Posts Tagged ‘Mânevî Beslenme’

Bir Nefes (26)

Herkul | | BİR NEFES, HERKUL NAGME

Klipten cümleler:

* Bir taraftan yapacağımız şeyleri yaparken -Siz yapıyorsunuz, Allah ebeden razı olsun!- diğer taraftan da bu ızdırarlar, ızdıraplar, ihtiyaçlar, iç yanmaları, sızlanmalar, sürekli “o kapı”ya müteveccih yaşamalar, güç kazandırıyor ona, bir sinerji kaynağı oluyor âdetâ.

* Bu ızdırar gücüyle, bu ızdırap gücüyle, bir taraftan da o yüksek gâye-i hayalimize dilbeste olarak -Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile- buluşunca, olmayacak şey yoktur.

* Dünyanın tamire ihtiyacı var; çehresinin değiştirilmesine çok şiddetli ihtiyaç var. Topyekûn insanlık ızdırap içinde.

* Şimdi kendi gücümüzün küçüklüğüne/yetersizliğine bakarak, “Kozalite mülahazasına göre, hiçbir zaman bu sebep ile o sonuç elde edilemez!” falan dememek lazım. Biz şimdiye kadar yaptığımız şeyleri kendi güç, kendi iktidar, kendi amîk efkârımız sayesinde yapmadık ki, bundan sonra yapılacak şeyleri de onlara bağlayarak meseleyi imkânsız görelim!.. 

* Allah, Kendi yolunda O’na doğru yürüyenleri hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Sizi bırakacağına da ihtimal vermek, doğru değildir, O’na karşı suizan olur.

* İftihar Tablosu’nun önemli iki vazifesi vardı: Birisi “Tebliğ”, Allah’tan aldığı mesajları insanlığa sunmak; diğeri de temsil/hal, fiilen o meseleyi göstermek. Çok inandırıcı olmuştur bu; ne demiş ise, onun on katını yapmış orada.

* Ee öyle olmasa, Kur’an der mi, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Niye yapmadığınız/etmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz?” Bu, “Söylemeyin!” demek değil; “Söylediğiniz şeyleri yapıyor olun!” demektir bu; “Söylediğiniz halde o meseleleri yapmıyorsanız, nezd-i Ulûhiyette bir vesile-i gazab olacak bir şeydir.” diyor.

* Şimdiye kadar militarist sistemler, kadınları tamamen hayattan tecrîd etmişler, bir kenara itmişler. Esasen devr-i Risâlet’teki tarz-ı telakkiye muhalif bir tavır idi bu. 

* İşte hep âcizâne arz ettim; Hazreti Âişe validemiz, Hafsa validemiz, Meymûne validemiz, Hatice validemiz, Efendimiz’e mesajında, o ulvî mesajında öyle destek oldular ki!.. Eğer onlar, O’nu öyle desteklemeselerdi, bir yönüyle tâife-i nisa ile O’nun arasında koordinasyonu sağlayan nurânî bir ekip olmasalardı, o mesele, hanelere/evlere filan o kadar sürat ile yayılamazdı. 

* Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. 

* Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.

Not: Bu sohbetin (ister yazılı ister sesli/görüntülü) tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.ozgurherkul.org/bamteli/bamteli-canli-iradeler-ve-sinerji/

Canlı İradeler ve Sinerji

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Şimdiye kadar yaptığımız işleri kendi güç, iktidar ve derin fikirlerimiz sayesinde yapmadık ki bundan sonra yapılması gerekenleri de onlara bağlayarak ümitsizliğe düşelim ve meseleyi imkânsız görelim!..

Bir taraftan yapacağımız şeyleri yaparken -Siz yapıyorsunuz, Allah ebeden razı olsun!- diğer taraftan da bu ızdırarlar, ızdıraplar, ihtiyaçlar, iç yanmaları, sızlanmalar, sürekli “o kapı”ya müteveccih yaşamalar, güç kazandırıyor ona, bir sinerji kaynağı oluyor âdetâ; dolu dolu geliyor, ciddî bir metafizik gerilime ulaşıyorsunuz, Allah’ın izniyle. İnşaallah bu tutuşturulan ocaklar… “Ocak” mı diyelim, “projektör” mü diyelim?!. Bunların hepsi hafif kalır; Cenâb-ı Hakk’ın yakacağı “meşale” karşısında.

Tevbe Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarıyla Allah’ın yaktığı nuru söndürmeye çalışıyorlar.” (Tevbe, 9/32) وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kâfirler hoşlanmasalar bile Allah (celle celâluhu) o nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 9/32) Onlara “Hayır!” diyor, “Beyhude uğraşıyorsunuz!” يَأْبَى kelimesine bu manayı veriyorum. “Hayır!” diyor, “Beyhude yorulmayın; onu Ben yaktım!” Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!” Ayetin/nazmın manası/meali gibi bir şey oluyor.

Evet, inşaallah bu ızdırar gücüyle, bu ızdırap gücüyle, bir taraftan da o yüksek gâye-i hayalimize dilbeste olarak -Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile- buluşunca, olmayacak şey yoktur.

Dünyanın tamire ihtiyacı var; çehresinin değiştirilmesine çok şiddetli ihtiyaç var. Topyekûn insanlık ızdırap içinde. Çıkarlar/menfaatler, o yüksek gâye-i hayallerin yerlerine gelmiş, otağını kurmuş. Şeytan, dediği her şeyi çok rahatlıkla yapıyor/yaptırıyor, insanlara yakıştırıyor. Bu asra bir “Şeytan Asrı” denebilir; belki son üç asır, “Şeytan Asrı” sayılabilir. Hazreti Pîr-i Mugân öyle diyor: “Üç asırdan beri rahnedâr olan İslam kalesinin tamiri…” Sizin üzerinizde…

Şimdi kendi gücümüzün küçüklüğüne/yetersizliğine bakarak, “Kozalite mülahazasına göre, hiçbir zaman bu sebep ile o sonuç elde edilemez!” falan dememek lazım. Biz şimdiye kadar yaptığımız şeyleri kendi güç, kendi iktidar, kendi amîk efkârımız sayesinde yapmadık ki, bundan sonra yapılacak şeyleri de onlara bağlayarak meseleyi imkânsız görelim!.. Allah sevk etti, kendimizi belli bir konumda bulduk. Burada oturuyor gibi… Burada oturunca, benim şurada yaptığım dırdırlar gibi dırdır ediyorsun, onlar mırmır oluyor; bakıyorsunuz millet öyle kabul ediyor onu. Yeni bir kapı açılıyor, daha farklı şeyler görüyorsunuz; “Galiba şu da yapılırmış burada!” falan diyorsunuz.

Bu mesele böyle; konuma göre… İşin mebdeinde müntehasını görerek ona göre bir makro planımız yoktu. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ittiği/konumlandırdığı yere bakıyorduk; “Yahu burada şöyle bir çıkış, şöyle bir açılım yapılabilir; buradan da böyle bir açılım yapılabilir!” Meşveret, önemli bir faktör idi; ortak akıl, çok problemleri çözüyordu. Ee gün geldi, sizin de bildiğiniz gibi, Türkiye’de kaç tane üniversite -bilmiyorum ben sayısını- kaç tane orta dereceli okul, kaç tane üniversiteye hazırlık kursu yapıldı!.. Ee birileri geldi bir gün, hazımsızlık gösterdi. Hazımsızlık öyle bir marazdır ki, akıl hastanelerinde bile şimdiye kadar tedavi edildiği görülmemiştir. Bu defa bu hazımsızlık, hased, kıskançlık geldi tosladı. Merkezde -esasen- bir zayiat, bir fay kırılması yaşandı.

   Cenâb-ı Hak dünyanın dört bir yanına açılma imkânları bahşetti; şimdi bize düşen, sözden ziyade hal ve temsil ile bu imkânları güzel değerlendirmek ve Efendimiz’e karşı vefamızı ortaya koymaktır.

Şu kadar var ki, çıktığımız yol, Allah yolu idi, Peygamberler yolu idi. Allah, Kendi yolunda O’na doğru yürüyenleri hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Sizi bırakacağına da ihtimal vermek, doğru değildir, O’na karşı suizan olur.

Evet, gün geldi, şimdi dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir zamanlar Türkiye’de öyle oluyordu; bir taksi ile, iki taksi ile bir yere gidilince, orayı fethetmiş gibi geliyordu. Şimdi, dünyanın dört bir yanına -hakikaten- birkaç başağa yürüyebilecek tohumlar gibi saçılma durumu/faslı yaşanıyor. Dünyanın dört bir yanına…

Başka türlü de gaye-i hayalinizi gerçekleştiremezdiniz. Türkiye’de durduğunuz zaman, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gâye-i hayalinin nasıl gerçekleşeceğini kestiremezdiniz. “Benim adım güneşin doğup-battığı her yere gidecektir.” Bunu, ister gayb-bîn gözüyle meseleyi görüp söylemesine verin; isterse size bir gâye-i hayal olarak, bir hedef olarak göstermesine verin. İster öyle olsun ister böyle olsun ama nasıl olacaktı ki o Türkiye’den?!. O insanların çekememezliğini/hazımsızlığını aşarak nasıl gidecektiniz?!.

