- ihata edilemez, “nâ kâbil-i idrak” şekilde gerçekleşecek. Evet, aynı zamanda o “Rıdvan” da o gün inkişaf etmiş engin vicdanlar tarafından duyulacak.

Şimdi Cenâb-ı Hakk’ın “Ben, sizden razıyım!” buyurmasının vicdan tarafından duyulması nasıl bayıltan, engin bir zevk, tahmin edemiyoruz bunu. Çünkü görmeden, bilmeden tahmin edilemez. Belki bunu, zılli ile, izafi şekli ile, gerçek müştâk-ı likâullah olanlar, “iştiyak likâullah” yolcuları, vicdanlarında kısmen duyuyorlardır. Bizim orada duyacağımız şey, işte bunun bin kat daha fazlasıdır, benim duyduğum şeyin bin kat daha fazlasıdır. Bu açıdan, hani, onun kendine göre bir fâikiyeti var, aynı zamanda “Rü’yet”in fâikiyeti var. Fakat usûliddin uleması, daha ziyade Akaidciler, Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetinin bütün Cennet nimetlerini unutturacağından bahsediyorlar. Üstad’ın o mevzudaki beyanı malum: “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.” diyor.

Bin sene Cennette yaşamayı bir dakikaya sıkıştırsalar, verseler; sen o zevk zemzemesi içinde mest olsan, kendinden geçsen; işte o, Cenâb-ı Hakk’ın bir dakika Cemâlini müşahedeye mukabil gelemez. Onun için, “Bed’ü’l-Emâlî”de de,

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Ehl-i İ’tizal, “Rü’yet”i kabul etmediklerinden dolayı, “Yazıklar olsun ona!” diyor. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103)

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

Bir örnekle bile anlatılamaz. Evet.. “Mislinin misli yok, misli gibi yoktur!” diyor Kur’an-ı Kerim, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “O’nun misli gibi bir şey yoktur ve O öyle semî’, öyle basîrdir.” (Şûrâ, 42/11) “Ke-mislihi” diyor, bakınız; “misil” ve bir de teşbih “kef”i var burada; “Misli gibi yok!” diyor. “Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde / Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.” (E. İbrahim Hakkı)

Evet, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ “O’nu gördükleri zaman Cennet nimetlerini unuturlar.” Evlerinin yolunu unuturlar, huriyi unuturlar, villayı unuturlar, akan ırmakları unuturlar. Bir dakika Cemâl-i bâ-kemâli müşahede!.. Neden? Sizin ahsen-i takvim üzere olan mahiyetinize akseden tecelliler, bütün varlığa akseden tecelliler, kehkeşanlara akseden tecelliler, sistemlere akseden tecelliler, görmediğimiz metafizik varlıklara, metapsişik varlıklara tecelli eden bütün güzellikler… Bir yönüyle sizin mir’ât-ı ruhunuza, oradaki mahiyetinize birden aksedecek onlar. Bütün o güzellikleri âdetâ bir levhada görüyor gibi olacaksınız.

Dünyada yine bunu, aşkın düşünenler, eşya ve hadiseleri her zaman hallaç edenler, izafîsini/nisbîsini kısmen duyabilirler burada. Ve o mukayese ile aynı zamanda onu anlayabilip değerlendirebilirler kendilerine göre. Fakat benim gibi ümmîler -size bir şey demiyorum- o meseleyi sadece nazarî olarak ifade ederler.

Cenâb-ı Hak, bizi, o yolda sâbit-kadem eylesin! Öbür tarafta da Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ile şereflendirsin! Liyakatimiz yoksa da, وَإِنْ لَمْ نَكُ أَهْلاً، فَهُوَ أَهْلٌ لِذَاكَ O yüksek şeye, O ehil. اَللَّهُمَّ عَامِلْنَا بِأَهْلِيَّتِكَ، وَلاَ تُعَامِلْنَا بِأَهْلِيَّتِنَا “Allah’ım! Sen, Sana layık olan ile, Sana şâyeste olan ile bize muamelede bulun; bizim densizliğimize göre muamelede bulunma!” diyor söz sultanları, düşüncelerini/duygularını doğru ifade eden insanlar. Vesselam.

Bamteli: İMAN, MUHABBET VE VAZİFE AŞKI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hayata mal olmayan, amel ve aksiyona dönüşmeyen bilgi sahibinin sırtında bir yüktür.

Ruha mâl edilmemiş ilimler, sahibinin sırtında bir yük; insanı ulvî hedeflere yöneltmeyen mârifet de, bir kalb ve düşünce hamallığıdır. Evet, Kur’an-ı Kerim’in ayetiyle örtüşüyor: مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللهِ وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ “Tevrat’ın mesajını ulaştırma ve onu uygulama yükümlülüğünü kabul ettikleri halde, sonra bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kimselerin düştükleri durum ne fecî! Allah böylesi zalim gürûhu hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz.” (Cuma, 62/5) Çok kitap evirme-çevirme değil, asıl mesele, “kitaplaşma”, kitap muhtevası ile derinleşme ve kitabı kendi içinde bir dinamizm haline getirmedir.

İnsanı Allah’a yaklaştırmayan ilim, ilim değil, cehilden kötü bir beladır. İnsan, okudukça, düşündükçe, bir adım daha O’na (celle celâluhu) yaklaştığını hissetmeli; bir adım daha kendinden sıyrıldığını vicdanında derinlemesine duymalı; âdeta kendini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, kemerbeste-i ubudiyetle Allah’a karşı ibadette bulunuyor gibi hissetmeli. Bilgiler, böylesine amele/hayata dönüştürülmeyince, sahibinin sırtında bir yüktür. Sâdî-i Şirazî diyor ki, “Bir insanın bilgisi, amele inkılap etmiyorsa, öyle biri, câhilin tâ kendisidir!” Bilgi, aksiyona dönüşmüyorsa, iç ve dış düzenimizi sağlamıyorsa, bizi ibadet ü tâat mevzuunda ve iç âlemimiz itibarıyla dizayn etmiyorsa, uhrevî/melekûtî bir peyzaja tâbi tutmuyorsa, -bence- o, sahibinin sırtında bir yüktür. Bir de “Niye bu kadar fuzulî şeylerle iştigal ettin?” diye öbür tarafta Allah, kişiye bunun hesabını sorar: “Sonuçsuz bir şey için niye bu kadar kafa yordun? Sonucu olmayan bir şey için niye şakak zonklattın? Neden bu işin arkasından koştun durdun?!.”

Dolayısıyla asıl “ilim”, ilmin “marifet”e (ki buna “vicdan kültürü” de diyebilirsiniz) dönüşmesi, marifetin “muhabbet”e dönüşmesi, muhabbetin de “zevk-i ruhânî”yi netice verip “aşk u iştiyak”a inkılap etmesi ve insanın, oturup kalkarken çok defa bu mülahazalarla oturup kalkması şeklinde tezahür eder.

   Sevgiyi sevmek ve nefretten nefret etmek esastır; şahıslara değil onların kötü sıfatlarına karşı tavır alınmalıdır.

Evet, böyle bir programa kendisini tâbi tutan bir insan, bir “sevgi âbidesi” haline gelir. Sevgiyi sever, nefretten nefret eder. Kucaklaşma için bayılır; fakat kine-nefrete karşı ciddî bir gerilim içinde bulunur, yedi kapı kovar onları. “Aşk”a o derece âşık olur ki, “mâşuk”u gördüğü zaman, aşka olan aşkından dolayı, onu (mâşukunu) bile bilemez/tanıyamaz.

Menkıbe bu ya; Mecnun, Leyla için delice yanıp tutuşuyor. Fakat onunla karşılaştığı zaman, ona karşı alaka göstermiyor. Çünkü o, aşkın âşığı. Ferhat, aşkın âşığı… Aşka âşık olmak.. muhabbete âşık olmak… Evet, sevgiyi sevmek ve nefretten nefret etmek; bütün mesele, bu!..

Bunun dışında, bir kısım şeylerden de nefret edilebilir: Kâfir sıfatı olan şeylere karşı insan, nefret duyabilir. “İlhad” gibi, “kin” gibi, “hased” gibi, “hazımsızlık” gibi, “başkalarını karalama tavrı” gibi şeylere karşı insan, nefret duyabilir. Fakat bu nefret duyma, “şahıslara karşı nefret” şekline getirilmemelidir. O evsâf-ı hasîseye, evsâf-ı deniyyeye, kötü sıfatlara karşı, esas, nefret duyulmalı, kin duyulmalı ama onu onlardan uzaklaştırma istikametinde o gerilim kullanılmalıdır.

Öyle bir duygu bizde ciddî bir metafizik gerilim hâsıl ediyorsa, onu -boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak gibi- o evsâf-ı deniyyeden, evsâf-ı hasîseden, evsâf-ı şeytâniyyeden o insanı kurtarma istikametinde kullanmalıyız. Evet, “kin”, evsâf-ı şeytâniyyeden; “nefret”, evsaf-ı şeytâniyyeden; “tahrip”, evsâf-ı şeytâniyyeden; “hased”, evsâf-ı şeytâniyyedendir. Bunların pençesine düşmüş biri, boğuluyor demektir, farkına varmadan. O, ayakta görülse bile, hiç farkına varmadan, mânevî bir “mesh” yaşıyor demektir. Yaptığı mâsiyetin keyfiyetine göre, mânevî meshi itibarıyla, bazen -bağışlayın- maymun, bazen goril, bazen dübb (ayı) -saygısızlık olur diye Türkçesini söylemedim-, bazen zi’b -Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor, kurt demek- ve bazen de çakal olur. Bunların her birisinin kendine ait hususiyetleri vardır; kimisi ısırır, kimisi parçalar, kimisi bir yönüyle mukallittir, kimisi boğar, kimisi yılan gibi zehirler. Evsâf-ı deniyye-i hasîse-i şeytâniyye bunlar.

Birinde böyle bir şey gördüğümüz zaman, doğru, bir nefret duygusu insanın içinde hemen depreşir. Fakat onu, o şahsa karşı kullanmamalı. Belki o insanı o türlü evsâf-ı deniyyeden sıyırma adına, boğulan bir insanı kurtarma cehdi ile kurtarma adına, bir gayret sarf edilmeli; bütün güç, o istikamette kullanılmalı. Genel ahlakımız bu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i öyle tanıyoruz; Hulefâ-i Râşidîn’i öyle tanıyoruz. Kini, nefreti, tahribi tel’in ediyoruz. Allah, o evsâf-ı deniyye ile hareket eden insanlara iz’an, insaf, hakikî iman, sevme duygusu, kucaklama duygusu, muânaka duygusu lütfeylesin! Onları, o hayvanî sıfatlardan, mânen mesh olma halinden, insan şeklinde görünseler de farkına varmadan iç dünyaları itibarıyla hayvan olmaktan halâs eylesin!..

   “O kimseler ki Allah onlara lânet etmiş, gazabına uğratmış, içlerinden bir kısmını maymun, domuz ve tâguta tapan kimseler yapmıştır.”

“Mesh”i, yani “kırade” (maymunlar) ve “hanâzîr” (domuzlar) şekline dönmeyi, tefsirlerde (bkz: Mâide: 5/60) müfessirîn-i ızâm, iki şekilde yorumlamışlar: Bazıları; “Hakikaten bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk’a karşı isyanlarının cezası olarak maymun ve hınzır olmuşlardır.” diyorlar. Fakat bazı muhakkikîn de diyorlar ki, “Onlar, bedenen değil, sadece ruhen öyle olmuşlardı!”

Evvelki şıkta meseleyi ele alan insanlar, onların, evolüsyon, de-evolüsyon, aşağıya doğru bir değişim, deformasyon, dejenerasyon yaşadıklarını söylüyor; “İnsan tabiatı, ona müsait olmadığından dolayı, belli bir süre yaşamış ve ölmüşler.” diyorlar. Peygambere başkaldırmış, O’nun nurlu mesajını reddetmiş, ellerinin tersiyle itmiş, hevâ-i nefislerine uymuş, şeytanın arkasından gitmiş kimseleri Allah öyle cezalandırmış. Mesela, Hazreti Musa döneminde ve Hazreti Davud (aleyhimesselam) döneminde, biri onlar için bir şey demiş, o olmuş; öbürü de bir şey demiş, o olmuş.

Fakat bu mevzudaki yorumların diğeri de şöyledir: “Onlar, mânen mesh olmuş, şekil değiştirmiş; ahlak, karakter, tavır ve davranış itibarıyla aynen o mahlûklar gibi olmuşlar!” Salya atmışlar, diş göstermişler, asırlardan beri yapılagelen şeyleri tahribe çalışmışlar; kırk-elli seneden beri yapılan şeyleri tahribe çalışmışlar, o mevzuda bütün himmetlerini kullanmışlar, yıkmayı şiâr edinmişler; hafizanallah, mânen böyle bir mesh, yani bir gorillik, bir dübblük, bir zi’blik yaşamışlar.

Cenâb-ı Hakk isterse, öylelerini yeniden hidayete erdirir. Nasıl “ahsen-i takvim”e mazhar bir mahiyette yaratmışsa, ahsen-i takvime mazhariyetin gereği olarak hususiyetlerini onlara duyurmak suretiyle onları eski hallerine ircâ buyurabilir. Tâ baştan -şayet- öyle düşünüyor, öyle planlar peşinden koşuyor idiyseler, yine Allah’ın elindedir, Allah (celle celâluhu) tevbeye muvaffak kılabilir.

Gerçi, bir yönüyle, son andaki tevbe, “hâlet-i yeis”te söylediğinden dolayı, hüsn-i kabul görmüyor. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الْآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Yoksa makbul tevbe, (hayatları boyu) kötülükleri işleyip de onlardan birine tam da ölüm gelip çattığında, ‘Artık ben tevbe ettim!’ diyenlerin tevbesi olmadığı gibi, küfür içinde bir hayat geçirip, (ölüm anında tevbeye yeltenen, ama o andaki tevbe makbul olmadığı için) kâfir olarak ölüp gidenlerin tevbesi de değildir. Evet, böyleleri için çok acı bir azap hazırladık.” (Nisâ, 4/18) İşte, o hâle gelmeden, Allah (celle celâluhu) آمَنْتُ بِاللهِ، وَبِرَسُولِهِ، وَبِالْيَوْمِ اْلآخِرِ “Allah’a, O’nun yüce elçisine ve ahiret gününe inandım!” dedirtir. Allah’ın elinde; O’nun rahmeti, gazabına sebkat etmiştir.

