Posts Tagged ‘Kur’an’

Cuma Hutbesi: Gufranla Tüllenen Ay

Herkul | | Cuma Hutbeleri

Hiç dinmeyen bir neşe, hiç bitmeyen bir zevk ve hiç eksilmeyen bir aşkla tütüp giden bir ay varsa o da Ramazandır. Bir sene içinde geçen bütün nazlı mevsimlerin, ayların özünü, ruhunu, gerçek mânâsını ve onlardan süzülmüş, toplanmış usareleri en tatlı bir şive ile sunan Ramazan günleri, Ramazan geceleri, her lahza, gönülleri ayrı bir haz ve ayrı bir tatlılıkla sarar, şefkatle onları kucaklar, muhabbetle okşar ve yaşama zevkiyle coşturur.

Ramazan günleri, dünyanın her yanında, hususîyle Müslüman ülkelerde ve Müslümanlar arasında ve hele bizim dünyamızda bütün alâkalara merkez, bütün ruhanî zevklere meydan, bütün heyecanlara sahne, bütün terakkilere nurdan bir helezon ve bütün insanî hususiyetlerin inkişafına açık bir fırsat, bir ganimet alanıdır.

Geceleri ayrı bir duygu, gündüzleri ayrı bir aydınlıkla tulû’ eden Ramazan günleri, gönüllere ayrı bir ruh çalar geçer.. ve toplumun birbirinden kopmuş parçalarını bir araya getirir, bütünleştirir, bütün inzivazedelere cemaat yolunu açar ve onların gurbetlerini izale eder.. herkese değişik buudda bir his ve fikir ziyafeti verir ve herkesi bir kere daha hayata uyarır.

Ramazan, minarelerin başındaki mahyalardan camilerin derunundaki avizelere, mescitlere uzanan yolların sağındaki, solundaki kandillerinden evlerimizin içindeki lambalara, mü’minlerin yüzlerindeki duruluktan, gönüllerindeki aydınlığa kadar her yerde ışıkla tüllenir. Hele, dinin yeniden gençliğe erdiği günümüzde o, seher yellerine açık sahurları ve gizli lütufların tecellîleriyle tüten iftarlarıyla öyle farklı bir hava, farklı bir ziya ve farklı bir şive ile gelip gönülleri okşar ki, olsa olsa ancak, aşkın vuslat ümidiyle kanatlanması bu kadar cezbedici, bu kadar imrendirici olabilir. Sanki Ramazan ayına kadar ruhun sonsuzluk iştiyakı ile insan arasında bir perde varmış da oruçla o perde aralanıyor gibi olur.. ve o âna kadar kalbin bir köşesinde sessiz sessiz uyuyan aşk u şevk birdenbire canlanır, kabarır, köpürür; bütün benliği sarar ve önüne geçilmez bir vuslat arzusuna inkılap eder. Bu mukaddes arzuyu gerçekleştirme yolunda, üfül üfül bâd-ı tecellîlerin estiği seherler kollanır, insanlar için hep ötelere açık birer menfez gibi müşahid bekleyen namaz vakitleri olabildiğince değerlendirilir.. ruhlara revh u reyhan teravihlerle gönüller coşturulur.. ve duygulara kâse kâse ilâhî nefehat içirilir.. derken, herkes derecesine göre âdeta uhrevîleşir, ledünnîleşir ve birer melek hâlini alır.

Ramazan, Kur’ân ayı olması itibarıyla bütün bir sene Kur’ân’dan uzak kalmış olanlar bile ciddî bir susamışlık içinde, kendilerini o nurefşân iklime atar.. Kur’ân’ın sağanak sağanak onların başlarına boşalttığı ruh, mânâ, esrar ve eltafla benliklerinin kurumaya yüz tutmuş bütün vadilerini sular.. bir baştan bir başa gönül dünyalarını tıpkı bir çiçek bahçesi hâline getirir ve onları var olma zevkiyle coşturur. Onlar, Kur’ân’da bütün varlığı duyar ve dinler; duygu ve düşünceleriyle kanatlanır.. Kur’ân’da bütün hilkatin soluklandığını hisseder, ürperir.. yer yer ra’şelerle kendilerinden geçer; zaman zaman da gözyaşlarıyla nefes alır, gözyaşlarıyla boşalır, aradan perdelerin kalktığını duyar, Allah’a yakınlardan daha yakın olduklarını hisseder ve kendilerini âdeta bir zevk zemzemesi içinde bulurlar.

Kur’ân’ın ledünnî muhtevasını ancak, onda bütün varlığın sesini duyabilenler ve onun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe mûsıkîsini birden dinleyebilenler anlar. Onu sanki kendine inmiş gibi dinleyebilen zamanüstü ruhlar, Onda Cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini, Reyyan yamaçlarının çağlayan ve manzaralarını müşâhede eder ve onunla gürül gürül hâle gelirler. Kur’ân’ı, Ramazan’ın şeffaflaştırıcılığı ve kalbin kadirşinas ölçüleriyle ele alıp onun derinliklerine yelken açabilen saf gönüller, her lahza ayrı bir uhrevî kıymete ulaştıklarını hisseder ve her an “bekâ”nın ayrı bir buuduyla tanışırlar. Bu insanların düşünce ve hayatlarında “metafizik”, “fizik”i tamamlar, mânâ da, maddenin gerçek muhteva ve değeri olur ve her şey perde arkası kıymetleriyle ortaya çıkar. Ve yine bu insanların çehrelerinde sanki, ilâhî isim ve sıfatların engin dairesine açık bulunmadan mülhem, gizli bir seziş, derin ve farklı bir anlayış ve Kur’ân’la inlemiş günlerin uhrevîliklerinden kalma bir olgunluk, bir doygunluk, bir safvet, bir içtenlik ve imanın altın zevkleriyle beslenmiş bir letafet, bir cazibe ve bir mürüvvet çağlıyor gibi bir büyü hissedilir. Onlar, hiçbir şey konuşmasa, hiçbir şey anlatmasalar bile, o anlamlı tavırlarından, edalarından, endamlarından, bakışlarından, duruşlarından bu mânâlar her zaman taşar gelir, gelir ve her tarafta yankılanır.

Kur’ân kanatlı ve Kur’ân buudlu Ramazan-ı şerif kadar gecesi ayrı nuranîliğe ve gündüzü de ayrı aydınlıklara açık bir başka ay yoktur. İnsan, her yeni Ramazan’la bir kere daha, hem de bütün tazeliğiyle Kur’ân’ı ve onun gökler ötesi kaynağını, tüllenen ilâhî mârifeti ve O’nun kevn ü mekânlara dağılmış işaretlerini, Allah aşkını ve onun inanmış simalardaki pırıl pırıl izlerini görür, duyar ve sezer. Evet, Ramazan’da Kur’ân bütün bir kaderin yonttuğu bu pırıl pırıl yüzlerin ve bütün bir mânânın iç derinliğini gösteren bu ışıl ışıl gözlerin hepsinde ayrı bir uhrevîlikle parıldar.. kadın-erkek, yaşlı-genç, zengin-fakir, âlim-cahil, aristokrat-halk hemen herkes bu mübarek zaman diliminde hayat ve yaşayış basamakları itibarıyla Ramazanlaşır ve Ramazan’la gelen mânâları soluklar…

Evet, herkes istidadına göre ve kabiliyetinin elverdiği ölçüde onunla değişik bir buudda, çeşitli münasebetsizliklerden, insanı baş aşağı götüren rezilelerden ve bütün mânevî kirlerden arınır, nurlanır.. ve Cennetlere ehil hâle gelir. Ramazan ayı, yümün ve bereketiyle o kadar zengindir ki, gölgesine sığınan hemen herkes onun servet ve gınasından istifade eder ve uhrevî sultanlıklara erebilir: Gençler-ihtiyarlar, sağlam mü’minler-arızalılar, zekiler-ahmaklar, akıllılar-deliler, eşyanın perde arkasına kapalı olanlar-açık bulunanlar, bir işe yarayanlar-yaramayanlar, havadan nem kapanlar-yağmurun altında bile ıslanmayanlar, hâkim olmak için yaratılmış bulunanlar-mahkûm olarak dünyaya gönderilenler, bin bir gâile içinde dahi dimdik ayakta durmasını bilenler-en küçük sarsıntıya mukavemet edemeyerek devrilip gidenler, hayatlarını karamsarlık içinde ve inleyerek geçirenler-Cehennemlerin içinde bile ümit şakıyanlar, ömürlerini başkalarına dayanarak sürdüren dermansızlar-en onulmaz dertlerle kıvranırken dahi neşeyle gürleyen iradeler, yaşayışlarını yeme, içme ve uyumaya göre programlamış tenperverler-yemeyi, içmeyi ve uyumayı aşmış gerçek insanlar… Evet, bütün bu birbirinden ayrı, birbirinden farklı sınıflar, değişik ölçülerde de olsa, onun aydınlık ikliminde mutlaka başkalaşır, farklılaşır ve hâlinin müsaadesi nispetinde bir yerlere ulaşırlar.

Ramazan’ın güzellik ve nuraniyeti ve o nuraniyete açık gözlere akseden varlığın mânâ dolu ihtişamı, bu birbirinden ayrı ve farklı gruplar üzerine saldığı sır dalga boyundaki bir kısım tayflar sayesinde, o kendine has tadı, havası, ruhu ve mânâsıyla gönüllere öyle bir siner ki, en inatçı kafalar bile mukavemet edemez ve ona teslim olurlar.

Ramazanda, her şeyi kendi sırlarıyla bürüyen geceler o kadar munis ve tatlı, insanın duygu ve düşüncelerini ayrı bir halâvetle kucaklayan gündüzler o kadar sıcak ve yumuşak, inanmış simalar o kadar hisli ve derin, Allah’a davet eden sesler o kadar şefkatli ve bunların hepsinin ifade ettiği mânâlar o kadar duygulandırıcıdır ki, bu gufran ayına sinelerini açabilenler muvakkaten dahi olsa, tasalardan, kederlerden bir bir sıyrılıp Cennet mutluluğunu duyabilirler.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Yeni Ümit Dergisi Ocak 1992 sayısı için kaleme aldığı makaledir.

Kur’an’a Teveccüh ve Ondan İstifade Yolları

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Kur’an’la nasıl doğru bir ilişki kurabilir ve ondan hakkıyla nasıl istifade edebiliriz?

Cevap: Bu konuda yapılması gereken öncelikli şey, Kur’ân’a ilk muhatap olan sahabe neslinin Kur’ân’la nasıl bir münasebet içinde olduğuna bakmaktır. Onlar, Kur’ân tilavetine çok önem vermenin yanı sıra, onun mazmun ve manasını anlamaya çalışıyor, anladıkları şeyleri hayatlarında tatbik ediyor, ilâhî vahiy vasıtasıyla murâd-ı ilâhîyi keşfetme adına ciddi bir gayret ortaya koyuyor ve aynı zamanda Kur’ân’ı bütün insanlığın istifade edebileceği bir medeniyet ve kültür kaynağı hâline getirme adına fevkalâde bir performans sergiliyorlardı. Sahabe efendilerimiz, Kur’ân’a olan bu bağlılıkları sayesinde Cenâb-ı Hakk’ın murâdına en uygun ve en yakın bir temsil ortaya koymuşlardı.

Murâd-ı İlahi’nin Keşfi

Bir mü’minin öncelikli gayesi ve en yüce ideali murâd-ı ilâhiyi araştırmak, keşfetmek ve buna uygun bir hayat yaşamak olmalıdır. Bunu elde etmenin yolu ise Kur’an’dan geçer. Allah, nasıl bir fert ve toplum istediğini bizlere vahiy yoluyla bildirmiş ve o Kur’ân cemaatinin özelliklerini Yüce Kitabında beyan etmiştir. Bir insanın duygu ve düşüncede, ilim ve araştırma aşkında, içtimaî ve iktisadi hayatında vs. Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna uygun hareket edebilmesi, Kur’ân’ı doğru anlamasıyla mümkün olacaktır. Dolayısıyla mü’mine düşen vazife, Kur’ân’da yer alan âyât-ı beyyinâtıyla Allah’ın bize vermek istediği mesaja dikkat kesilmesi ve bu konuda i’mal-i fikirde bulunmasıdır.

Sahabe, Kur’ân’ı doğru anlayıp doğru temsil ettiğinden dolayı kıyamete kadar gelecek tüm insanlar için örnek bir topluluk hâline gelmişti. Ne var ki zamanla Müslümanların hayatına gelip yerleşen şekilcilik, onların Kur’ân’la münasebetlerini de etkiledi. Hayata hayat kılınması gereken Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, kendisine karşı sûrî bir saygı gösterilen, lafzı tilavet edilmekle iktifa edilen, kendisinden bereket umulan, ölülere okunan ve kendisiyle tefeülde bulunulan bir kitap hâline geldi. Bunların hiçbirisi yanlış değildi. Kur’ân gerçekten de kendisine karşı saygı duyulacak mukaddes en büyük kitaptır. Onu tilavet eden kimse, Efendimiz’in (sallâllâhu aleyhi ve sellem) beyânıyla her harf için on sevap kazanır. Bir Müslüman, Kur’ân’ın bereketine, feyzine inanır. Onun nazarında -Kur’ân’ın ifadesiyle (Bkz. Ra’d suresi, 13/31)- dağlar yerinden oynayacaksa Kur’an’la oynar, hallaç pamuğu gibi savrulacaksa Kur’an’la savrulur, yer paramparça olacaksa bu da Kur’an’la olur. Bu, onun Kur’ân’a karşı duyduğu saygının tezahürüdür.

Bununla birlikte Kur’ân’ın lafzına duyulan saygı, onu derinlemesine anlamanın önüne geçiyorsa, ortada bir problem var demektir. Bir Müslüman Kur’ân’ı tilavet etmenin, ona karşı fevkalâde bir saygı göstermenin yanında, onu anlamaya ve yaşamaya çalışmayı asla ihmal etmemelidir. Kur’ân’ın gönderilmesindeki ilahî maksat, onun, anlama cehdiyle tekrar ber tekrar okunması ve didik didik edilmesidir. Evet, Kur’ân, bize Allah’tan gelmiş bir mesajdır. Bu ilahî mesaj doğru anlaşılabildiği takdirde mü’min hem Rabbine karşı doğru bir kulluk tavrı ortaya koyar hem de insan hakikatini ve kâinat kitabını doğru okur. Çünkü Kur’ân, kâinat kitabının tercüme-i ezeliyesi, kavl-i şârihi, bürhân-ı vâzıhı ve aynı zamanda Kitab-ı kebir-i kâinatı, kâinatta olan hakikatleri bize anlatan beliğ bir lisandır. Bu sebeple bize düşen vazife, onun beyanını esas almak ve kâinatı bu perspektiften okumaya çalışmaktır.

Kur’ân-ı Kerim’i kadife kaplar içine koyabilir, yatak odalarımızın en mutenâ köşelerine asabilir ve bunda da keramet ve bereket umabiliriz. Ben bunları yadırgamam. Çünkü bu, Kur’ân’a saygının bir ifadesidir. Fakat iş burada kalmamalıdır. Kur’ân’a duyduğumuz saygıyı sadece onun maddesine, şekline ve lafızlarına indirgememeliyiz. Böyle bir hürmet eksiktir. Önemli olan, onun bizlere sunduğu cevherlerden istifade edebilmek, onun hakikatlerine açılabilmektir. Hatta Kur’ân’a duyulan şeklî saygının bir kıymet ifade etmesi de onda saklı bulunan değerlere açılabilmeye, onlarla irtibat kurmaya bağlıdır. Yoksa, bu şeklî saygı, Kur’ân’ın mana ve muhtevasından kopuksa çok fazla bir şey ifade etmez. Hiçbir şey ifade etmez demiyorum. Çok fazla bir şey ifade etmez.

Esasında bir dönem insanlar Kur’ân’ı anlayarak okudular, onun arka planına vâkıf oldular ve yürüdükleri yolu onun rehberliğinde yürüdüler. Kur’an’a gerçekten değer verme ve saygı duymanın yolu da budur. Fakat insanlar âvamlaştıkça, cahilleştikçe, sığlaştıkça, tekvînî emirleri okumaktan uzaklaştıkça Kur’an’dan da kopmaya başladılar. Kur’ân’a saygı sadece bir kültür olarak kaldı ve şeklî yanıyla ele alındı. Maalesef günümüzde Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın bizden ne istediğini bilmiyorlar. Kur’ân’dan yola çıkarak ilâhî maksatları anlamaya çalışmıyor, Müslümanlık adına nasıl bir kıvam sergilememiz gerektiğine kafa yormuyorlar. Hâlbuki Kur’ân bunun için nazil olmuştur. Her birerlerimiz özellikle ihtisas alanlarımızın önümüze açtığı ufuklardan onun içine girerek yeniden okumaya ve anlamaya çalışmalıyız.

Gönülden Kur’ân’a Yönelme

Evet, Kur’ân bizlere Allah’tan gelen nurlu bir mesajdır. O hâlde onu öyle algılamak, ona öyle bir teveccühte bulunmak lazım. Kur’ân herkes için bir nur, rahmet ve hidayet kaynağıdır. Fakat unutmamak gerekir ki herkes ondan teveccühü nispetinde istifade eder. Siz Kur’ân’a ne kadar değer atfeder ne kadar ona kilitlenir ve ne kadar yürekten yönelirseniz, istifadeniz de o ölçüde fazla olur. Kur’ân, her okuyuşunuzda size yeni bir şeyler söyler, içinize yeni bir şeyler akıtır. Yoksa bir kısım kelimeleri telaffuz eder sevap kazanırsınız. Fakat buna hakkıyla Kur’ân okuma denemez.

Kur’ân’a bakarken, onun Allah kelamı olduğunu unutmamalı, her şeyi onda bulacağınız inancıyla bakmalı ve tam bir konsantrasyon içinde okumalısınız. Siz böyle yaparsanız Kur’ân da hazinelerini açar ve size önemli hakikatler ifade eder. Eğer böyle gönülden bir yönelme olmazsa, insan -Allah muhafaza- Kur’ân okurken bile imtihan olabilir; kelâm-ı nefsî ile, indî mülahazalarıyla çok defa nifak dairesi içine girer ve küfre yelken açar da farkına bile varmaz!

Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsinden gelen ilahî kelâmında kusur ve eksiklik olamaz. Şayet insana eksiklik gibi gözüken bir şey varsa, bu onun zihnî darlığı ve teveccüh eksikliğiyle alakalıdır. Günebakan çiçekleri gibi siz Kur’ân’a yöneldikçe onun füyûzâtından, şualarından ve renklerinden istifade edersiniz. Eğer ona sırtınızı dönecek olursanız, size karşı kapanır ve bütün bunlardan mahrum kalırsınız.