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın öyle esrarengiz işleri var ki!.. Böyle bir meseleye, bu ölçüdeki bir açılıma öyle bir yer/zemin olmalıydı ki hakikaten dünya da ona bir şey demesin!.. Siz, mazlumiyet ile, mağduriyet ile, mahcûriyet ile, ma’zûliyet ile, mahrumiyet ile dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir kere, insanların insan olarak şefkat duygularını tetiklediniz orada. Herkes bağrını/sinesini açtı size…

Bir taraftan söz olmalı ama hal onu desteklemeli. Söz ile, saz ile anlatılan şeyler her zaman arkada bir kuşku bırakır; fakat bunlar için -esas- güçlendirici veya doğrulayıcı, en inandırıcı referans, hal ve temsildir. Esas sizi görmeleri lazım; yatmanızı, kalkmanızı, Allah’a teveccühünüzü, düşüncelerinizi, insanlığa bakışınızı… O zaman onlar kendi kendilerine diyecekler ki, “Yahu bir taraftan, ‘Hümanizm’ deyip duruyorduk fakat bizimki çok geride kalmış…. ‘Hümanizm’ diyor yine de birbirimiz ile yaka-paça oluyorduk, yamyamlar gibi birbirimizi yiyorduk. Fakat gerçek Hümanizmi bunlar temsil ediyorlar! Bir diğer taraftan da ‘Kadınların hakkı çiğnendi, onlara hayat hakkı tanınmadı, şu oldu, bu oldu.’ deyip duruyorduk fakat gerçekten bu meseleyi bunlar realize ediyorlarmış!” Böyle diyecekler. Dolayısıyla da hal ve temsil -esas- çok inandırıcı olacaktır.

   Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu; fakat O’nun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir enginliği vardı ki, o da temsil idi.

Değişik vesileler ile hep âcizâne arz etmişimdir: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun önemli iki vazifesi vardı; çok vazifesi vardı da, önemli iki vazifesi bulunuyordu: Birisi “Tebliğ”, Allah’tan aldığı mesajları insanlığa sunmak; diğeri de temsil/hal, fiilen o meseleyi göstermek. Çok inandırıcı olmuştur bu; ne demiş ise, onun on katını yapmış orada.

Mesela, demiş ki: Allah’a kulluk yapacaksınız! Ne kadar yaparsanız yapınız, onu da az bulacaksınız; velilerin dedikleri gibi diyeceksiniz: مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey Ma’bud-i Mutlak, Maksûd-i bi’l-istihkâk! Büyüklüğüne göre Sana kulluk yapamadık!” Bu duygu ile meseleyi kâfiyelendirme… مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ “Seni azametine yakışır şekilde zikredemedik!” Bu duygu ile ibâdet u tâat anlayışını kâfiyelendirme… مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Allah’ım, Sana hakkıyla hamd edemedik!” Bu duygu ile yine meseleyi kâfiyelendirme…

Ricâli de okuyoruz burada; orada görüyorsunuz. İbadetinin çokluğundan adeta ayaklarından kan damlıyor Enes İbn Mâlik’in; çünkü Efendimiz’e en yakın, hâdim-i Nebevî. Ebu Hüreyre’yi kurcalasanız, bakarsınız ki ondan da aynı şey damlıyor. Kendi çırakları onu anlatırken, ibadetteki derinliğini nazara veriyorlar. Aç, sürekli bayılır. Derste geçen metinde “Mecnun mu?!” ne diyorlar; ben zannediyorum ya Rical, ya Siyer kitaplarında “Sara” (epilepsi) olarak da okumuştum onu. Millet öyle bakıyor. “Oysaki” diyor “Bende sara yoktu, epilepsi yoktu.” diyor. Fakat orada, hangi Rical kitabından alınmış ise, “Mecnun!” falan diyorlar. “Oysaki mecnun değildim, açımdan bayılıp düşüyordum.” diyor. Oysaki niye açından bayılsın? Gider orada çalışır, eder, falan; karnını doyuracak bir şey bulur. Ama dünyaya hiç karışmamış; “Uzzâb” (mefkûresi uğruna aileye karışmamış bekârlar) arasında, öyle birisi. Enes İbn Mâlik değil de o (Ebu Hüreyre) Uzzâb’dan. Bunun gibi, sonraki dönemlere bakıyoruz, o Tâbiîn’de, o Tebe-i Tâbiîn’de hep o yüksek karakter kendisini gösteriyor, Allah’ın izni-inayeti ile. Âdetâ Peygamberâne bir tavır sergiliyorlar.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Hücresinde namaz kılıyordu. Onun içine -hâşâ- ucub ve fahr gibi şeyler gelmezdi; O’nun o ruh dünyası, o fikir âlemi, o tahayyülât âlemi o türlü şeyleri hiç misafir etmemiştir. Gelseler bile onlar, kendi kendilerine kovulmuştur o türlü şeyler. Fakat hücre-i saadetlerinde namaz kılıyordu. Hazreti Âişe validemiz anlatıyor. Büyük anamız, hepimizin anası… Evet antrparantez diyeyim: Cenâb-ı Hak, şefaatine bizleri mazhar eylesin!.. Anama karşı çok saygım vardır. Hatta bazen aklıma geliyor ki, “Acaba annem benim, O’na bu kadar saygımı duyunca kıskanır mı?” Zannetmiyorum… Çünkü o da O’nun sevdalısı idi. Âişe Validemiz diyor ki: “Ayakları şişinceye kadar yatmıyordu. Hücre öyle dardı ki, ben ayaklarımı uzatınca, secde edecek yer kalmıyordu. Ayakta ne kadar duruyordu, bilmiyorum. Ben bir fasıl uyuyordum. Sonra O rükûa varıyor, secdeye varınca eli ile ayaklarımı ittiriyordu; başını koyacak bir yer açılıyordu, canım çıksın!.. Başını oraya koyuyordu; kaldırıyordu. Ben yine uykuya dalıyordum; O yine yapıyordu, yapıyordu.”

Bûsîrî, kasidesinde bunu ifade ederken, ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu.” diyor. İşte o temsil ve temsildeki derinlik öyle inandırıcı oluyordu ki!.. Ebu Bekir, O’nun delisi.. Ömer, O’nun delisi.. Osman, O’nun delisi…

Bu açıdan, bir yönüyle o sözler ile, ortaya koyduğunuz beliğ beyanlar ile, Firdevsî’nin beyanı gibi bir dil ile, bir üslup ile meseleleri ortaya koysanız, inanın bana, çok inandırıcı olamazsınız. Ama o meseleyi hal ile, temsil ile takviye ederseniz, beslerseniz, hali/temsili ona payanda yaparsanız, millet inanır ve koşa koşa arkanızdan gelir.

Ee öyle olmasa, Kur’an der mi, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Niye yapmadığınız/etmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz?” Bu, “Söylemeyin!” demek değil; “Söylediğiniz şeyleri yapıyor olun!” demektir bu; “Söylediğiniz halde o meseleleri yapmıyorsanız, nezd-i Ulûhiyette bir vesile-i gazab olacak bir şeydir.” diyor. Evet, temkin, dikkatli olmak…

İnşaallah sizler, çehreleriniz ile, genel tavırlarınız ile, şu âna kadar geliştirdiğiniz o hâl derinliği ile, temsil derinliği ile işi bir noktaya kadar getirdiniz; “Cenâb-ı Hak, size getirtti” diyeyim. “Siz bir adım atarsanız…” Öyle buyuruyor Kudsî hadiste; müteşâbih beyanlar bunlar, mukabele manasına. “O, size on adım ile gelir.” Yani, on adım mukabelesinde bulunur. “Siz, adım ile gelirseniz O’na, O koşma mukabelesinde bulunur.” Evet, “mukabele” demek lazım; yoksa Allah,

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda;

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

O (celle celâluhu) sıfât-ı selbiyesi ile Kendini bize böyle anlatıyor. Bu sözler de İbrahim Hakkı hazretlerine aitti ama kitabın ortasından. Allah, inayetini bizim ile beraber eylesin!..

   Kadınlar da bir taraftan dinî disiplinlerde kusur yapmamalı; diğer yandan da mutlaka hayatın içinde olmalı ve sosyal hayatta kendine düşen vazifeleri edaya koyulmalıdır.

Şimdiye kadar militarist sistemler, kadınları tamamen hayattan tecrîd etmişler, bir kenara itmişler. Esasen devr-i Risâlet’teki tarz-ı telakkiye muhalif bir tavır idi bu. Esas, dinin kurallarına riayet ederek hayatın içinde olmaları lazım. Bakıyoruz ki biz, Asr-ı Saadet’te tâife-i nisa, beyleri ile beraber savaşın içinde bulunuyorlar. Hatta bazen kılıç, korda, kama bile kullanıyorlar. Ama genelde oradaki o yaralıları gözetiyorlar; kanları dindirme, yaralıları tedavi etme, geriye çekme gibi işlerde hep bulunuyorlar. İnsanlığın İftihar Tablosu bile o mübarek annelerimizi, -Cennet’in hûrilerinin önünde olan annelerimizi- savaşa -On yedi savaşa/harekete iştirak ediyor; on yedi defa.- giderken her defasında onlardan bir tanesini alıyor yanına, götürüyor; örnek olsun diye alıp götürüyor.

Fakat belli bir dönemde… Hani Emevîler döneminde öyle miydi, bilemiyorum. Abbasîler döneminde ve daha sonra Osmanlılar döneminde de biraz öyle olmuş. Hayatın içine girmek isteyen Kösem gibi, Hürrem gibi sultanlar var ama bunlar bile ölüm ile tehdit edilmişler. Kösem’in kaçıp saklandığından bahsedilir. Belki Hürrem Sultan’a da aynı şeyi yaparlardı ama arkasında Kanunî hazretleri (cennet-mekân, aleyhir-rahmetu ve’l-gufrân) vardı. Bunun gibi; o bize ait bir kusurdur.