   Entelektüel olmak, hakkı ve doğruyu her şeye rağmen seslendirmeyi gerektirir; maalesef günümüzde kendisini dilsiz şeytanlığa salmamış aydın yok denecek kadar azdır.

Geriye dönelim: Meslek itibarıyla, sevgiyi sevmek, sevgiye âşık olmak ve nefretten nefret etmek, onu yedi kapı kovmak şiarımızdır. Kimseye karşı nefret hissi, kin ve garaz duygusu taşımamak; ta’yîr, ta’yîb, tahkîr, tezyîf, tehcîr, tehdit, tenkîl, ibâde mülahazalarına gitmemek; hayatını “başkalarını bitirme” gibi şeytanî bir mülahazaya bağlamamak… Şeytanî mülahazadır bunlar. “Hepsini bitireceğiz; bilenmiş kılıç gibiyiz, onları yok edeceğiz!” mülahazası, şeytanî bir mülahazadır.

Bunun karşısında susanlar da “dilsiz şeytan”lardır. En azından bir entelektüel gibi “Yahu, bu kadarı fazla!” demeyen insanlar… Birileri mesh olmuş, ciddî bir deformasyona, bir tebeddüle, bir tagayyüre uğramışlarsa, bunlar da bu olumsuzluklar karşısında sükût etmekle, dilsiz şeytanlığa kendilerini salmışlardır, hafizanallah. Hâlbuki entelektüel olmak, hakkı ve doğruyu -her şeye rağmen- seslendirmeyi gerektirir.

“Entelektüel” deyince Emile Zola falan akla geliyor ama aslında bizde öylesi çok. Fatih cennet-mekân’ın elinin kesilmesi hükmü, menkıbelerde anlatılır. Men-kı-be-ler-de… Şimdi her şeyi tenkit ediyorlar ya, “Böyle bir şey olmamıştır!” diye bunu da tenkit ederler. Gerçek hadise mi, menkıbe mi? Fatih’in elini kesilmeye mahkûm ediyor kadı Hızır Çelebi, Fatih’in kadısı. Onu mahkûm ettikten sonra, Fatih, o hükmü, cân ü gönülden, hüsn-i kabul ile karşılıyor. Ve sonra koltuğunun altında, tokmak gibi, balyoz gibi, sakladığı şeyi çıkarıyor: “Kadı efendi!” diyor, “Eğer Allah’ın verdiği hüküm ile hüküm vermeseydin, bu balyoz ile senin başını parça parça edecektim!” Hızır Çelebi de orada kolunun altından kama gibi bir şey çıkarıyor: “Hünkârım!” diyor, “Eğer sen de verdiğim hükme (Allah’ın hükmüne) razı olmasaydın, ben de bu mızrak ile veya kama ile seni delik deşik edecektim!”

Şimdi bu olmuş-olmamış meselesi değil; bu, hakka saygının, adalete saygının, insaflı olmanın, iz’ânlı olmanın, -bir yönüyle- sevgi insanı olmanın, muhabbet insanı olmanın, her hareketiyle kendisini Allah’a yaklaştıracak bir tavır ve davranış içinde bulunmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk öyle eylesin!

   İnsanın imandan nasibi, mahlûkata muhabbeti ve şefkati ölçüsündedir.

Hakiki manada sevgi, izafî manada sevgi… Hakiki manada sevgi; aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşanlar arasında… Hazreti Mevlana’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar, ancak anlaşabilir!” Derece derece alaka ve sevgi: Şunlara, şu türde şu çizgide olanlara, saff-ı evvelde olanlara karşı şu ölçüde sevgi.. ikinci safta bulunanlara şu ölçüde sevgi.. üçüncü safta bulunanlara şu ölçüde sevgi.. gelmiş tâ arkalarda durmuş, revaklarda durmuş, onlara da o ölçüde sevgi… Herkese karşı sevgi ama birilerine karşı hakiki manada sevgi, diğerlerine karşı mecazî manada sevgi.. fakat herkesle mutlaka bir alaka, bir irtibat.

İnsanın imandan nasibi, mahlûkata muhabbeti ve şefkati ölçüsündedir. İman ile şefkat mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır) denebilir. Kin ve nefret insanının, ehl-i imandan nefret eden insanın, imandan nasibi o kadardır. Böylelerine ehl-i iman nazarıyla bakıyorsak şayet, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsnüzan, hüsn-i ibadettendir!” fehvasınca bakıyoruzdur. Dolayısıyla bu mevzuda çok defa yanılabiliriz.

Belki Hazreti Pîr’in verdiği ölçüler içinde hareket edilirse, o yanılmayı da aza indirmiş olabiliriz: “Hüsnüzan, adem-i itimâd!” “Tedbir” mülahaza dairesini açık bırakmak, hançerleyecek insana, “Hançerlesin!” diye sırtını dönmemek; tedbirli, temkinli olmak. Tasavvufun -bir yönüyle- ilk basamağı sayılan da “teyakkuz” dairesi içinde hareket etmektir. “Tefe’ul” kipiyle ifade edildiğinden dolayı, daha bir uyanık, daha bir uyanık, daha bir uyanık, daha bir uyanık olmak.. mürgülemeye meydan vermeden, esnemeye meydan vermeden, kendini çimdikleyerek hep uyanık kalmak… “Ne ile?” Marifet ile, bir yönüyle “irfan” ile, delâili tetkik ile, müzakere ile, mütalaa ile kendini çimdiklemek suretiyle sürekli uyanıklığı zirvede götürmek.. hep, gözleri açık olmak.. hadis ifadesiyle, “uyûn-u sâhire”den olmak.. cephelerde uyûn-u sâhire; sınır boylarında, sızmalara karşı titiz bir şekilde ve uyanık bir vaziyette pürdikkat nöbet bekleyen er oğlu erler. Bunlar, sürekli ibadet ü tâatte bulunuyor gibi sevap kazanırlar.

Evet, “iman” çok önemli bir mevzudur. Mesele, o esas üzerine, o sağlam zemin üzerine bina edilince, Allah’ın izni ve inayetiyle “iman-ı billah”tan sonra “marifetullah”, sonra “muhabbetullah”, sonra kendi kendine terettüp eden “zevk-i ruhânî” gelir. İnsan öyle bir zevk duyar ki, artık yeme-içme, yemeden içmeden ve cismanî zevklerden lezzet alma, onun yanında “deryada damla” kalır. Ha bunun ötesinde ayrı bir şey var, “aşk u iştiyâk-ı likâullah”; o, büyüklerin şe’ni… Fakat falanın-filanın şe’ni diye -estağfirullah, onlara falan-filan denmez- o büyük zevatın şe’ni diye, “Biz onu bırakalım; o, onların olsun!” da denmemeli. Hayır, bence, himmet, âlî olmalı; insan, himmetini âlî tutmalı. Onun için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki öbür âlem için, “Cenâb-ı Hak’tan istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyin! Çünkü o, cennetin zirvesi.” Kim bilir, belki çok farklı şekilde her zaman Cemâl-i bâ Kemâlini (celle celâluhu) temâşa, “Cuma yamaçları” dediğimiz Firdevs’teki o yamaçlardan yapılıyor! Bilemeyiz onu. Belki “Râzıyım!” sesinin yankılandığı “Rıdvan tepesi” de yine oradadır; bilemeyiz onu. Onun için de “İsterken, Firdevs’i isteyin, dûn himmet olmayın!” buyurulmaktadır. Himmet, çok âlî tutulmalıdır.

İman-ı billah.. marifetullah.. muhabbetullah.. kendi kendine gelen, zevk-i ruhânî. Zevk-i ruhanî, kendi kendine terettüp eder. Böyle, yaptığımız şeyleri yapıyoruz; ille de bunu “Zevk-i ruhânîyi peyleyelim!” diye yaparsanız, bence çok küçük şeylere talip olmuş olursunuz. İlle de bir şey talep edecekseniz, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” diyeceksiniz. Bütün himmetinizi onları elde etme istikametinde kullanacaksınız.

Geriye dönelim: “İman” ile “muhabbet”, tev’em (ikiz) gibidir; bazen birbirini iltizam eder onlar; bazen de kozalite mülahazasıyla, sebep-sonuç mülahazası içinde ele alınabilir.

   Can hulkuma gelinceye kadar hizmete, kitap elden düşeceği âna dek okumaya/okutmaya devam etmeli!..

İstidradî olarak, bir şey arz edeyim size: Bildiğiniz gibi, yirmi kadar hastalığım var ama yine de derslere/sohbetlere çıkmak için kendimi zorluyorum. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali efendilerimiz, son anlarına kadar yapmaları gerekli olan şeyi yapmaktan dûr olmamışlar.

Yakın tarih itibarıyla, daha önce dar dairedeki/halkadaki arkadaşlara, beraber hadis-tefsir mütalaa ettiğimiz arkadaşlara arz ettiğim bir hususu arz edeceğim: Ben şahsen kendisini görmedim, son dönemin önemli allamelerinden Hüsrev Efendi (M. Hüsrev Aydınlar, 1884-1953) vardı. Aslen Arnavut, Mehmet Akif gibi; İstanbul’da büyük âlim idi. Öyle ki, Ömer Nasuhi Hoca’yı, biliyorsunuz; “Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu” münasebetiyle, bizim epey okuyan bir arkadaşımız, “Onun (Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın) bu eseri -veya “âsârı”, çok mücelledat olduğu için, âsâr-ı bergüzidesi- onun müceddid olduğuna delalet eder!” diyor. Benim hemşehrim Ömer Nasuhi Hoca, Erzurum Ova’dan. Hüsrev Hoca, ona diyor: “Sus, sus be câhil! Sen sadece kitaplara bakarsın; hani bir kısım kariyer yapan insanlar gibi, oradan alır, oradan alır, oradan alır, fişlersin, işlersin, kitap meydana getirirsin. İlim, o değildir!” Hazreti Gazzâlî’ye ait sözde olduğu gibi, “Tuttuğun not defterindeki ilme, ilim denmez!” İlim, kafanın nöronlarına işlemiş olmalı. İşte İhyâ’yı okuyoruz şimdi, görüyorsunuz. Adam şıp-şak, nerede hangi hadisi söyleyecek, hangi kelâm-ı kibârı söyleyecek, meseleleri nasıl analiz edecek, hemen ortaya koyuyor.

O da (Hüsrev Efendi de) böyle bir zat. Talebelerine ders verme mevzuunda dakika fevt etmiyor. Yaşını bilmiyorum. Mahmut Bayram Hoca da onun talebelerinden birisi.. İstanbul’un meşhur vaizlerinden, Fatih’in de imamı -onu görmekle de Cenâb-ı Hakk şereflendirdi Fakir’i- Salih efendi de onun talebelerinden birisi.. Diyanet İşleri Başkan yardımcılığı yapan, benim derinden saygı duyduğum, yirmi Diyanet İşleri Başkanı kadar hizmet eden Yaşar Tunagür Hoca da -Makamı cennet olsun!- onun talebelerinden birisi…

Hüsrev Hoca, derslerinde hiç kusur etmiyor. Aklımda kaldığına göre, özellikle Taftazani’nin “Tavzîh”ini okutuyor, ondan otuz defa icazet veriyor; otuz defa “Tavzîh”i okuyor/okutuyor. O da erbabınca mâlum bir eserdir; mâlum, usûl ile alakalı. Sürekli ders takrir ediyor. Gün geliyor, yatağa düşüyor. Bu defa o yatakta, talebeler yine halka oluyor, o da kitabı elinde tutuyor böyle. Fakat bazen eli kitabı taşıyamıyor, kitap elinden düşüyor ve Hoca hıçkıra hıçkıra ağlıyor, “Yâ Rabbi, artık kitabı taşıyamıyorum ben!” diyor. Ama bu haliyle yine diyeceği şeyleri demeye çalışıyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ayakta duracak halde olmadığı dönemde, Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir’in arkasında namaza durduğu gibi, yapabileceği şeyi, insan, cân hulkuma geleceği âna kadar arızasız yapmalı. Yirmi tane rahatsızlığım var; buna rağmen, üzerime terettüp eden vazifeyi yapmazsam, Efendim’e muhalefet etmiş olurum. Ve öyle büyük zatlara muhalefet etmiş olurum.

   Allah’ım bu ne iman, bu ne teslimiyet ve bu ne vazife aşkı!..

Ve bir gün gerçekten Hüsrev Efendi’nin elinden kitap düşüyor, Hazret ruhunun ufkuna yürüyor. Makamı cennet olsun; Allah, onu “Nûr-i Hâlid” (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber haşr u neşr eylesin!..

Bir taraftan, öğretme vazifesini yapma mevzuunda bu kadar işin delisi; öğretme, insanlara bir şeyler anlatma. Bir diğer taraftan da öyle engin bir teslimiyeti var ki!.. O meseleyi elli sene evvel dinledim, belki elli beş sene evvel dinledim sahibinden; o zatı bizzat görmedim, çevresinden dinlediğim şey ama aklım almıyor hâlâ.

Yaşar Tunagür Hoca diyor ki: Hocamız Hüsrev Efendi’nin evine yine derse gidiyorduk, evinde ders takrir ediyordu. Bir gün kapıyı çaldık; içeriye girerken, baktık kapının önünde altında ateşler yanan kazanda su kaynıyor. Bir de tabut ve teneşir var orada. İçeriye girdik; Hoca, her günkü gibi, dersi bize takrir etti. Bir şey demedik. Ayrılırken “Hocam, bu ne haldir?!” deyince, “Yok bir şey! Benim üniversiteye giden bir kızım vardı ya, dün vefat etti; su, onun için kaynıyor; tabut-teneşir de onun için geldi!”

Bu kadar, yaptığı vazifenin âşığı olması!.. Bu kadar, insanları mârifete yönlendirme mevzuunda hâhişkâr olması!.. İşinin delisi olması, bu kadar!.. Onlar, böyle yapınca… Siz, küçük çapta bile olsa, Kıtmîr’in dediklerine bir değer atfediyorsanız, size saygımın gereği olarak, benim de çıkıp sizinle musâhabede bulunmam bir vecibe gibi geliyor bana.