Her zaman söylediğimiz bir şey var: Kur’ân’ı iyi Arapça bilenler değil, Allah’a yakın olanlar anlar. Nitekim bugüne kadar nice ilim sahipleri onu okumuş ama önyargıları ve bakış zaviyelerindeki çarpıklık yüzünden istifade edememişlerdir. Koskoca bir deryaya dalmışlar fakat kovalarını dolduramadan oradan ayrılmışlardır. Fakat nice ümmî kimseler nazarında onun damlası bile deryaya dönüşmüştür. Oryantalistler birçok Müslümandan daha fazla Kur’ân okurlar. Fakat tenkit mülahazasıyla ona yaklaştıkları, Kur’ân’ı -hâşâ ve kellâ- bir beşer kelamı olarak gördükleri için onu anlayamamışlardır. Çünkü Kur’ân -tabir caizse- kıskançtır. Kendisine cömertçe açılmayanlara o da cevherlerini cömertçe dökmez. Kur’an, vicdan enginliğiyle kendisine teveccüh ve ihtiram edilmesini bekler. Bunu yapabilen insanlar onun damlasında deryayı görebilirler.

Kur’ân’ın Evrenselliği

Selef-i sâlihîn Kur’ân-ı Kerim’i çok güzel bir şekilde “sağmış” ve ferdî, ailevî, içtimaî, dünyevî ve uhrevî hayat adına ondan elde edilebilecek her şeyi elde etmişlerdir. Bir insan bugüne kadar Kur’ân’dan elde edilen hükümlerle amel etse ve amelinde de ihlaslı olsa -inşaallah- Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanır ve Cennet’e girer. Fakat bu, Kur’ân’dan yeni hükümler çıkarmanın mümkün olmadığı anlamına gelmez. Bilakis pek çok âyet-i kerime bizleri tefekkür, teemmül, tedebbür ve tezekküre sevk eder. Allah’ın âyetleri üzerinde derinlemesine düşünmemizi, onun enginliklerine açılmamızı, onlardan gerekli dersi almamızı, bir kere daha onun ruhunu keşfetmeye çalışmamızı salıklar.

Ayrıca hayatın akışı içerisinde hemen her gün yeni yeni hâdiselerle, problemlerle karşılaşıyoruz. Yaşadığı zaman diliminin ve tecrübe ettiği olayların penceresinden Kur’ân’a bakan insan, aradığı cevapları onda bulabilir. Çünkü Kur’ân ilm-i ezeliden geldiği için kıyamete kadar cereyan edecek cüz’î-küllî bütün hadiselerle ilgili çözüm yollarını göstermiştir. Samimi bir kalple ona yöneldiğiniz zaman, bunları görebilirsiniz. Bu sebeple, öncekiler ondan her ne sağmış olurlarsa olsunlar, sizin hisseniz hâlâ orada duruyor. Şayet kemâl-i ihtimâmla ona yönelirseniz siz de kendi hissenizi alabilirsiniz. Fakat kibirlenir ve müstağni bir tavır içinde olursanız, o da size panjurlarını kapatır.

Bir insan, Allah kelamını saygıyla okursa, her harfi için on sevap kazanır. Fakat onun üzerinde ciddi bir tefekkür ve tedebbürle durduğunda, belki de kazanacağı sevap on bine çıkar.  Böyle sevaplı ve bereketli bir yol varken, şeklî ve lafzî bir okumayla iktifa etmek dûn-himmetliktir. Kur’ân, aradan çıkarma mülahazasıyla okunmamalıdır. İnsan, her dediği kelimeyi duymaya çalışmalıdır. Eğer Arapça bilmiyorsa, açıklamalı bir meal veya tefsir okuyarak âyetlerin manalarını anlamaya çalışmalıdır. Zannediyorum insan okuduğu ayetlerin ifade ettiği manaları icmâlen de olsa anlasa, onları daha farklı bir halâvetle okuyacaktır. Kur’ân-ı Kerim’e karşı derince bir tazim ve saygı duyar, tam bir teveccühle ona yönelir, gözünüzü ve gönlünüzü ona verirseniz, Cenâb-ı Hakk’ın size ne engin lütuflarda bulunacağını kestiremezsiniz.

Kur’an Nesli

Allah’la ve varlıkla münasebetlerimizde olması gereken yerde olmak istiyorsak, hakiki Kur’ân nesli olmaya bakmalıyız. Hakiki Kur’ân neslinin özelliği ise Allah karşısında Allah’ın istediği şekilde bir duruş ortaya koyması ve yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın murâdını ikame etmesidir. Farklı bir tabirle Kur’ân hakikatlerini temsil ve tebliğ etmesidir. Onlar Kur’ân’ı hayatlarına hayat kılan insanlardır. Nereden bakılırsa bakılsın, her yanlarından Kur’ân hakikatlerinin süzüldüğü görülür. Tavır ve davranışlarında, söz ve konuşmalarında, duruşlarında, ibadet hassasiyetlerinde vs. Kur’ân izleri vardır. Sizi Allah kelamına götürürler. Onları gördüğünüz zaman Allah’ı hatırlarsınız. Onlar dünyayı, yaşamayı, zevk ü sefayı, dünya hakimiyetini değil, Allah’ı hatırlatan kimselerdir.

Kur’ân’ı anlama ve yaşama konusunda çok ciddi bir kuraklık yaşadık. Kur’ân’a karşı yabancılaştık. Bu da kendi değerlerimize ve kültürümüze karşı yabancılaşmayı netice verdi. Bu açıdan yeniden bir kere daha bu ilâhî beyanı ruhlara duyurmaya çalışmalı, bunun için bütün vesileleri değerlendirmeliyiz. Mesela Ramazan ayı bunun için çok güzel bir fırsattır. Ramazan’da Kur’ân’ı sadece lafza bağlı hatimle, mukabeleyle yetinmemeli, imkânı varsa açıklamalı bir mealiyle birlikte mütalaa etmeliyiz. Böylece Müslümanların, kendilerine gönderilen Yüce Kitab’ın mana ve muhtevasını anlamasını sağlamalıyız. Böyle bir mukabele tarzı her sene tekrar edilecek olursa, zannediyorum avam halkta bile ciddi bir Kur’ân kültürü oluşur, onun neresinde ne olduğunu bilir ve böylece onu vicdanlarında daha derince duyarlar.

Kısacası, bilmeyenlere Kur’ân okumasını öğreterek, bilenlere âyetlerin mana ve muhtevasını izah ederek, daha ileri seviyedekilerle Kur’ân üzerine daha derince mütalaa ve müzakerelerde bulunarak insanlarda yeniden ona karşı bir aşk u şevk uyarmaya çalışmalıyız. Hatta Kur’ân’ı sadece camiye gelenlere anlatmakla yetinmemeli, bir şekilde camiden uzaklaşmış veya uzaklaştırılmış insanlara da ulaşmanın yollarını aramalıyız. Bu konuda televizyon programları yapmalı, konferanslar vermeli, onu üniversite amfilerine taşımalı ve bir şekilde herkesin Kur’ân nurundan istifade etmesine gayret etmeliyiz. Kur’ân’a karşı oluşan heyecansızlık ve durgunluğu gidermek, onu şekil ve formalitelere kurban olmaktan kurtarmak için ciddi bir seferberlik başlatmalıyız.

Mesajın Sunumu

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Geleceğin düşünce mimarlarının beyana önem vermeleri gerektiği üzerinde duruluyor. Bu konuyu biraz açar mısınız?

   Cevap: Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan insanlığı kurtarma mesajıyla gelmiş bir kitaptır. Bu açıdan insanlık için muhkem hükümler, engin manalar, cami mesajlar ihtiva eder. Bunları da kendine has oldukça etkileyici ve mükemmel bir üslupla sunar. Dolayısıyla Kur’an’ın muhteva zenginliği mucizevî olduğu gibi, ifade gücü de mucizevîdir.

Eğer Kur’ân mesajını kusursuz bir üslupla sunmasaydı, beyana çok önem veren ilk muhatapların bir kısmı ona takılabilirlerdi. Fakat Kur’ân’ın beyan ve üslûbu hakkında dile getirilen herhangi bir eleştiri bilmiyoruz. Demek ki burada bir kusur bulamıyorlardı. Belki alışkanlıklarından sıyrılamadıkları, atalarını taklitten vazgeçemedikleri, kibirlerini terk edemedikleri, zulmü bırakamadıkları, doğru bakış açısını yakalayamadıklarından ötürü muhtevayı kabul etmiyorlardı. Yani ayaklarındaki zincirler ve boyunlarındaki prangalar onların ilâhî mesajı kabul etmelerine engel oluyordu. Buna rağmen Kur’ân’ın üslûbu karşısındaki hayranlıklarını dile getirmekten kendilerini alamıyorlardı.

Aynı şekilde İnsanlığın Medar-ı İftiharı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerine bakılacak olursa, O’nun da maksadını bayıltıcı bir üslupla ifade ettiği görülür. Öyle ki Ebû Bekir gibi bir söz sultanı, O’nun beyan gücü karşısında, “Böyle güzel konuşmasını Sana kim öğretti!?” demekten kendini alamamıştır. O öyle bir Beyan Sultanıdır ki, mesajını, tatlılık içinde, ruhları okşayıcı bir şekilde, mükemmel ve kusursuz bir tarzda, engin manaları ihtiva edecek bir üslûpta insanlara sunmuştur.

Bu itibarladır ki verilmek istenen mesajın muhteva güzelliği önemli olduğu gibi, bu mesajın nasıl bir ses ve solukla ortaya konulacağı da çok önemlidir. Eğer geçmişten miras olarak aldığınız değerleri insanlığın istifadesine arz etmek istiyorsanız, onu âdeta şairane bir üslupla sunmalısınız. Yani bir taraftan yüce hakikatlere, engin manalara sahip olunması, diğer taraftan da bunların yüksek bir beyan tarzıyla ifade edilmesi gerekiyor. Bu da hem ciddi bir ilim ufku ve fikir zenginliğini, hem gönül heyecanı ve ilhama açık olmayı hem de dile vukuf ve beyan kabiliyetini gerektirir.

   Entelektüel Sınıfın Yetiştirilmesi

Hiç şüphesiz bu alanlarda boşluk yaşanmaması, ciddi bir elit ve entelektüel sınıfın yetiştirilmesine bağlıdır. Esasen toplumda ilim, fikir ve beyan kabiliyetine sahip çok sayıda insan vardır. Önemli olan, uygun ortam sağlamak suretiyle cins dimağların, üstün fıtratların bulunup çıkarılması ve sahip oldukları istidatların inkişaf ettirilmesidir. Köyde neş’et etmiş bir dâhi düşünün, istidatlarını inkişaf ettirebileceği bir ortam hazırlanılmaz, eğitimleriyle ilgilenilmez, iyi ustaların elinde çıraklık yapmalarına fırsat verilmezse, en fazla iyi bir çoban veya iyi bir rençper olurlar. Dehalarını da sadece hayvanlarını iyi gütmede ve onlar için elverişli otlak yerleri bulmada kullanırlar. Bu sebeple bu tür üstün fıtratların düşünce dünyamıza ve mefkûremize hizmet edecek âbide şahsiyetler hâline getirilmesi, müşarun bi’l-benan (parmakla gösterilen) insanlar olması adına elimizden geleni yapmalıyız.

Siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın herkes bunu başaramaz. Fakat geleceğin entelektüellerini yetiştirme adına çok insana yatırım yapılmazsa, arzu edilen insanlar da yetiştirilemez. Siz, entelektüeller yetiştirme adına bir çaba ortaya koyar, bir süreç başlatırsınız. Çok sayıda insana imkân hazırlar, yatırım yaparsınız. Ancak bunların içinden sadece birkaç tanesi istenen seviyeye ulaşır. Çünkü bu iş, hem hususi bir kısım istidat ve kabiliyetlere sahip olmayı hem ciddi bir konsantrasyonu hem de uzun süre ceht ve gayret göstermeyi gerektirir.

Daha açık bir ifadeyle, bu yola baş koyan bir insanın öncelikle hususi bir kısım vasıflara sahip olması, sonrasında da uzun yıllar kitapların arasında dolaşması, farklı eserlere müracaat etmesi, değişik metinler arasında kıyaslamalara gitmesi, okuduklarını analiz ve senteze tâbi tutabilmesi gerekir.

Bu alanlarda bir hayli geri olduğumuzu ifade etmeden geçemeyeceğim. Maalesef günümüzde mantıkî boşluklara meydan vermeden orijinal eserler verebilecek, bilimsel çalışmalara imza atabilecek, üst seviyede hikâye ve roman yazabilecek, senaryo kaleme alabilecek yeterince insanımız yok. Yazılacak senaryoları dizi veya film hâline getirecek yeterli yapımcı ve yönetmenlerimiz de yok.

Şayet geleceğin dünyasında söz sahibi olmak istiyor, farklı yerlerde farklı ağızlardan kendinizi ifade etmeyi düşünüyorsanız, her yerde bu ilim ocaklarını tüttürmeli ve geleceğin entelektüellerini yetiştirmelisiniz. Bu da meselenin ciddi bir seferberlik ruhuyla ele alınmasına bağlıdır. Binlerce insanı ilim ve irfan yoluna yönlendirmelisiniz ki bunların içinden gerçek âlimler, mütefekkirler ve entelektüeller yetişsin. Tarihimizde bu tür insanların sayısı çoktur. Fakat onlar, boyları birbirine yakın sıradağlar gibi olduklarından dolayı çok fark edilmezler. Batı’da bu tür insanlar aralıklarla yetiştiği için onlar daha çok öne çıkmıştır.

Biz, çok güzel değerlere sahip olduğumuza ve yüce hakikatleri temsil ettiğimize inanıyoruz. Eğer âlemin de bunlara ihtiyaç duyduğunu düşünüyorsak, bu değerleri onlara da ulaştırma gibi bir derdimiz varsa, bu işi en güzel surette yapabilecek insanları yetiştirme adına umumî bir seferberlik başlatmak zorundayız. Tavır ve davranış güzelliğinin, mükemmel bir temsilin yanında, sahip olduğumuz mesajı günümüz insanlarının kabul edebileceği bir formatta da sunmak zorundayız. Bu da maksadını açık, seviyeli ve kimsenin zihninde şüphe ve tereddüt hâsıl etmeyecek şekilde çok iyi kompoze edebilen, düşüncelerini en güzel nazım ve nesirlerle ortaya koyabilen istidat ve kabiliyetlere vabestedir.

   Üslûp Güzelliği

Eğer yaşadığımız çağ, ilim ve beyan çağı hâline geldiyse, biz de buna uygun adımlar atmak zorundayız.  Maksadımızı çok rahat ifade edebilecek, kelimeler arasındaki nüanslara vâkıf olacak, zengin bir kelime hazinesiyle edebiyatın farklı alanlarında eserler kaleme alabilecek ölçüde bir beyan gücüne sahip olmalıyız. Duygu ve düşüncelerimizi ifadede boşluk bırakmamalıyız. Zihnimize gelen manaları hızlı bir şekilde tahayyül, tasavvur ve taakkul aşamalarından geçirip en uygun kalıplara dökebilmeliyiz. Vahy-i semaviyi dillendiriyor olsanız dahi onu kamet-i kıymetine uygun bir şekilde takdim edemiyorsanız, ona karşı gerekli ilgiyi uyaramaz hatta tepkiye sebebiyet verirsiniz. Dolayısıyla günümüzde üzerinde yoğunlaşılması gereken önemli meselelerden biri budur.

Özellikle edebî ve hitabî üslupta meselelerin istiare, kinaye, mecaz, cinas gibi farklı söz sanatlarıyla ifade edilmesi çok önemlidir. Ne var ki bu konuda tekellüfe ve suniliğe girmemeye dikkat etmek gerekir. Günümüzde bazı yazar ve şairlerin yaptığı gibi iğlak ve iphamda (kapalı, muğlak ve müphem ifadelerde) keramet aramamalı, kendimizi ifade etme adına fantezilere girmemeliyiz. Yazılan çizilen konuların anlaşılır olmasına dikkat etmeliyiz; ama derinlik ve sanatı da ihmal etmemeliyiz. Kur’ân’ın derinliğinin sırrı, duruluğunda gizlidir. O, berrak suya benzer. O kadar duru ve berraktır ki, karşıdan bakınca sığ zannedersiniz. Ayağımı soksam, topuğuma ancak gelir, dersiniz. Fakat içine girdiğinizde boğulursunuz. Kur’ân’daki derinlik böyle bir derinliktir.

Hâsıl-ı kelam, sadece ilmî ve fikrî meselelerin düz taşıyıcısı olmak yeterli değildir. Onları başkalarına tebliğ etme ve duyurma gibi bir sorumluluğa sahip olmalı, bu sorumluluğu yerine getirirken de çok dikkatli ve şuurlu hareket etmeliyiz. Nerede nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini çok iyi belirlemeli, inandığımız değerleri gönüllerde inşirah hâsıl edecek bir üslûpla sunmalıyız.

***

Not: Bu yazı 4 Şubat 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Ramazan Ayının Bereketinden İstifade İçin

Herkul | | KIRIK TESTI

Öncelikle, bu mübarek ayı en güzel şekilde değerlendirmek için Ramazan ve oruçla alakalı makaleler tekrar okunabilir. Özellikle “Ramazan Risalesi”, üzerinde dikkatle durularak ve müzakere edilerek okunmalıdır.

Ramazan-ı Şerif orucu çok önemli bir ibadettir. Belki namazla beraber umumiyet itibariyle Kur’an-ı Kerim’de otuz küsur yerde zekat zikrediliyor ama -bildiğiniz gibi- oruç için de Kur’an-ı Kerim’de sayfalar ayrılmış. Ve değişik cezalarda kefaret olarak aynı zamanda oruç takdir edilmiş. Bazı suçlara karşılık 60 gün, 10 gün, bazen de 3 gün oruç kefareti emredilmiş. Demek ki o, günahları, hataları eriten çok önemli bir faktör, insanı temizleyen ve yükselten bir unsur.

   Hâlis Oruç

Ramazan orucu doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a karşı bir vazife olarak, taabbudîlik mülahazasıyla eda edilmesi gereken bir ibadettir. Onda da mutlaka bir kısım hikmetler ve maslahatlar bulunabilir. Fakat aslında taabbudî olan ibadetlerle, Allah, kendi nazar-ı uluhiyetinde bir kulun kıvamı adına neyi görmek istiyorsa, onun Cennet’e girmesi ve ebedî saadeti ihraz etmesi adına ne ölçüde bir kıvama ihtiyaç varsa onları hasıl ediyor. Bunlara, avamca ifadesiyle, insanın Allah’a yakın olmaya liyakat kazanması, Cennet’e ve ebedî saadete ehil hale gelmesi için va’z edilmiş ibadetler de diyebilirsiniz.