Bir taraftan dinî disiplinlere milimi milimine riayet etmek, bir tek kusur bile yapmamaya çalışmak, bir tek kusura bin defa “Estağfirullah!” demek… Fakat beri tarafta hayatın içinde olmak; muallim olabilir, doktor olabilir, Allah’ın izni-inayeti ile, üniversite hocası olabilir, talebe olabilir; her şey olabilir.

Siz, böyle bir düşünceyi, kendi dünyanız ve gâye-i hayaliniz adına böyle bir mülahazayı realize ediyorsanız şayet, hakikaten bir yönüyle bir diriliş mesajı temsil ediyorsunuz veya veriyorsunuz demektir. Bir “Ba’s-u ba’de’l-mevt” -Necip Fazıl merhum öyle derdi: “Ba’s-u ba’de’l-mevt.- mesajı veriyorsunuz demektir. İnşaallah daha da geliştirilir; hayatta hâkim hale gelirler. Mutlaka hayatlarında onların meşgul olacakları başka şeyler de var; evleri var, çocukları var, başka hususî halleri var. Bunlar, mesai iyi tanzim edilirse, a’mâl taksim edilirse, teâvün düsturu teshil edilirse karı-koca arasında, erkek-kadın arasında, zannediyorum hiçbir problem kalmaz. Herkes ne yaptığını bilir, dolayısıyla da yaptığı her şeyde mümarese sahibi olur; bağışlayın karambole iş yapmaz, bilerek yapar. Bu söylediğim üç tane düstur da Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’a aitti; Cenâb-ı Hak, bizi de ona bağışlasın.

İşte hep âcizâne arz ettim; Hazreti Âişe validemiz, Hafsa validemiz, Meymûne validemiz, Hatice validemiz, Efendimiz’e mesajında, o ulvî mesajında öyle destek oldular ki!.. Eğer onlar, O’nu öyle desteklemeselerdi, bir yönüyle tâife-i nisa ile O’nun arasında koordinasyonu sağlayan nurânî bir ekip olmasalardı, o mesele, hanelere/evlere filan o kadar sürat ile yayılamazdı. Değişik hanelerden, oymaklardan insanlar vardır onlar arasında. Beni Mahzum’dan insanlar vardır, Beni Adiyy’den insanlar vardır, Beni Teym’den insanlar vardır; bunların hepsi güçlü kabileler. Birinden Hazreti Ebu Bekir var ise, birinden Hazreti Ömer efendimiz vardır; birinden, Beni Ümeyye’den, Hazreti Osman efendimiz vardır; birinden, Beni Hâşim’den, Hazreti Ali efendimiz vardır. Hepsi ile bir yakınlığı vardı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, hiçbir zaman cismaniyet ağırlığında bir hayat yaşamamıştı; esasen o mevzudaki şeyleri bile, mesajının sürat ile etrafa yayılması istikametinde değerlendirmiştir. O’na bin canım olsa, kurban olsun!..

   Farklı vesilelerle bir araya gelmeleriniz hem sinerjiye vesile oluyor ve kuvve-i maneviyeyi güçlendiriyor hem müzakereler sayesinde derinleşmeye kapı aralıyor hem de yenilenme ihtiyacını karşılıyor.

Bir taraftan bu yaptığınız şeyler, çok önemli; diğer yandan da yapılan şeyler diğer insanlara kuvve-i maneviye oluyor. Mesela çok sarsık bir hayat yaşıyorum ben şu anda da. Yaralıyor beni o arkadaşlarımızın, binlerce yüz binlerce arkadaşımızın hayattan tecrîd edilmesi, mahrumiyete mahkûm edilmesi. Her gün öyle bir şey ile yaralanıyorum yeniden. Hazreti Hamza’nın bağrına yediği mızrak gibi bağrıma bir mızrak yemiş gibi bir kere daha inliyorum; çok ağırıma gidiyor. Gecelerim bunun ile kirleniyor. “Kirleniyor” mu diyeyim, yoksa bir yönüyle “Beni hasta hale getiriyor.” falan mı diyeyim?!.

Ama hani bunlar meselenin bir yanı, insanî olma yanı. Duyuyorsunuz bunları; duymamak da bir yönüyle belki kabalık sayılır. Fakat bunlar, hiçbir zaman bizi bir ye’se, bir inkisara, “Artık bir şey yapamıyoruz!” duygusuna atmamalı, itmemeli. Hakikaten bir uçuruma, Ashâb-ı Uhdûd gibi uçurumun kenarına götürseler yine de ye’se düşmemeli!.. Orada hani o minnacık çocuk kucağında bir kadını da atacaklar, “Niye sen bu dine girdin?!” diye. İttiriyorlar kadını; kadın direniyor. Çocuğa bakıyor, çocuk sahipsiz kalacak diye düşünüyor. Üç tane çocuğun bebekken konuştuğundan bahsedilir, onlardan bir tanesi de odur. “Anne, at” diyor, “Korkma!” diyor, “At kendini!” diyor. Bunun üzerine kadın, Cenâb-ı Hakk’ın teminatına kendini salıyor..

Siz böyle bir araya gelince, böyle konuşunca, ben muvakkaten oksijen yudumluyor gibi oluyorum, hakikaten. Muvakkaten kendimden sıyrılıyorum, böyle. Siz olamam da kat’iyyen fakat siz oluyor ve rahatlıyorum böyle; sizin içinizde kendimi hissediyor ve rahatlıyorum, Allah’ın izni-inayeti ile. Bu mesele, sürekli o metafizik gerilimi koruma adına çok önemli bir şey; buna dikkat etmek lazım. O bir araya gelme de esasen o sinerjiyi meydana getiriyor. Mesela, burada bazen şöyle oluyor: Arkadaşlardan birisi namaz kıldırıyor orada, hislerine yenik düşüyor, bir ağlıyor, bir sinerji meydana getiriyor ki, saflarda ağlama meydana geliyor. Ha, ben bunu değişik yerlerde de gördüm; o camilerde, o gençlerin, kalabalık gençlerin beş-on tanesinin orada hıçkırıklara boğulması karşısında, bütün cami hıçkırıkla inliyordu. Zannediyorum çoklarınız herhalde muttalisiniz. Dolayısıyla bir de öyle bir sinerjiye sebebiyet verecek, o bir araya gelmeler.

Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. Bazı arkadaşlarımızın bu mevzuda fevkalade fedakârlıklarını anlatmak lazım; mesela, tek başına gitmiş, bir ülkeyi -Allah’ın izni ve inayeti ile- ayaklandırmış gibi bir şey oluyor. Bütün bunlar…

Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Onun için Kur’an-ı Kerim, Sahabe-i kirama bile, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ  “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin.” (Nisa, 4/136) “Hele bir kere daha imanınızı yenileyin!” diyor. Üstadımız da bir yerde bunu serlevha yapıyor: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِـ”لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” Sürekli imanı yenilemeye ihtiyacımız var; değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.

Bamteli: NESL-İ CEDÎD VE DİRİLİŞİN ESASLARI

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Ahiret emniyet ve güveni dünyada temkinli yaşamaya bağlıdır!..

Namaz kılarken veya dua ederken sakalı ile oynayan birisi münasebetiyle denilmiştir ki: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolu olsaydı, sair organları da huşu duyardı.” İnsanın kalbinde haşyet olsa, -“âzâ u cevârih” derdi eskiler- âzâ u cevârihine de akseder!.. Öyle olmalı!.. Tir tir titremeli Allah karşısında; tâ öbür tarafta O’nun (celle celâluhu) karşısında veballerimizin altında ezilerek tir tir titremeyelim!

İnsanlar, bir kere tir tir titrerler; burada onu yapmış/geçirmişler ise, öbür tarafta titreme istihkâkını dünyada kullanmış sayılırlar. Kudsî hadis: لَا أَجْمَعُ لِعَبْدِي أَمْنَيْنِ، وَلَا أَجْمَعُ لَهُ خَوْفَيْنِ “Bir kuluma iki emniyeti birden vermem; iki korkuyu da birden vermem!”

Şayet insanlar, hayatlarını mehâfet ve mehâbet hissiyle yaşamış, hep Allah karşısında tir tir titreyerek ömürlerini geçirmişlerse, öbür tarafta onlara bir emniyet ortamı/atmosferi oluşturulur. Fakat hayatlarını serâzad geçirmişlerse, “keyfe mâ yeşâ” (nasıl isterlerse öyle, diledikleri gibi) yaşamışlarsa, akıbetlerinden endişe duysunlar; orada tir tir titreme, onları bekliyor. Gırtlaklarına kadar terin yükselmesi, onları bekliyor. Sırat zelzelesi onları bekliyor; şahıslara göre kırılmalar oluyor, dökülmeler oluyor orada. Öyle bir dökülmeye maruz kalmamak için, orada Cehennem’e “Çabuk geç üzerimden; nurun, ateşimi söndürüyor!” dedirtecek şekilde, burada o meseleyi derinlemesine yaşamak lazımdır. Bu, oradaki emniyetin en büyük garantisidir.