Belki bir gün burada, ama bugün, ama yarın… Hiç aklımdan çıkmayan bir hissimi söyleyeyim: Size bir şey söylerken hemen yüzü koyu yere yıkıldığımı duyar/görür gibi oluyorum. Ve bunu biraz da istiyorum: “Başımı secdeye koyduğum zaman; bana verdiğin şeyi al! Sana en yakın olduğum zaman al, Allah’ım!” Hep aklımdan geçiyor. Bu hissimi size açmamıştım, ilk defa açıyorum. Başımı yere koyduğum zaman.. ve bir gün burada bir şeyler derken, bir şeyler ederken…

Ama ne kadar işe yarıyor onlar, ne ifade ediyor? Ee ne yapalım, Kıtmîr de ancak o kadar şey yapabilir! Onu, bir Kıtmîr’den beklediğinizi bekliyor gibi bekleyin! Kıtmîr, Ashâb-ı Kehf’in kıtmîri gibi kıtmîr…

Kendime doğru dürüst bir insan nazarıyla bakmadım. Başkaları sağda-solda, “Şu şöyle dedi, bu böyle dedi!..” diyorlar. “Mâsum!” dedi, “Masûn!” dedi, filan… Ben, Esved İbn Yezîd en-Nehâî’nin korktuğu gibi korkuyorum; hafizanallah, Bel’am İbn Bâûra gibi baş aşağı gitmekten korkuyorum. Her gün yatağa girerken, “Allah’ım, beni kâfir olarak öldürme!” diyorum. Neler diyorum neler, orada!.. Uykum geleceği âna kadar, bir sürü yalvarıp yakarıyorum. Yalvarıp yakarma içinde gözlerimi yummuş oluyorum. “Allah’ım! Beni kafir olarak öldürme!..” Ödüm kopuyor, kâfir olarak ölmekten. Esved İbn Yezîd en-Nehâî de öyle endişe duyuyordu…

   Yuf olsun kendini günahsız gibi gören zavallılara, zulmederken bile vazife yaptığını sananlara!..

On defa dinlemişsinizdir, Âişe validemiz, bir saat ayakta duruyor; وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ * وَبَدَا لَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ “…Allah tarafından önlerine hiç de hesaba katmadıkları öyle şeyler konur ki! Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/47-48) ayetlerini sürekli tekrar buyurup duruyor, vird-i zebân etmiş, tekrar edip duruyor. Ben desem, ona “mırıldanma” diyebilirsiniz ama kadınların sultanı, sultanların sultanı anam (radıyallâhu anhâ) olunca, orada “Vird-i zebân etmiş duruyor!” denir. O, on dört-on beş yaşında, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sağanak sağanak vahiy yağan hânesine geliyor. Rüyasında bile günah görmüyor. Neye ağlıyor anam, ben bilemiyorum!.. O ağlıyorsa, bize “ağlama” değil, “heyecandan kalbin durması” düşer.

Yuf olsun kendini günahsız gibi gören zavallılara, zulüm yaparken vazife yaptığını zannedenlere!.. Bir manada bin dört yüz seneden beri yapılan şeyleri, bir manada da bir asırdan beri yapılan şeyleri yıkmayı vazife ve şiar edinerek, “Devletin parası deniz, yemeyen domuz!” mülahazasıyla etrafa paralar dökmek suretiyle, mâmûreleri/ümrânları yıkmak için elinden gelen her türlü şeytanlığı yapanlara yuf olsun!.. Allah, akıl ve fikir verecekse, yaşatsın, akıl ve fikir versin. Yoksa, insanlığı, Müslümanları, İslam dünyasını bu türlü eşrârın, bu türlü füccârın şerrinden muhafaza buyursun!..

Amma nasıl olsa gidecekler, herkes gibi. (Gönenli Mehmet Efendi’nin ifadesiyle) “Saatin zinciri bitince eylemez tık tık!” Zincir yok şimdi. “Zemberek boşalınca, eylemez tık tık!” Evet, bunu da geçtik; “Pil bitince, eylemez tık tık.” “Vakt-i merhûnu gelince, ruha derler: ‘Çık, çık!’ / Hakk’a kulluk eyle zira / Ahirette dinlemezler hınk mınk!”

Vesselâm.

Bamteli: ŞERBET

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Kendini küçük gör ve eksiklerini kabul et ki, nezd-i Ulûhiyette kıymet kazanasın ve olgunluğa yürüyesin!..

“Çekinme âkıl isen itiraf-ı noksandan / Emin olan delidir aklının kemalinden!” (Muallim Naci) “İtiraf-ı noksan”, noksanların giderilmesi adına en önemli faktördür. “Eksiğim var, gediğim var, kusurum var. Bunların telafi edilmesi lazım!” mülahazası, mükemmeliyet adına çok önemli bir adımdır. İnsan kendini tamam görüyorsa, hiç farkına varmadan, olduğu yerden her gün biraz daha, bir kadem, iki kadem, üç kadem aşağılara doğru yuvarlanır gider. Kendini eksiğiyle, gediğiyle, kusuruyla doğru görme, tamamiyet ve kemal adına önemli bir faktör, önemli bir dinamiktir.

Günümüzün hastalığıdır kendini eksiksiz, kusursuz görmek. Marazdır; veba gibi, tâûn gibi, AIDS gibi bir marazdır.

Kendini küçük gör ki, kendinde eksiklik gör ki, nezd-i Ulûhiyette bir kıymet-i harbiyeye ulaşasın!.. Kendini büyük gördükçe, nezd-i Ulûhiyette -hiç farkına varmadan- mâruz-u sukût olursun, düşmeye maruz kalırsın.

Cenâb-ı Hak, inayetini, teveccühât-ı sübhâniyesini, riâyet-i sübhâniyesini, kilâet-i sübhâniyesini, hıfz-ı sübhânîsini, nusret-i sübhâniyesini, aşk u iştiyak-ı sübhâniyesini dirilişimizin vesilesi olarak ruhlarımıza ifâza buyursun, bizi onlarla teyîd buyursun!.. Evet, “Tut elimden, tut ki edemem Sen’siz!..” mülahazası bu. “Tut elimden, tut ki edemem Sen’siz!..” mülahazasını içimizde güçlendirsin, bizi taklîd girdabından halâs eylesin!..

  Göreneğe Bağlı Taklîd Hastalığı ve Ülfet Marazı

İnsanlar, hemen birden bire “tahkîk”e adım atamayacaklarından/atamadıklarından dolayı, Usûlüddîn ulemâsı “taklîd”i kabul etmişler. Fakat üzerinde çok münakaşa yapılmış. Görenekten gelen “inanma”, görenekten gelen “Müslümanlık”, görenekten gelen “namaz”, “oruç”, “hac”, “zekât”. Bunlarda taklîde takılıp kalmak, bugünkü İslam dünyasının problemleri!..

Evet, İslam dünyası, göreneğin ötesine geçemeyince ve bir de daha sonra işi, özüyle, ruhuyla, derinliğiyle edâ edemediğinden dolayı göreneğe ülfet ve ünsiyet virüsleri de musallat olunca, bütün bütün her şeyini kaybetmiş. Oysa bir şey olabilmek için -esas- o görenekten ve o gelenekten de öteye yürümek lazım.

Bu, gelenekleri nefiy değil, öyle anlaşılmamalı. Fakat sadece Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlerle -bir yönüyle- rafine edilmiş, o süzgeçten geçmiş gelenek, görenek, örf ve âdet, tâli derecede edille-i şer’iyye’den sayılmış. Yani, bunların tali derecede birer delil olmaları dinin temel disiplinlerindeki referanslara bağlanmış.

Onun için en önemli olan husus, taklîd’den sıyrılıp adım adım tahkîk’e yürümek ve onda derinleşmektir. Sadreddîn-i Konevî ifadesiyle “marifet şerbeti”ni içmektir.

  İman, Marifet, Muhabbet, Aşk, İncizab ve Fenâ-fillah Şerbetleri

Ben o Hazret’in sözünün başına bazı şeyler ilave ediyorum: “İmân-ı billah” menba-ı nezihinden, menba-ı pâkinden fışkıran “marifetullah”; sağlam bir iman kaynağından fışkıran marifetullah. Bu, Hazreti Pîr’in mülahazasıyla da örtüşüyor; “İman-ı billah”, sonra “marifetullah” diyor.

İman-ı billah menbaından fışkıran marifetullah şerbetini içmek.. sonra, marifetullah kaynağından fışkıran veya rampasından yükselen ya da limanından açılan “muhabbetullah” şerbetini içmek. Evet, Sadreddîn-i Konevî hazretleri “şerbet içme” sözüyle ifade ediyor; “muhabbet şerbeti” diyor. Muhabbet şerbeti. Sonra, muhabbet menbaından (rampasından, limanından, rıhtımından da diyebilirsiniz) açılan, açıyı biraz daha genişleten, “aşkullah”.

Aşk… Allah aşkı, Peygamber aşkı, aşk aşkı… Aşka âşık olma… Aşka âşık olma, Mecnun gibi; Leyla ile karşılaştığı zaman, onu görmüyor; çünkü gerçekten dilbeste olduğu şey, “aşk”!.. O da muhabbetten fışkırıyor. Artık gözü hiçbir şey görmüyor; o!..

Fakat onun üstünde de şeyler var; “Sadâkat”i oraya koyabilirsiniz. Sadreddin-i Konevî “sadâkat” koymuyor oraya; o, “aşk”tan sonra, “cezb u incizab” diyor. Doğrudan doğruya ile’l-merkez bir câzibe ile, câzibe-i kudsiye-i İlahiye tarafından Allah’a doğru çekilme, kendini o çekime salma. Elinde değil artık o; bir yönüyle öylelerine “meczûb” diyebilirsiniz. Fakat “meczûb” deme, biraz olumsuz anlama da geldiği için, “müncezib” demek daha muvafık olabilir. “İnfial” babından, mutavaata ircâ ederek, müncezib; yani Allah çekti, o da çekilmemezlik etmedi, Allah’ın çekmesine uydu; “Sen çektin, ben de geldim!” dedi. O güçlü “ile’l-merkez câzibe”ye yeni fizik kanununda “merkez-çek” diyorlar. Bir de “merkez-kaç” var; şimdi İslam dünyasında “merkez-kaç” ile insanları İslamiyet’ten kaçırdıkları gibi. O “merkez-kaç”, bu da “merkez-çek”. “İncizâb” diyor Sadreddîn-i Konevî hazretleri. Orada Hazret’le “muhabbet”ten, “aşk”tan sonra “incizâb”da buluşuyoruz, yolun o üçüncü basamağında buluşuyoruz.

O, İlahî cezbe ile müncezib olan, kendisini o câzibeye kaptıran insan, neredeyse artık başka bir şey görmüyor. Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla da buna, “hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına tam yönelme” denebilir. Ruh hayatı… O ruh hayatı menfezleriyle insan, “sır” hayatını, sıfât-ı sübhâniyenin hakâikini temaşaya koyulur ki, bir rasathaneden temaşa ediyor gibi kendinden geçer.

Sonra diğer bir şerbetten bahsediyor Hazret; o da “fenâ-fillah” şerbeti. Öyle bir câzibe ile müncezib olan bir insan, bu defa “fenâ fillah” (Allah’ta fâni olma) şerbeti içiyor. Artık kendini görmez o; kendi üzerine bir çarpı işareti çizer bütün tavırlarında ve davranışlarında. Hatta öyle ki, ef’âl-i ihtiyariyesinde bile bu mülahazayla hareket eder; “Namaz kıldım ama doğruyu söylemek gerekirse, ben şârt-ı âdî planında irademi ortaya koydum; namazı O (celle celâluhu) kıldırdı! Orucu tutturdu! Hacca götürdü!” der.

  Hal dilinin tesirini ve adanmışlığın değerini bilemeyen müfsitler Hizmet gönüllülerine lütfedilen muvaffakiyetleri maddî imkânlarla elde edebileceklerini sanıyorlar.

Her şeyi O’ndan bilme, O’ndan görme… Gittik, dünyanın 170 küsur ülkesinde “insanlık kardeşliği”ni.. şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. (“Şöyle-böyle” derken, arka planındaki mülahazaları siz değerlendirin..) şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. Allah’ın (celle celâluhu) öne sürdüğü “fasl-ı müşterekler kardeşliği”ni.. isterseniz Frenkçe ifadesiyle, “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni.. diyaloga kapıların açıldığı nokta (“rampa” veya “blokaj” ya da “rıhtım” diyebilirsiniz) olan “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni tesis etmek için. Bunları da esasen hal ve temsil ile yapma azmiyle gittik.

Çünkü söz ile niceleri destan kesmiş, destanlar yazmış fakat hiç tesirli olamamışlardır. İnanın, bugün sizin o muktedir gibi gördüğünüz, her şeyi iktidar ile ifade eden insanlar -hallerine, tavırlarına, cehdlerine, gayretlerine baktığınızda- on tane insana Müslümanlığı, Kur’an’ı sevdirememişlerdir. Yemin, selef-i sâlihînden bazılarına göre, mübah olduğu yerde bile mahzurludur; onlar yemin etmeyi mahzurlu gördüklerinden dolayı yemin etmeyeceğim; fakat yemin edilecek bir konu: On tane insana İslamiyet’i sevdirememişlerdir.. Allah’ın Habîbullah’ı olan Hazreti Rasûl-i zîşan’ı sevdirememişlerdir.. Râşid halifeler efendilerimizi sevdirememişlerdir.. özüyle, esasıyla, hedefiyle, dünyaya bakışıyla, ukbâ rasatıyla “İslamiyet”i sevdirememişlerdir.. dünyayı bir koridor olarak gördürememişlerdir; bir mezraa olarak gördürememişlerdir; esmâ-i İlahiyenin bir tecelligâhı olduğunu gördürememişlerdir… On tane insana… Geniş imkânlarını, ellerindeki iktidarı ve o güçlü lafazanlıklarını bu istikamette değerlendirememiş ve anlatamamışlardır.