Dolayısıyla bunlarda, dünyadaki faydalar, bir kısım maslahatlar, hikmetler de sezilse, görülse bile esas bizim göremediğimiz, bilemediğimiz daha derin tesirler, neticeler vardır. Yani bunlar, fânî olan insanı, ebediyete ehil hale getiriyor. Allah’la arasında 70 bin perde olan, O’nu görmesi mümkün olmayan insanı, Allah’ı görecek keyfiyete yükseltiyor. Dünyada neyi verirse versin, Allah’ın rızasını peyleyecek kadar servete sahip olmayan bir insana, Allah’ın rızasını kazandırıyor. İşte Ramazan orucuna da bakarken başta bu mülahazayla bakmak lazım. Yani insanın liyakatı adına bir fırsat, Cennet’e ehil hale gelmesi adına bir imkan, Cemâlullah’ı müşahede etmek için gerekli olan kıvamı ihraz etme yolunda çok önemli bir nimet.

Ayrıca, Allah teâlâ orucu nasıl va’z etmişse, neye “oruç” diyorsa onu öyle tutmak icab eder. İşte Ramazan-ı Şerif’ten beklenen neticeyi kazanması ve kendisine “yazıklar olsun” denmemesi için, insanın yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi aynı zamanda, ağzını da münasebetsiz, manasız, yakışıksız, hele buhtan gibi, gıybet gibi şeylerden mutlaka uzak tutması lazım. Hatta gereksiz şeylerden, yani kesret-i kelamdan uzak tutması, ağzını hayırla açıp-kapaması lazım. Her zaman tekrar edegeldiğimiz ifadeyle; dilini sohbet-i Cânân’la süslemesi lazım. Gözlerini keza öyle kontrol altına alması lazım. Yasağa bakmaması, baktığı şeyleri iyi görmesi, iyi yorumlaması, her şeyden iyi manalar süzmesi, iyi manalar sağması lazım.

Evet, bir mü’min, mâlâyâniyât, lağviyât ve lehviyâttan da kulaklarını uzak tutmalı, onları da Kur’an’a, sohbetlere ve güzel sözlere açmalı. Böylece ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, başka zaman da mahzurlu olan şeylere karşı kapanmalı, hatta mahzuru olmasa bile faydasız olan şeylere de yanaşmamalı.. onları da lağviyât ve lehviyât saymalı, içine düşmemeli. Böylece eskilerin tabiriyle bütün âzâ u cevârihine oruç tutturmalı. Havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırmalı.

Diğer taraftan, oruçta hulûs çok önemlidir. Kul, oruç tutarken hulûs içinde olmalı, yani onu Cenâb-ı Hakk’ın kendisine armağan etmiş olduğu bir hediye gibi telakki etmeli ve katiyen onun içine Rabbin rızasından başka bir şey karıştırmamalıdır. Dahası, sürekli “Orucumu tam tutamadım, onu hakkıyla eda edemedim, Ramazan’ın hakkını veremedim!” mülahazası içinde bulunmalıdır. Yoksa, bir şey yapıyor gibi çalıma girme, hatta başkalarına “şöyle tutuyorum, böyle tutuyorum” gibi caka yapma.. “Geceleri kalkıp şunu yapıyorum, bunu yapıyorum!” diyerek süm’a ve riyalara girme, ibadetlerinin güya derinliğini ihsasta bulunma.. bunlar ihlasa manidir ve o orucu da, onu tutanı da malum hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girdirir:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.” Öyleyse, orucun aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a, O’nun rızasına bağlanması lazımdır. Ve zaten sizin, orucu, O’ndan alıp kendinize mal etmeniz, onunla Allah’ın rızasının dışında bir kâr elde etmeye çalışmanız onun va’z ediliş hikmetine de aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Oruç sırf Benim rızam için tutulur, onun mükafatını da bizzat Ben takdir eder, veririm.”

Evet, her ibadetin dünyada bir kısım faydaları, maslahatları, hikmetleri görülebilir. Meselâ, zekat bir köprü, fakir sınıfla zengin sınıf arasında bir irtibat vesilesi olabilir. Mesela, insan hacca gider, hac aynı zamanda çok geniş bir kongredir; o toplantılarda dünyevi bazı şeyler hâsıl olabilir… Fakat orucun dışa vuran böyle bir yanı yoktur, o tamamen Allah’a aittir. Mükafatı da mağfirettir. Peygamber Efendimiz buyururlar ki, “Kim sevabına inanarak ve ecrini Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa onun geçmiş günahları affedilir.” Evet, şayet her sene tutulan oruçla insanın geçmiş günahları affediliyorsa, insan son tuttuğu oruçla son işlemiş olduğu günahlardan da affedilmiş ve temizlenmiş olarak Allah’ın huzuruna gider. Ve böyle bir insan kazanmıştır, Ramazan’ı değerlendirmişir. Dolayısıyla onun burnu yere sürtülmez ne burada, ne kabirde, ne de mahşerde… İsterseniz, bu mekanlarda, bu konaklarda herhangi bir derbederliğe maruz kalmaz da diyebilirsiniz.

   Ramazan ve Ribât

Bir diğer mevzu, oruçla -Hazreti Üstad’ın Ramazan risalesinde ifade ettiği gibi- nefsin terbiyesi de hedeflenmelidir. Oruç tutan bir mü’minin “Ben biraz daha gemini çekeyim bu nefsimin, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk’a yönlendireyim, tevcih edeyim. Onu kıllet-i kelâma, kıllet-i taâma, kıllet-i menâma alıştırayım. Bir seyr-i süluk ü ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve derecât ne ise onları elde etmeye çalışayım.” demesi ve Ramazanı aynı zamanda bir riyâzat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyâzatın bir oruç yanı da vardır. Riyazatta esas olan, aç-susuz durma, yememe, içmeme, hatta her gün bir yudum veya iki yudum su içme.. bazen yemeği öyle azaltma ki, haftada bir, birkaç lokma, ölmeyecek kadar yeme ve kırk gününü böyle geçirme. Olmadıysa ikinci erbaînini, hatta üçüncü erbaînini öyle geçirme.

Bunlar bir nevî ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan şeyler. Bunlarda marz-ı ilâhî esas alınmazsa, Allah rızası hedef olmazsa o zahmetlere, sıkıntılara katlanmak da çok faydasız olur. İnsan, gerçekten bir kısım hârikulade şeylere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir, bir nazarla şuradaki mangalı havalandırabilir. Fakat bunların hiçbiri Allah nezdinde hiçbir şey ifade etmez. Evet, nefsin gemlenmesi, frenlenmesi bakımından oruç ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki, ehlullah sürekli riyâzat yaparak rûhî formlarını korumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla rûhî güç ve kuvvetlerini kazandıkları, bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nisbette rûh yüceliğine ulaştıkları da öteden beri bilinen bir vakıadır. Ama ne yoginin ne de mistiklerin o yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyâzat yapma ancak ibadet niyetiyle yapılırsa bir değer ifade eder. Allah’ın rızası, ibadetleri Allah’ın rızasını tahsile bağlamakla elde edilir. İşte, Ramazan orucunda ehlullahın riyâzatla elde ettikleri şeyleri elde etme potansiyeli de vardır. Ramazan, aynı zamanda bir riyâzattır.

Ramazan orucu vesilesiyle, adetleri, tiryakilikleri terk etmek ve bir manada bağımsız yaşamak da mümkündür. Biz nefsimizi açlığa, susuzluğa alıştırınca cebrî öyle bir şeye maruz kaldığımız zaman da su-i îtiyâdımızdan dolayı hemen çarçabuk pes etmeyiz. Eskiler şöyle derlerdi: “Terku’l-âdât mine’l-mühlikât: Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek helak eden, öldüren faktörlerdendir.” Yeme-içmeye alışırsın, farklı şeyleri yemeye, değişik meşrubat içmeye alışırsın. Oysa ki bir Müslüman, -farklı zamanlarda da ifade edildiği gibi- bir komando misal en ağır şartlarda bile yaşamaya kendisini alıştırmalı. İşte Ramazan bize bunu da tâlîm ediyor.

Hele neslin ıslahı için bir oraya bir buraya koşup duran kudsîlere Ramazan kim bilir ne hediyeler ne hediyeler takdim ediyordur. Dine ve millete hizmet yolunda sahur, iftar demeden seyr u seferler yapan kutlular kim bilir Ramazanda nasıl binlerce senelik semere elde ediyorlardır.

Evet, ribat, din ve milletin başına gelmesi muhtemel bela ve musibetler karşısında tetikte olma, inandığı davanın gereğini eda etme, kısacası “adanmışlık” vasfını ortaya koyma demektir. Adanmış bir insanın hedef ve gayesi uğrunda atacağı her adım ona ribat sevabı kazandıracaktır. Ya bu sevap bir de Ramazan ayının bereketine göre olursa!.. Herkes elde edebilir mi böyle bir mükafatı? Evet, kalbindeki hulûsa, niyetindeki derinliğe ve Allah’la olan irtibatının seviyesine göre herkes bu mükafattan istifade edebilir. Hadis-i şerifte bir ufuk gösterilmektedir. Sevabı tam kazananın hâli odur, ama herkes onun kadar olmasa da kendi seviyesine göre aynı semereden nasiptar olur.

Ramazan ayının kardeşliğe, dostluğa bakan bir yanı da vardır. İnsan oruç vesilesiyle düşünür: “Hiç yiyecek bulamayanların, yiyemeyenlerin, içemeyenlerin hâli nicedir acaba?” Onların durumunu açken çok daha iyi duyarsınız, anlarsınız. O da sizin semâhât, cömertlik hislerinizi şahlandırır. Onun için, millet bu hususu işleye işleye zamanla âdet haline de getirmiş; öyleki sanki yapmaları gerekli olan o değişik hayır, hasenat, himmet, zekat ve sadakanın mutlaka Ramazan-ı Şerif’te yapılması lazımmış gibi, cömertlik hislerinin tetiklenmesini bile beklemeden yapıyorlar. İşte görüyorsunuz, sadaka veriyorlar, sadaka taşları kuruyorlar. Şimdilerde sadaka taşları yerine çadırlar kuruyorlar. Diyorlar ki, “Allah’ın ikram sofraları açılmış yağmadır gelen alsın!” Belki gerçekten de Allah tarafından tetikleniyor insanların bu semâhât hisleri, hayır duyguları. Fakat belki de millet işleye işleye artık onu tabiatları haline getirmiş.

Bütün bunlar, Ramazan’ın bereketi. Ramazan’la gelen ve potansiyel olarak Ramazan’da bulunan bu fırsatları değerlendiren bir insan, Ramazan geçince hayıflanmaz. Çünkü o burnunun yere sürtülmesine mâruz kalmayacak, kendisine “veyh” çekilmeyecek bir insan kıvamını kazanır. O, Ramazan ayını iyi değerlendirmiş ve Cenabı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmuştur.. iki sevinçten birini her akşam iftar sofrasında yaşamıştır.. diğerini de, Rabbine kavuştuğu an tadacaktır.

   Soru: Az önce de -mealen- zikredilen hadis-i şerifte, “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” buyurulurken “imanen ve’htisaben” kaydı konuluyor. Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

   Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Men sâme Ramadâne îmânen ve’htisâben gufira lehu ma tekaddeme min zenbihi” buyurmuş; Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir.

“İmanen” kelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükafat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Evet, biz Allah’ın kullarıyız; Allah da bizim ma’budumuzdur. Ubudiyet düşüncesiyle O’na karşı yaptığımız ibadetler ve salih ameller O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da, O’nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdârdır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye dönecektir. Ayrıca, ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; “O eller boş olarak aşağıya düşmeyecektir.”

Cenâb-ı Hakk’a karşı teveccüh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun kullarını gördüğüne, duaları işittiğine ve istekleri yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, “Verirse verir, vermezse vermez” gibi bir manaya gelir ki, bunun bir saygısızlık olduğu ve öyle birinin çağrısına icâbet edilmeyeceği bellidir. O, lütfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz “vermez” diye kestirip atamayız. Fakat, O’nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O’na gönülden inanmaktır. İnanacaksın ki, samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş çevirmez, yüzünü kara çıkartmaz, seni mahcup etmez; aksine, o kapıya bir daha yönelmene vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte, “imanen” kaydı böyle bir inanmayı ifade etmektedir.

“İhtisap” kelimesi de sevabın Allah’tan beklenmesi manasına gelmektedir; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme ve mükâfâtı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm’alara girilmemelidir. Hiçbir amel insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yani, yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerçi, Sahabe anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah’tan istemeliyiz.. arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Mevlâ-yı Müteâl’den dilemeliyiz. Ancak, kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Ma’bud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; ubudiyetimizi sadece O’nun hakkı olduğu için yalnızca O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, onları vazifemiz olduğu mülahazasıyla eda etmeliyiz.

Haddizatında, Cenâb-ı Hak’tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O’nun lutfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki, o hakları Kendisine karşı kullanmamıza müsaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, “Siz Bana kullukta bulunun, ibadet ü taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de, öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; “Kulluğunuzu yaparsanız Benim üzerimde hakkınız olur” buyurmuştur. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkanı bahşeden de Allah’tır.

Yoksa, bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kaç paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden müntehaya kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, “ihtisap” tabiri de bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükâfâtı O’ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.

   Soru: Bazı hadis-i şeriflerde, Ramazan ayı gelince “merede-i şeyâtîn”in zincire vurulduğu ifade ediliyor? “Merede-i şeyâtîn” ne demektir; onların zincire vurulmalarının tezahürleri nelerdir?

   Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur.” buyurmuştur. “Merede”, inatçılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gözü dönmüşleri kastedilmektedir. Evet, bu mübarek ayda, “merede-i şeyâtîn” zincire vurulmaktadır.

Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat, bu Kur’an ayında mü’minlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeyâtînin elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.

Şüphesiz, Ramazan’da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında “Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim.” buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve Hak indindeki değerini kavramak, ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükâfâtını vermeye Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfâtın en önemli vesilesine de “Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor.” sözüyle işaret buyurmuştur.

Bu kutlu zaman diliminde mü’minler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. “O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.” (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan’ı tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur’an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenât hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, “Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz’e gelip Kur’an’ı arz ederdi. O günlerde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert olurdu.” Mü’minler de, Rehber-i Ekmel’e ittiba ederek, o günlerde daha bir cömertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Dahası, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikafa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.

İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, “Zâtına kasem olsun, hepsini şirâzeden çıkaracağım!” demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan’ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytanlaşan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır-gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları.

Ne ki, görüldüğü gibi, insanlar bu huzur ikliminde büyük ölçüde ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete açık yaşıyorlar. Allah’ın izni ve inayetiyle, Ramazan’ı sükûnet içinde geçiriyor ve günahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeyâtîn diyebileceğimiz o azgınlar gerçekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye çalışsalar da, Cenâb-ı Hak, azgın şeytanların önünü tıkıyor ve onlara faaliyet izni vermiyor.

   Soru: Buyurduğunuz gibi, Ramazan ayının önemli bir şiarı da teravih namazıdır. Teravih namazında nelere dikkat etmeliyiz?

   Cevap: Teravih, Arapça’daki “tervîha” kelimesinin cem’i (çoğulu) olup “teneffüs etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek” gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rekâtının sonundaki oturuş, “tervîha” olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin çoğulu olan “teravih” sözü, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan’da birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, “Kim Ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah’tan umarak kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır.” diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın önemini ve sünnet olduğunu şöyle ifade buyurmuştur; “Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sünnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlas ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) günahlarından arınır, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olur.”

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sünnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekâtta bir selâm vererek ikâme etmek en faziletli olanıdır. Aralarda çeşitli salat u selâmlar, Esmâ-yı hüsnâ ile müzeyyen niyazlar, “hizbu’l-hasin” ve “hizbu’l-masun” gibi dualar okunabilir.

Günümüzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’in Ramazan’da yirmi rekât ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiilî icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre yirmi rekâttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır; yirmi rekât olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, çok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata güç yetirebiliyorlarsa, hiç olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gücü ve kuvveti yerinde olan mü’minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikame etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikame etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihin, Ramazan boyunca teravihte Kur’an’ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da ta’dîl-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde ayetleri okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirmek kat’iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında “jet imam” tabir edilen kimseler türemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mü’minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil üzere okunmasına ve ta’dîl-i erkanın gözetilmesine dikkat etmelidirler.

   Soru: Kur’an ayında, Kur’an sayesinde yeniden hayat bulabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

   Cevap: Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihin efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim.

Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihin efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Meşruiyeti Tespit Yolları

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Allah yolunda yapılan hizmetlerin meşru bir çizgide sürdürülmesi adına dikkat edilmesi gereken esaslar nelerdir?

   Cevap: Öncelikle bir mü’min, ibadet ü taatlerini dinin emir ve tavsiyelerine göre yerine getirdiği gibi, insanlarla kuracağı ilişkileri veya irşat ve tebliğ adına ortaya koyacağı tavır ve davranışları da şer’î delillere bağlı götürmeye çalışmalıdır. Onun bu konudaki hassasiyeti ve araştırma azmi bile ona sevap kazandıracaktır. Çünkü Risale-i Nur’da da ifade edildiği üzere bir insanın günlük muamelelerinde dinin esaslarına uymaya çalışması, onun yapageldiği sıradan işlerini bile ibadete çevirir. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 64)

Bu konuda başvurulacak öncelikli kaynak ise başta Kur’ân ve Sünnet, sonra da bunlara istinad eden icma, kıyas, istihsan, maslahat ve örf gibi diğer şer’î delillerdir. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar fukaha-i izam, karşılaştıkları problemleri, bu delillere müracaat etmek suretiyle çözmüş ve hukukî boşlukları bunlarla doldurmuşlardır. Günümüzde de Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarmaya ehil olan kişiler, yine aynı kaynakları kullanarak hayatın dine göre yaşanması adına çözümler üretebilirler.

Fakat herhangi bir konuda hemen içtihada gitmek yerine, öncelikle karşılaşılan problemlerin çözümünün selef-i salihînin safiyane içtihatları içerisinde aranması daha doğrudur. Zira onlar, içtihat ve istinbatlarıyla özellikle kendi dönemleri itibarıyla doldurulması gerekli olan bütün boşlukları doldurmuşlar ve hukukî hiçbir boşluk bırakmamışlardır. Onların bu içtihatları, bizim için de istifade edilmesi gereken önemli bir kaynaktır. Eğer aranılan meselenin çözümü burada bulunamazsa, işte o zaman yukarıda bahsedilen hüküm çıkarma metotlarına müracaat etmek suretiyle ehil olan zatlar tarafından yeni içtihatlar yapılabilir.