Kim bilir, bir câmide, bir namazgâhta safların birisinde içini ızdırapla boşaltan bir insan, bütün safta öyle bir sinerjiye sebebiyet verir ki, herkes, aynı hislerle tir tir titremeye başlar. Gönlüm öyle arzu ediyor ki!.. Bir-iki arkadaş için “Falan yerde olsalar?” dendi. Ben onların iniltilerine şahit olduğum için, “Hayır, öyle bir-iki inleyen insan kalsın içimizde!” dedim. Çünkü bizim öyle bir sinerjiye ihtiyacımız var; desteklenmeye ihtiyacımız var. Biri inlesin, bizdeki bütün inleme sistemini/sistematiğini harekete geçirsin; o inleme hissiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edelim. Ellerimizi kaldırdığımız zaman, kaldırma hicabıyla tir tir titresin ellerimiz. Sonra kendimizden geçmiş gibi ellerimizin içine eltâf-ı İlahiye yağıyormuşçasına, yağmurun damlalarını hissediyormuşçasına, kendimizde O’ndan gelen tecellileri/tayfları duyalım.

Öyle hissedecek seviyede tazarrunuzu ve niyazınızı O’na sunduğunuz zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, öbür tarafa emniyet ve güvenle yürürsünüz. Ahmed Feyzi Efendi’nin vefat ederken adeta gülerek gittiğini nakletmiştim. Herhalde Azrail’i gördüğü zaman, “Hoş geldin, sefâ geldin!” der gibi -Cenazesini temâşa edenler, Fakir’e anlatmışlardı- böyle gülüyor, Azrail’e “Hoş geldin!” mülahazasıyla… Böyle, Azrail’i gülerek karşılayan, kabirde Münker-Nekir’i gülerek karşılar: مَنْ رَبُّكَ وَمَا دِينُكَ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ dediklerinde, “Yahu ne soru soruyorsunuz! Ben hayatım boyunca hep رَبِّي، دِينِي (Rabbim.. Dinim..) dedim, öyle yaşadım!” der. Sonra kalkıp Mahşer’e yürüdüğünde, yine o ruh haleti ile yürür. Kendisine pasaportsuz böyle, herkesin geçiş verdiği gibi, geçiş verilir. Mizan’da, “Adam, ne tartacaksınız; adam zaten belli tavrından!” derler. Ve Sırât’ı da geçerken, biraz evvelki ifade ile, “Çabuk geçin Allah aşkına; nurunuz, ateşimi söndürüyor!” denilir.

Öyle yaşamak… Dünyada, insanlık adına, sosyal huzur ve itmi’nanın vesilesi, budur. Böyle yaşayanlar, insanlık arasında huzur ve itmi’nanı sağlayacaklardır. Ukbâda da ebedî saadete nâil olmanın/mazhar olmanın yolu, bundan geçiyor. Demek ki dünya ve ukbâ saadeti, ona bağlı; kalbin Allah ile sımsıkı irtibatına bağlı.

   Dünyanın “nesl-i cedîd”e ihtiyacı var; şayet siz beşerin muhtaç bulunduğu âbid, zâhid ve âşık insanlar olamazsanız, Allah -dilerse- sizi götürür, bambaşka bir nesil getirir!..

Derin bir ubûdiyet, hatta ubûdet… Bütün mâsivâyı gözünden silerek, “Ben sanırdım âlem içre, bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.” demek. Her şeyi gözünden silerek, Yârlar Yârı’na (celle celâluhu) teveccüh etmek ve öyle ibadet yapmak. Bütün dünya ve mâfîhâyı, kalben terk etmek. Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”. Gelirse, gelirse gelsin; giderse, gittiğini de düşünmemek. “Canım!.. Allah verdi, Allah aldı. Çok komik şey, dünya!” mülahazasıyla bakmak ve böylece “zühd”e müteveccih yaşamak. Ve onu bir basamak yaparak aşk u iştiyak-ı likâullaha yükselmek. Buna “miraç” diyeceğim; onu bir “miraç” haline getirmek, her tavır ve davranışıyla birkaç basamağı birden atlıyor gibi O’na (celle celâluhu) yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak… Ve böylece “fenâ fillah-bekâ billah”a mazhar olmak, “aşk” u “iştiyak” ile ömrünü geçirmek.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?!.” Sever o zaman seni!.. “Rızâsına iven de / rızasını vermez mi?!.” Verir o zaman, razı olur senden; Rıdvan kapılarını ardına kadar açar. “Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan // Ciğergâhın dağlasan / Ahvâlini sormaz mı?!.” O (celle celâluhu), sana, senden daha “erham”dır; Kendini ifade ederken, “Erhamü’r-Râhimîn” diyor. Öyle ol O’na karşı, O’nun rahmetine karşı. O’na karşı saygıyla mukabelede bulun!..

Umuma söylüyorum; öyle olanlar, beni mazur görürler zannediyorum; biraz da kendi nefsim zaviyesinden diyorum. Dünyanın böyle bir nesle ihtiyacı var. O Hazret’in “gâye-i hayal” haline getirdiği “nesl-i cedîd” de işte bu nesildir: “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar!” Yani kalbsiz ve ruhsuz yaşayanlar, ölüler gibi hareket edenler, kadavralar gibi hareket edenler!.. “Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”

Nesl-i cedîd… إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer O dilerse, (yaratmaktaki maksadının yerine gelmesi için) sizi ortadan kaldırır ve yerinize (yoksulluğunun şuuruna varıp Allah’a yönelecek, varlık ve zenginliğinin ancak O’nunla mümkün bulunduğunu kavrayacak) yeni bir nesil getirir.” (Fâtır, 35/16) Siz, pörsüyünce, solunca, hazan yemiş yapraklar gibi sararınca, Allah, dinini boşlukta bırakmaz, mutlaka bir “nesl-i cedîd”, yeni bir nesil getirir. Bir müceddid ile, insanlara yeni bir nefha, İsrafil Sur’u gibi üfler. Yeni bir diriliş, eski ifadesiyle “Ba’s-u ba’de’l-mevt” ihsan eder. Üstad Necip Fazıl, bu tabiri kullanırdı. Diriliş, öyle bir diriliş lütfeder. “Kâinat üzerinde hakâik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!..”

İnsan, bu duygular ile oturup-kalkınca, zannediyorum, kalbinde ve vicdanında, kine, nefrete, gayza, hasede, çekememezliğe yer kalmaz. Kalb, böyle ulvî duygular ile dolup taşınca, zaten dolmuş şeye bir şey dolduramazsınız. Bardak, -Âkif ifadesiyle- “lebrîz” olmuş taşıyorsa, ne dökeceksiniz onun içine?!. Siz, “ibâdet” ile, “ubûdiyet” ile, “ubûdet” ile, sonra “marifet” ile, “muhabbet” ile, “aşk u iştiyak” ile doldurmuşsanız kalb çanağını, oraya dökülecek her şey, kendini yerde bulur, taşar gider. Hiçbir şey, orada oturacak yer bulamaz.

   Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan ki, âlemin küçük lekeleri sana, senin yağlı karalarını unutturmasın!..

Evet, kalb, Allah ile bu ölçüde irtibata geçerse, zannediyorum o, kendiyle meşgul olacak, kendine yönelecek, son yazıda ifade edildiği gibi kendi kusurlarıyla, kendi eksiğiyle, kendi gediğiyle meşgul olacaktır. Belki ileride (Çağlayan’ın gelecek başyazısına işaret ediliyor) görürsünüz İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hata”, rüyalarında bile O’na muvakkaten misafir olamamıştır. Öyle bir Zat, Allah’a karşı öyle bir tazarru ve niyaz hayatı sürdürüyor ki, zannedersiniz -hâşâ- hep günah işliyor. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) neyi hata sayıyorsa, Rabbisine karşı, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen fiiller, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için kötülük/günah sayılabilir.” fehvasınca, neleri olumsuz buluyorsa kendince, onlardan dolayı veya arkasındakilerine ders verme niyetiyle, istiğfar, tazarru ve niyaz ediyor. “Bak böyle olun!” der gibi. İmam, böyle diyor; o, “Allahu Ekber!” deyince, sizin de demeniz lazım; “Semi’allahu limen hamideh!” demeniz lazım; “Allahu ekber!” deyip secdeye varınca, sizin de varmanız lazım! O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eğer “Nefsime zulmettim!” اَللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي… فَاغْفِرْ لِي “Allah’ım, nefsime zulmettim; yarlıga beni!” demişse, bunu arkasındakilere bir ders mahiyetinde almak/algılamak lazım.

İnsan, kendiyle böylesine meşgul olunca, zannediyorum, başkaları ile meşgul olmaz; hatta en zalimlerle bile… Gerçi, onların yaptığı kötülükler, yer yer cismâniyetimizin tesirinde kaldığımız zaman, kendi duygu ve düşüncelerimizin tesirinde kaldığımız zaman, içimizde bir yara yapabilir. Evet -yine- İzzet Molla’nın ifadesiyle, “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!..” Bir mızrak yiyorsun; canım, “Off!” demeden devrilmek olmaz. Bu, tabiatımızın muktezasıdır ama bunların hepsini gelip-geçici kabul etmek lazım. Onlar, karakterlerinin gereğini yaptılar. Şenâat, numarası-drobu onlara uyan bir urba gibi; onu kafalarına geçirmişler. Başka türlü bir şey yapmaları mümkün değil. Fakat sizin gibi Allah’a inananlara düşen vazife -bence- “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm o / Yol -varsa- budur; bilmiyorum başka çıkar yol!” Ruhun şâd olsun, Âkif!..