Ama siz gitmişsiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle, hem de muzırların, müfsitlerin bütün ifsat gayretlerine, cehdlerine rağmen. Neredeyse 200 ülkeye yaklaşacak şekilde, dünyanın dört bir yanında sizi sevdiler, saydılar, bağırlarına bastılar. Aleyhinizde ifsat akımları oldu, dalalet akımları oldu, fitne akımları oldu, “Kapatın!” güft ü gûsu oldu, dedikodusu oldu; fakat çok yerde insanlar yerlerinde durdular. Onların belki yüzde bir tesir ettikleri yer oldu; yüzde doksan dokuz ise olduğu yerde durdu. Yüzde doksan dokuz olduğu yerde durdu. Olduysa (onların dediğine göre) yüzde bir ancak oldu; ancak o kadar, bütün güçlerini kullanmalarına rağmen.

Antrparantez: Keşke ifsat adına kullandıkları o güçlerini/imkânlarını seferber ederek “Biz de o kadar yapalım!” deselerdi. 1400-2000 okul da onlar yapsalardı. 30-40 milyon insanın gönüllerine de onlar öyle girselerdi. Diyalog adına yapılması gerekli olan bir o kadar şey de onlar yapsalardı… Bu, geleceğin kardeşliği adına çok önemli bir şey olurdu. Zannediyorum, siz de alkışlardınız onu. Benimle bu recâda müttefik misiniz? Evet, alkışlardınız, “Allah ebeden razı olsun; 1400’ü 2800 yaptınız!” derdiniz. Yıkmaya ne gerek var?! Zemin o kadar geniş ki, her yer -coğrafî durumu itibariyle- müsait. O “ışık evler”ini, o “ışık yuvalarını” gidin dünyanın değişik yerlerinde yapın!.. Birisi iğneleyici bir mektup yazmıştı bana: “Dünyada hiçbir yer koymamış, her yere girmişsiniz; başkalarına açılma imkanı bırakmamışsınız!..” Yahu dünyada bir sürü boş yer var, Allah aşkına; kullanın himmetlerinizi, imkanlarınızı!..

Bu güne kadar sosyolojik açıdan, psiko-sosyolojik açıdan esasen henüz değerlendirilememiş bir husus vardır: “Kapital”in değerlendirildiği muhakkak. “Sa’y”in değerlendirildiği muhakkak. Ama “adanmışlık” değerlendirilemedi henüz.. “Yaşatmak için yaşama”, değerlendirilemedi henüz.. “Bu can bu uğurda!..” değerlendirilemedi henüz.. Bu fedakârlığın neye tekabül ettiği, değerlendirilemedi. O öyle bir şey ki, siz şayet onları elde edememişseniz, elin-âlemin oraya çantasına sadece eşyalarını koyup gittiği gibi gidemez; üç bin-dört bin dolar vererek insan gönderemezsiniz. Yapamazsınız o işi!..

Zaten aslında (yine antrparantez), yapamadıkları şey yapıldığından dolayı, yapılanları yıkmayı marifet sayıyorlar: “Bakın bizim de bir marifetimiz var, nasıl yıkıyoruz!” Tahrip, kolaydır. اَلتَّخْرِيبُ أَسْهَلُTahrib, kolaydır!” Tamir, zordur.

  Allah, Hizmet gönüllülerine öyle muvaffakiyetler lütfetti ki, onları “Gerçek Sahibi”nden (celle celâluhu) bilmediğiniz zaman, farkına varmadan şirke düşmüş olursunuz.

Bunu neye getirdim? Cenâb-ı Hak, size, devletlerin bile yapamadığı, milyonların yapamadığı şeyi yaptırdı. Dünyada büyük ölçüde bunu hemen bütün semâvî dinler sahipleri kabul ettikleri gibi, belli bir ölçüde semavî sayılmayan inanç ehli de kabul etti. (Muhammed Hamîdullah merhum, makamı cennet olsun, öyle bakmıyordu; Budizm’e de, Brahmanizm’e de, Şintoizm’e de öyle bakmıyordu: “Bir aslı-bir faslı vardı bunların, zamanla insanların oynamasıyla taşlar yerinden oynadı, çok ciddi farklılıklara uğradılar.” şeklinde bir mütalaası vardı.) Evet sadece semavî dinler dairesi içinde değil, aynı zamanda işte Uzak Doğu’da -gördüğünüz gibi- biraz evvel isimlerinden, yöntemleri adına -esasen- dinlerinden, diyanetlerinden, mezheplerinden bahsettiğim insanlar bile, sevgi ile, şefkat ile, re’fet ile bağırlarını size açtılar. Şimdi bu öyle büyük bir iş ki, bence bunu “Gerçek Sahibi”ne (celle celâluhu) vermediğiniz zaman, farkına varmadan şirke girmiş olursunuz.

Oysaki biz günde kırk defa, sünnetleri kıldığımız taktirde -Bir de Teheccüd kılıyorsak, bir de Evvâbin kılıyorsak, bir de İşrak kılıyorsak, bir de Kuşluk kılıyorsak, varın sayın!- إِيَّاكَ نَعْبُدُYalnız Sana kullukta bulunuyoruz; hepimiz, mütedâhil daireler/halkalar halinde, Ka’be’nin etrafında, Sen’in mihrap tayin ettiğin yere müteveccihen, kulluğumuzu Sana tahsis ediyoruz! Bizler hepimiz, Sen’in boynu tasmalı kullarınız, ayağı prangalı kullarınız!” diyoruz. Bu öyle ağır bir yük, öyle ağır bir mesuliyet ki, onu yapmak için, bir kere daha “atıf vâvı” ile yardım diliyor, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Atıf vâvı “matuf” ile “matufun aleyh”in hükümde farklılığını ifade etmek için konuyor; öyle bir farklılık arada olmasaydı إِيَّاكَ نَعْبُدُ، إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ denirdi. Bir farklılık var: “Bu ağır ibadeti, ubudiyeti, (sofilerin kullandığı tabirle) “ubûdet”i yerine getirme, öyle ağır, öyle çetin bir iş ki, Sen’in i’ânen/yardımın olmazsa yapamayız! Bu büyük işi yapma mevzuunda da yardımı sadece Sen’den bekliyoruz!” diyerek yine “Kâf-ı hitab” ile işi Cenâb-ı Hakk’a tahsis ediyoruz. Bir de yalnızca kendi/şahsî ubudiyetimizi mesned yaparak, işi ona dayandırmıyoruz; “Yâ Rabbi, sadece benim dediğim değil, şu benim içinde bulunduğum, teşekkül etmiş olan halka var ya!.. Kâbe’ye en yakın olanından en uzak olanına kadar, hatta semâlara kadar, hatta Kâbe onun -bir yönüyle- izdüşümü olduğu Sidretü’l-müntehâ’ya kadar iç içe halkalar halinde halkalanmış, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyenlerin demeleri içinde kendi deyişimi de dillendiriyorum! Bütün bunların hepsinin dediğini ben Sana takdim ediyorum. Onların hepsinin deyişiyle Sana hitap ediyorum!”. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُYardımı da ancak Sen’den istiyoruz!” diyoruz.

Öyleyse, çok önemli, çok zor yapılır bu hizmet, ancak Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle ve biz de farkına varmadan gerçekleşiyor. O kadar insiyak, hayvanlarda da var. Aynı zamanda iç insiyaklarımızla, kendimizi bir yerde bulduk. Kendinizi bir yerde buldunuz; “Bu konum neyi yapmayı gerektiriyor?” dediniz. “Tesavi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan “iki şey ortasında birini tercih etme” durumu itibariyle, bir şeyi tercih ettiniz. Olan oldu, âlem güldü.. ruhlarınızdaki enginlik, bütün gönüllere süzüldü.. ve sizi çekemeyenler de, bu önemli, pozitif şeye karşı içten üzüldü. Yazık, onları üzdük; hata mıdır, bilemiyorum!.. O üzülmenin sonucu, onlar da kendilerini tahribe saldılar, yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Cenâb-ı Hak, onların kalbine de “yapma” anlayışı/idraki ilkâ buyursun, lütfeylesin!..

  İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olamaz.

Evet, “şerbet” demiştik. “Fenâ fillah”, Allah’ta fani olma… Allah’ta fâni olunca, sonra “bekâ billah” olur insan, bekâ’ya mazhar olur; ebediyetini -Allah’ın izni ve inayetiyle, bir yönüyle- garantilemiş olur. İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz. Hazreti Pîr’e ait.. (Evet, “Pîr”den de rahatsız oluyorlar, niye bilemiyorum?!.) Bediüzzaman hazretlerine ait: “İnsan, ebed için yaratılmıştır. (Ebed’den ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz!) Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-i ebediyededir.” “Al, sana bin sene ömür!” dense de…

Nitekim hadis-i şeriflerde nakledildiği üzere, Hazreti Mûsâ ile Zât-ı Ulûhiyet arasında geçen mükâlemede söz konusu oluyor: Azrail aleyhisselam geldiği zaman, Hazreti Mûsâ “Daha!” diyor. Peygamberler, himmetleri âli olduğundan, misyonları adına isterler bunu: “Ya Rabbî, bakıyorum da önümde daha yapılacak çok şey var. Getirdik işte, kubbede taşları çatacaktık! Şimdi siz, bize ‘Dönün!’ diyorsunuz. Evet, zaten size müteveccihtik biz!” Yavuz Cennet-mekan’ın Hasan Can’a dediği gibi, “Sultanım, Allah’a dönüş var!”; “Sen, şimdiye kadar bizi kiminle sanırdın?!” Peygamber, zaten O’nunla (celle celâluhu) idi. (Evet, Peygamberler uzun ömrü sadece vazifeleri açısından isterler. Hadis-i şerifin devamı -mealen- şöyledir: “Melek Rabb’ine döndü ve ‘Ya Rabbî, beni ölmek istemeyen bir kula gönderdin!’ diye hâlini arz etti. Allah, Azrail’e, ‘Sen yine Mûsâ’ya dön de ona, elini bir öküzün sırtı üzerine koymasını ve elinin örttüğü her bir kıla mukabil bir yıl ömrü olacağını söyle.’ buyurdu. Hazreti Mûsâ bunu duyunca ‘Bundan sonra ne olacak?’ diye sordu. ‘Bundan sonra yine ölüm vardır.’ buyuruldu. Hazreti Mûsâ, ‘Öyle ise ölüm şimdi gelsin!..’ niyazında bulundu.”)

Efendim, “fenâ-fillah” ve sonra “beka-billah ma‘allah”. Esasen bekâya mazhariyet de şerbetlerden bir tanesi oluyor. Evet, ondan sonra, “Seyr anillah”, “seyr ma‘allah” mülahazası geliyor ki, bu son şerbet. O da, Cenâb-ı Hakk’ın bilerek-bilmeyerek size/sizlere yaptırdığı ve inşaallah gelecek nesillere de onu yaptıracağı “yaşatma duygusuyla yaşama!” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta, görülünce başın döndüğü, bakışın bulandığı şeyleri gördükten sonra, “Duyduğum-tattığım şeyleri başkalarına da duyurayım-tattırayım!” deyip insanların arasına döndü. Abdulkuddüs hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Öyle zirveleri ihraz buyurdu ki, vallahi, billahi, tallahi ben o zirveyi ihraz etseydim, geriye dönmezdim!” Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) döndü gördüğü şeyleri gördürmek için, o şerbeti içirmek için. O şerbet, zirve şerbeti. O şerbeti içirmek için, daha çoklarının elinden tutmak için, sırat-ı müstakîm üstü sırat-ı müstakîmi göstermek için, hidayet ötesi hidayeti göstermek için…

Biliyorsunuz, Hazreti Üstad, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ beyanındaki “hidayet”e değişik şekilde, farklı derinliklerde manalar veriyor; onu bilenler bilirler: اِهْدِنَا birileri için şu manaya gelir, birileri için şu manaya gelir, birileri için de şu manaya gelir. Hidayet der hidayet.. hidayet der hidayet.. hidayet der hidayet… (Bir fikir vermesi için bakınız: “Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.” (Otuzüçüncü Söz / Sözler, s.690)

  “Allahım, Peygamberimizin Kevser havzından kase kase içir ve susuzluğumuzu öyle gider ki, ondan sonra ebediyen susuzluk çekmeyelim!..”

Evet, işte en son, o. Sonra geriye dönüp -bir yönüyle- kendini görmezlikten gelerek, üzerine bir çarpı çekerek, “Ben, yokum! Bende bir ben var, benden içeri!” demek. Bunu Yunus Emre diyor. Nasıl diyor Yunus Emre?!. Evet, onun kendi ifadesiyle diyeyim: “Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeru.” Sende bir “Ben” olmalı, senden içeru; esasen, sen, O’nun aynası olmalısın!.. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim” (Aziz Mahmud Hüdâî) O’nda, asliyet planında, hakikat planında… O’na bakan, O’nu gören, إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ fehvasınca, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlıyor, “Allah!” diyordu. İnsafla, önyargısız bakan bir Yahudi âlimi Abdullah ibn-i Selam (Allah, selamı ile serfiraz kılsın!) “Vallahi, bu çehrede yalan yok” demişti. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demesi için, o dırahşan çehreye bakması yetmişti; o mübarek mahiyete bakmak yetmişti onun için. Öyle bir ayna olma… “Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.

İşte, burada o şerbetleri içince, öbür tarafta, Kevser’i içeceksiniz. Abdest alırken de ağzınıza su verirken اَللَّهُمَّ أَسْقِنِي مِنْ حَوْضِ نَبِيِّكَ (صلى الله عليه وسلم) كَأْسًا لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًا “Allahım, Peygamberinin havzından kase kase içir ve susuzluğumu öyle gider ki, ondan sonra ebediyyen susuzluk çekmeyeyim!..” diyorsunuz. لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهُ أَبَدًاÖyle bir içir ki, ondan sonra susuzluk nedir, onu bilmeyeyim!”.