Karşılaşılan meselelerin veya düşünülen projelerin dinî bir asla dayanması ve onun asıl kaynaklarla uyumunun aranması öncelikli olsa da, bu mümkün olmadığında en azından bunların dine aykırı olmamasına dikkat edilir. Zira malum olduğu üzere dinde emredilmeyen ve yasaklanmayan fiiller, mubah alanı oluşturur. Bu alan da oldukça geniştir. Yer yer Kur’ân ve Sünnet’te bir kısım fiillerin mubah olduğundan bahsedilmiş olsa da hakkında herhangi bir nas bulunmayan fiiller de mubah alana girer. Zira eşyada mubahlığın asıl olması, önemli bir fıkıh kaidesidir. Yani bir şeyin emredildiğine ya da yasaklandığına dair dinde herhangi bir hüküm yoksa bu kaideye göre onun mubah olduğu anlaşılır. Bu açıdan bir mü’min, bu alanda rahat hareket edebilir ve istediği gibi tasarrufta bulunabilir.

   Siyer Felsefesi

Usûl-i fıkıh kitaplarında hüküm istinbatında bulunabilmek için başvurulması gereken metotlar üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Çözümü aranan meseleyle ilgili olarak ilk bakılması gerekli olan kaynaklar, şüphesiz bunlar olacaktır. Fakat bunların yanında siyer felsefesi de ihmal edilmemelidir. O, Kitap ve Sünnet’te açık bir hüküm bulamadığımız durumlarda karşılaştığımız problemin çözümü adına bize yardımcı olacağı gibi, bu temel kaynakların doğru anlaşılmasına da ışık tutacaktır. Gerek Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerekse sahabe-i kiramın kendi dönemlerinde meydana gelen hâdiseler karşısındaki duruşları, tavır ve davranışları, takrirleri ve hatta sükûtları bile bizim için önemli birer referanstır. Dolayısıyla aslî ve ferî delillerin yanında, siyerde bırakılan açık uçlar da çok iyi değerlendirilmelidir.

Bugün herkese karşı alâka duyan ve sinesini açan Hizmet gönüllüleri, farklı kültür, farklı din mensuplarıyla diyaloğa girmekte ve onlarla sosyal münasebetler geliştirmektedirler. Bunları değerlendirenler genellikle meseleyi götürüp Mevlânâ, Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi zatlara bağlıyor, bu gönül genişliğini o büyük zevatla aynı meşrebi paylaşma, onlara benzeme ve ittiba olarak değerlendiriyorlar. Hâlbuki o zatlar bu konuda ancak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çırağı olabilirler. Bugüne kadar en büyük mürşitler bile O’na ittiba etmiş ve her meseleyi O’nun bu konudaki beyan, davranış ve takrirlerine bağlamayı marifet saymışlardır. Bu açıdan bizim için de asıl önemli olan, bütün faaliyetlerimizde olduğu gibi burada da Allah Resûlü’nün tavır ve davranışlarıyla uygunluk aramaktır. Mesela farklı din ve kültür mensuplarıyla diyalog kurma açısından O’nun hayatına baktığımızda, çok sayıda örnekle karşılaşırız. Dolayısıyla günümüzdeki bu türlü faaliyetleri, siyer-i seniyye ile irtibatlandırmak mümkündür.

Aynı şekilde günümüzdeki iman ve Kur’ân hizmetlerinde ortaya konan pek çok tutum ve stratejinin siyer felsefesine bağlı cereyan ettirilmeye çalışıldığını, her konuda olduğu gibi bu konuda da mukteda bihimizin, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun sireti, Sünnet’i olduğunu, en azından aklımız ve gücümüz yettiğince bu gaye-i hayale ulaşma azmi içinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Mesela bir taraftan kendimize ait değerleri muhtaç sinelere duyurma adına fevkalâde bir azim ve gayret ortaya koyma; fakat bunu yaparken asla usûl ve üslup hatasına düşmeme, düşüp manevra alanını daraltmama; başkalarında endişe uyarmama adına olabildiğine şeffaf ve açık olma; ortaya konulan mükemmel temsil ile herkesin güvenini kazanma ve bu güven kredisini verimli bir şekilde değerlendirmeye çalışma gibi davranışları Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzıyla irtibatlandırmak mümkündür.

Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.

Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim.

   Örf ve Maslahatlar

Bütün bunların yanında zamanın getirdiği yenilikler de göz ardı edilmemelidir. Biz ne sahabe ne tabiin ne de tebe-i tabiin döneminde yaşıyoruz. Yaşadığımız dönemin kendine mahsus bir kısım şartları var. Biz, kendi zamanımızın çocuklarıyız. Bu açıdan yol ve yönümüzü tayin ederken mutlaka konjonktürü göz önünde bulundurmalıyız. Zamanın bizden istediklerini çok iyi anlamalı, yorum gerektiren şeyleri ona göre yorumlamalıyız.

Esasen belli şartlar dâhilinde örf ve maslahatın fakihler tarafından hüküm çıkarmada önemli birer kaynak olarak kullanılması da bu kaziyeyi destekler. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar fakihler onlar vasıtasıyla birçok probleme çözüm üretmiş ve birçok hukukî boşluğu onlarla doldurmuşlardır. İslâm, girdiği toplumlarda cari olan örf, âdet ve teamüllere toptan karşı çıkmamıştır. Fakihler dinin muhkem hükümlerinin filtresinden geçirdikten sonra bunlara vize vermişler; geçemeyenleri ise dışarıda bırakmışlardır.

Bu sebeple irşat ekseninde hareket eden insanlar, yapacakları faaliyetlerde ve atacakları adımlarda yukarıda bahsedilen temel kaynaklara ve bunlardan çıkarılan hükümlere bağlı kalmanın yanında; mutlaka kendi dönemlerindeki örf ve âdetleri de hesaba katmalı ve neyin maslahat olup olmadığını çok iyi tayin etmelidirler. Farklı bir tabirle onların alacakları kararlar hem Cenâb-ı Hakk’ın maksatlarına hem de toplum maslahatlarına uygun olmalıdır.

   Umumî Belva

Hususiyle yapılacak faaliyetler toplum maslahatlarını gerçekleştirmenin yanında bir de insanların gönüllerini Allah’la buluşturma veya sahip olduğunuz değerleri başkalarına da anlatabilme adına uygun ortamlar hazırlama gibi dinin maslahatlarını da gerçekleştiriyorsa, işte orada mutlaka üzerimize düşeni yerine getirmeli ve ne yapıp edip bunu gerçekleştirmeliyiz. Hatta gerekirse böyle yüce bir gayenin tahakkuk etmesi adına, şahsî hayatımızla ilgili bazı tavizler vermeyi bile göze alabilmeliyiz.

Bazıları, içinde yaşadığımız zamanın şartlarını hesaba katmadığı için, böyle bir yaklaşımı tenkit edebilir. Hâlbuki irşat faaliyetlerinde bulunma gibi dinin yüce hedeflerini gerçekleştirmeye çalışma bir yana, günümüz Müslümanları günlük hayatlarında bile pek çok konuda taviz vermekten, bir kısım günahlara bulaşmaktan kendilerini kurtaramamaktadır.

Mesela, Kur’ân-ı Kerim Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben, قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ “Mü’minlere, gözlerini haramdan sakınmalarını ve iffetlerini korumalarını söyle.” (Nûr Sûresi, 24/30) buyurmaktadır. Oysaki günümüzde bu âyetin emrine sıkı sıkıya bağlı kalmak isteyen bir Müslümanın, evinden dışarıya çıkmaması ve çarşıya gitmemesi gerekir. Hatta namaz kılma gibi çok önemli bir ibadeti eda etmek için camiye gidilirken bile haram irtikâp etme ihtimali vardır.

Şunu kabul etmek gerekir ki siz, herkesin edebiyle oturup kalktığı, düşüncelere saygı duyulduğu, kimsenin hissiyatının rencide edilmediği Asr-ı Saadet döneminde yaşamıyorsunuz. Dolayısıyla dinî hassasiyetinize muhalif olan ve hoşunuza gitmeyen bazı durumları umumî belva diyerek göze almazsanız, kimseye kendinizi ifade etme fırsatı bulamaz ve hareket alanınızı daraltmış olursunuz. Siz kendiniz bu konularda olabildiğine hassas hareket etseniz bile, füruata ait bazı meselelerde kusur yaptığına şahit olduğunuz insanlara sanki büyük günah işliyorlar veya dinden çıkıyorlar gibi muamele etmemeli ve ağır ithamlarda bulunmamalısınız. Eğer bunu yaparsanız, dinin birçok emrinin ihmaline sebebiyet vermiş olursunuz.

Biraz daha açacak olursak, günümüzde Hizmet gönüllüleri geçmişten süzülüp gelen ve tabiatlarına mâl olan insanî ve ahlâkî değerleri muhtaç sinelere duyurabilme ve geçmişten tevarüs edilen kin ve nefretleri toprağa gömmek suretiyle gelecek nesillere sevgi ve hoşgörü atmosferinin hâkim olduğu güzel bir dünya bırakabilme istikametinde dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Gittikleri ülkelerde çok farklı örf ve âdetlerle karşılaşıyorlar. Her ülkenin kendine göre farklı kültür ortamları var. Hayatlar, insanlar, alışkanlıklar vs. farklı farklı. İşte bu farklılıklar içinde bir insanın dinin bütün füruatını milimi milimine yaşayabilmesi çok zordur. Müslüman ülkelerde bile günahla karşı karşıya kalmadan öğretmenlik veya üniversite hocalığı gibi bir vazifeyi yerine getirmenin çok zor olduğu bir dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız.

Eğer siz ruhunuzun ilhamlarını başkalarının sinelerine boşaltabilme, onları kültür mirasınızla tanıştırma ve aynı zamanda onların da sahip oldukları güzellikleri alma adına değişik anlayıştaki insanlarla oturup kalkıyorsanız, çamurlu yolları aşmaya, sarp yokuşları tırmanmaya ve yıkılmış köprülerden geçmeye hazırlıklı olmalısınız. Çünkü bunları göze almadan gaye-i hayalinizi gerçekleştirebilmeniz mümkün değildir. “Aman, ne gözümüz, ne kulağımız, ne ağzımız, ne de ellerimiz hiç günaha bulaşmasın; âdâbına varıncaya kadar dinin bütün emirlerini hassasiyetle yerine getirelim.” düşüncesi haddi zatında çok güzeldir ve müminin duyarlılığını gösterir. Ama biz günümüz şartları içerisinde her meselemizi sadece buna bağladığımızda, bu, bir yönüyle yaşadığımız topluma karışmama, bir köşeye çekilip insanlardan uzak durmayı gerektireceğinden, içtimai hayat içerisinde yapılması gereken pek çok vazifeyi ihmal etmiş oluruz. Belki de bir dönemde bazıları bu türlü şeylere takıldıklarından ötürü, meydanı başkalarına bıraktılar ve kapanması çok zor boşluklar meydana getirdiler. Hâlbuki Müslümanlar hayatın ve toplumun içinde olmadıkları sürece, yaşadıkları hayat da kendilerine göre olmaz. Hayatın kendi değerlerinize göre şekillenmesini istiyorsanız, onun içinde bulunmanız gerekir.

İşte bütün bu yollardan geçmek zorunda kalan Müslümanlar, bir taraftan yaygın hâle gelen bir kısım imtihan unsurlarına katlanmaya, diğer yandan da fıkıh usûlündeki ifadesiyle ehvenüşerreyni (iki şerden hafif olanı) bulmaya çalışmalıdırlar. Yani hangi hareket tarzı dinin kurallarına daha muvafık veya -başka bir deyişle- daha az muhalifse onu tercih etmeli ve mefkûreleri adına yapmaları gerekli olan hizmetleri yapmalıdırlar.

 Esasında İslâm’ın ortaya koymuş olduğu hükümlerle gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatlar açısından meseleye bakacak olursak, böyle bir hareket tarzının dinin ruhuna uygun olduğu görülecektir. Zira bu, bir meselenin getirisiyle götürüsünü, kazandırdıklarıyla kaybettirdiklerini iyi hesap edip ona göre hareket etmenin bir neticesidir. Özellikle Malikîlerin müstakil bir delil olarak kabul ettiği maslahat-ı mürsele prensibi de bu temele dayanmaktadır.

Aynı zamanda bu, Kur’ân’ın nüzûlünün ve İslâmî emir ve yasakların teşriinin yirmi üç senede tamamlanmasının ifade etmiş olduğu espriye de uygundur. Dinin hükümleri tamamlandıktan ve istikrar kazandıktan sonra -hâşâ- hiç kimsenin bunları değiştirme yetkisi yoktur. Medine dönemi ahkâmını göz ardı ederek kalkıp yeniden Mekkî hükümlere göre amel edemeyiz. Dinin esasları ve muhkem hükümleri sabit olduktan sonra yeniden başa dönemeyiz. Fakat bunun yanında namaz ve zekâtın alıştıra alıştıra ve yavaş yavaş emredilmesi veya faiz ve içkinin dört fasılda yasaklanması gibi dinî ahkâmın iniş keyfiyetinde önemli bir hikmet-i teşri bulunduğunu da göz ardı edemeyiz!

Fakat bütün bunların yanında şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim: Evet, içinde yaşadığımız devrin ve şartların zorlamasıyla zaman zaman paçalarımıza çamur sıçrayabilir. Yaygınlığı dolayısıyla kaçınılması mümkün olmayan, füruata ait bir kısım mahzurlu şeylere maruz kalabiliriz. Bunları bir nevi belva-i âmm olarak görür ve çok önemli gördüğümüz vazifeleri fevt etmeme adına peygamber yolunda yürümeye devam ederiz. Fakat biz, fiilen mümkün olmasa bile en azından niyetlerimizle, üzerimize hiçbir kir ve çamur bulaştırmadan tıpkı anamızdan doğduğumuz gibi pak ve arı olarak ahirete yürüme niyet ve azmi içinde bulunmalıyız. Ayrıca bu tür konularda nasıl olsa belva-i âmm diyerek rahat hareket etmemeliyiz. Bir taraftan üzerimize mümkün mertebe az çamur sıçratmaya çalışmalı, diğer yandan da, elimizde olmadan maruz kaldığımız şeylerin bile ızdırabını duymalıyız.

Hâsılı, yürüdüğümüz yol peygamberler yolu olduğuna göre, bu yolun esaslarına bağlı kalmak zorundayız. Hedefimiz meşru olduğu gibi, bu hedefe yürürken de sadece üzerinde meşruiyet mührü taşıyan sebep ve vasıtaları kullanmalıyız. Hiç şüphesiz bunu sağlamanın öncelikli yolu ise bütün tavır ve davranışlarımızın Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmasıdır. Fakat bu uygunluğu temin etmenin farklı yolları vardır. Bu, bazen -ehil olanlar için- doğrudan temel kaynaklardan hüküm çıkarma şeklinde olabileceği gibi, bazen de ehli tarafından çıkarılmış hükümlere ittiba etme şeklinde gerçekleşir. Aynı şekilde dinî hükümlerin çağa göre yaşanmasını kolaylaştıran iki önemli dinamik olan, -dine, dinin ruhuna muvafık- örf ve maslahata uygun hareket etme de aynı şekilde bu meşruiyeti sağlamanın yollarından birisidir. Bütün bunların yanında bizim için en büyük gaye olan i’lâ-i kelimetullah vazifesinin çağımızda hakkıyla yerine getirilebilmesi yer yer zaruretler, maslahatlar, umum-ı belva, tedricilik ve ehven-i şer gibi durumların gözetilmesini gerektiriyorsa, buna göre hareket edilmesi de aynı şekilde meşruiyetin sınırları içinde hareket etmenin bir başka ifadesi olacaktır.


*Not: Bu yazı ilk defa neşredilmektedir. İnşallah, bu bölümde her hafta yeni bir Kırık Testi okuyabileceksiniz.

Kelâm, Kudret ve Cuma Yamaçları

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Hazreti Kelâm’ı dinleyip anlamanın yanında Hazreti Kudret ve İrâde’nin emirlerini de okuyup temâşâ etmek tasavvufun erkânı arasında sayılmaktadır.

“Hazreti Kelâm” deyince daha ziyade Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyânı anlıyoruz. Gayr-ı Metlûv vahyi, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’tan gelen değişik tecellî dalga boyunda beyanât-ı Sübhâniyeyi anlıyoruz. Ehlullâhın, esasen ehl-i keşfin kalblerine yağan varidâtı anlıyoruz; Hazreti Pîr, onu “Hutûr etti!” falan tabiriyle ifade ediyor, başkaları doğrudan doğruya “ilham”dan bahsediyorlar; hatta bazıları, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi, açıktan açığa Cenâb-ı Hak ile mükâlemeden bahsediyorlar. Bunların hepsini (Hazreti Kelâm’dan olmaları açısından) aynı kategoride mütalaa edebiliriz. Evvelâ onu anlamak lazım.

“Hazreti Kelâm” derken, çocukluktan itibaren onun bizim için ifade ettiği bir mana vardır; söylenince, Kur’ân-ı Kerim’i nazara alırız; “Mukaddes bir beyan. Esasen ona inanmak lazım. Allah Kelamı. Dediği her şey doğrudur onun: Allah, Peygamber, haşr u neşir, Mizan, Terazi, Cennet, Cehennem…” Nazarî olarak bunlara inanırız. “Nazarî olarak” diyorum; belki bu husus ile alakalı antrparantez bir şey ifade etmek gerekecek/icap edecek.

Aynı zamanda “Hazreti Kudret” dediğimizde, daha ziyade, Cenâb-ı Hakk’ın tekvinî emirler âlemindeki tasarrufât-ı Sübhâniyesini kastediyoruz; Kudret’in taalluk alanı… Esasen Kudret, taalluk alanı itibarıyla öbür âlemde tam tecellî edecek. Burada “Kudret” biraz Hikmet eksenli cereyan ediyor; yani, bir yönüyle aynı zamanda o işin içinde bir kısım maslahatlar, faydalar, hikmetler mülahazası da oluyor. Öyle, akıl ile izah edilebilecek gibi bir üslupla mesele ifade ediliyor; Kudret’in taalluku öyle oluyor. Ama öbür tarafta, o Kudret-i Kâhire ve İrâde-i Bâhire, böyle şu esasa dayandırılacak, bu esbâb ile izah edilecek gibi değil, doğrudan doğruya oluyor taalluk ettiği zaman. Tâbir-i diğerle, o “Kün fe-kân” meselesi tamamen orada; o tezgâh ve o sistem işleyince, her şey oluveriyor, hiçbir sebep yokken.