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!..” Yaptığın her şey, aklın, mantığın, muhâkeme-i selîmenin kabul edebileceği türden olsun. Daha doğrusu, belki bütün insanlık mantığının “Evet!” diyeceği tavırlar ve davranışlar sergileyin!.. Hümanistlerin de ötesinde hümanistçe davranın; imrendirin âlemi!.. “Bu nasıl bir din böyle; imrendirici bir şey! Vallahi biz çok ütopya okuduk; böylesine bir toplumu, böylesine bir cemaati görmedik! Bunlar, yok gibi varlar. Yok olmuşlar, daha doğrusu yok olmakla gerçek varlığa ermişler.”

Bu mevzuda imrendirici olmak da gönülsüzlüğe bakıyor. Halk şairi, Hak dostu, Rasûlullah dostu Yunus Emre’nin ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz; derviş, gönülsüz gerek!..” Evet, mesele, o. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun!.” (Nâilî-i Kadîm) Hatırımı yıkanlar benim, şâd olsunlar; benim için “Nâ-murad olsun!” diyenler, ber-murad olsunlar. Siz, sürekli bu meselenin korosunu oluşturur, gürül gürül her yerde bunu ifade ederseniz, bugün olmazsa yarın, bütün vicdanlar size teveccüh edecek. Bugün güçlü gibi görünen o ekip, o kadro, o zaleme ü fecere u kefere de ettiklerine nâdim u pişman olup gelecekler. Allah’ın huzuruna gittiklerinde de “Bize bir müddet daha ver de, Sana doğru kulluk yapalım!” diyecekler ama “Hayır, siz, yine aynı şeyi yapacaksınız!” cevabını alacaklar Allah’tan. Mahşerde aynı şeyi dillendirecek; aynı cevabı alacaklar.

   Siz aydınlık bir âkıbete namzetsiniz; size zulmedenler ise, yakın-uzak gelecek adına kendi karanlık sonlarını hazırlıyorlar!..

Onlar, kendi karanlık akıbetlerini hazırlıyorlar. Siz ise, aydınlık bir âkıbete namzetsiniz. Ve o yolun bir kısmını da Allah size yürüttü. Hem de küheylanlar gibi koşturdu, izni ve inayetiyle… Evet, O’nun inayetiyle.. كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِهِ وَعَظَمَةِ سَلْطَنَتِهِ، وَرُبُوبِيَّتِهِ، وَحِكْمَتِهِ، وَرَحْمَانِيَّتِهِ، وَرَحِيمِيَّتِهِ “O’nun Zât’ının celaline, hâkimiyetinin azametine, rubûbiyetinin, hikmetinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin yüceliğine layık/yakışan şekilde…” O yolun bir miktarını da size yürüttü Kendine layık şekilde. İmkânlar bahş eyledi. Bence yarı yolda işi bırakmamak lazım; “Üzerimize geldiler, baskılar kurdular, bizi dünyevî bazı şeylerden mahrum ettiler…” diye, işi bırakmamak lazım.

Farkında değiliz, onlar -esasen- kendilerini, mahrum edilmemesi gerekli olan öyle bir şeyden mahrum ediyorlar ki!.. Ebedî hüsran, o!.. Kendilerini Cennet’ten mahrum ediyorlar.. Rıdvan’dan mahrum ediyorlar.. Cennet’in binlerce senesi, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini temâşa etmekten mahrum ediyorlar.. Hazreti Rasûl-i Zîşân ile (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı sofrada, aynı tabağa kaşık çalmaktan kendilerini mahrum ediyorlar… İsterse elli defa “Biz Müslümanız, İslam’ca idare peşindeyiz!” desinler! Zulmeden, o duygu, o düşünceden fersah fersah uzak…

Onlar, karakterlerinin gereğini sergilesin; kendi çirkinliklerini, kendi şenaatlerini, denaetlerini, mesâvîlerini, meâsîlerini ortaya koysunlar; siz de mehâsininizi!.. Onlar, İmam Gazzâli ifadesiyle, “muhlikât”larını, kendilerini helak edici şeyleri ortaya döksünler; siz ise “münciyât” (kurtuluş vesileleri) ile irtibatınızı devam ettirerek o tavrınızı ortaya koyun!.. Ve böylece Hazreti Pîr’in ifadesiyle, o kötülükleri bile, sizin için bir kısım şeyleri arındırıcı kabul ederek, güzel görün; zira “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır!” Hayattan lezzet almak istiyorsanız, Hazreti Pîr’in bu beyanıyla, “Bu hışım, bu hased, bu kıskançlık, bu üzerimize ifritçe gelme… Bunlar da bizim hakkımızda hayırlıdır!” deyin. -Yine aklıma gelenleri mırıldanıyorum- Yunus’un sözüyle, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” deyin. Sen’den hem o hoş, hem bu hoş! Bazıları böyle derler: “Sen’den hem o hoş, hem bu hoş!”

Evet, her şeyi böyle hoş karşılamalı. Mutlaka o musibetlerin de bir hikmet-i vücudu vardır. Bunlar, bizi arınma kurnalarında arınıyor gibi arındıran bir şey, bir faktör, bir sebep ise, kimseye gönül koymamalı! Belki bu kötülükleri yapan firak-ı dâlleye, zalemeye (zalimlere), fücur yapanlara, kendilerini bohemliğe salmış olanlara, saltanat ile başları dönmüş bakışları bulanmış olanlara acımalı; “Allahım! Bahtına düştük; onları da hidayet eyle! اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ niyazından, onlara da nasip lütfeyle! İnsanlığa giden yolları göster!” demeli.

Yoksa -bir yönüyle- hiç farkına varmadan dünya çapında kendilerini iç içe, mütedâhil halkalar halinde musibetler, belalar, yokluklar sarmalı içinde bulacaklar ve dolayısıyla da hiçbir işlerinde isabet edemeyecekler. Her adımlarında yeni bir falso yapacaklar, yeni bir rezalete imza atacaklar; dünyanın yeni bir parçasının onlardan kopmasına sebep olacaklar. Bir gün Amerika kopacak, bir gün Almanya kopacak, bir gün Hollanda kopacak, bir gün Fransa kopacak; kopuk olanlardan herkes -böyle- kopup gidecek; o kopuk da kopukluğuyla başbaşa kalacak. “Otur, hep kopukluğunu yudumla!” falan diyecekler ona!..

   Hadiselerin Diliyle, Yaşadığımız Sürecin Hizmet Gönüllülerine Verdiği Ders ve Mesajlar

Evet, bize düşen şey, “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” deyip inlemek.. “Herkes yahşi, men yaman / Herkes buğday, men saman.” mülahazasıyla yaşamak. “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” sözü Hazreti Pîr-i Mugân, Üstad Bedîüzzamân’a ait; diğeri ise, Alvar İmamı’na ait.

Diğer taraftan, böyle bir durum, böyle bir tablo, bizi biraz daha kenetlenmeye, bir araya gelmeye yönlendirmeli. Genel durumu değerlendirmeliyiz; detaylarına girmeden, bâtılı -fazla- tasvir etmeden, onların yaptığı şenaati ve denâeti gözümüzde büyüterek kuvve-i maneviyemizi kırmaya girmeden. Ehl-i şenâat, şenaatini yaptı; ehl-i denâet, denâetini yaptı… Meseleye ve maruz kaldığımız şeylere icmâlî bakmalı ve “Şimdi bu gâile ve bu badirelerden sıyrılmanın yolu nedir?” falan demeliyiz.

Belki bunun bir pozitif yanı var, bir de negatif yanı var: Kendi memleketimizden cüdayız. Toprağını yüzümüze-gözümüze sürme gibi çekeceğimiz ülkemiz… Kuddûsî’nin Medine toprağı için “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır.” dediği gibi diyeceğimiz; “Tûtiyâdır!” diye yüzümüze-gözümüze süreceğimiz ülkemizin toprağı… Aklımıza geldiği zaman, burnumuzun kemikleri sızlayacak!.. Hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim ben. Öyle olacak… Bunu bir musibet gibi göreceksiniz belki; bu, meselenin negatif yanı.

Bu arada, acaba -hakikaten- bulunduğumuz yerdeki o insanları idare edemez miydik? Zâlim olsun, fâsık olsun, -bağışlayın- kendini bohemliğe salsın, saltanat hırsı ile sarhoş yaşasın; acaba bunları idare etmek mümkün değil miydi? Demek ki bizim ferasetimiz, kiyasetimiz ve fetanetimiz, bu zalimleri idare etmeye yetmedi. Öyle ise, Cenâb-ı Hak kulak çekme mahiyetinde, enseye hafif bir tokat vurma şeklinde, -hadiselerin diliyle- “Aklınızı başınıza alın! Bakın nefs-i emmâre taşıyan insanlar var. Bunlar idare edilmeliydi, başınıza bunlar gelmemeliydi!” diyor, ihtimal. Böyle bakmalı meseleye. Demek ki biz orada birilerini idare edemedik.

Oysa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle Hayber fethine kadar bazı kimseleri idare etmişti. Esas, o zaman ihanet ettiler; o gün, Medine Mukavelesi’ne imza atan insanlar, ihanet ettiler. Beni Kureyza, Beni Nadîr, Beni Kaynuka ve sonra da Hayber. Efendimiz, beş sene hınçla O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan insanları -bir ayakları Mekke’de müşriklerin içinde ve dilleri münafıklara yeni şeyler fısıldama yolunda olan o insanları- o mukavele ile nasıl idare etti?!. İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile, vahyi ile ve yüksek fetâneti ile arızasız bu iç içe problemleri idare etti. Bir tekinin bile altında kalır, ezilirdik biz onun. Bence “İşte o feraset ve o kiyaset ile, problemler halledilseydi, bu insanlar, bu hışım ile -belki- gelmezdi!” demeli!.. Öyle midir, değil midir; mülahaza dairesi açık. Siz değerlendirin. Acaba?!.. “Acaba!”ya bağlı… Acaba?!.