Evet, içeceksin… Bal ırmağından içeceksin, sekir vermeyen meşrubattan içeceksin, saf su menbaından içeceksin… Kaynağından.. kolibasili falan yok, içine girmemiş; hepsi tertemiz böyle… Dünyadakiler sadece birer örnek… İçtiğin zaman diyeceksin ki, “Yahu, bizim o bal var ya, yüzde bir bu tadı veriyordu! Demek yüzde yüzü buna aitmiş!” O meşrubatı içtiğin zaman, “Yahu, birileri içtiği zaman başları dönüyor, kendilerinden geçiyorlardı, ona benziyor ama…” diyeceksin. Kur’an-ı Kerim işaret buyuruyor, işarî tefsir açısından dururlar üzerinde: وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “İman edip makbul ve güzel işler yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki, ne zaman meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilirse: “Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.” (Bakara, 2/25)

Hazreti İbn Abbas (Habrü’l-ümme – Ümmetin âlimi) bu ayetin tefsirinde diyor ki: “Ahirette verilecek şeyler, sadece benzerlerdir!” Onları orada tattığınız zaman, diyeceksiniz ki “Yahu, bu şuna benziyor biraz.. bu şuna benziyor.. bu da şuna benziyor.” Bu hayat, şuna benziyor.. bu koltukta böyle gerilip oturma şuna benziyor.. bu hayat arkadaşıyla muhavere şuna benziyor.. şu evlat sevgisi, evlatlarla alaka da şuna benziyor… Şuna benziyor ama onu tam da ifade etmiyor… Hazreti Pîr de hassasiyetle meselenin üzerinde duruyor. Öyle diyeceksin… Burada o şerbetleri içince, orada da Allah’ın izni ve inayetiyle, o şerbetlerle ikrâmât-ı İlahiye’ye, tekrimât-ı Sübhaniye’ye mazhar olacaksın!..

  Mebdede sadakat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda ciddiyet, temkin ve edep. Mebdede kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itap görür ve hırpalanırlar.

“Cüda düştük güzellerden / Derem, ‘vâ hasretâ!’ şimdi.” (Alvarlı Efe hazretleri) Evet, güzellerden cüdâ düştük, “Va hasretâ!..” diyoruz. Tahkîkin yerini taklîd”in aldığı, “tamir”in yerinde “tahribat” fırtınalarının esip durduğu; bin cehd, bin gayretle yapılan, her türlü değerlendirme ve takdirin üstünde şeylerin tahrip tsunamileri karşısında yıkılmak istendiği bir dönemde, hakikaten nelerden cüdâ düştüğümüzü görüyor ve anlıyoruz!..

“Mebde’de sadakat, vefa ve azim esastır; müntehada ise, ciddiyet, temkin ve edep!..” “Temkin”, zirve bir makamdır. Onun için “üns billah” dediğimiz “Allah’ın enîsi olma” makamı ihraz edildiği zaman dahi tehlikeli hususlardan bir tanesi, insanın orada bile “niyaz”da bulunacağına, farkına varmadan bazen kendini “naz” akıntılarına salıvermesidir. O zaman insan kazanacağı yerde, kazanma kuşağında, kaybeder.

Allah, hep kazandırsın.. ve hiç kaybettirmesin. Bin dört yüzünüzü, bin beş yüzünüzü, üç bin yapsın, inşaallah!.. Bütün tahripçilere rağmen… Tahripçilerin tahribe kilitlenmiş/programlanmış kalblerini de Cenâb-ı Hak, evirsin çevirsin. Çünkü kalbler, O’nun elindedir; Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) إِنَّ الْقُلُوبَ بَيْنَ أُصْبُعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُهَا كَيْفَ يَشَاءُ buyuruyor; “Kalbler, Cenâb-ı Hakk’ın yed-i kudretindedir, onları dilediği gibi evirir çevirir!..” Onların tahribe kilitlenmiş/programlanmış kalblerini de Cenâb-ı Hak, tamire tevcih buyursun!.. Onlara hakiki imanı nasip etmek suretiyle, kalblerindeki o şeytanî duyguları, o nefsânî hisleri, vesveseleri, fısıltıları izale buyursun!.. Vesselam.

Bamteli: DEFİNEYE MÂLİK VİRÂNELER VE ÇAĞIN GARABETİ

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’a kurbetin yolu kendi uzaklığımızı aşmamızdan geçer.

Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz:

“Ey insanoğlu! Nefsini bilen Beni bilir. Beni bilen, Beni arar. Beni arayan, mutlaka Beni bulur. Ve Beni bulan, bütün arzularına ve dahasına nâil olur. Nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez!”

Evet, hadis-i kudsî diye rivayet ediliyor; hadîs-i kudsî diye.

Kur’an-ı Kerim’de bu meseleyi te’yid eden hususlar var; mesele pozitif yanıyla ele alınarak veya negatif yanıyla ele alınarak. Ezcümle, نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da öz canlarını kendilerine unutturdu.” (Haşir, 59/19) Onlar, Allah’ı unuttular, göz ardı ettiler; Allah da onlara, unutma mukabelesinde bulundu. Buna “mukabele” denir, belagat ilmine göre; “müşâkele” de diyebilirsiniz. Onlar nasıl O’nu unuttular, O da öyle bir mukabelede bulundu.

O’nu bilme, çok önemlidir. O’nu bilmeme, O’ndan kopma demektir; kendi uzaklığımızı hazırlama demektir. O, bize, şah damarından daha yakındır. Cismaniyetimiz, hayvaniyetimiz, beşerî garîzelerimiz ve hevâ-i nefsimiz açısından uzaklığı biz kendimiz icat ediyoruz. Aşmamız gerekli olan da “kendi uzaklığımız”dır. O, yakındır; o Yakın’a (celle celâluhu) yakın olmanın yolu, kendi uzaklığımızı aşmaktan geçer.

Kendi uzaklığına takılan ne kadar çok insan var!.. Hüsn-ü zanna binaen, namazını kılan/kaçırmayan, orucunu tutan, hacca giden, yalan söylemeyen, iftira etmeyen, zulümde bulunmayan, irtikâpta bulunmayan, ihtilasta bulunmayan şahıslar hakkında “Bunlar, yakınlıklarını koruyan insanlar!” diye düşünmek lazım. Böyle düşünmek, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” fehvasınca, mü’minin hüsn-ü zannının gereğidir ve o en güzel bir ibadettir.

Fakat genele bakışta.. umumî ahvâle bakışta.. kuyruklu yalanların kol gezdiğine bakışta.. iftiralara bakışta.. haram-helal demeden irtikâplara, ihtilaslara bakışta.. tagallüplere, tahakkümlere, tasallutlara, temellüklere, milletin malına el koymalara bakışta… Hüsn-ü zannımız bizi onlar hakkında da aynı şekilde güzel düşünmeye zorlarken, vicdanımız da “Yalana evet demeyin!” diye bir davul sesiyle, belki bir mehter sesiyle bizi ikaz ediyor; tenbihte bulunuyor, “Ha, zinhar, sakın, sakın!” diyor. Çünkü münafığa “mü’min” demek, yalancıya ve müfteriye mü’min nazarıyla bakmak, dinî kriterlere, o münciyâta (insanı kurtarıp sahil-i selâmete ulaştıracak amellere) karşı saygısızlık sayılır. Mühlikât ve mûbikât (helâk eden ve felâkete sürükleyen hususlar) avenesine en azından sükûtla mukabelede bulunarak, onların hallerini Allah’a havale etmek -zannediyorum- selametli bir yol olsa gerek.

  Cennet’e ancak Hakk’ın rahmeti ve fazlıyla girilir; bununla beraber, vesilelik açısından kurtuluşumu aranızda sıradan bir fert olmaya bağladığımı Allah biliyor.

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Her kim atom ağırlığı bir hayır yaparsa, onun mükâfatını görür; Allah (celle celâluhu), onun karşılığını verir! Kim de atom ağırlığı kötülük yapmışsa, onun cezasını görür!” (Zilzâl, 99/7-8) Atom ağırlığı, molekül ağırlığı veya elektron ağırlığı. “Zerre” deniyor; en küçük parça; “cüz-i lâ yetecezzâ” sözüyle ifade ederlerdi; “artık parçalanmayan şey” olunca, biraz elektron gibi. Onun da altında bir şey var, iyonlar ve eter, bizim dilimize felsefe yoluyla “esir” olarak geçen şey. Evet, hâlâ mevcudiyeti münakaşa mevzuu. O kadarcık şey bile olsa, Allah, iyiliğin mükâfatını, kötülüğün de cezasını verir. Ceza vermemesi, rahmetinin vüs’atine emanet, fazlına emanet.

“Fazl” kelimesinde vüs’at kullanılmamış; fakat Efendimiz “fazl” kelimesini kullanmış; kendisinin dahi Allah’ın lütfuyla, fazlıyla Cennet’e gireceğini belirtmiştir. Evet, kendi Cennet’e girişini bile, o “fazl”a bağlamıştır:  وَلاَ أَنَا، إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ“Ben bile, amelimle cennete giremem! Ancak, Allah’tan bir rahmet ve fazl ile sarıp sarmalanırsam ancak onunla girebilirim!” buyurmuştur.

Demek ki, ekstradan bir bakış, bir teveccüh, bir iltifat. Zât-ı Ulûhiyet’in insanlara bu şekildeki teveccühlerini beşer arasındaki muameleler ile ifade etmek, onu daraltmak sayılır. Fakat bir misal teşkil etmesi açısından “ulûfe-i şâhâne” diyebilirsiniz. Padişahların cömertliklerini sergiledikleri yerde, layık olan olmayan herkes toplanır oraya. Sizlere “atayâ-i şâhanede bulunulduğu gibi, benim gibi kıtmirlere de “Madem bunlarla beraber gelmişsin, al, sen de al!” falan denilir.

Evet, kendi hakkımda hep böyle düşündüm. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu, keremi ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın şefaatiyle, Cennet’e girme meselesi mukadder olur inşaallah. Fakat onu çok defa sizin içinizde âhâd-i nâstan bir fert olmaya bağladığımı, Allah da biliyor, kirâmen kâtibin de biliyor, mütelakkiyân da biliyor, Cibrîl de biliyor, (salat u selâmlarımda ismen anıyorum) İsrafil de biliyor, Mikâil de biliyor, Azrail de biliyor, hamele-i arş da biliyor. Bilenlerin bütün bildiklerini bilen, “Âlim”, “Alîm”, “Allâm” diye üç kiple bildiğini bildiren Hazreti Allamü’l-guyûb (celle celâluhu) da biliyor.

  “Harabât ehline hor bakmayın; defineye mâlik virâneler var!..”

Nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder: “Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik viraneler var!..” Bu da bizdeki hüsn-ü zannın blokajlarından birisi sayılır. Falanı derbeder, perişan, yıkık-dökük, sürüm sürüm görünce, hemen onun hakkında olumsuz bir hükme varma!..

“Hakkı, gel, sırrını eyleme zâhir,

Olayım der isen, bu yolda mâhir,

Harabât ehline hor bakma Şâkir, (büyük oğlu)

Defineye mâlik virâneler var!..”

Hazreti Hızır ile Hazreti Musa kıssasında da defineye mâlik bir viraneden bahsedilir. Antakya’da olduğu söylenir, Allahu a’lem. Hızır ile Musa (aleyhimesselam) sergüzeştisi içinde, vak’ayı noktalayan husus, mâil-i inhidam olan bir duvarın düzeltilmesi. O mâil-i inhidam duvarın altında babaları tarafından saklanmış hazine var.

“Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik virâneler var!..”

Derbeder, perişan, mukassî gördüğünüz nice kimseler vardır ki, hiç belli değil, bakarsınız bin velinin kalbî ve ruhî hayatını, sırrî hayatını, hafâ-ahfâya ait ufkunu, vicdanının enginliğinde taşıyor. Rasat ediyor edilmezleri; görüyor görülmezleri; duyuyor duyulmazları; biliyor ufkumuzun idrakinden âciz olduğu şeyleri…

Evet, biz, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!..” diyeduralım.. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” diyeduralım.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” diyeduralım.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” diyeduralım.. مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” diyeduralım.. مَا قَدَرْنَاكَ حَقَّ قَدْرِكَ يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ “Ey Hayy, Kayyûm, Ehad, Samed, Rahman, Rahim Allah’ımız, zâtını, esma ve sıfatını, nimet ve lütuflarını hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım. (Antrparantez; Zâtî ismini, izafeten çok defa bu kelimelerle yeniden isimlendirdiğinden dolayı, onları betahsis zikrettim, zikrediyorum.) “Biz O’nu (celle celaluhu) hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım… Çokları -bir yönüyle- o takdirin, o tahmîdin, o teşekkürün, o irfanın çağlayanları içinde sonsuza doğru bir yelken açmışlar ki, deryaya varacakları mukadder, tebahhur edecekleri (yani “fenâfillah-bekâbillah” olacakları) mukadder, rahmete dönüşmeleri mukadder, başımızdan aşağıya rahmet gibi sağanak sağanak boşalacakları mukadder. Bazıları da öyle…

  Mahlukâta kulluktan sıyrılmanın yolu, Allah Teâlâ’ya kul ve Hazreti Rasûl-i zîşân’a bende olmaktan geçer.

Ve bunların başında, Abdulkerim el-Cîlî (v. 805 H.) deyişiyle, “mutlak insân-ı kâmil” olan, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm var. Sonra enbiyâ-ı izam içindeki diğer “ulu’l-azim” peygamberler: Hazreti Nuh’lar, Hazreti İbrahim’ler, Hazreti Musâ’lar, Hazreti Îsâ’lar.. ve bütün peygamberler. Allah bizi, onlara bağışlasın, onlara kapıkulu eylemekle taçlandırsın. Desinler ki, “Bunlar, bizim kapımızın halâyıkı!” Varsın bazıları çevrelerinde şeytanlardan, şeytanın avenesinden mele’ler (yani, mâbeyn-i hümâyün tasmalıları) oluştursunlar ve onlara dediklerini yaptırsınlar.. onların dediklerini de yapadursunlar…

Evet, biz, Allah kapısında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın âzâd kabul etmez, boynu tasmalı köleleriyiz. Ve böyle bir kulluğu, böyle bir bende olmayı, dünyada sultanlığa çoktan tercih eden insanlardanız. Bu ses, bu soluk, bu kelimeler, kalbin sesi değilse, zerreden hesabın sorulduğu o gün, bunların hesabı da sorulur, Kıtmir’e de sorulur.