Üstadın yaklaşımı ile, “İzzet ve azamet ister ki; esbâb, perdedâr-ı dest-i Kudret ola aklın nazarında; Tevhid ve Celal ister ki; esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Esbâb, niye vaz’ edilmiş? “Umûr-i hasîse” ile Kudret’in mübâşereti görülmesin diye, doğrudan doğruya. Öyle şeyler var ki, o türlü kötü fiillerde özne olarak Zât-ı Ulûhiyeti mülahazaya almak, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık olur.

Esasen bunların birisi, bir yönüyle o meselenin izâhı, belki tafsili… Onun için, o meseleye yaklaşırken de diyor ki Hazreti Bediüzzaman: “Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Bu iki kitap arasında, bu iki hakikat arasında öyle bir münasebet var. Biri “tekvinî” şekilde, böyle cansız gibi görülen hâdiseler. Ama yine Kudret’in tasarrufu ile oluyor. Öbürü ise, onların mahiyet-i nefsü’l-emriyesini okuyor; bir yönüyle onların analizlerini sizin önünüze seriyor, bir sergide onları temâşâ eder gibi ediyorsunuz. Böylece birinde -belki- meselenin nazarî kısmı daha ziyade; diğerinde de meselenin amelî kısmı… Nasıl amelî kısmı? Bir, fiil ve davranışlarımız ile ortaya koyacağımız amelî kısmı; bir de “tefekkür” ile, “tedebbür” ile, “tezekkür” ile, “teemmül” ile ortaya koyacağımız amelî kısmı, evet bunları da amelî kısım içinde mütalaa etmek lazım.

   Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, amelî ve tahkikî iman hedeflenmelidir. Taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla kazanılanların kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

Antrparantez şu: Alman Filozofu Kant, “Saf Aklın Kritiği” kitabında, aklı ikiye ayırır; amelî ve nazarî. Bana vaizlik/müftülük imtihanında sorulan sorulardandı bu: Aklı ikiye ayırıyor: Amelî ve nazarî akıl. Nazarî ile Allah’ın bilinemeyeceğini söylüyor; ancak amelî ile bilinebileceğini söylüyor. Soru bu idi: Bu türlü ifadelerin eğri veya doğru yanlarını izah ile, Kant gibi bir filozofa nasıl cevap verirsiniz? Şimdi, bir yönüyle doğru esasen; nazarî ile Zât-ı Ulûhiyet, tam bilinemez; siz, o vadide dolaştığınız sürece, sürekli taklit vadilerinde dolaşırsınız. Yetiştiğiniz kültür ortamı size ne telkin etmiş ise, onu yaparsınız. Nazarî’nin size kazandırdığı şey, odur.

Hatta denebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’i bile o mülahaza ile okuduğunuz takdirde, o mü-la-ha-za ile… Nice hafızlar var; Kur’ân-ı Kerim’in manasını bilenler de var; fakat “ihsan şuuru”ndan fersah fersah uzaklar, “ihlas şuuru”ndan fersah fersah uzaklar. Daha ötesinde, aklın, kalbin ve Rûh’un ufkuna ulaşma, Sırr’ın ufkuna ulaşma, Hafâ’nın ufkuna ulaşma, Ahfâ’nın ufkuna ulaşma, onlar için söz konusu değil; bir yerde emekleyip duruyorlar. Dolayısıyla buna “Bilindi!” denmez; fakat belli bir yaş, belli bir başa göre bu -bir yönüyle- kabul edilmiş. Onun için Usûlüddin ulemâsı da “Taklidî iman, makbuldür.” demişler. Bazıları da makbul saymamışlar; “İşi arka planı ile bilmek lazım.” demişler.

Allah’a iman ediyorsanız, şu kâinat kitâb-ı kebîri, Cenâb-ı Hakk’ın bir kitabıdır; onun ile Kendini anlatıyor. Her şey, bir cümle, bir paragraf, belki bir sayfa, belki bir kitap; her şey, çok şey anlatıyor. Hazreti Pîr’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, sivrisinekten, karıncadan alın da sistemlere kadar, mikro-âlemden normo-âleme, normo-âlemden makro-âleme kadar, her şey kendilerine mahsus lisanları ile O’nu anlatıyorlar.

Meseleyi bu ufka taşımayınca, “taklit”te emekliyorsunuz demektir. Dolayısıyla bu yönüyle Kant doğru söylüyor. Filozof doğru söylüyor, “Nazarî akıl ile bilinemez!” Ama tashih edilmesi gerekli olan şey: “Bilinmesi gerektiği ölçüde bilinemez!” demektir. Ve zaten çokları bu mevzuda aczlerini, fakrlarını, zaaflarını, idrak yetersizliklerini ifade sadedinde, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Seni hakkıyla bilemedik, ey Maruf!..” demişler.

Bence Cenâb-ı Hakk’ı bilmenin yolu da budur. Hazreti Ebu Bekir efendimizin sözünü hatırlayın; bir yönüyle, Goethe’nin sözüyle de izah edebilirsiniz: “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idrâktir.” İnsan, O’nu tam ihata edemez. O’nu tam ihata edememe, ihata etme demektir; “Seni tam kavrayamadık!” demek. يَا مَنْ لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ، وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ، وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Ey basiretlerin idrak edemediği ve basiretleri idrak eden, bilen, ihata eden, kuşatan Allah! Sen, Latîf-i Habîr’sin.” Latîf kelimesi, hissettirmeden nüfuz eden manasına gelmektedir; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir. O’nun lütufları da öyle oluyor. Ve Habîr’sin; “Her şeyden haberdar birisisin!” Başka kimse öyle olmadığından dolayı, “O, Sensin sadece; o, Sana mahsus bir şeydir.” Dolayısıyla onu da onun ile kâfiyelendirmek lazım; zira Kur’an-ı Kerim’de, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) buyuruluyor.

Şimdi, esas mesele, işin gerçeğine ulaşılması, “amelî” ile oluyor. Demek ki iman ile beraber amel gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim de zaten ısrarla bunun üzerinde duruyor, çok yerde; mesela إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ buyuruyor. Ancak, tamamen “iman” edenler.. imanlarını “marifet” ile taçlandıranlar.. marifetlerini “muhabbet” ile taçlandıranlar.. muhabbetlerini “aşk u iştiyâk-ı likâullah” ile taçlandıranlar… Allah nasip etsin cümleye!.. İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i rûhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah. Çok tekerrür eden şey olduğundan dolayı, bu kelimeler ile ifade ettiğim zaman bile, zannediyorum anlıyorsunuz.

   Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlayamazlar marifet ve muhabbeti; onu Leylâ’nın Mecnun’una, Azra’nın Vâmık’ına, daha doğrusu Cenâb-ı Allah’ın (celle celâluhu), Hazreti Muhammed’ine (aleyhisselam) sormak lazım!..

Hazreti Gazzâlî de İhyâ’da son okuduğumuz bölümlerde, onun üzerinde, “Allah muhabbeti” üzerinde duruyor. Mecâzî muhabbetler vadisinde yürüyor; “Şunu, şundan dolayı seversiniz; şunu, şundan dolayı… Cemâle meftûnsunuz, kâmete meftûnsunuz, edâya meftûnsunuz, endâma meftûnsunuz, söze meftûnsunuz, bakışa meftûnsunuz, bilmem neye meftûnsunuz… Bütün bunlar esasen insanı bağlayan ve sevgi vadilerine sevk eden şeylerdir.” diyor. Sonra, “Ama düşünün ki, bunların hepsi, o Güzeller Güzeli’nden gelen tecellinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nasıl O’nu sevmezsiniz?!. Nasıl O’na karşı aşk u iştiyak duymazsınız?!.” sualini tevcih ediyor.

Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlamaz bunu. Fakat insan ona tâlip olmalı: “Ne olur Allah’ım! İman-ı billah’tan sonra marifetullah!.. Bahtına düştüm, marifetullah’tan sonra muhabbet… Oturup-kalkayım, bir yönüyle Leylâ’nın Mecnûn’u olayım; Şirin’in Ferhat’ı olayım; Azra’nın Vâmık’ı olayım; bilmem kimin kimi olayım!.. Daha doğrusu Allah’ın, Hazreti Muhammed’i olayım, (sallallâhu aleyhi ve sellem)!” Cenâb-ı Hak, öyle eylesin!..

Aşk u iştiyâk-ı likâullah… Ne ile oluyor? İman; evvelâ, iman etmek. Sonra, imanı iz’ân haline getirmek. İz’ân sözcüğü ile ifade edilen mana, sözlüklere bakılacak olursa, aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyazî katiyetin üzerinde bir katiyet ile Allah’a inanmaktır. İki kere iki dört eder; bunda kimsenin şüphesi yok. Ama benim şüphem var; çünkü kemmiyette adetler birbirine müsâvî değildir; bazen biri diğerinden onda bir farklı olabilir; o zaman yan yana getirdiğinizde tam dört yapmaz iki tane iki, bazen üç buçuk yapabilir, bazen de fazla gelir dört buçuk yapabilir. Bunda bile şüphe vardır. İki kere ikinin dört etmesinde şüphe olabilir; fakat senin inancında bu ölçüde bile şüphe olmamalı!.. İşte bu “iz’ân” sözü ile ifade edilmektedir. Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, öyle bir kat’iyet ile Cenâb-ı Hakk’a inanma… Böyle inançtır ki, bağrında marifeti geliştirir. Dolayısıyla ona, o basamağa ayağını bastığın zaman, hemen marifetullaha sıçrarsın. Marifetullah basamağına ayağını bastığın zaman, muhabbetullahı düşlersin. Çünkü biliyorsun artık; biliyorsan, seversin. Sevmiyorsan, bilmiyorsun demektir. Onun âşıkı değilsen, bilmiyorsun demektir.

Ha burada antrparantez: Bu, “Kurtulamayacaksın, tepetaklak Cehennem’e gideceksin!” demek değildir. Usûlüddin ulemâsı, mukallidin imanını da kabul etmişler. Onlara da arkadan dahi olsa “Yahu siz de girin; haydi yaramazlar, siz de girin!” denecektir. Öyle olacak; “Sırât’ı öyle geçin, Mizan’dan öyle geçin!..”

İman… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ Sonra sâlih amel yapmak, içine gıll u gış karıştırmadan; onu riyâ, süm’a, ucub ve fahir ile kirletmeden. “Amelinizde rıza-i İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” İhlas Risalesinde geçen zebercet beyanlardan bir beyan…

Amel-i sâlih… Esasen “sâlih” demek, sağlam, katışıksız, dupduru, berrak, pırıl pırıl demektir. “Sütten çıkmış ak kaşık!” filan dersiniz ya, bu meseleyi sadece belki bir yönüyle ifade ediyor; onun ötesinde bir şey. Öyle bir amel-i sâlih; asla içine bir şey karıştırmadan, içine kendini karıştırmadan, kendi zevklerini karıştırmadan, cismanî arzularını karıştırmadan, makam düşüncesini karıştırmadan, mansıp düşüncesini karıştırmadan, marifet düşüncesini -dünyevî marifet düşüncesini- karıştırmadan, maharet düşüncesini karıştırmadan, alkış düşüncesini karıştırmadan, riya düşüncesini karıştırmadan, süm’a düşüncesini karıştırmadan… Allah, Allah olduğu için Allah’a ibadet etmek. Buna “taabbüdîlik” deniyor. Yani, o meseleyi arka planı ile biz bilemeyiz; fakat Cenâb-ı Hak emrettiği için o meseleyi yapma mecburiyetindeyiz. Ve yaparken de onu ihlas ve ihsan ruhuna bağlı olarak yapmalıyız.

Cibrîl hadis-i şerifinde deniyor mu denmiyor mu? İman, amel-i sâlih ve ihsan… “İhsan” derken de onu tarif buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu: اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” İman var ise, amel-i sâlih olması lazım; zira amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur. Evet, amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur; susuz, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş, karbondioksiti olmayan bir zemindeki ağaç gibi, kurumaya mahkûmdur. Amel-i sâlih, onu besleyecek…

Şimdi zannediyorum, Kant’a bir yönüyle hak veriyorsunuz burada; nazarî ile Allah bilinmez. Ama ne kadar bilinir? İşte sizin yetiştiğiniz kültür zemininin size verdiği kadar.. câhil anne ve babanın verdiği kadar.. marifet adına bir şey vermeyen medresenin verdiği kadar; skolastik düşüncenin cenderesi içinde özünü/ruhunu kaybetmiş medresenin verdiği kadar.. özünü/ruhunu kaybetmiş tekkenin verdiği kadar.. tamamen kirlenmiş, levsiyât bataklığı haline gelmiş çarşının verdiği kadar.. bütün bunlardan uzaklaşmış, kendini felsefî akıntılara salmış, yok Natüralizm’dir, yok Materyalizm’dir, yok bilmem nedir düşüncelerine kendini salmış mektebin verdiği kadar. Onun ile bir yere varılmaz, onlar ile bir yere varılmaz; yeni bir amele, esasen sâlih amele ihtiyaç vardır. Amel-i sâlih… Amel-i sâlih ile insan, işte orada Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla bilecek. “Nazarî ile bilinmez, amelî ile bilinir.” sözünü öyle anlamalı; o noktada kabul etmek lazım. Ama işte o kaydı koyuyoruz; yani onun dediğine bakılırsa, “Nazarîyi bütün bütün kaldır, at ve her şeyi amelîye bağla ve ondan sonra değerleri ona bina et!” filan diyelim. Böyle dediği zaman, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in veya Usûlüddin ulemâsının dediği şeyi görmezlikten geliyor demektir.

   “Nasıl ki Kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdes’i tanıttırır, öyle de Kudret sıfatı dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle O’nu bildirir.”

Evet, bir kitap, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor. Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kudret, Kelam; bir de Maturidîler “Tekvîn” sıfatını bunlara ilave ediyorlar; o zaman sekiz oluyor. Kelâm ve Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor; Allah’ın beyân-ı Sübhânîsi… Anlayabilecek bir insan için aynı zamanda -benzetmek olmasın- tıpkı şifreler halinde geliyor. Yanında oturanlar da duymuyorlar; sadece O’nun üzerindeki tesiri ile, O’nun kış gününde bile buram buram ter döküşü ile anlıyorlar. Âişe validemiz -Canım kurban olsun mübarek annemize!- öyle diyor: “Kış gününde bile buram buram ter döküyordu; tir tir titriyordu, zangır zangır titriyordu, o vahiy geldiği zaman.” Kelâm-ı İlahî, bu; bir yönüyle o, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından geliyor.

Diğer “tekvinî emirler”e gelince, onlar da aynı Zât’tan geliyor; onlar da yine Cenâb-ı Hakk’ın “İlim” sıfatının plan, program ve projesine göre “Kudret” ve “İrade”siyle ortaya konmuş ayrı bir kitap. “Bir Kitâbullah-ı azâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası ‘Allah’ çıkar!” diyor Recâîzâde. Bir ağacı yokladığınız zaman, O’na ircâ etmeyince makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Bir karıncayı O’na nispet etmeyince, makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Aklınızla neler bulursanız bulunuz, o kadar çok boşluk bırakırsınız ki!.. Mesela, Anatomi ile alakalı; ciddî baktığınız zaman, o mevzuda sizin diyeceğiniz analizleriniz filan, hepsi boşa çıkar, Zât-ı Ulûhiyete verilmeyince. Yine Gazzâlî’de ve Hazreti Pîr-i Mugân’ın eserlerinde, ezcümle Münâcaat’ında okuduğumuz gibi, her şey O’na verildiği zaman, bir yönüyle gerçek manası ile bir dolunay gibi zuhur eder.  Temâşâ eder ve “Yahu meğer bu, bu imiş!” dersiniz.

Burada bir şeyi söylemek, belki bencillik adına bir ifade olur; kusura bakmayın. Yarım yamalak, onda bir nispetinde bile, o mevzudaki düşünmeyi, tedebbürü, tezekkürü, tefekkürü İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan alacak, anlayacak kabiliyetim yok benim; ama Çağın Sözcüsü’nün dediği şeyden anlayabildiğim kadarıyla, bazen o mülahazalara kendimi saldığım zaman, yeşilliklere abanıp, “Sizler de benim Rabbimin kitabının sayfalarısınız; O’nun yazdığı şeylersiniz!” diyerek üzerlerinden öpesim geliyor. O otları öpesim geliyor. Karıncalara basmak şöyle dursun… Hani, çevreme bakmadan yürüdüğümü bilirsiniz, “Aman bir karıncaya basarım!” diye. Onun için benim yanımda kıyametler kopsa, bir yolda yürüyorsam, ben ayağımın önüne bakarım, “Aman, bir karıncaya, bir böceğe basarım!” diye. Çünkü Allah’ın sanatı, o da… Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz isminin ona göre değişik tecellîleri vardır; o tecellîlere bir meclâ olması itibarıyla, çok yönleri açısından mecâlî olması itibarıyla, onu hafife almak, doğrudan doğruya o tecelliye karşı bir saygısızlık olur. Evet, Ekosistemciler, bu meselenin yanında emekler dururlar; anlayamazlar bunu.

İşte, kâinat kitâb-ı kebirine öyle bakmak lazım. Ve biraz evvel iki mısra ile ifade ettiğimiz manayı da ona göre değerlendirmek lazım. Her şey, لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُو diyor; “Hû” demeyen bir şey yok kâinatta. Binaenaleyh, bu da -bir yönüyle- Kudret’in kelimeleri oluyor. Kudret-i Kâhire’nin ve İrâde-i Bâhire’nin ilim programına, ilim planına göre, o da O’nun (celle celâluhu) öyle bir kitabı oluyor.

Şimdi, bu kitapların her ikisi de O’ndan geldiğine göre, bunları birbirinden kopardığınız zaman, zannediyorum çok hakikatin cahili haline gelirsiniz. Onun için, biraz evvel ne dedim? “Skolastik düşünce bataklığına saplanmış medrese… Arapça نَصَرَ، يَنْصُرُ نَصْرًا، فَهُوَ نَاصِرٌ  Veya Farsça, كُوفت، كُويَنْد، كُوفتن، كُويَنْدَه. Bunlar ile anlaşılmaz mesele…

Ve diğerlerinin felsefî mülahazaya göre yorumları… “Kâinatın mahiyeti şundan ibarettir.. insan anatomisi şundan ibarettir.. gözün fonksiyonları, kulağın fonksiyonları, ağzın fonksiyonları, dilin fonksiyonları, tat alma duygusunun fonksiyonları, kalbin aktiviteleri, kolonların aktiviteleri, diğer his ve organların aktiviteleri… Bütün bunlara mahrutî bir bakış ile bakmadığınız zaman, Zât-ı Ulûhiyete veremezsiniz bunları. Zât-ı Ulûhiyete vermediğiniz zaman da o kadar boşluk bırakırsınız ki!.. Bir şey yaparsınız bu mevzuda, fakat yaptığınız her şeyin altı boş olur. Altını doldurmanın yolu, Cenâb-ı Hakk’a nispet etmeye bağlıdır.