Özür dilerim, zoolojiden bir misal vereceğim. Televizyonda seyrettim: Birisi, iki tane arslan yavrusunu ormandan alıyor, besliyor onları. Sonra kendi kendilerini idare edecek duruma gelince, götürüp ormana salıyor. Büyüyorlar orada, kocaman oluyorlar; pençeleriyle ezecek, parçalayacak hale geliyorlar. Sonra bir gün onları besleyen, o iyiliği yapan insan, ormana gidiyor; onların bulunduğu, dolaştığı yerlere gidiyor. Gözümle gördüm bunu; arslanlar geliyor, sarılıyorlar ona; yüzünü-gözünü yalıyorlar. Evet, hayvan, insanlığa karşı, insanca davranıyor. Ve bir kurdun bir başkasına böyle yardım ettiğine şahit oldum. Bir kurdun… O, sesini yükseltip bağırınca, o da uluması ile ona iştirak ediyor. “Koro olsun!” diyor, burada. Meseleye böyle bakınca, onu biraz kendi açığımıza bağlamak lazım; tekrar ediyorum, “Acaba!” ile…

İkincisi, insan olarak hatalarımız olmuştur. Cenâb-ı Hak, bizi sırât-ı müstakîme hidayet buyurdu. Sadece “insan” olarak yaratma lütfuyla bırakmadı, insan-ı mü’min yaptı. O (celle celâluhu) bizi mü’min yapmasaydı, öyle bir ortamda neş’et etmeseydik!.. Öyle bir ortamda neş’et edenlerin çoğu dinden çıktı, diyanetten çıktı, din-diyanet düşmanı oldu. Bizi, böyle tutması, böyle koruması, böyle muhafaza etmesi öyle nimetlerdir ki, yapacağımız ibadetlerin hiçbirisi ona -şükür mahiyetinde- mukabil olamaz. Acaba Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki eltâf-ı Sübhâniyesine göre biz orada kulluğumuzu yaptık mı? “Demek ki kusurumuz oldu!” demeli.

Nefis muhasebesi… Kendimiz ile yüzleşme… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhasebe, tazarru ve niyazına işaret ettim; tafsilatını (Çağlayan makalesinde) görsünler. Biz de nefsimizle öyle yüzleşmeliyiz. Musibetleri yine enseden hafif bir tokat görmeliyiz. Lem’alar’daki “Şefkat Tokatları”nı hatırlayın. Hazreti Pîr, ilk defa da, kendisinin yediği, “Yedim!” zannettiği şefkat tokatlarından bahsediyor. O, tokat yiyecek bir şey yapmıyor fakat bahsediyor; ilk defa kendi yediği tokatlardan bahsediyor. Bir de böyle bir şey düşünmeli. Hani, düşünülecekse bunlar düşünülmeli…

   Varsın akrepler akrepliğin gereğini yapsınlar; mefkûre kahramanlarına düşen, ahsen-i takvîme yakışan bir duruş sergilemek, “ızdırârî beslenme” ile pişmek ve adeta dua koroları teşkil etmektir.

Yoksa ehl-i dalaletin, firak-ı dâllenin yaptığı şeyleri anlatırsanız; onlar karakterlerinin gereğini yapıyorlar: Kur’an ifadesiyle: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) Herkes, karakterinin gereğini sergiler! Canavar, canavarlığını; yılan, yılanlığını; akrep, sokmasını mutlaka gösterir. Hani var ya, halk hikâyelerinde: Kurbağa ile akrebin arkadaşlığı… Akrep sudan geçemiyor; suyun içine gelince, kurbağa onu geçiriyor. Sonunda sokuyor onu. “Ee bu nasıl kardeşlik?!.” diyor, “Ee huyum benim!” diyor, “Karakterimin gereğini yaptım!”

Evet, öyle bilmek lazım; onlar, karakterlerinin gereğini sergilediler. Allah, o duruma düşürmesin!.. O bir şenâat ve denaettir; ahsen-i takvîme mazhar insan yapısına karşı, kalbî-ruhî, maddî-manevî anatomisine karşı saygısızlıktır. Bir âbide olarak yaratılan insan, o durumlara düşmemeli; Kur’an’ın ifadesiyle, أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidirler, belki hayvandan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Bu derece sukut etmemeli!.. Evet, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.” diyor Âkif, ruhu şâd olsun. Onlar, o karakterlerinin gereğini sergiliyorlar.

Fakat acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize eltâf-ı Sübhâniyesi ölçüsünde bir cehd ü gayrette bulunduk mu? Veya o ölçüye müteveccih olma ve ona ulaşmayı gâye-i hayal yapma şeklinde, acaba O’nun bize lütfettiği bütün imkânları o mevzuda seferber ettik mi? Yoksa yer yer kendimizi öne çıkararak, kendi çıkarlarımızı/mülahazalarımızı mı düşündük? Biraz evvel arz ettim: “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.” Yâr’ı, âğyâra dilbeste olmuş kimse, nasıl bilecek ki?!. Evet, kendimize bağlamış olabiliriz bunu.

Bence hadiseler bizi “ızdırârî beslenme”ye sevk etmeli. “İhtiyarî beslenme” biraz “Acaba olmasa da olur mu?!” duygu ve düşüncesi uyarır. Şimdi o zaman biz, dua duygumuzu, teveccüh duygumuzu, tazarru duygumuzu daha da güçlendirerek, topyekûn bir koro teşkil ederek, O’na yönelmeliyiz. Hazreti Pîr ifadesiyle, “Nasıl ki sadaka, belayı ref’ eder, ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.” Öyle ise biz, dua, tazarru ve niyaz koroları oluşturmalıyız. Ve sonra bu badireden, bu gâileden akıllıca, mantıklıca sıyrılma yollarını araştırmalıyız. Bunlar, müzakere edilmeli…

   Kendi vatanımızda maruz kaldığımız haset ve adavet tsunamisi, dünyanın her yanında da farklı fırtınaların olabileceğini düşündürmeli ve bizi bir kısım makul metotlar geliştirmeye sevk etmelidir.

Ve yine şu müzakere edilmeli: Kendi ülkemizde, kendi toprağımızda… Yetiştiğimiz yerde geçmişimizi de biliyorlar, atalarımız da belli bizim; kaç cephede o ülkenin hürriyeti ve istiklali adına mücadele etmiş bir milletin evlatlarıyız! Âlem bizi biliyor, varsın onlar bilmesinler!.. Evet, öyle bir ülkede bize karşı bu kötülükleri, bu şenaati, bu denâeti irtikâp eden insanların varlığı, çok farklı kültürlerde yetişmiş insanların da aynı şeyi yapabileceğini gösteriyor.

Öyle ise -bakın- kendi ülkenizde bu türlü şeylere maruz kalınca, din-diyanet açısından, kültür açısından, anlayış açısından çok farklı olan insanlardan da aynı tepkiler ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Öyleyse bu meseleyi öyle hesap ederek, kendinizi ona göre ayarlayın!

Neden? Çünkü siz, evrensel bir dinin temsilcileri olarak güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götürüp bir bayrak gibi dalgalandırma mecburiyetindesiniz. “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” buyurmak suretiyle, hem size bir gâye-i hayal, bir mefkûre, bir ideal gösteriyor; hem de aynı zamanda gayptan haber veriyor, “Öyle olacak!” diyor. Siz, bu mevzuda ahd ü peymânda bulunmuşsanız şayet, bence kendi ülkenizde bu türlü belâ ve mesâibe maruz kalınca, başka yerlerde de olur. Öyle ise bu çaptaki tazyiki, maruziyeti, mağduriyeti, mahkûmiyeti, mazlumiyeti, mahcuriyeti ve “müttehem bi’l-irhab” olmayı (terörle itham edilmeyi) -hani “terör örgütü” falan dediler ya şom ağızlar- bunları hesaba katın; “Burada olduğuna göre, başka yerlerde de -hafizanallah- bu türlü şeylerle karşılaşabiliriz.” deyin.

Öyle ise mahrûtî bir bakış ile, bütün insanlığa böyle bakmalı; bütüncül bir nazar ile bakmalı. Farklı karakterlerdeki insanlar, bir gün, karakterlerinin gereğini ortaya koyarlar. Öyle ise dünyayı doğru okumak lazım; insanlara bir şey anlatacak, bir şey okuyacaksak, evvelâ o insanları, o toplumu kendi kültürleriyle doğru okumamız lazım. On defa düşünecek, bir kere söyleyeceksiniz!

Şimdi bu öyle bir ders ki!.. Size meseleye evrensel hale getirme adına kitaplarla ve mücelletlerle ifade edilemeyecek bir dersi veriyor Sâhib’i.. O Sâhib-i Zîşân’a, canımız kurban olsun!.. Yaptığı her şey, yerinde, isabetlidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları bir yönüyle revâ gören Allah (celle celâluhu), size revâ görmüş, çok mu?!. Büyütmeyin onu, başınıza gelenleri!.. Bir de meselenin böyle bir yanı var.