Tercihimizi çoktan yapmışız; kimin kapısının halâyıkı, kulu, ayağı prangalı boynu tasmalı köleleri olduğumuzu çoktan ilan/ifade etmişiz, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikatiyle, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ tekmil cümlesiyle. O, onsuz olmaz; biri, diğerinin lâzımı. Allah’a öyle bir dellâl lazım. Dolayısıyla, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.” Hiçbir şeyi yaratmadan evvel, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu yaratmış. Kendini (celle celâluhu) hakkıyla îlân edecek; ef’âliyle, âsârıyla, esmâsıyla, sıfatıyla îlân edecek birisini belirlemiş ve varlığı öyle yaratmış. Yoksa o güzellikler ve O’na ait hususiyetler bilinmedikten sonra, esasen, o varlık hakkında çokları bigâne kalırlardı. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) evsâfıyla, esmâsıyla, ef’âliyle, âsârıyla, O’nu (celle celâluhu) bize talim etmek suretiyle, verilmesi gerekli olan derslerin akademiler üstü, en üstününü bize talim buyurdu. Herkes, vicdanının enginliğine göre, alacağı şeyi aldı, ona göre tanıdı, ona göre bende oldu.

Başkalarına kul olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a kul ve Hazreti Rasûl-i Zîşân’a bende olmaktan geçer. Kendini O’nun kapısında boynu tasmalı halâyıktan bir halayık görmeyen, Allah kapısının âzâd kabul etmez kölesi olarak görmeyen bir insan, elli bin türlü şeye kul olur. “Servet”e kul olur.. “alkış”a kul olur.. “intikam”a kul olur.. “hırs”a kul olur.. “hased”e kul olur.. “hemz”e kul olur.. “lemz”e kul olur.. “ta’yir”e kul olur.. “ta’yib”e kul olur.. “tahkir”e kul olur.. “tenkîl”e kul olur.. “ibâde”ye kul olur… Kul olur. Saymakla bitmez, o kadar çok şeyin kuludur ki o zavallı! O kadar şeyler karşısında bel kırar, boyun büker, asâ gibi iki büklüm olur ki, hiç sorma!..

Mekkeli müşriklerin 360 küsur putu vardı, senenin günlerine göre. Bunun o kadar putu vardır ki!.. 360 değil, 3600 küsur putu vardır. Dünyaya ait câzibedâr güzellikler, mâlâyâniyâta ait şeyler, bohemliğe ait şeyler, şehevânî duygulara bağlılık gibi şeyler, beşerî garîzeye bağlılık gibi şeyler, haram-helal bilmeme gibi şeyler, saltanat sürme duygusu gibi şeyler… O kadar çok şeyin arkasından koşturur durur ki, -hafizanallah- saymakla bitmez putları. Öyle bir putperesttir ki bu, onu Ebu Cehil görseydi, Utbe görseydi, Şeybe görseydi, İbn Ebi Muayt görseydi, “Biz bile bu kadar ahmaklığa kendimizi salmadık!” derlerdi. Öyle bir gaflet, öyle bir dalalet, öyle bir putperestlik!.. Öyle çok ilah çağlayanına kendisini salmış ki zavallı, Cehennem deryasına varacağı âna kadar da aklı başına gelecek gibi görünmüyor.

  Bir garabet, bir garabet, bir garabet!..

Kur’an buyuruyor: مَا جَعَلَ اللهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) Fakat “insan”lar da vardı Cahiliye döneminde, çağımızın Tiranları, Firavunları gibi, “Hem dünya hem âkibet/ahiret, ikisini beraber götürüyorum!” derlerdi. Gafiller; gözü olduğu halde görmeyen körler, kulağı olduğu halde mesmûâtı duymayan sağırlar, kalbi var gibi göründüğü halde ondan habersiz yaşayan nâdânlar; sohbet-i nâdân ile telezzüz eden nâdanlar.

“Nâdânlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz,

Divânelerin hemdemi divâne gerektir.”

***

Zâlimler eder sohbet-i zulüm ile telezzüz,

Zâlimlerin hemdemi zâlim gerektir.

***

Hâinler eder sohbet-i hâinle telezzüz,

Hâinlerin hemdemi hâin gerektir.

Çağa baktığınız zaman, onu mahrutî bir bakışla temaşa ettiğiniz zaman, İslam dünyasında, o kocaman, o geniş resimde, dikkatinizi çekecek şeyler bunlardır.

Ve işin hiçbir devirde olmayan, mutlaka garabetle karşılayacağınız yanına gelince, o da şudur: Bir dönemde o mezâlimi, Allah kabul etmez, Peygamber kabul etmez, dini din olarak kabul etmez, dinin kurallarına karşı saygısız davranır kimseler, din adına edepsizler yapıyorlardı. Dini kabul etmeyenler yapıyorlardı. Günümüzdeki bu mezâlimi, bu mesâvîyi, bu mûbikâtı, bu mühlikâtı ise, Müslüman görünen insanlar yapıyorlar. Ayağa kadar düşen ve size kadar gelen mülahazalara bakın. İsterseniz, mevcut manzarayı tecrid mülahazasıyla ehline resmettirin. Tecrid mülahazasında en iyi resim çizenin Picasso olduğundan bahsedilir. İslam’daki sanat da tecrid (soyut) mülahazaya dayalıdır. Evet, bu tabloyu bir sanatkâra resmettirmek istediğiniz zaman, karşınıza çok korkunç şeyler çıkar; yılanlar çıkar, sırtlanlar çıkar, goriller çıkar, hınzırlar çıkar, maymunlar çıkar. Çünkü insanı değerlendirecekseniz, tecrid mülahazasıyla resmedecekseniz; karakteri, ahlakı, tavırları, davranışları, düşünceleri, dün başka bugün başka yalanları, iftiraları, karalamaları, yapılmış ümranları yıkmaları, dalgalanan ruh-u revân-ı Muhammedî’yi, Seyyidinâ Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek bir şehbal gibi dalgalanan bayrağını aşağıya indirmeleri… Meseleyi bu mülahazalara bağlı resmettiğiniz zaman, karşınıza çıkacak olan, insan değil, başka türlü mahlûklardır.

Bu, işin en garip yanıdır. Çok garip. Ebu Cehil’de, Utbe’de, Şeybe’de, İbn Ebî Muayt’da görünmeyen bir garabet.. Stalin’de görünmeyen bir garabet.. Lenin’de görünmeyen bir garabet.. Troçki’de görünmeyen bir garabet.. Bir garabet, bir garabet, bir garabet… Bundan daha garibi de, bu garabetleri görmeden, bu resmi okumadan, bu beyinsizlerin arkasından sürüklenip giden insanların garip durumu; onların da onların arkasından şuursuzca sürüklenip gitmeleri. Tarihte bunun da eşi görülmemiştir.

  “Sabır, kendisinden daha acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bütün bunlara karşı size düşen, اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” hakikatine binâen, her şeyi görüp bilip mızraklandığınız halde, süngülendiğiniz halde, dişinizi sıkıp aktif sabır içinde, aktif sabrı ferecin sırlı bir anahtarı bilerek sabretmektir. Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.”

Öyle bir sabredeceğim ki, sabır, kulak kesilip dahasına sabredeceğimi anlayacak!.. Kolumu koparmışlar, Hallâc gibi.. ayağımı kesmişler.. veya Mus’ab b. Umeyr gibi, bir kol gitmiş, öbür kol da gitmiş, bir bacak da gitmiş. Boynunun gittiğini bilmiyorum fakat inandığım bir hocaefendiden dinlemiştim; bunu, Siyer’de görmedim: Boynuna kılıç inerken, hicap duyarak, ağlayarak başını yere koymuş, “Hâlâ bir boynum varken, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) koruyamadım; O’na kalkan olamadım!” demiş. Böyle bir muamelede bulunsalar… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” Değil mi ki Sen teveccühte bulunurken, Kendine imrendiriyorsun, Kendini sevdiriyorsun! Değil mi ki Sen, tedip ederken, bizi günahlarımızdan arındırıyor, huzuruna pîr u pâk olarak almak istiyorsun. Bizim için o da hoş, o da hoş!..

Ashâb-ı Uhdûd gibi eziyet etseler, cenderelere koysalar, günün tankları altında, paletleri altında ezseler… Yol, Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu ise; ferman, Allah’ın fermanı ise; yürünen yol, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yolu, “Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali”lerin (radıyallahu anhüm elfe merrâtin) yürüdüğü şehrâh ise… Şehrâh, çok şeritli, yürümeye çok müsait, trafik olmayacak şekilde yürümeye müsait hazırlanmış bir ana cadde. Yol o ise ve o yolda yürüme adına yöntem de onlara ait ise, bence ne olursa olsun, hepsi hafif gelir. Şu halde, gelin, etmeyin, câhil ile ülfet!..

Tâ 17-18 yaşındayken, bir dava vekilinden duymuştum; Tokat’ın Artova’sında dinlemiştim; hafızamda kalmış:

“Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok,

Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!..”

Belki bu tabiri kullanmam doğru değildi, size karşı saygısızlıktı; gönlünüzü rencide etmiş olabilir. Neyse…

  “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!..”

“Tevbe ya Rabbî, hata râhına gittiklerime,

Bilerek ettiklerime, bilmeyerek ettiklerime!”

Doğru sanarak yanlış yollara gittiklerime, tevbe yâ Rabbî!.. Hepsine tevbe yâ Rabbi.. Hepsine tevbe yâ Rabbi!..

Allah Teâlâ, bizi yaratırken, tevbeyi de arınma adına bir kurna olarak lütfetmiş: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!” (Nûr, 24/31) buyurmuş. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8) beyanıyla da “tevbe-i nasûh”u vurgulamış: Bir daha günaha dönmeme azmi, cehdi ve kastıyla, O’na teveccüh-ü tâmm ile yönelin!.. “Tevbeler tevbesi geyik avına!” deyin ve bir daha da yanlış yollara girmemeye kararlı davranın!.. Allah öyle eylesin!

M. Akif diyor ki;

“Sus ey divane! Durmaz kâinatın seyr-i mu’tadı.

Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?

Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bidadı.

Cihan kanun-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? “Leyse li’l-insani illa mâ se’a” vardı!..”

Evet, “İnsana sa’yinden başka ne vardır ki!” Necm Sûresi’nde buyuruluyor: وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir.” (Necm, 53/39-41)

Cenâb-ı Hak, hayırlı işlere muvaffak kılsın ve o hayırlı işlerin karşılığında öbür tarafta sizleri, (Fakir’i de size bağışlayarak) bizleri mükafatlandırsın!.. Vesselam.

Bamteli: RUHÂNÎ LEZZET ve ENGİN ŞEFKAT.

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi haftanın Bamteli sohbetinde özetle şu hususları dile getirdi:

İnkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında ayakta kalabilmenin vesilesi amelî ve tahkikî imandır.

*Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, amelî ve tahkikî iman hedeflenmelidir. Bu sayede imanın marifete ulaşması, marifetin muhabbetle taçlandırılması ve muhabbetin cinnete varacak şekilde bir aşk u iştiyaka inkılap etmesi mümkün olacaktır. Cenâb-ı Hakk’a kavuşma, cemâl-i bâkemâlini müşahede etme ve “Ben sizden razıyım” hitab-ı celîl-i sübhaniyesini duyma iştiyakıyla yanıp tutuşma, o meselenin zirvesidir. Şayet “iman ettim” diyenler, meseleyi amelle de derinleştirmemişlerse, namazdan şeker-şerbet yudumluyor gibi zevk almıyorlarsa, kaçırdıkları bir teheccüdden dolayı bile yirmi dört saat yemekten iştahları kaçmıyorsa, onlar hala nazarîde emekleyen insanlar demektir.

*Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah’ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah’ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm’a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir.

*Usûlüddin uleması, taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir temele oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

Engin deniz, uzun yol ve sarp yokuşlar ancak iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak azıklı gemiyle aşılabilir.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

*Marifet, nazarî bilgi değildir; o, bir vicdan kültürüdür. Vicdan marifetle lebrîz olunca (taşacak kadar dolunca) muhabbet sınırına ulaşılmış demektir. Artık muhabbet insan mahiyetinde bir dinamo haline gelir ve o sayede insan, Allah’ı, Rasûlü’nü ve Sahabeyi her şeyden artık sever. Zamanla o kulu likâullah iştiyakı bütün bütün sarıverir.

*Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri, Allah’a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk’ın vuslatına ermek ve Cennet’te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl’in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Likâullah iştiyakına (Mahbûb’a karşı arzu ve isteklerle dolup taşmaya) giden yol, imandan, imana bağlı mârifetten, mârifet kaynaklı muhabbetten ve muhabbetten hâsıl olan aşk u şevkten geçer.

Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Bize de lütfet cemâlini ya Rabbenâ!..

*İştiyak likâullah, zirvedekilerin mülahazasıdır. En büyük sabır da likâullaha aşk u iştiyak ile yanıp tutuşan ama henüz “gelebilirsin” davetini almadığından dünya zindanına katlanan hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma sabrıdır. Bunların kendilerini dünyada kalma adına frenlemeleri sadece, emre itaatteki inceliği kavramalarından kaynaklanır. “Burası bir talimgâhtır; biz de birer askeriz. Bizi buraya O gönderdi. O’nun aşk u iştiyakıyla ocaklar gibi yanıp tutuşsam da yine de gam izhar eylemeyeceğim. Emir verip ‘gel’ diyeceği âna kadar rızayla sabredeceğim.” Zirvedekilerin solukları bunlar.

*Aliyyu’l-Kârî hazretlerinin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde ‘bî kem u keyf’ O’nu müşahede edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira Hazreti Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmez. Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnudum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.

Hakiki saadet, hâlis sürur, en şirin nimet ve safi lezzet marifetullah ve muhabbetullahtadır.

*İman ve sâlih amel dairesi, insanın marifetten muhabbete, muhabbetten de lezzet-i ruhaniyeye kadar pek çok güzelliği duyup hissetmesini sağlar. Öyle ki, ibadet iştiyakı onun ruhunu bütün bütün sarar ve kulluk onun için ruhanî bir zevke dönüşür; artık o, bal-kaymak yiyor gibi ibadet eder ve ibadete bir türlü doymaz.

*Gerçi, insan lezzet-i ruhâniyenin ve manevî zevklerin talibi olmamalıdır; fakat o peşine düşmese de bunlar kulluğun bir semeresi olarak ziyade bir lütuf şeklinde esip gelebilir. Nitekim Nur Müellifi, “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir.” derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir.