   İslam dünyası, isim-müsemma birliği içindeki tekke, mektep, medrese ve mabet gibi yerlerde, mahrûtî bakışlı hakikat erlerinin Kitap ve Sünnet çerçevesinde ciddi bir adanmışlık ruhuyla yerine getirecekleri irşad ve rehabilitasyona muhtaçtır.

Kudret ve İrâde’den gelen o varlık da Kudret-i Kâhire’nin bir eseri olması itibarıyla, aynı zamanda o Kelâm sıfatının farklı bir şekilde tecellîsidir. Bu iki kitap birbirinden koparıldığından dolayı İslam dünyası büyük kayıplara maruz kalmıştır. Biz, üçe ircâ ediyoruz bunu:

Bir: “Dinî ilimler” diyoruz. Dinî ilimleri doğru anlamak için Sarf, Nahiv, Meân, Beyân, Bedî ve aynı zamanda belki Usûl diyebileceğimiz şeyler… Ondan sonra Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyânı doğru okumak. Ondan sonra Sünnet-i seniyyeye doğru vâkıf olmak. Hatta Sünnet-i seniyye üzerinde dururken, nakd-i ricâlde bulunmak, nakd-i metinde bulunmak; erbâbı bilir bunların ne demek olduğunu. O dinî ilimleri öyle bilmek…

Medreseye ait fonksiyon, buydu; fakat medresenin fonksiyonu sadece bu değildi. Beşinci asra kadar, o medreselerde yetişen insanlar çift kanatlı yetişiyorlardı. Bir Harizmî’yi düşünün; uzun zaman Endülüs’te onun sistemleri kullanılıyor. Bir İbn Sinâ’yı düşünün; Gazzâlî, bir yönüyle onu tenkit ediyor; zannediyorum o Nur ayeti münasebetiyle: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ Elli beş (bazı rivayetlerde 57-58) yaşında vefat ediyor. O dönemde ortaya koyduğu şeylere bakınca, günümüzün tababetinin çok önünde şeyler ileriye sürüyor, insanın aklı durur. Medrese’de yetişmiş; dinî ilimleri öğrenmenin yanında, aynı zamanda Tıpta da zirve yapmış bir insan, müşârun bi’l-benân (parmak ile gösterilir) olmuş bir insan. İmam Gazzâlî’nin bahsettiği şeylere bakıyorsunuz… Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan. Kaç asır evvel!.. Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan; bakıyorsunuz Tıptan bahsettiği şeylere, Felsefeden bahsettiği şeylere, zannediyorsunuz her şeyi adam tetkik etmiş, gözden geçirmiş. İşte, bütün bunlardan uzaklaşan bir medrese esasen skolastik bataklığa balıklamasına gitmiş, aborda olmuş.

İki, “Tekke” ruhunu kaybetmiş. Bir taraftan İslamî ilimlerden uzaklaşmış; diğer yandan, atadan evlada miras bırakılacak şekilde “hilafet”ler icat edilmiş, “Ben ölüyorum, oğlumu halife tayin ediyorum; bundan sonra gelirsiniz, onun ile… Nakşî iseniz, sadece Hatm-i Hâcegân yaparsınız.. Kadirî iseniz ve başka tariklerden, mesela Şâzilî iseniz, halka-i zikirler yaparsınız. Cehren: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ Çocukluğumda her ikisine de şahit oldum bunların; hem Kâdirîliğe, hem de Nakşîliğe. Hatta konsantrasyon adına, belki “görülüyor olma” mülahazasını o şekilde ifade etme adına, Alvar İmamı merhum -Kutup gibi bir insandı.- ışıkları söndürürdü. Karanlıkta konsantrasyonu sağlamak için, O’nun (celle celâluhu) tarafından görülüyor olmayı o şekilde temin etmek için… “Elem neşrah leke-i şerîf!” derdi. Bir de sesi, o mevzudaki ciddiyetini ifade ederdi. “Fâtiha-i şerife” derdi, böyle. “Salavât-ı şerife!” derdi. Millet de o süre zarfında bir sürü salât ü selam okurdu, bir sürü Fâtiha-i şerîfeyi tilavet ederdi, bir sürü “Elem Neşrah leke” tilavet ederdi. Kâdirîliği de vardı; dolayısıyla bazen de el ele tutarlardı, yine ışıklar söndürülürdü, o serzâkir olarak ortada dönerdi, ritim katardı onlara, bir senfoniyi idare ediyor gibi. O ritim, insana ayrı bir lezzet verirdi. Belli bir dönemde… Ama bu, bizim ölüm dönemimizdi, musallaya doğru gittiğimiz dönemdi. Tevârüs edilmiş bir şey yaşatılıyordu; atalarımız onu yaşamışlardı, tevârüs edilen bir şey kırıntıları ile yaşanıyordu. Kıtmîr, kırıntıları ile yaşananları gördü; o bile bayıltıcı idi. Evet, antrparantez; o bile bayıltıcı idi.

Üç, dünyevî ilimler veya pozitif ilimler. Bunlar tamamen dinin dışında. Ne tekke ile, zâviye ile, dervişlik ile, kalbî-ruhî hayat ile, Sır hayatıyla, Hafî hayatıyla, Ahfâ hayatıyla alakaları var; ne İslamî ilimler ile alakaları var; ne de Allah’a iman ile alakaları var. Ekânim-i selâse, birbirinden koparılmış. Kaç asırdan beri? Beşinci asırdan bu yana… Belli dönemlerde, kısmen canlandırılmağa çalışılmış bu. Belki kalb masajı yapılmak suretiyle canlandırılması gibi bir şey; yoksa kalb, durmuş esasen. Beyin ölümü olmadığından dolayı, demişler “Hele bir zorlayalım bunu, belki canlandırırız!” Azıcık canlandırmışlar. İşte Ali Kuşçu’yu, Fatih (Cennet-mekân) Asya’dan çağırtmış, getirtmiş; “Ne öğrenebiliriz ondan? Daha başkalarından ne öğrenebiliriz?” demiş. Fakat asıl meselenin gurubu, beşinci asır ile başlamış; neredeyse bin sene evvel. Tevakkuf…

Dolayısıyla bin sene evvel, hakikat-i İslamiye’nin üç esası boşanmış. Tekvinî emirler, pozitif ilimlere esas teşkil eden hususlar, kalbî ve ruhî hayata bakan meseleler ve aynı zamanda medresenin esas aldığı İslamî İlimler; bunlar, talak-ı selâse ile boşanmış birbirinden. Sonra başka kapıların tokmağına dokunulmuş. Gitmişler bazen Kant’a sığınmışlar, bazen Dekart’a sığınmışlar, bazen Pascal’a sığınmışlar, bazen başkasına sığınmışlar. Bazen de tâ gitmiş Aristo’ya sığınmışlar; sonra Meşşâîliğine karşı bir de “İşrâkiye yapalım bunu!” demişler. Eflatun’a sığınmışlar, Sokrat’a sığınmışlar; sığınmışlar… Böylece mektep, bir şeyi öldürmüş; tekke ve zaviye bir şeyi öldürmüş; medrese de bir şeyi öldürmüş. Ben buna “talâk-ı selâse ile boşanma” diyorum.

Burası da espri: Bunca zevc-i âherden sonra, zannediyorum, yeniden eski kocalarına dönme zaman ve imkânı gelmiştir; ekânim-i selâsenin, bu üç uknûmun, üç unsurun bir araya gelme zamanı gelmiştir. “Dokuz asırdan beri çalmadığımız kapı, dokunmadığımız tokmak kalmamış; elli defa zevc-i âher yapmışız. Yahu Allah aşkına, yeter artık, bırakalım zevc-i âher yapmayı!..” demenin zamanı gelmiştir. Gelin, bu ekânim-i selâseyi (üç temel unsuru, üçlü sacayağını) birleştirmek suretiyle, kendi çadırımızı veya kendi binamızı, kendi bünyânımızı inşâ etmeye çalışalım. Aynı zamanda bunun statiği Allah’tan; blokajı, Rasûlullah tarafından ikâme edilmiş; selef-i sâlihîn tarafından korunmuş, desenleri ona göre yapılmış. Eski güzelliğine ulaştırmaya çalışalım, Allah’ın izni ve inayetiyle… Meselenin tamamiyeti buna bağlı…

   Dünyada kalb ve ruhun hayat derecelerine yükselebilenler, ötede Cuma Yamaçları rasathanesinden Cemâlullah’ı müşahede edeceklerdir.

Tasavvufa giden yol ve sûfîlik, esasen din-i mübîn-i İslam’ın emirlerini bilmekten, mezkûr iki kitabı beraber okumaktan ve kalb ve ruh ufkuna seyahatten geçiyor. Hazreti Bediüzzaman onu ifade ederken de “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyor. Yani, insanın bir hayvanî ruhu var, normal; biz uyurken de o yine otağını kurmuş, ayrılmıyor, duruyor. Esasen bizim insanî ruhumuz, Berzah iklimlerinde dolaşıyor gibi dolaşıyor ve rüyalar âlemine de işte o insanî ruh gidiyor.

“Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” diyor. Bu, ilk basamak… Kalb ve ruhun derece-i hayatı… O basamaklara çıkınca, bir yönüyle içinizde bir iştiha hâsıl olacak. Çünkü uzaktan uzağa, yeni yeni ışık parıltılarını/şualarını, yeni ışık tayflarını göreceksiniz; o da “Sır” ışık tayfları… O ufka ulaştığınız zaman da “Hafâ” ışık tayflarını temâşa etmeye başlayacaksınız, “Sıfât”ların ufku olacak. Bir de oraya ulaştığınız zaman, nâ-kâbil-i idrak, hakikat-ı Baht -ne ise şayet- bir yönüyle onun mest u mahmuru olarak “Acaba O’nu da görecek miyiz?!” diyeceksiniz. Ahfâ buudu deniyor, ism-i tafdîl sigası ile; yani, Hafî’nin ötesinde Hafî.

Nâ-kâbil-i idrâk… Bu tabiri Şemseddin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ’sında kullanıyor; Goethe’den naklen kullanıyor: “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idraktir.” Yani; Zât-ı Bârî’yi idrak etmek, mümkün değildir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek beyanı da o meselenin üzerinde duruyor: “Tekvinî emirleri didik didik edin, hallaç gibi savurun onları; fakat Zât-ı Ulûhiyet mülahazasına gelince, ‘İşte burası duracak nokta!’ deyin, durun; çünkü insan idraki, O’nu ihata edecek güçte değildir.” Ama O (celle celaluhu), eserleri ile, ortaya koyduğu şey ile, beyân-ı Sübhânîsi ile, peygamber mucizesi ile, veli kerameti ile, sizi insan yaratması ile, Kendini öyle ifade ediyor ki, artık bu beyanın üstünde beyan olamaz. Dolayısıyla saygılı olun O’na karşı. “Bir de Seni görelim!” falan demeye kalkmayın!.. O’nun görülmesi, orada olacak; tam müşahede edilmesi, Cuma Yamaçlarında; o, Cennet’e girmeye vâbeste. Cenâb-ı Hak, bizi o lütuf ile şereflendirsin!..

Burada yine antrparantez bir şeye geçeceğim: Cuma yamaçlarında Cenâb-ı Hakk’ın temâşâsı sözü ile, Zât-ı Ulûhiyetin müşâhede edileceğini ifade ediyoruz. Dünyada Cenâb-ı Hakk’ı, insanın görmesi, ihata etmesi, mümkün değil. Demek öyle bir ufka ulaşması lazım ki, bu, Cennet yamaçları olmalı. Orada insanın kalbi tam açık bir mir’ât haline geliyor. Ve yine herkes, kalbinin inkişafına göre, Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi müşahede ediyor; yani, kendine akseden şekliyle müşahede ediyor. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müteşâbih beyanları ile buyuruyor ki: “Milyarlarca insan temâşâ edecek O’nu, fakat izdiham (birinin görmesi, birinin görmesine mâni) olmayacak; dolunay gibi, ufukta dolunay gibi.” O, meselenin görünür/görülür olmasına mâni olmamasını ifade etme sadedinde müteşâbih bir beyan… Yoksa hâşâ Cenâb-ı Hak, dolunay değil, güneş de değil, bin tane güneş de değil, bir trilyon güneş de değil; onlar, sadece O’nun nurunun gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi; olsa olsa öyle olur..

Bu açıdan, Cuma yamaçlarından temâşâ mevzuu belli bir ufka işaret ediyor. Denebilir ki, zılliyet planında “Kâb-ı Kavseyn”, yani “vücub ve imkân arası”, yani “fenâ âlemini bekâ âleminden ayırma noktası”; o noktaya ulaşan insan, kalbinin de inkişafı ölçüsünde öyle yüksek bir ihâtâya sahip oluyor ki, temâşâ ediyor orada. Ve orada ehl-i tahkikin ifadesine göre, Cenâb-ı Hakk’ı temâşa ettiklerinde bütün Cennet nimetlerini görmez oluyorlar. Hani Cennet nimetlerini Kur’ân-ı Kerim çok yerde ifade ediyor; öbürü üzerinde çok durulmuyor. Çünkü öbürü, “nâ-kâbil-i idrak” bir şey. Hurîlerden, gılmanlardan, köşklerden, villalardan bahsediliyor orada.. ırmaklardan bahsediliyor, ırmakların çeşitlerinden bahsediliyor.. karşılıklı koltuklara oturup dünyevî olan şeyleri muhavere etmekten bahsediliyor… Bir insanın hoşuna gidebilecek, bir insanı bayıltabilecek şeylerden bahsediliyor ki, bunlar, lezzet ihataları itibarıyla dünyanın binlerce sene hayatına mukabil gelecek şeyler. Fakat Zât-ı Ulûhiyeti müşâhede ettikleri zaman, bir Cuma’da… -Onun için o meseleye de terminolojide “Cuma Yamaçları” deme lüzumunu duyuyoruz.- Cuma Yamaçları”nda, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ Cennet nimetlerini unuturlar, O’nu gördükleri zaman. Rü’yet-i İlahî’yi inkâr eden Mutezile’ye de bir “Yuf!” çekiliyor: فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Hüsran size, haybet size, kaybetme size!” deniyor, Bed’ü’l-Emâlî’de, nazmen.

Demek ki orası öyle bir rasathane… Cuma Yamaçları öyle bir rasathane haline geliyor ki, nâ-kâbil-i idrak olan Cemâlullah’ı, oradan herkes -kabiliyetine göre- temâşa etme imkânına sahip oluyor. Cenâb-ı Hak, o şeref ile şereflendirsin!..

اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا وَخَلِّصْنَا وَنَجِّنَا مِنَ النَّارِ، وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ وَبِفَيْضِ وَبِبَرَكَةِ وَبِإِرْشَادِ سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, kurtar ve koru!.. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, Efendimiz ve dayanağımız Hazreti Muhammed’in şefaati, feyzi, bereketi ve rehberliğiyle. O’na da salât ü selam eyle!..”

HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (4)

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir.

Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir.

Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim. Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Bu mülahazalarla, birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Hafta sonu bu senenin dördüncü CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Duhân, Câsiye ve -kısmen- Ahkâf sûrelerini okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (3)

Herkul | | BAMTELI

Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir.

Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir.

Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim. Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Bu mülahazalarla, birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Hafta sonu bu senenin üçüncü CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Furkan Sûresi’nin 21. ayetinden başlayıp 19. Cüz’ün ilk on sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (2)

Herkul | | BAMTELI

Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi. İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir.

Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir.

Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim. Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Bu mülahazalarla, birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Hafta sonu bu senenin ikinci CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Hûd Sûresi’ni okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.

Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Pakistan, Kuzey Irak, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dostlarımıza bir fikir vermesi için hafta sonu CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve Nisâ Sûresi’nin 87. ayetinden başlayıp 5. Cüz’ün son on sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli: AKTİF SABIRLA SABREDECEĞİZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Dünya, içiyle-dışıyla bir kitap fuarı..

Nümâyân her yanında ulûhiyet esrârı,

Dönüyor, temaşa edince, insanın başı,

Marifet nurları sarıyor bütün efkârı.”

Bu nazar nerede, biz neredeyiz?!. أَيْنَ هُوَ، أَيْنَ نَحْنُ Koca kâinatı, bir “kitâb-ı kebîr” (büyük bir kitap) gibi, mütalaamıza sunmuş. “Arz” aşağıdan yukarıya olduğu için, orada “arz” tabirini -dil esprisi açısından- kullanmamak lazım; “sunmuş” ve “Alın, bu kitabı mütalaa edin!” buyurmuş. Derin bir kitap; okuyamıyoruz!.. Paragraflar arası, cümleler arası münasebeti kuramıyoruz. Efendim, Samanyolu’dur, başka kehkeşanlardır… Bir buçuk milyar galaksi varmış, her galaksi içinde şu kadar sistem, bir milyar sistem varmış… Sonra, “Kudret” ve “İrade”siyle önümüze serdiği, “Kudret ve İrade meşherleri” diyeceğimiz, “İlim” programına göre Kudret ve İrade meşherleri… Kocaman bir kitap, okuyamıyoruz onu!.. “Madem okuyamıyorsunuz; Ben size onun sayesinde kâinatı da okuyacağınız/okuyabileceğiniz bir kitap göndereyim! Bir Beyan!.. O Kur’an-ı Kerim, onu (kâinat kitabını) okuyor, onu dinleyin!..”

   “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor!”; Allah’ı tanımanın ve yaratılış sırlarına ermenin yolu, o sese kulak vermektir.

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Sus; kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” O kocaman meşherleri, kâinat kitabını hallaç edercesine Kur’an-ı Mu’cizü’l-beyan, okuyor. “Takıldığınız yerler varsa, benim Nebî’m (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona tercüman; şerhler, hâşiyeler düşerek, ‘Sünnet-i Seniyye’si ile. Onu da tam anlayamıyorsanız, husûsî bir cemaat yarattım Ben (celle celâluhu); müçtehidîn, müceddidîn, ulemâ-i âmilîn/kâmilin. Onlar, o meselenin doğrusunu anladılar. Bir de kulaklarınızı onlara açın!”