Evet, o açıdan oturup-kalkıp bir taraftan “Başımıza gelen şeyler, şundan oldu!”; bir taraftan “Doğru, misyonumuzu edâ edemedik. Bütün argümanları o istikamette kullanamadık!”; bir taraftan da “Umum dünya konjonktürünü nazar-ı itibara alarak, demek bundan sonra Hizmet metotlarımızı, sistemimizi yeniden ayarlamamız lazım!..” mülahazası ile meşgul olmalıyız. Bunlar etrafında muhaverelerimizi zenginleştirerek, Sohbet-i Cânân ile kalblerimizi güçlendirerek, bu dönemi böyle değerlendirmeliyiz.

   Kalbî ve ruhî diriliş vesilelerini yerine getirip Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmalıyız; o Müfettihü’l-ebvâb’ın nice kapılar açacağına dair ümidimizi hep korumalıyız!..

Ayrıca, bize ait yazılmış kitaplar var. Kitap ve Sünnet var başta. O Kitap ve Sünnet’in çağlara göre değişik yorumlarını, bırakılan uçları değerlendiren müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm var. Çağa göre Kitap’ta, Sünnet’te bırakılmış uçlar vardır; bu uçlar, “ictihad”a, “istinbat”a, “istahrac”a, “tercih”e dayalı bir kısım açıklamalar ister, hâşiyeler ve şerhler ister. Bunu da o müçtehidîn-i ızâm, ulemâ-i sâlihîn, evliyâ, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn; hususiyle müceddidîn-i ızâm, Ömer İbn Abdülaziz’ler, Hazreti Gazzâlî’ler, İmam Rabbânî’ler, Şâh-ı Geylânî’ler, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî’ler, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî’ler veya Ehl-i Beyt imamları İmam Zeyd’ler, İmam Câfer-i Sâdık’lar yapmışlar. Onlar, bir yönüyle, sönmek üzere olan o mumu yeniden parlatmışlar; yeni bir güç, yeni bir kuvvet, yeni bir enerji ve yeni bir sinerjiye sebebiyet vermek suretiyle yeni bir canlılık sergilemişler, yeni bir diriliş ortaya koymuşlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Bu kitapları müzakere mevzuu yaparak, ciddiyetle müzakere etmemiz lazım. Çağımızda yazılan şeyleri bir araya getirerek müzakere etmek suretiyle kendimizi yenilememiz lazım.

Bu sayedeki “kalbî diriliş” Allah’ın izni ve inayetiyle, iradelerinize öyle bir güç ve kuvvet verecek ki, hakikaten, belki kendi kendinize -böyle- Kırkpınar’da destede güreşenler gibi, “Başpehlivan gelsin karşıma benim!” diyeceksiniz; “Benim karşıma başpehlivanlar gelsin!” falan. On tane insanla şerâre üretmek üzere şirret karşınıza çıksa, “Topunuz birden gelin!” falan, diyecek kadar iradeyi güçlendirmek lazım o mevzuda. Allah’ın o mevzudaki havl ve kuvvetine güvenmek lazım. Ve her zaman vird-i zebânımız, تَبَرَّأْنَا مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا، وَالْتَجَأْنَا إِلَى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Kendi havl ve kuvvetimizden teberrî ediyor, fersah fersah uzaklaşıyoruz. Sen’in havl ve kuvvetine sığınıyoruz, bizi ondan mahrum etme, ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!” Günde defalarca, özellikle ezan-ı Muhammedî okunurken, حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ، حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ’ta söylüyoruz: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ

Zira Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor. İşte muhariplerin, mücadele edecek insanların -bir yönüyle- Cennet’teki stokları, depoları, esas silah depoları diyor ona.

Allah’ın havl ve kuvvetine sığınan birisi, Allah’ın izniyle cihana meydan okuyabilir. Hazreti Pîr’in okuduğu gibi: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

Bakın, Allah, zayıf gibi görünen, küçük görünen, bir yönüyle başkalarının hafife aldığı insanlara koca devletlerin yapamadığı şeyi yaptırmış. Bu, öyle bir teveccüh, öyle bir iltifattır ki!.. Hani İmam Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, “Yâ Rabbi! Senin şükrüne nasıl mukabelede bulunabilirim ki; ‘Eş-şükrü lillâh!’ dediğim zaman, o bile Senin lütfun. Onu alıp bir kere daha ‘Eş-şükrü lillâh!’ demem icap ediyor. İki defa dedirttin, daha yürekten ‘Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh!’ demem gerekiyor.” Bu kadar nimetlerle serfirâz kılınan insanlar, “Eş-şükrü lillâh!” demeli!..

Cenâb-ı Hakk’ın, bir kapı kapatırsa şayet, bin kapı açacağından hiç endişeniz olmasın! “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor şair. Bir kapı bend ederse, kapatırsa, bin kapı eyler küşâd; Hazreti Allah, Müfettihü’l-ebvâb’dır!..

يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ، اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ، إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَبِاْلإِجَابَةِ جَدِيرٌ، وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْكَ يَسِيرٌ * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ؛ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ، وَسَوْقَهُمْ إِلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ وَالْوِفَاقِ وَاْلاِتِّفَاقِ وَالْمَحَبَّةِ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا، فَاهْدِهِمْ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ؛ وَإِلاَّ اَلْجِمْ أَفْوَاهَهُمْ، وَاغْلُلْ أَيْدِيَهُمْ وَأَرْجُلَهُمْ، وَاهْزِمْهُمْ، وَزَلْزِلْهُمْ، وَشَتِّتْ شَمْلَهُمْ، وَفَرِّقْ جَمْعَهُمْ، وَمَزِّقْهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ، وَاجْعَلْ بَأْسَهُمْ بَيْنَهُمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمُ اْلآمَالَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle. Muhakkak Sen her şeye gücü yeten Kadîr’sin. Dualarımıza icâbet etmek Sana ne de çok yakışır!.. Her zorluk Senin için kolaydır; doğrusu, zorluk Senin için asla söz konusu değildir. Bize karşı düşmanlık yapanların hepsini Sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Allah’ım, şayet hidayetlerini ve kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan ve onları hakka, adalete, istikamete, vifâka, ittifaka, şahıslarımıza ve Hizmet’imize karşı muhabbete sevk etmeyi diliyorsan, bunu yakın, en yakın, yakınlardan yakın bir zamanda gerçekleştir, onları çabucak hidayete erdir. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Şayet muradın onların hidayeti değilse, Rabbimiz, o hak-hukuk tanımaz, insanlıktan nasipsiz, tiran bozması azgın ve taşkınların ağızlarına gem vur.. ellerini, ayaklarını bağla.. o azgınlar güruhuna karşı gücünün/kuvvetinin büyüklüğünü göster ve onların kuvvetlerini, aşırılıklarını, dalaletlerini, güçlerini, birliklerini, şer ve zulüm istikametinde kullandıkları malzemelerini, ittihat ve ittifaklarını paramparça hale getir; hepsini zîr ü zeber eyle!. Birlik ve düzenlerini boz.. cemiyetlerini paramparça hale getir.. hepsini bölük-pörçük et.. birbirlerine düşür.. kirli emellerine ulaşmalarına müsaade etme!.. Efendimiz, yegâne dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve yâr-ı vefâdârımız Hazreti Muhammed’e salât ü selam ederek ve Âlemlerin Rabbi olan Zâtına karşı hamd ü sena hislerimizi seslendirerek bunları Sen’den istiyoruz. Dualarımızı kabul buyur, Rabbimiz!..”

Güç Zehirlenmesi ya da Tiranlaşma

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Belirli bir alandan sorumlu olan veya herhangi bir yerin idaresini üstlenen insanlar bir süre sonra kendilerini oranın maliki gibi görmeye başlayabiliyorlar. Bu konudaki mü’mince mülâhaza ve davranış nasıl olmalıdır?

Cevap: İnsanların sevk ve idaresiyle vazifeli olan bir insanın, yaptığı işin sorumluluğunu üzerinde taşımasıyla, sorumlu olduğu yeri kendi mülkü gibi görmesi arasında çok fark vardır. Fakat ne yazık ki bu durum çoklarının zühulüne, gafletine kurban giden bir hâldir. Haddizatında insanları sevk ve idare sorumluluğunda olan kişiler, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile O’nun Râşid Halifeleri’nin (rıdvanullâhi aleyhim) yolunu takip etmedikleri takdirde, kendilerini bulundukları makamlarda bir emanetçi gibi görmeyip de aksine bulundukları yerin maliki gibi görmeye başladıklarında despotluk ve tiranlığa giden yolun taşları döşenmeye başlamış demektir.

Olumsuzlukları Öncelikle Kendinden Bilen İnsanlar

Böyle bir felâketten korunmanın en önemli esaslarından birisi, idareci konumunda bulunan insanların sürekli kendilerini muhasebeye çekmeleri ve sorumlu oldukları dairede meydana gelen bütün olumsuzlukları da öncelikle kendileriyle alâkadar görmeleridir. Esasen böyle bir idare anlayış ve felsefesi bizim dinî duygu ve düşüncemize dayanır. Bu konuda Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) tavrı bizim için ne güzel örnektir! O, halifelik yaptığı on senelik zaman diliminde Osmanlı ve Selçuklu dönemlerindekine denk fütuhat gerçekleştirmiş büyük bir devlet adamı olmasına rağmen, kıtlık baş gösterdiğinde bir harabede başını secdeye koyup “Allah’ım benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i helâk etme!” sözleriyle sızlanmıştır. Dolayısıyla önde bulunan insanlar, yaşanan olumsuzluklardan, kırılma ve çatlamalardan öncelikle kendilerini mesul tutmalı, dua dua Allah’a yalvarmalı ve problemlerin çözümü adına ellerinden geleni yapmalıdırlar.