*Esasen, ibadeti ve genel olarak kulluğu -ruhânî de olsa- zevke ve lezzete bağlama bizim mesleğimize uygun değildir. Hâlis bir mü’min, haccını, orucunu, namazını, teheccüdde gece karanlıklarını yırtan âh u vahlarını ve i’lâ-yı kelimetullah hesabına iştirak ettiği hayırlı faaliyetlerini zevk almaya, lezzet-i ruhâniye ile dolmaya ve doyma bilmeme gibi hallere mazhar olmaya bağlamamalı; bütün amellerini sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getiriyor olma mülahazasıyla ve O’nun rızasını arama duygusuyla ortaya koymalıdır. Vakıa, insan bu konuda hâlis niyetini ve istikamet çizgisini korursa, onun bir kısım ekstra lütuflarla mükâfatlandırılması da her zaman söz konusudur; o talep etmese de zaman zaman lezzet-i ruhâniye meltemleri eser gelir ve onun ruhunu sarar. Temkinli mü’min o hallerin bile “istidraç” olmasından endişe duymalı ve hep teyakkuzda bulunmalıdır.

Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) tattıklarını insanlığa da tattırmak için Mir’aç’tan bile dönmesi eşsiz bir îsâr ve fedakârlıktır.

*İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla Cenâb-ı Hakk’ın mi’râcına mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı.

*Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâ’ya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir.

*Peygamber Efendimiz’in bu tercihi -Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde- “îsâr-u îsârillâh” sözleriyle ifade edilen hâldir; apaçık hususî mazhariyetlere bile birer mahmil bularak, ücret ve huzûzât vaktinde bütün mevhibeleri nisyana gömüp, sadece ve sadece O’nu duyup, O’nun varlığının ziyasının gölgesi olduğunu hissetmektir ki, “Akrabü’l-Mukarrabîn”in yoludur. Bu mânâda, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman bir îsâr kahramanıdır. O’nun gökler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi, duyup tattıklarını ümmetine de tattırmak için müşriklerin eziyetlerine maruz kalacağı bir yolu seçmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesi; ümmeti adına Cennet’ten çıkıp cehennemlere gözyaşı salması, salıp bütün insanları dilemesi de hiç kimsenin tasavvur bile edemeyeceği bambaşka bir îsâr derinliğidir.

Damlanızı derya, zerrenizi güneş kılma yolunda yürüyorsunuz; bu yolda her musibete katlanmaya değer!..

*Günümüzün zalimleri yaptıkları zulümleri bin kat katlasalar, sizin için işin sonu Cennet, rü’yet, rıza ve Rıdvan olduğuna göre, öpüp başınıza koymanız lazım. Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizi peygamberlerin ve selef-i salihînin yolunda, o yüce ve evrensel mefkûremizi ikâme etme istikametinde yürütüyor. Sizi ve arkadaşlarınızı ama ihtiyârî ama cebrî hicretlere zorlamak suretiyle, dünyanın dört bir yanına açılmanızı sağlıyor. Kendi dünyanızda şöyle böyle ektiğiniz ve başağa yürüyecek hale getirdiğiniz filizleri, fideleri dünyanın dört bir yanına da taşıyacaksınız; hâristanları, (diken tarlalarını) gülistanlar, bostanlar, bağistanlar haline getireceksiniz. Cenâb-ı Hak bunun için dört bir yana salmışsa, sizi çok önemli bir hizmette istihdam buyuruyor demektir.

*Kendinize bakarken “Allah Allah!.. -Hazreti Pîr’in ifadesiyle- Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ. Bunlar nasıl oluyor da bize gördürülüyor. Biz kendimizi onbaşı bile görmedik. Onbaşı görmedik ama sanki Allah müşîrlere gördürdüğü vazifeyi bize de gördürüyor. Bu, Allah’ın lütfunun enginliği. Nasıl oluyor da böyle oluyor? İnşaallah istidrac değildir.”

*İstidrac, ekstra nimetlerin sağanak sağanak başından aşağıya yağması sonucunda bir insanın kendisini bir şey zannederek şirazeden çıkmasıdır; nimetleri kendi hakkı gibi görerek küstahlaşıp adım adım azaba yürümesidir. Bazen kendini emirü’l-mü’minin görmesi, bazen kendini kutup görmesi, bazen kendini gavs görmesi, bazen kendini mehdî görmesi, bazen kendini mesîh görmesi gibi -hafizanallah- kendini haydutluklara salmasıdır.

*Kendi damlanızı derya kılma yolunda yürüyorsunuz.. kendi zerrenizi güneş kılma yolunda yürüyorsunuz.. hiç ender hiçliğinizi her şey yapma yolunda yürüyorsunuz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Cenâb-ı Hak bu mevzuda zaferyâb eylesin, beni de size bağışlasın. Sizin aranızda, öbür tarafta haşr olmaya muvaffak eylesin!..

*Hayatım boyunca hep öyle düşündüm: Bu ahiret hesabına kırmızı pasaportlu güzel insanlar içinde bana da “geç” denileceğini umdum ve istedim. Neden kırmızı pasaportlu?!. فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ “O gariplere müjdeler olsun!.. Halk kendini bozgunculuğa saldığı bir dönemde onlar ellerinden geldiğince tahribatı tamire, fesadı ıslaha çalışırlar.” Böyle güzide bir cemaat, kalb aydınlığıyla yürüyen bir cemaat içinde bulunduğumdan dolayı öyle düşündüm ve diledim. Onlara kırmızı pasaportlulara yapıldığı gibi “Geç, geç, geç…” denirken, -bir hadis-i şerifte işaret edildiği üzere- aralarına karışmış bir tufeylîye de “Sen de geç!” deniyor. Kendimi hep böyle gördüm, böyle değerlendirdim. Cenâb-ı Hak, beni size bağışlasın; sizi de bağışlanacaklara, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a bağışlasın!..

Allah’ı Hakkıyla Tâzim ve Takdir

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tâzimi göstermediler. Hâlbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer sûresi, 39/67) âyet-i kerimesinin verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Âyetin başındaki, وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ  ifadesi; “Onlar, celâl ve cemâl sıfatlarıyla Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkıyla bilip tanıyamadı, O’nun her şeye gücü yeten mutlak kudretini, kulları üzerine yağdırdığı lütuf ve nimetlerini, sonsuz merhamet ve şefkatini görmedi, şanına yaraşır şekilde O’na tâzim ve hürmette bulunmadı, dolayısıyla takdirsizlik ve nankörlüğe girdiler” mânâsına gelmektedir. حَقَّ قَدْرِهِ ifadesinden, o insanlar içinde belli ölçüde takdir edenler olsa da onların Zât-ı Ecell u Âlâ’yı şânına yaraşır ve yakışır şekilde takdir edemediğini anlıyoruz. Zira “hakkıyla takdir” ile “takdir” birbirinden farklıdır. Mesela Yüce Rabbimiz, bizi yaratan, ahsen-i takvime mazhar eden, peygamberlerle bizi doğru yola çağırıp hidayet buyuran, bize güzel şeyler vaat etmek suretiyle iştiyakımızı kamçılayan, gözlerimizi öbür âleme açan ve bizi hiç yalnız bırakmayandır. İşte bütün bunları bilmek, bu bilgiye göre O’na hürmet ve şükürde bulunmak birer takdirdir. Aksi ise bir körlük, takdirsizlik ve nankörlüktür.

Âyetin devamında Zât-ı Ulûhiyet, kendi azamet ve ululuğunu ifade adına bir örnek vermekte,  وَاْلأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Kıyamet gününde arz, kabza-ı tasarrufundadır.” buyurmaktadır. Yani sizin gözünüzde hacmi, cesameti ne olursa olsun, dünya, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti açısından küçücük bir nokta, bir zerre gibidir. O’nun arz üzerindeki kudretinin ifade edilmesi, orada yaşayanlara, “O’nun kudret-i kâhire ve irade-i bâhiresi karşısında siz de iki büklüm olun, emir ve itaat dairesi içinde hareket edin!” mesajını vermektedir.

Âyetteki, وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِGökler âlemi de bükülmüş olarak kudret elinin içindedir.” ifadesiyle semâvâtı bir kitap gibi düreceği, onu âdeta rulo hâline getireceği bildirilmektedir.

Âyetin fezlekesini teşkil eden, سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ ise “O’nu (celle celâluhu) sebeplerden tenzih ve takdis ederiz. Zira Allah (celle celâluhu), başkalarının şirk koşageldikleri şeylerden münezzeh ve müberradır.” demektir.

Haşyetin Mârifet ve Vicdan Boyutu

Kâinattaki kudret ve azametin, başımızdan aşağı boşalan nimet ve lütufların ya sathî olarak veya derinden derine duyulup hissedilmesine göre Cenâb-ı Hakk’ı takdirin farklı dereceleri vardır.

Burada hemen akla, “Bu takdir, sade bir mârifet midir, yoksa bütün organları, insandaki latîfeleri de içine alır mı?” sorusu gelebilir. Nasıl ki muhabbet, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; sevgi, bilmeye bağlıdır. Aynen öyle de şayet kalbte Allah’a karşı haşyet yani saygı eksenli bir korku duygusu oluşmuşsa böyle bir saygı duygusunun arkasında öncelikle bilme vardır. Sonra bilginin mârifet ve vicdan kültürü hâline dönüşmesi ve neticede tabiata mâl olup insan tabiatının bir derinliği hâline gelmesi söz konusudur. Mü’minin bu mertebeden sonra yapacağı ubûdiyetler, onda bir yönüyle iç sâiklerle meydana gelen hâdiseler hâline gelecektir. Yani onun, سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ، اَللهُ أَكْـبَـرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ لِلَهِ كَثِيرًا وَسُبْحَانَ اللهِ بُـكْرَةً وَأَصِيلًا “Sübhân’dır Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir. Yüce şanına yaraşır şekilde hamd olsun O’na. Azamet tahtının O yegâne Sultanı, en güzel şekilde tesbihe lâyıktır. Büyük Allah’tır. Bütün hamd ü senalar O’na mahsus ve O’nun hakkıdır. Sabah-akşam tesbihlerle anılmaya lâyık yegâne Zât O’dur.” demesi sadece emredildiği ve tavsiye buyrulduğu için olmayacaktır; bilâkis eşya ve hâdiseleri süzerken, Kudret-i Kâhire’yi, İrade-i Bâhire’yi mütalâa ederken bu takdir ifadeleri, emre itaat duygusunu aşkın bir buudda gönlünün coşmasıyla onun içinden hemen kopup gelecektir.

Bu açıdan denilebilir ki, bir mü’min, nazarî planda Kudret-i Kâhire’yi, İrade-i Bâhire’yi, Meşiet-i Sübhâniye’yi takdir hisleriyle ifade edebilir. Fakat asıl mesele, onun, bu takdiri bir iç meselesine dönüştürmesi, onu benliğine mâl etmesidir. Aksi takdirde o, sadece emredildiği için veya kendisine bir hatırlatma yapıldığı yer ve zamanlarda tazim ve takdir hislerini ifade edecektir. Tefekkürle vicdanında mârifet peteği oluşturmuş inanan gönüllerdir ki, hayatlarının her safhasında, hatta onların bazıları hayatlarının hemen her ân-ı seyyalesinde tâzim ve takdir hisleriyle dolar dolar boşalırlar. Mesela ilâhî kudret ve azametin tecellîsini müşahede ettiği bir hâdiseyle karşı karşıya geldiği zaman, o hâdise, ona hemen, سُبْحَانَ اللهِ “Allah’ı (celle celâluhu) her türlü eksiklik ve noksanlıklardan tesbîh u takdis ediyorum.” dedirtir. Yerinde âdeta tepeden tırnağa nimetlerle serfiraz olduğunu görür gibi olur; olur da o zaman hemen, اَلْحَمْدُ لِلهِ حَمْدًا كَثِيرًا “Hadsiz hamd u senalar Allah içindir.” hamd u senasıyla gürler. Yerinde de Allah’ın (celle celâluhu) azamet ve ululuğuna delâlet eden o icraât-ı azîme-i cesîme, nazarında tüllendiği zaman, اَللهُ أَكْـبَـرُ “Yegâne büyük Allah’tır.” zikriyle soluklanır.

Nitekim Recâizâde Mahmut Ekrem’in dediği gibi, “Bir kitabullâh-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” Yani mü’minin hangi harf karşısına çıkar ve ona Allah’ı nasıl ifade ederse, o da ona göre bir ifade tarzında bulunur. İşte asıl mesele, asıl takdir de budur. Burada önemli olan husus, Allah’a karşı hissedilen takdiri, bir vicdan meselesi hâline getirmektir.

Haşyetin Kişiye ve Çevresine Tesiri

Bu konuya ışık tutacak bir hadiste, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce, لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ Şayet bu adamın kalbi huşu duysaydı, organları da huşu duyardı.” (Abdurrezzak, el-Musannef 2/266; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/172) buyurur. Eğer insanın kalbinde Allah’a karşı haşyet duygusu ve derinlemesine bir saygı varsa, bu onun jest ve mimiklerini dahi kapsayacak şekilde tavır ve davranışlarına sirayet eder.

Böyle kalb ehli yüce kâmetlerin jest ve mimiklerine, tavır ve davranışlarına bakıldığında, onlarda haşyetin akis ve alâmetleri görülür ve hissedilir; bu sayede onların huzurunda ciddî bir insibağ banyosu yaşanır, mânevî bir huzura erilir. Nitekim çocukluğumda Alvarlı Efe Hazretleri’nin huzurunda bulunduğum zamanlar, insanın içine inşirah salan o duyguları yaşardım. Bu zâtlar, “Allah (celle celâluhu), Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ)” derken veya değişik konularda hassasiyet izhar ederken sizin içinize kitaplarla ifade edilemeyecek iman ve iz’an ifâzasında bulunurlar. Alvar İmamı’nın bir hâli bu hususa misal teşkil edecek mahiyettedir. Bir gün, Alvar İmamı’nın huzuruna gelen birisi, “Efe Hazretleri! Hacca gitmiştim, Medine-i Münevvere’deki köpekler, bakımsızlıktan mıdır nedendir, uyuz olmuşlar.” der. Bu sözü duyan Hazret, birdenbire gür bir sesle, “Sus! Ben, Medine’nin uyuz köpeklerine de kurban olayım!” der. Bu sözleri o Hazrete söylettiren, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) duyduğu derin sevgi ve saygının kalbinde otağ kurmasıdır. Ânında o Hazret bu hassasiyetini ortaya koyar. İşte asıl mesele, insanın mukaddes değerler karşısında, derin bir hassasiyetle kendisini hemen bir huşu ve haşyet çağlayanına salması, o çağlayan, onu nereye götürürse oraya gitmesidir.