Mesmûâta dair Allah’tan gelen mesajların yanında, bir de kulaklarınızı onlara açın. O zaman, kulaklarınızı açınca, gözünüz de açılacak. Evvelâ kulakları açmak, mesmûâta karşı. Çünkü sadece gözü açmak eğer yetseydi, kâinat kitabını hallaç edenler, Allah’a ulaşırlardı. Binlercesi, onu didik didik ettikleri halde, hâlâ yollarda; Firdevsî destanlar kesip duruyorlar, iki adım atamamışlar. Öyle ise evvelâ “mesmûât”, sonra “mubsarât”; kulaklarda tın tın hakikatin sesi, nağmesi; bestesi güftesine uygun, güftesi bestesine uygun. Onu dinleyin. Sonra kâinattaki besteyi de duyacaksınız, güfteyi de duyacaksınız/anlayacaksınız. Yazan’ı (celle celâluhu) da tanıyacaksınız, “Seslendiren”i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tanıyacaksınız, onun şerhini/hâşiyesini de tanıyacaksınız. Onu tanımanın yolu da, onları tanımadan geçiyor. Bu argümanları tanımadan ve doğru yorumlamadan, O’nu tanımak ve O’nu bilmek mümkün olmayacaktır.

Zira رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ “Sizi en iyi bilen, Rabbinizdir” (İsrâ, 17/54) Kendini en iyi bildirme mevzuunda da, sizi gerekli donanımlarla donatmıştır; “Gelin, Beni bilin!” وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, bana kulluk etsinler -İbn Abbas yorumuyla, Beni bilsinler, Beni tanısınlar- diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) Bilip tanımayınca, kulluk şeklî olur, folklor olur. Yatar-kalkarsınız, aç durursunuz, para harcar hacca gidersiniz; şekildir bunların hepsi. Fakat özü, esası ve ruhu, bir yönüyle o meselenin kalbe ve tabiata mal olmasıdır, sizin bir parçanız haline gelmesidir. Namazlaşmak, oruçlaşmak, haclaşmak; o işin tâ kendisi olmak. Kendisi olmayınca ki bu, meselenin “hakka’l-yakîn” ufkudur; onu -eskilerin tabiriyle-  “mahiyet-i nefsü’l-emriye”sine uygun, nasıl ise öyle, tanımanız mümkün değildir. Mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle tanımanız mümkün değildir; fakat tanıtmak için Allah, yapılacak her şeyi, on katı ile yapmış; laubaliler anlamasalar bile, lakaytlar anlamasalar bile!..

Atıp tutmayı bırakmak lazım; iddiayı bırakmak lazım!.. İddia, atıp-tutma, “olma”nın önünde en büyük bir engeldir. Bunları atmadan bir insan, “olma” denen o ufka ulaşamaz. O olmayınca da, hep “ham” tadı verir, ekşi, tuz-biber.

   “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bu girizgâhtan sonra bugünkü mevzuya geçelim: Malın mülkün gasp edilmesi, zindan, gaybubet, hicret. Bunların hepsi, musibet kategorisi içinde mütalaa edilebilecek şeyler. Bazılarına “tam musibet” denir, bazılarına “nisbî musibet” denir. Fakat hani bunların bir zâhiri durumları itibarıyla ifade ettikleri şeyler var. İfade ettikleri şeyler acı, ızdırap… Onun için dişini sıkıp sabretmek lazım.

Hazreti Ali’ye nispet edilir, Kıtmîr de Arapçasını tahta kulübeme asmıştım. O tahta kulübeden ayrılırken, sevdiğim arkadaşlarımdan -belli bir dönem belki talebelik yapan- bir arkadaşımız, her halde o levhayı aldı: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي أَصْبَرُ عَلَى أَشَدَّ مِنَ الصَّبْرِ “Öyle dişimi sıkıp sabredeceğim ki, sabrın kendisinin de kafasına ‘Dan!’ diyecek; dahasına sabretmeye teşne bulunduğumu anlayıp da kafasına ‘Dan!’ diyecek!..” Sabır… Evet, bu söz, farklı bir meal ile bizim elektronik levhalarda da var.

Sabrın çeşitlerini biliyorsunuz. Önce, ibadet u tâate karşı sabır ki, hem onun sıkıntılarına/meşakkatlerine katlanma, hem de onun için zaman ayırma, ara vermeden, hiç fâsıla vermeden onu devam ettirme. Biz bunları ifade için sabra bir kelime daha ilave ediyor, “aktif sabır” diyoruz. Sadece durağan bir sabır değil, aktif sabır. Sürekli o sıkıntıları göreceksin ibadet u tâatten; mesela, hadis-i şerifin ifadesiyle, إِصْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Abdest almanın çok zor, çok çetin olduğu şartlar altında abdest alacaksın.” Namaza gitmenin çok zor, çok çetin olduğu bir dönemde, namaza gideceksin. Günlerin çok uzun olduğu yerlerde -Kutuplara doğru, Kuzey Kutba doğru- oruç gelip çatacak, oruç tutacaksın; yirmi saat belki, oruç tutacaksın. Takvimini, sana yakın -yirmi dört saatin söz konusu olduğu- yerlere göre ayarlayacağını fukahâ-i kiram söylüyor. Sabredeceksin; her gün bir kere daha kendini sabırla ortaya koyacaksın. Hacca giderken hem sıkıntısına, hem para harcamaya, hem orada maruz kalacağın şeylere sabredeceksin. Namazda sabredeceksin. Alın teri ile kazandığın şeylerde sabredeceksin!..

Bir de hani bir şeye daha sabretmek lazım: Alın teri ile kazanacaksınız. Sineleriniz, himmet ile çarpacak. Doğrudan dişinizden-tırnağınızdan -Türk atasözüdür, dişinizden-tırnağınızdan…- artırdığınız şeylerle eğitim faaliyetlerine hizmette bulunacaksınız; burs vereceksiniz, okul yapacaksınız, üniversiteye hazırlık kursu açacaksınız. Eğitimin her şeyin üstesinden geleceği inancıyla, malınızı bunlara harcayacaksınız. Evet, bu bir sabır ister. Fakat onun ötesinde daha ağır bir sabır da şudur: Siz bu mevzuda civanmertçe infakta bulunacaksınız; sahabe gibi, Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi, dişinizi sıkıp malınızın hepsini, yarısını, üçte birini, dörtte birini vereceksiniz; en küçüğü kazandıklarının dörtte birini vermişler, siz de vereceksiniz. Sonra elin oğlu gelip el koyacak buraya. Bir kısım gâsıplar tayin edecekler ve onlar da o müesseseyi sizin gözünüzün içine baka baka batıracaklar, iflas ettirecekler. Siz bakacaksınız; emeğiniz, semeğiniz, oradaki hatıralarınız, çok ciddî, derin, sizi yaralayan nostaljiler… Burnunuzun kemikleri sızlayacak… Bir zamanlar içinde bulunduğunuz, gezdiğiniz-tozduğunuz, hizmet verdiğiniz müesseseler; fakat Ali Baba’nın Haramîleri, günün SS’leri (Schutzstaffel; Hitler’in özel askerleri) gelip oraya el koyacaklar, gözünüzün içine baka baka. Bunu yaparken de bu “kâfirce işi, kâfirce işi, kâfirce işi” dinin ruhuna uygun yapıyormuş gibi arkalarındaki vandallara anlatacaklar ve onları da şeyin arkasından sürüklenen yığınlar gibi arkalarından sürükleyip götürecekler. Bir de bunları görüp, bunlara sabretme var!..

Belli bir dönemde, üniversiteden mezun olmuş, çiçeği burnunda arkadaşlar, ilk planda külah içinden kuraları çekmiş, coğrafyada yerini bilmedikleri ülkelere gitmişler; oralarda dişlerini sıkmış ve aynı zamanda bir amele gibi, halayık gibi çalışmış, müesseseler kurmuş, okullar açmışlar. Günümüze gelinceye kadar dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okul açmışlar. Sonra birileri güve gibi gidecek, oralara musallat olacak; onları kemirecek, bitirmeye çalışacak, yıkmaya çalışacak. Güvelerin onları yediğini görünce, içiniz yanacak, insan olarak, hayıflanacaksınız, “Yazıklar olsun size!” diyeceksiniz. Ama bunların hiçbiri, sizin o esnadaki yaralarınıza tedavi olmayacak, reçete olmayacak. Sabır!..

Evet, سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.” Sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine dişimi sıkıp sabredeceğimi anlayacağını âna kadar ‘Sabır!’ diyeceğim. Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnâ’sı arasında, Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği isimler içinde, en son gelen اَلصَّبُورُ Allah, “Sabûr”dur. Hemen, insanları cezalandırmıyor; mehil mehil üstüne veriyor onlara. Hemen tecziye etmiyor, akıllarını başlarına alırlar, öbür tarafa bırakmazlar diye; fakat temerrüd edip, inat edip “İlle de benimki o tarafa kalsın!” diyen bir sürü mütemerrid var, münkir var, mülhid var.

Bu sabır çeşitlerine daha değişik şeyler de ilave edebilirsiniz. Mesela hususi mahiyette diyeyim ben: Maskat-ı re’sim (dünyaya geldiğim yer); içinde dedemin hânının bulunduğu, başkalarını misafir ettiği, doğup büyüdüğümüz ev; babamın, amcalarımın, belki onların babalarının, onların babalarının, onların da babalarının içinde doğup-büyüdüğü ev. O ev, bir restorasyondan geçirilerek vakfediliyor, milletimize bedava hizmet etsin diye. Gelip onun da tepesine konuyorlar. Yâ Sabûr!.. Üstadımızın gelip misafir olduğu -yine- dede hanı; misafirhane olarak yapmışlardı, orayı da. Yaz günlerini değerlendirmek için kadın-erkek talebeler, gidip orada kamp yapıyorlardı. Dede hanı; Üstad da Van’dan alınıp Korucuk köyünden geçirilirken orada misafir kalıyor. Orayı yeniden gözden geçirmiş, restore etmiş, kalınır bir hale getirmişlerdi. Fakat vakfa vermişler, hüsn-ü niyetle; “En emin bir yer; biz de emniyet ve güven içinde kullanırız!..” Ali Baba’nın eşkıyaları, gelip oraya da, onun tepesine de binmişler. Buyur, sabret; bütün bunlara sabret!.. Hepsinin içinde dünya kadar hâtıralarınız var; yatmanız var, kalkmanız var, oturmanız var, arkadaşlarla toplanıp görüşmeniz, konuşmanız var; geçmişiyle alakalı hâtıraları dillendirmeniz var, destanlaştırmanız var. Buyurun sabredin!..

Amnofis, böyle yapmamıştır; Ramses, böyle yapmamıştır; İbnü’ş-Şems böyle yapmamıştır. Bunlar, Mısır’ın meşhurları, herkes bildiği için söylüyorum. Sezar, böyle yapmamıştır; Hitler, böyle yapmamıştır. Biraz Lenin’den şüpheleniyorum, “O öyle bir şey yapmış mıdır acaba?” filan diye!.. Buna, insanın Leninleşmesi denir, Stalinleşmesi denir; isterse ara sıra, abdestli-abdestsiz, câmiye gelsin, ön saflara geçsin. “Bak, ben de geliyorum!..” Ubeyy İbn Selûl de öyle yapardı; öyle görünürdü. Abdesti var mıydı, yok muydu? Hatta gusül abdesti var mıydı, yok muydu, belli değil. Evet, bu yaptıkları şeylere bakınca, o mevzudaki o dinî hassasiyete riayet edeceklerine ihtimal vermiyorum ben. Ama bu mesâvîler, bu me’âsîler, öbür tarafta ortaya dökülecek; o günahlarla onları tartarken Hazreti Deyyân, arsa-i mahşerde kırılacak Mizân!..

   Zindan, musibetin büyüklerindendir; ne var ki, hâlis mümin orayı muvakkat bir çilehane olarak görmeli ve dişini sıkıp “Medrese-i Yûsufiye” haline getirmelidir!..

Zindan… Her dönemde olmuş bu. Daha eskilere gitmeden, devr-i Risâletpenâhi’de zincire vurmuşlar sahabileri; babası vurmuş, annesi vurmuş. Çok benziyor; aile fertlerini birbirinden koparma mevzuunda, müşriklerin Müslümanlara yaptıkları şeylere o kadar benziyor ki!.. Mesela, Velid İbn-i Velid, Hazreti Hâlid İbn Velid’in ağabeyi. Babası, oğlunun adını da Velid koymuş. Hazreti Velid, ömrünü Mekke döneminde hep zincirde geçiriyor. Habbâb da öyle geçiriyor. Ve diğerleri… Orada çölde, o sıcakta, beyinleri kaynayarak ölüyor niceleri. Aynen… Günümüzde de nice insan öldü; nice insanın ırzına geçildi; nice insan, zindanlarda çırılçıplak hale getirildi; niceleri orada eskileri, o Firavunları unutturacak mezâlime maruz bırakıldı. Evet, zindan… Zindana karşı sabır, zannediyorum, belâ ve musibetlere karşı sabrın en ağırlarından bir tanesi.

Bir-iki defa o mübarek yerin (zindanın/Medrese-i Yûsufiye’nin) cefasını, Fakir de gördü. Fakat itiraf etmeliyim ki, ne 27 Mayıs’ta darbe yapanlar, ne o 12 Mart’ta darbe yapanlar, tutuk evine, sonra da hapishaneye koyanlar, bunların yaptıkları saygısızlıkların onda birini yapmadılar. Onlardan o saygısızlığı görmedim, mübalağa yapmıyorum; yine yiyeceğimizi veriyorlardı, bir tokat vurmadılar. Bir tokat vurmadılar, bir saygısızlık göstermediler. Günümüz SS’leri gibi gelip malınıza-mülkünüze el koymadılar. O 12 Eylül’de Bozyaka vardı, gelip el koymadılar. Yamanlar’ın bir binası bitmek üzere idi, birinin de temeli atılmıştı; gelip el koymadılar, “Bunlar bizimdir!” demediler. Bir şom ağızın “Milletin malını, millete iade ediyoruz!” dediği gibi demediler. Bağışlayın, bu çirkin laflar geliyor da, muktezâ-i zâhire mutabakatı açısından, kelâmın hatırına söylüyorum: “Vandal”, diyor ki, “Milletin malını, millete iade ettik!” O millet, canını dişine taktı, helalından kazandı ve her şeyin “eğitim” ile halledileceğine inanarak, okullar yaptı, yurtlar yaptı, pansiyonlar yaptı, fakir talebeye burs verdi. Fakat gelip SS gibi onun tepesine kondular. Milletin meşrû malının tepesine konuyorlar; örneğini verdim az önce. O askerî darbelerde, askerî hınç ile gelen insanlar, o terbiyesizliği, o saygısızlığı yapmadılar.

Bu itibarla da çok farklı bir dönem yaşıyoruz. Bu meselenin bir yanını, “zindan” teşkil ediyor. “Sen, ByLock kullanmışsın!”, zindan… “Senin üzerinden, üzerinde 1 rakamı yazılı dolar…”, Bir de “F” varsa seri numarasında, belli artık, tamam, “siz”den; zindan… İçeriye alıyorlar; “Sonra ifadeni alırız; hele bir sene yat, sonra düşünürüz onu! Bir yolunu buluruz onun!..” Bir “çatı dava” filan, milletin canına tak diyeceği âna kadar orada… Basit şeylerden dolayı zindan…

Orada dişini sıkıp sabretmek lazım; “Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” deyip, dişini sıkıp sabretmek lazım. “Hakk, şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayr eyler / Ârif, ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” de, dişini sık; zindanı “Medrese-i Yûsufiye” haline getir!.. Tutamadığın oruçları tut, kılamadığın namazları kıl; “Doğru kılamadım!” dediğin namazları kıl orada. Zindanı bir halvethâne -eski velilerin, hususiyle Halvetîler’in çilehaneleri gibi bir çilehâne- sayarak, orada tasaffî etmeye bak!.. Tâbir-i diğerle, “Hayvaniyetten sıyrılmaya, cismâniyeti bırakmaya, kalb ve ruhun derece-i hayatına -orayı miraç yaparak- yükselmeye bak!..”

Evet, zindan, bir Medrese-i Yûsufiye haline getirilmeli!.. Hazreti Pîr “Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir ve hapishane bir nevi Medrese-i Yûsufiye olur.” demiş. Hazreti Yusuf da orada nicelerinin imanına vesile olmuş ve Mısır’da, mebdei hapishaneden başlamak üzere Müslümanlaşma olmuş. Gönüllere girmeye bir seyahattir o. Bunları düşünmeli ki, şu anda çektiğimiz şeyleri tadil edici faktörlerdir bunlar. Dişini sıkıp sabretmek lazım; sabır zindanın da sevabını kazandırır. Ne gibi? Sürekli namaz kılmış gibi, oruç tutmuş gibi, Hacca gitmiş gibi sevap kazandırır.

   Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde büyük bir vebaldir.

Belki bazıları da gaybûbet ediyor, oraya girmemek için, dışarıda duruyor. En azından, eşi vardır, çocukları vardır; onlar için teselli kaynağı. Veya bir yolunu bulup birine haber veriyor, “Falanlara bakın!” Bunun için gaybubet ediyor onlar da, bazen içte, bazen de dışta. Onlar da onun sıkıntısını çekiyorlar; çarşıya çıkamıyor, pazara çıkamıyor, işlerinin başına gidemiyorlar. Bir de bu arada “Her an bir baskın olabilir!” endişesiyle yaşıyorlar. Dahası, yakın akraba ve taallukatının yanında kalıyorlarsa şayet, “Siz niye böyle bir şakîyi, eşkıyâyı, terör örgütüne mensup birisini korudunuz, kolladınız?” derler, onlara da bir şey yaparlar diye, onun da sancısını çekiyorlar. Bu da yine büyük bir sabır mevzuu; ona katlanmak gerekiyor.

Burada antrparantez ifade edeyim: İster zindandaki, ister gaybûbet eden, zâlimin işini kolaylaştırmama adına, yaptıkları şeyleri yapmalılar. Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde bir vebaldir, bir günahtır. Ne Efendimiz ne de diğer peygamberler ve selef-i sâlihîn, zalimlerin işini kolaylaştırmışlardır. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Mekke müşriklerinden ayrılıp Medine’ye gitti. “Kaçtı!” demiyorum; “kutsal yolculuk”, “Sevr sultanlığı”, “kutsal yol”, “kutsal şehrâh”; çünkü umumî işlek yoldan gitmediler, âlemin gitmediği bir yol takip ettiler; “gitti!” demek de ne demek, “şereflendirme”dir o, başka bir yeri şereflendirdiler. Gitti Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); kâfirin/zâlimin işini kolaylaştırmamak için. Hazreti Musa, Medyen’e gitti, Firavunların işini kolaylaştırmamak için. Koca “Nâsıralı Genç” diye bilinen seyyidinâ Hazreti Mesih, oradan oraya kaçtı, oradan oraya kaçtı; üç insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi; beş insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi. En-nihayet, bir yerde, Havarilerin de bulunduğu bir yerde, evini bastıkları zaman, Allah (celle celâluhu), Onu (aleyhisselam) vücûd-i necm-i nurânîsiyle mi, vücûd-i hâkânîsiyle mi, nezd-i Ulûhiyetine aldı, semalardaki tahtında, tahtını otağ yaptı, oraya oturttu. İşin mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini idrakten âciziz. Söylediğim sözler biraz da o aczi aksettirici mahiyette; siz anlarsınız, Kıtmîr’in o mevzudaki hassasiyetini.