Ruhlarındaki ilhamı muhtaç sinelere boşaltmak maksadıyla insanlık yolunda koşturan ve bu uğurda bazı sorumluluklar alan adanmış ruhlar, kimi zaman hiç beklemedikleri arıza ve problemlerle karşılaşabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hak, kendilerine halkın takdir edip alkışlayacağı bazı başarılar lütfeder. Bu durum karakter zaafı olan bazı kimselerde adanmış ruhlarla aynı kare içinde görünme arzusunu tetikler. Neticede menfaat düşüncesi ve çıkar mülâhazasıyla işin içine girenler beklediklerini bulamayınca iftira, tezvir dahil her türlü kötülüğe başvurabilirler. Elbette Allah (celle celâluhu) böyle bir kötülüğün hesabını bu kötülüğü yapanlara sorar. Fakat bu sıkıntı ve problemin yaşandığı yerden sorumlu olan insan, “Acaba ben nasıl bir hata işledim ki burada böyle bir musibete maruz kaldık?” demeli ve en başta kendisini hesaba çekmelidir.

Başarıları Kendinden Bilmeyen İnsanlar

İdareci konumunda bulunan insanlar, böyle bir muhasebe ve murakabe duygusuna sahip olmazlarsa, zamanla onlar tamamen kendi yanlış kararlarından kaynaklanan problemlerde bile hiçbir hata ve yanlışı kabul etmek istemez, suçluyu hep dışarıda arar durur, etraflarına atf-ı cürümlerde bulunurlar. Hata ve kusurlar dile getirildiğinde ise bu durumu kendilerine bir tehdit gibi algılar, farklı sesleri kısmak ve susturmak isterler. Hâsılı onlar, kendi çaplarında tiranlığa başlarlar. Evet, toplumun ortak gayretlerinin neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği başarıları kendinden bilme gafletine düşen idareciler, her şeyin kendilerinde başlayıp kendilerinde biteceğini zannedecek; kendilerinin mebde ve münteha oldukları vehmine kapılacaklardır ki, esasında bu durum, zımnî dahi olsa bir çeşit ulûhiyet iddiasında bulunma demektir. Böyle bir iddiaya kalkışan kimsenin feci âkıbeti ise bir hadis-i kudsîde şu şekilde ifade edilir: اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26) Kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır.

Ortak Akıl ve Meşveret İnsanları

Hâlbuki hiçbir şey bizimle başlamadığı gibi, hiçbir şey bizimle sona ermez de. Aksine kendimize bağlı götürdüğümüz işler, âkıbetleri itibarıyla akamete uğrar; bencillikten ve benlik iddialarından uzak durulduğu takdirde ise yapılan işler kopukluğa ve kırılmaya maruz kalmazlar. İnsan, kendisine ve istihdam edildiği hizmetlere hep böyle bakmalı, meseleleri şahsına bağlı götürme yerine ortak akla değer atfetmeli, müşterek aklı kullanmalı ve asla istişare mekanizmasına karşı müstağni tavır takınmamalıdır. İşin altından kalkamadığını, sorumluluğunu lâyıkıyla yerine getiremediğini gördüğünde de iki adım geriye çekilmesini bilmeli, çok rahatlıkla, “Ben, bulunduğum konum itibarıyla insanlarda vifak ve ittifak duygusunu geliştirmeye ve onların kalblerini telif etmeye çalışarak tevfik-i ilâhîye çağrıda bulunuyorum. Eğer konumumun hakkını veremiyor, gerekli temsili ortaya koyamıyor, hâlim ve görüntüm itibarıyla inandırıcı olamıyorsam, beni bu vazifeden azledip daha küçük bir yere verebilirsiniz.” demelidir. Kendilerini hakka, hakikate, millete adamış oldukları iddiasında bulunan insanların duygu ve düşünceleri bu istikamette olmalıdır.

Dünyevî ve Uhrevî Hiçbir Beklentiye Girmeyen İnsanlar

Onlar yapmış oldukları vazife itibarıyla dünyevî ve uhrevî hiçbir beklentiye girmemelidirler. Ne yüksek makamlara gelme, ne değişik payeler ihraz etme, ne de parmakla gösterilen bir insan olma gibi düşünceler onların gönlünde yer etmemelidir. Çünkü nefse ve dünyaya bakan yönü itibarıyla gözün hep yukarılarda olması, kendini beğenmenin, gururun ve kibrin ifadesidir. Kibirli insanların ise bu konuda dengeli hareket edebilmeleri, konumlarının hakkını verebilmeleri ve mesuliyetlerinin farkında olabilmeleri çok zordur. Zira onlar, kendilerini arzın altındaki öküz gibi görürler. Kendileri vazifeden el çektiğinde fay kırılması yaşanacağını ve zelzele olacağını düşünürler. Bu ise büyük bir gaflet ve sapıklıktır.

Tâbiiyeti, Sebeb-i Mesuliyet ve Hatar Olan Metbuiyete Tercih Eden İnsanlar

Hazreti Pîr’in “İhlâs” ve “Uhuvvet” risalelerinde verdiği ölçülerin birçoğu bu istikamette serdedilmiş altın ölçülerdir. Onlara riayet edilmesi, bu tür kaymaların önüne geçme adına çok önemlidir. Mesela o, bir yerde, tâbiiyetin, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete tercih edilmesi gerektiğini ifade eder. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.192 (Yirminci Lem’a, Birinci Nokta)) Yani insan liyakatli birine tâbi olmayı, sorumluluk, tehlike ve risk içeren başkalarının kendisine tâbi olmasına tercih etmelidir. Diyelim ki bir yerde cemaatle namaz kılınacak. İnsan, orada hemen imamlığa talip olmamalı, iki adım geriye çekilmeli ve kendisiyle birlikte secde eden bir başkasına cemaat olmasını bilmelidir. Hatta birileri tarafından lâyık görülüp kendisine teklif edilmesi hâricinde müezzinliğe bile talip olmamalı, bunu bir başkasına havale etmelidir. Namaz kıldırma, bir yerde konuşma yapma gibi toplum hayatında insanı görünür kılan hususlarda böyle bir hassasiyet gösterilirse şayet, zamanla bu ahlâk insanların gönlüne yerleşir, onların tabiatına mal olur. Kendini geri çekmeyi tabiatının bir derinliği hâline getirebilen insanlar da idarî bir vazife aldığında hemen tiranlık derdine düşmez, despotça tavırlara girmezler.

Teveccüh ve Alkıştan Kaçan Mütevazı İnsanlar

Fatih, Yavuz ve Kanunî (aleyhimürrahmetü velğufran) gibi Osmanlı sultanları, bu konuda ciddî bir terbiye ve rehabilitasyondan geçtikleri için dünya hükümdarı oldukları dönemde bile tiranlığa girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamışlardır. Onlar hakkında bir kısım nâseza, nâbeca sözler söylenmesi, ta’n u teşnide bulunulması ise cehaletten kaynaklanan ezbere konuşmalardır. Düşmanlığa kilitli olanlara karşı ömrünü cepheden cepheye koşarak tüketen Kanunî Cennetmekân, halkın karşısında hep yüzü yerde olmuş, teb’asına ve mü’minlere karşı tevazudan hiç ayrılmamıştır. Onun, büyük zaferlerden döndükten sonra yatağını koridora serdirerek nefsiyle hesaplaştığı rivâyet edilmektedir. Aynı şekilde Yavuz Cennetmekân, Mercidabık ve Ridaniye seferlerinden dönüp Üsküdar’a geldiğinde, halkın teveccüh ve alkışlarından kaçmak için gece yarısına kadar Üsküdar’da kalmış; halk uykuya dalınca da gece yarısı sessizce Topkapı Sarayı’na girmiştir.

Mânevî Beslenme İhmal Edilmemeli

İşte dine, insanlığa hizmete kendini vermiş insanların daha baştan böyle bir temrinden geçmeleri çok önemlidir. İnsan, dar bir daireden sorumlu olduğunda küçük bir tiran kesilmemelidir ki, sorumluluk alanı büyüdüğü zaman da kendisini cihan hükümdarı zannedip, realize edilmesi mümkün olmayan projelerin arkasına düşen, bütün bunları gerçekleştiremeyince de insanları ezen, söz dinlemeyen kocaman bir hayalperest tiran olmasın. Bilâkis o, elde edilen olumlu neticelerin Allah’ın izni ve inayetiyle gerçekleştiğine inanmalı, kendisinin sadece küçük bir “sebep”ten ibaret olduğunu unutmamalı ve hangi konumda bulunursa bulunsun haddini bilmelidir.

Bunun için de, idarî konum açısından en aşağıdan en yukarıya, hiç kimse mânen beslenme konusunda boş bırakılmamalıdır. İnsanlar, İslâmî, insanî ve evrensel ahlâkî disiplinler çerçevesinde sürekli rehabilite edilmeli ve bir “insan” olarak yetişmelerine yardımcı olunmalıdır. Eğer insanlar mânen beslenmez de başıboş bırakılırlarsa, boşluğa düşer, kopup giderler. Bir kere de koparlarsa hep “ben, ben” der gezer dururlar. Kendilerini mahvedecek bir kopukluk içinde yaşarlar, hakikî dost ve yakınlarını kaybederler de benliklerinin dar mahpesinde hayatlarını tüketir dururlar.