Yitirdiğimiz Önemli Bir Değer

Maalesef bizim yitirdiğimiz en önemli değerlerden birisi, bu hususların vicdanlara mâl edilişidir. Şeklî Müslümanlığın kurbanları olan bizler kalbimizi yitirdik, iç derinliklerimizi unuttuk. Kısmen dine ait bazı meseleler öğretilmiş olsa da -onları öğretenlerden de Allah ebeden razı olsun- kalbî hayata ait hususları öğrenemeden, dolayısıyla yaşayamadan sadece nazarî ve taklidî bilgilerle, nakilcilikle baş başa kaldık. Oysaki “Mal ve evlât fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir.” (Şuarâ sûresi, 26/89), “İşte bunlar, mükâfatları, içinde devamlı kalacakları altından ırmaklar akan ‘Adn Cennetleri’dir. (Dahası) Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar ve bu rıza makamı da, sadece Rabbi’ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunanlara mahsustur.” (Beyyine sûresi, 98/8) âyetlerinde de ifade edildiği gibi ötede insanı kurtaracak olan “kalb-i selim” sahibi olması, Rabbisi’ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunmasıdır.

Esef duyulası hâlimizin bir ifadesi de minberi titreten âyetin bizim kalbimizi titretmemesidir. Mevzumuza esas teşkil eden sorudaki âyeti bir defasında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) minberde okumuştu da üzerinde bulunduğu minber neredeyse O’nu düşürecek kadar titremişti. (Bkz.: Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/72) Kalbimizi yitirmeseydik şayet, minberi titreten o âyet-i celîle, bizim de kalbimizi titretecek, bizi haşyete sevk edecekti!..

Rabbimiz’den niyaz edelim, bizi şekilden sıyrılıp öze, kalıptan kurtulup mânâya kavuşmaya muvaffak kılsın! Hayatımızın her ânında, her türlü tavır ve davranışımızda hükmünü icra edecek şekilde kalblerimizi haşyet duygusuyla doldursun!..

Dirilişin Esasları ve Sevgi İksiri

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu sorumuza cevap sadedinde aşağıda özetlediğimiz konuları anlattı:

Soru:

Hakiki dirilişin, hemen her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelerek, inançta yakîn, amelde ihlas ve duyguda düşüncede ihsan ufkuna ulaşmakla gerçekleşebileceği ifade ediliyor. Bu mücmel hususların izahını lütfeder misiniz?

Ebedî Dirilik Dünyadaki Diriliş Vesilesiyle Elde Edilir

*Diriliş, hakiki manada öldükten sonra dirilmeye denir. Fakat orada dosdoğru, ayaklarının üzerine dirilme, burada din adına dirilmeye bağlıdır. Şayet insan burada dinî düşünce adına ba’sü ba’de’l-mevte mazhar değilse, öyle bir diriliş yaşamıyorsa, öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. Ona sadece yaptığı mesâvinin cezasını görmek üzere boynuna zincir vurulmuş, idama mahkûm edilmiş bir varlık denir. Onun için diriliş bir yönüyle burada başlıyor. Burada dirilenler, gerçek manada diriliş diyebileceğimiz şeyi orada da hakikatiyle yaşayacaklar. Allah burada öyle diriltsin, öyle bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılsın. Öbür tarafta da bizi “Hakikaten bu bir dirilişmiş!” dedirtecek şekilde, neşve ile ebedî hayata uyarsın.

*Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.

“Vallahi, billahi, tallahi mızrap yemiş bir tel gibi onu her an tın tın vicdanımda duyuyorum!”

*Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın. Belki başkaları diyecek: “Benim böyle bir ahd-u misaktan haberim yok!” Fakat sen, “Vallahi, billahi, tallahi ben her an tın tın, mızrap yemiş bir tel gibi onu hep vicdanımda duyuyorum!” diyeceksin. Mahiyetin itibarıyla duyacaksın! Öyle bir “latîfe-i rabbâniye ufku” hedef olarak gösteriliyor.

*Kalb ufkunun üstünde -sofiler de öyle görmüşler- ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir. Embriyolojik süreç içinde belli bir fasla geldikten sonra, hayvânî ruhun, canlılığın yanı başında, ilâhî nefha olarak insanî ruh üfleniyor. Bu defa sen, dünyaya geldiğin andan itibaren, insan olarak kendini duyuyorsun. Çok farklı, daha mürekkep düşünüyorsun, daha engin bakıyorsun, hadiseleri daha mahrûtî (bütüncül) şekilde ele alıyorsun; sebep sonuç arasında, bir yönüyle tığını oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örgülüyorsun. Bu da belki bir yönüyle “ruh ufku” oluyor.

*Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve  âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.

Mevlâ razı ise, bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur!..

*Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek manalarına gelir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.

*Bütün bu hususlara ulaşma adına çok önemli bir kanat da “ihlas”tır. Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlas öyle bir iksirdir. Onun için amel ederken sadece rıza hedefli olmak ve ihlaslı davranmak lazım. Bu açıdan, günde bin defa “Allahümme el-ihlâse ve rıdâke – Allahım ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi lütfet!” deseniz, yine de bu mevzudaki talebin hakkını vermiş sayılmazsınız. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetini aksettirir. Evet, hayatınızın her saniyesini nurani, pırıl pırıl birer yıldız haline getirmeyi düşünüyorsanız “el-ihlase ve rıdâke” deyin, günde belki bin defa O’ndan ihlas ve rıza dileyin.

*Duygu ve düşüncede ihsan. Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olma şuuruyla kulluk yapmak.. hareketini hep ona göre tanzim etmek. Rica ederim, Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına kendinizi bağlamamış veya Allah’ı görüyor gibi değişik işlere koyulmamış iseniz, eğrilik büğrülükten sıyrılamazsınız.. villadan, yalıdan kurtulamazsınız.. yattan, gemiden kurtulamazsınız.. makamdan, koltuktan kurtulamazsınız.. parmakla işaret edilme arzusundan sıyrılamazsınız.. Allah belası bu gâileler sarmalı içinde hayatınızı sürdürür, toprağa öyle girer ve oraya sadece çürümüş kemikler bırakırsınız!

Dinin ruhunu öldürdüler!..

*Diriliş yolunun “elif-bâ”sı iman-ı billah.. bir üst faslı marifetullah.. daha bir üst faslı muhabbetullah.. sonra da onun tarafından esip gelen bir bâd-ı saba gibi aşk ve “iştiyak ilâ likâillah”. Zirveye talip olmalı; fakat yol adabını ve geçilmesi gerekli olan köprüleri de göz ardı etmemeli.

*Belki üstûredir ancak Mecnun’un Leyla’ya alakasından bahsedilir. Ferhat’ın Şirin’e delice sevgisi anlatılır; Şirin için hayatını vermiş; dağı delecek, su götürecek; mahbubuna, matlubuna ulaşacak, onu elde edecek. Kalbde ve ruhta diriliş yolunda da en azından öyle bir aşk delisi olmak hedeflenmeli. “Allahım oraya ulaşmam için daha ne yapmalıyım?” heyecanız. Halbuki hedeflenmesi gereken zirve O’na karşı delice aşk u alaka…

*Aslında böyle bir aşk u alakaya talip olursanız, Allah’ın izniyle sonunda ona ulaşırsınız. Bir insan bir şeyin arkasına ciddi, yürekten düşerse, o mevzuda ciddiyet sergilerse, işi şakaya boğmazsa, mutlaka talip olduğu şeyi elde eder. O’nu yürekten sevebilmek için böyle bir azim, böyle bir cehd lazım ki bizim en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Bizi bizden uzaklaştıranlar bizi bu duygulardan ve dinin ruhundan ettiler. Bizi dinin şekliyle teselliye ittiler ve dinin ruhundan ettiler. Dinin ruhunu öldürdüler.

Ya Rabb, bu ne tatlı pazarlık!..

*Hakiki mü’min, kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir..

حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ

“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” İşte bu yüce ufka talip olmak lazım.

*Siz Mevla’yı severseniz, Allah da (celle celâluhu) sizi bırakmaz; fakat ısrar etmek lazım. “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Sen seveceksin. Sen sevmezsen başkalarına nasıl sevdireceksin ki?!. Sen sevmeyince, o muhabbeti içinde duymayınca, O’nun başkaları tarafından da delice sevilmesi arzusu olmaz ki içinde. Evvela sen delice seveceksin O’nu.

*“Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Buna isterseniz bir mukavele diyebilirsiniz. Cenab-ı Hakk -bir yönüyle- rahmet ve tenezzül tecelli dalga boyunda size diyor ki: “Bakın kullarım! Siz Beni kullarıma sevdirirseniz -anlaşalım sizinle- Ben de sizi severim.”

*Hadis-i şerifteki fiil-i muzari kipinden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın sevmesi bir kereye mahsus kalmaz. O hayatı sizin için bir cennet hayatı haline getirir. Dünya mü’minin nazarında bir cennet koridorudur; Esma-i ilahiyenin mecâlisi ve Sıfat-ı sübhaniyenin mezâhiridir. Sen cennete doğru yürüyor gibi bir neşve içinde yürürsün; dünya bile bir cennet haline gelir. “İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” diyor Hazreti Pir-i Mugan Şem-i Tâbân. Kalbinde o iman varsa, senin içinde sürekli bir cennet var demektir.

Aşk gözyaşları cehennem ateşini dahi söndürür!..

*Evet, Allah’ın sevmesi, her fasılda bir başka güzellikte tecelli eder. Mesela, berzah hayatına girersiniz, sanki tatlı rüya iklimlerine açılıyor gibi bir hayat sürersiniz. Sevgisini bu defa önünüze öyle serer. Mizana gittiğiniz zaman herkesin korktuğu bir dönemde bişaretlerle sizi öyle bir sevindirir ki böylece sevgisini yine ortaya koyar. Sırattan geçerken herkes korkuyla titrer. Kimileri takılır çengellerde kalır. Kimileri aşağı yuvarlanır. Fakat siz oradan geçerken cehennemin alttan bağırdığını duyarsınız; hadisin ifadesiyle “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!..”

*Muhabbet, cehennem ateşini söndüren bir iksirdir. Sevmiş ve O’nun için gözyaşı dökmüşseniz… Yine bir hadis-i şerifte ifade buyuruluyor: Cibril’in (aleyhisselam) elinde kâse gibi bir şey, içinde bir mâî (sıvı). Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) soruyor, “Bu nedir?” diye. O da, “Bu mü’minlerin gözyaşlarıdır!..” diyor. Herhalde aşk ile dökülen gözyaşından daha kutsal bir gözyaşı yoktur. Cehennemin dağlar veya aysbergler cesametindeki o kıvılcımlarını söndürecek iksir de budur.

İmanın Tadını Duymanın Üç Şartı

*Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ

“Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır.

*Allah ve Rasûlü’nun dünyada her şeyden daha sevimli hale gelmesi… Onları öyle seveceksin ki, onların söz konusu olduğu her yerde, her şey, karşında bir anda siluete dönüşecek. Tabiî karşındakinin hakkına da tecavüz etmeyeceksin. Erkek kadının hakkına, kadın erkeğin hakkına, baba evladının, evlat babanın hukukuna tecavüz etmeyecek. Çünkü onlar senin Allah ile münasebetini pekiştirmende birer unsurdurlar. O hukuka da riayet edeceksin. Kendini zorlayacaksın. “Allah bir de eşimin, evladımın hesabını bana sormasın!..” diye tir tir titreyeceksin. Bu hukuka riayetin yanı başında, Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık seveceksin.

Nerede Hazreti Ömer’in Peygamber sevgisi ve nerede bizim alakamız?

*Diğer peygamberler de nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا             يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

“O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır / Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” İşte, hakikat güneşinin zuhur etmesiyle nasıl ki yıldızlar görünmez olurlar, onlar yok değildir, vardır ama görünme hakları güneş zuhur edinceye kadardır; aynen öyle de Allah ve Rasûlü’nün sevgisi söz konusu olduğunda diğer bütün alaka ve muhabbetler görünmez olur. Bu açıdan, neyi nereye koyacaksınız, bunu iyi bilmelisiniz!..

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur. Nerede bu hakikat ve biz nerede duruyoruz?!.

Bu öz değerlerimizi yitirdiğimizdendir ki şeklî insanlığa takılıp kaldık!..

*Biz bunları yitirdik. İçinizde bunları derinlemesine yaşayan insanlar vardır. Fakat yeryüzündeki İslam toplumlarına ve zavallı Türk toplumuna baktığınız zaman bu duyguların yitik olduğunu göreceksiniz. Bir zamanlar önemli bir misyon eda eden o mübarek Devlet-i Aliyye’nin âlî fertleri o uğurda nasıl hırz u can ediyorlardı?!. Birileri bizdeki o aşkı, o heyecanı, o ruhu çaldılar. Onu mevcut sistemlerin, siyasi idarelerin vesayeti altına verdiler; meseleyi onların güdümünde götürdüler ve işin doğrusu dini üç-beş kuruşluk dünyaya sattılar.

*“Kişiyi, herhangi bir insanı, Allah’tan dolayı sevmedikçe, imanın tadını tatmış olamazsınız!..” Herkese seviyesine göre, Allah’tan ötürü bir kalbî alaka duyma. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” Saniyeyi sene yapmak istiyorsanız, bu her şeyi Allah sevgisine ve Rasûlullah muhabbetine bağlamaktan geçer.

*“Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” İnsan, Allah onu imana hidayet buyurduktan sonra, küfürden, dalaletten sıyrıldıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, cehenneme atılıyor gibi kerih görmedikçe, imanın tadını tatmış olmaz. Küfürden, dalaletten, nifaktan, yalandan, şikaktan, iftiradan, gıybetten, bühtandan, dünyaperestlikten, ikbal sevdasından, hakimiyet sevdasından vazgeçmedikten sonra imanın tadını tatmış sayılmazsın. Başka tat seylaplarına, akıntılarına kendini salmışsan ve geriye dönmeye de fırsat bulamıyorsan, senin Allah’ı sevdiğinden, Peygamberi sevdiğinden de söz edilemez.

*Gerçek insanlık bu duyguları hayata hayat kılmaktan geçer. Yoksa insan, şeklî insanlıktan -Müslümanlık demiyorum, zaten ondan fersah fersah uzaktır- kurtulamaz.