Bir de hicret meselesi var. Hicret… Şimdi, bir yönüyle boşluğa atılma gibi, bir çağlayana salınma gibi, bir şeye salınıyorsun ki, o deryanın nerede sona ereceği, nerede senin bir sahile yanaşacağın, yanaşıp dışarıya çıkacağın belli değil. Akıp gidiyorsun orada… Dolayısıyla mebdeinde çok ciddi bir ızdırap çekersin; çünkü bir meçhule doğru akıp gidiyorsun. “Kanada’ya mı gitsem, Brezilya’ya mı gitsem, Arjantin’e mi gitsem, Şili’ye mi gitsem? Nereye gitsem, nereye iltica etsem?!.” Bu, bir. İkincisi; “Malıma-mülküme el koydular, o gittiğim yerde ne yapabilirim?!” Soruyorum bazılarına, “Ne yaptınız?” Hiç öyle bir işin insanı değil; “Bir tane araba buldum, dolmuşçuluk yapıyorum!” diyor. Öbürü, “Biz de böyle beş-on kuruş bir şey bulduk; hanımlarımız -Allah razı olsun- orada ekmek yapıyorlar veya bizim yemek kültürümüze dair bir şey yapıyorlar, onu satıyorlar, onunla geçinmeye çalışıyoruz.” diyor. Bir iş tutturuncaya kadar ızdırap içinde kıvranıyorlar.

Hicret… Ve aynı zamanda bunlar, dışta muavenet oluşumları teşkil ediyorlar; bu kadarcık olsun eli kolu açık olmayan, daha doğrusu eli-kolu bağlı bulunan insanlara yardım etme adına heyetler oluşturuyorlar; “Acaba, bu elde ettiğimiz şeyden beş-on kuruş artırıp o mağdurların yardımına koşabilir miyiz?!.” Onu yapıyorlar. Şimdi bu yönüyle de hicret, hicrettir.

Esasen, bunların hepsi o ilklerin gölgesinde yaşanan mazlumiyet ve mağduriyetlerdir. O “zindan”ı, hakikî manada yaşayan, o “gaybubet”i hakikati manada yaşayan -ki, Efendimiz de yaşamıştır onu-, o “hicret”i hakiki manada yaşayan insanların zindanlarının, gaybubetlerinin, hicretlerinin gölgesi olarak, o işin izâfîsi olarak günümüzde de yaşanıyor.

   Cenâb-ı Hak, her birimizi ayrı ayrı mağduriyetlerle imtihan ediyor; bize düşen, nerede bulunursak bulunalım, konumumuzun hakkını vermeye çalışmaktır.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41) Bir ayet, bu. “Zulme uğradıktan sonra hicret edenler var ya, dünyada, Ben onlara güzellikler hazırladım.” buyuruyor Allah (celle celâluhu). İnşaallah, günümüzdekiler de gittikleri yerlerde, Güzeller Güzeli’nin (celle celâluhu) güzelliklerini anlatmak suretiyle, “Şimdiye kadar niye gitmedik?” dedirtecek şekilde, çok önemli bir misyonu edâ etmiş olurlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Hicret, bu. Cenâb-ı Hak, oralarda geniş imkânlar bahşeder, çok rahat hareket edebilirler.

Önemli olan, içinde bulunduğumuz konumu “rantabl” olarak değerlendirmektir. Şimdi buraya -min gayr-i haddin- çıkardınız. Ben buranın hakkını verdim veya veremedim, ayrı bir mesele. Fakat demek ki buraya çıkma bir şey ifade ediyor; öyle ise, buranın hakkını vermek lazım. Orada duran da, oranın hakkını vermesi lazım; şu mihraba geçen kimse de onun hakkını vermesi lazım; o minbere çıkan insan da oranın hakkını vermesi lazım.

Her konumun hakkını vermek lazım; her konumu, rantabl değerlendirmek lazım. Efendim, bunun açılımı şu: “Şimdi bu durumda daha ne yapılabilir? Bu imkânlar içinde daha ne yapılabilir?” مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden, haybet yaşamaz!” “Şimdi bu pozisyonda olan insan, ne yapabilir? Ne yapmalı ki, yarın ‘Keşke şunu da yapsaydım!’ dememeli!..” Ortak akla müracaat ederek, meşverete başvurarak, işte o yapılmalıdır. Bazıları öbür tarafa gidince, “Keşke, keşke!” diyecekler. “Yarınlarda ‘Keşke, keşke!’ dememek için, şimdi ne yapmalıyım?” demeli, konumunu rantabl olarak değerlendirmeli, Allah’ın izni ve inâyetiyle..

“Doğacaktır sana vaad ettiği günler, Hakk’ın,

Kim bilir, belki yarın; belki yarından da yakın.” (M. Akif)

***

“Mü’mine sadakat yaraşır, görse de ikrâh,

Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” (Ziyâ Paşa)

***

Zâlimlere bir gün dedirtir Hazreti Mevlâ,

Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ” (Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yûsuf’un kardeşlerinin ona dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yûsuf, 12/91) dedirtir.” (Ziya Paşa)

Vesselam.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (3)

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

Daha önce de ifade ettiğimiz ve örnek videolarını yayınladığımız üzere, birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Kadir Gecesi’nde bu senenin üçüncü CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Rahman Sûresi’nden başlayıp 27. Cüz’ün son 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (2)

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.

Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dostlarımıza bir fikir vermesi için hafta sonu bu senenin ikinci CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Tâhâ Sûresi’ni (16. Cüz’ün son 10 sayfasını) okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.

Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dostlarımıza bir fikir vermesi için hafta sonu CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve A’râf Sûresi’nin 164. ayetinden başlayıp 9. Cüz’ün son 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

KADİR GECESİ, HOCAEFENDİ İLE MUKÂBELE VE HATİM DUASI

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli arkadaşlar,

Kadir gecesini de vesile edip Allah’ın inayetiyle bir kere daha canlı yayın yaptık. Bu defa mukabelemizi Hatim Duası ile tamamladık.

Daha önceki üç canlı yayın vesilesiyle, burada (Pennsylvania’da) muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle Ramazan mukabelesini sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yaptığımızı ifade etmiştik.

Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dün CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve Rahmân Sûresi’nden başlayıp 27. Cüz’ün son kısmını okuduğumuz mukabelemizin bu bölümünü de -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Videonun sonundaki Hatim Duası’na iştirakinizi diliyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (3)

Herkul | | BAMTELI

Daha önceki iki canlı yayın vesilesiyle, burada (Pennsylvania’da) muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle Ramazan mukabelesini sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yaptığımızı ifade etmiştik.

Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dün CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve Ahzâb Sûresi’nin 31. ayetinden başlayıp 22. Cüz’ün ilk 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü de -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ (2)

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Ramazan ayı yaklaşırken, geçen senelerde olduğu gibi, “farklı bir mukabele” teklifinde bulunduğunu yazmıştık:

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.” diyen Hocamızın, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye ettiğini belirtmiştik.

Ayrıca, bizim de burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yaptığımızı ifade etmiştik.

Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dostlarımıza bir fikir vermesi için dün CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve İsrâ Sûresi’den başlayıp 15. Cüz’ün ilk 9 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü de -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

Bamteli Özel: HOCAEFENDİ İLE RAMAZAN MUKÂBELESİ

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Ramazan ayı yaklaşırken, geçen senelerde olduğu gibi, “farklı bir mukabele” teklifinde bulunduğunu yazmıştık:

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamızın, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye ettiğini belirtmiştik.

Biz de burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.

Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.

Dostlarımıza bir fikir vermesi için dün CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve En’âm Sûresi’nin 36. ayetinden başlayıp 7. Cüz’ün son 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.

Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.

514. Nağme: Kur’ân Ayı ve Mukâbelenin İlk Günü

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu senenin ilk terâvihini ikâme ettiğimiz Pazar günü, Ramazan boyunca malayani meşguliyetlerden bütün bütün uzaklaşarak bu Kur’ân ayına yoğunlaşmamız gerektiğini anlattı.

“Eşref saati, eşref dakikayı, eşref anı yakalama adına, ‘Bu dakika, o dakika olabilir; bu saat, o saat olabilir; bugün, o gün olabilir, Kadir Gecesi olabilir!..’ mülahazasıyla, etrafa levsiyât neşreden, adeta zift püskürtüyor gibi zift püskürten yayın organlarından uzak durmak, Allah’a yakın durmanın çok önemli vesilelerindendir.”

diyen Hocamız, hiç olmazsa şu bereketli mevsimde günlük dedikodulara ve şerli insanların kulak tırmalayan sözlerine tamamen kapalı kalmak lazım geldiğini vurguladı. Bu kutlu zaman dilimine ayrı bir derinlik katan mukabele sünneti üzerinde durdu; geçen sene yaptığı ve burada da uyguladığımız teklifi bir kere daha hatırlattı.

Selef-i sâlihîn efendilerimiz Kur’ân’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişler. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek Kur’an’ı çokça okumaya kendimizi alıştırabileceğimizi söyleyen Hocaefendi, bu kutsal ayın bizim için bir başlangıç sayılabileceğini ve yeniden Kur’an-ı Kerim’e dönüşe vesilesi olabileceğini vurguladı.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahi maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.” diyen Hocamız, “mealli/açıklamalı mukabele” usulünün yaygınlaşmasını arzuladığını ifade etti.

Muhterem Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin mana ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etti ve şu mülahazayı dile getirdi:

“Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can u gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.”

Cenâb-ı Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, O, burada yıllardır muhterem Hocamızın rehberliğinde yapageldiğimiz Ramazan mukabelesini son birkaç senedir geniş bir meal hatta bir tefsir çerçevesinde tamamlamaya muvaffak ediyor.

Bu Ramazan ayında yine her gün, sabah ve ikindi namazlarını müteakiben yaklaşık ikişer saatlik iki ayrı ders şeklinde mealli/tefsirli mukabele yapmaya azmettik. Mukabeleye Ramazan’dan bir gün evvel, ilk terâvihi kıldığımız gün başladık; böylece her gün terâvihte okuyacağımız cüzü önceden çalışmış olacağız.

Allah nasip ederse, bazı günler mukabelenin bir kısmını TV ve YouTube yayını olarak neşretmeyi hedefliyoruz. Şimdilik, bu nağmede Pazar günkü sohbeti ve aynı gün başladığımız mukabelenin bazı bölümlerini arz ediyoruz.

Mevlâ-yı Müteâl, hepimizi Ramazan-ı şerifi hakkıyla değerlendirmeye muvaffak kılsın; bayrama kurtuluş beratını alarak kavuşan kullarından eylesin; bu kutlu zaman diliminde ümmet-i Muhammed’e inşirah versin; Hakk’a adanmış ruhlara nusret, ferec ve mahreç lütfetsin. Amin!..

512. Nağme: Naz değil, niyâz!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 Rabbim, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri kulluk hediyelerinin bütününü kendi hesabıma Sana arz ediyorum!..

*Selâm, dua, azamet ve mülk sahibi olma, her türlü afet ve noksanlıklardan beri bulunma manalarına gelen “tahiyyât” çoğul olan bir isimdir. Tekili “tahiyye”dir. Tahiyye, hayat kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Namazda okunan teşehhüde de, tahiyyât denir.

*Teşehhütteki tahiyyât duaları Mirac gecesinde Cenâb-ı Hak ile Allah Rasûlü’nün konuşmalarını hatırlatmaktadır. Bununla birlikte tahiyye duası ile mü’min, اَلتَّحِيَّاتُ لِلهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ sözüyle, “Bütün kavlî (tahiyyât), bedenî (salavât) ve malî (tayyibât) ibadetler Allah’a mahsustur.” diyerek, önce Allah’a selâm ve saygı arz eder. Ardından İnsanlığın İftihar Tablosu’na hitaben اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ “Ey Peygamberim! Selâm ile birlikte Allah’ın rahmeti ve bereketi Sana olsun.” der. Bundan sonra mü’min, birlik ve uhuvvet şuuru içinde اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ “Selâm bize ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun.” şeklindeki duasıyla tahiyye ve selâmı bütün sâlih kullara gönderir.

*Hazreti Üstad der ki: “Âciz bir abd, namazında ‘Ettahiyyâtü lillâh’ der. Yani, ‘Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-i küllîdir.”

 “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, إِنَّ اللهَ جَعَلَ لِكُلِّ نَبيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ اللَّيْلِ “Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.” buyurarak, bir mânâda, “Sizin cismanî ve bedenî şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben de Rabbime ibadet etmekten lezzet alıyorum” demek istemiş; tabiat hâline gelmiş ibadet u taat düşüncesini nazara vermiştir. İşte her bir Müslüman’ın hedefi, böyle bir ufku yakalamaya çalışmak olmalıdır. Vâkıa herkes böyle bir zirveyi ihraz edemeyebilir fakat bu yolda olmak ve onu talep etmek de çok büyük bir fazilettir. Allah (celle celâluhu) bu konuda gösterilen cehd u gayretleri ibadet sayacak ve bununla o kişinin derecesini yükseltecektir.

*İnsan elbette mevcudiyetini devam ettirebilme adına yeme, içme, uyuma gibi bedene ait ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Fakat hayatını zühd çizgisinde yaşamak isteyen bir insan, gaflete sürükleyeceği düşüncesiyle dünyanın bu tür nimetlerinden doyuncaya kadar istifade etmek istemez. O, “Tatmaya izin var, doymaya izin yok.” sözünü kendine rehber edinir.

*Aslında, “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir. Çok günahkâr bir insan, nedametle iki büklüm olup yarlığanma dilediği zaman bağışlanma yoluna girmiş olacağı gibi, “Ne günahım var ki?” diyen bir kimse de işte bu sözle felaket çukuruna yuvarlanmış sayılır. Zira günahının farkında olanın tevbe ve istiğfarla arınma ihtimali her zaman vardır; kendisini ak kaşık sananın ise, önemsemediği küçük günahlardan oluşan koca koca veballerin altında kalıp ezilmesi kaçınılmazdır. Evet, “Benim ne günahım var?” sözü günahın ne olduğunu bilememenin ifadesidir. Hâlbuki insan Allah’ın bahşettiği nimetler ölçüsünde O’nunla münasebete geçmemişse, dünya sultanlığının üstünde tutacak kadar müslümanlığın kadr ü kıymetini bilmiyorsa ve önüne serilen hizmet imkânlarını değerlendirmek suretiyle rıza ve rıdvana ulaşma gayretinde değilse, o, ilahî ihsanlara karşı gözlerini kapatmış bir zavallıdır; gırtlağına kadar nankörlük içine gömülmüş böyle biri için başka günah aramak manasızdır.

 “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin!..”

*“Tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, bu, bir tevcihe göre, “en hâlis, en sâfi, en içten” anlamına, diğer bir tevcihe göre de, “yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe” mânâsına gelir. Bu hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh”; “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misal teşkil etmesi” mânâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, gerçek tevbeden söz edilirken, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا تُوبُۤوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.” (Tahrîm, 66/8) buyrularak böyle bir tevbeye işaret edilmektedir.

*Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, süm’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmamak; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulamak.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlamak.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîğaya çekmek.. altmış sene evvel yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını duymak… Bu hususlar da yürekten ve kabul edilmiş bir tevbenin emareleridir.

 Rabbenâ, zalimler bize musallat oldu; Sen Erhamürrâhimîn’sin!..

*Peygamberlerin başlarına pek çok musibet gelmiştir; fakat onların hepsi belalar karşısında kendilerine yakışan hal ve tavırları ortaya koymuşlar; Allah’a teveccühlerinde hep edepli ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Mesela; Hazreti Âdem, neticesinde yeryüzü çilehanesine gönderildiği o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdir buyurup onu infaz ettin.” şeklinde nazlanıp şikâyette bulunmayı hiç düşünmemiş, “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” (A’râf, 7/23) sızlanışıyla kendi nefsinden şekvâ etmiştir. Hazreti Eyyub, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” demeyi dahi peygamber edebine muhalif saymış; “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83) mahiyetindeki iç çekişiyle yetinmiştir. Yunus Aleyhisselam, “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) diye inlemiş; Hazreti Musa aleyhisselam ise “Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni?” (Kasas, 28/16) istiğfarıyla inlemişti.

*Ezelden gelip ebede giden Kelam-ı İlâhî’nin tek bir kelimesi, tek bir harfi dahi abesiyetten münezzeh ve müberradır. Kur’an’ın her bir kelimesi, her bir harfi bugün bize de hitap etmektedir. Hani, Doktor İkbal’le babası arasında geçen bir hâdiseyi size daha önce birkaç defa arz etmiştim. Doktor İkbal Kur’ân okurken babası gelip “Oğlum, ne yapıyorsun?” diye soruyor, o da elindeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip “Kur’ân okuyorum.” cevabını veriyor. Belki onlarca defa, bu soru-cevap faslı devam ediyor. Bir gün babası tekrar aynı soruyu sorunca, Doktor İkbal “Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun.” diyor. Bunun üzerine babası, “Evladım, evet, biliyorum ki elinde Kitap var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. O Kur’ân sana sesleniyor, Allah onunla sana hitap ediyor gibi onu oku!” cevabını veriyor. İşte Kur’an-ı Kerim’i bu bakış açısıyla okumalı ve onu derinden derine duyup hissedip değerlendirmeye çalışmalıyız.

 Hak dostları günah saydıkları şeylerde istiğfara sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehalet ederler.

*Selef-i salihîn efendilerimiz, her günkü iş ve davranışlarını ya kaydeder veya hafızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdanî ızdıraba sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları şeylerde istiğfara sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehalet ederlerdi.

*Efendiler Efendisi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

*Herkes kendi konumu itibarıyla hata, kusur ve günahlarını mülahazaya alarak her gün yüzlerce kere estağfirullah/sübhanallah çekmelidir. Mesela Ebû Hüreyre Hazretleri’nin her gün on veya on iki bin defa sübhanallah dediği, istiğfar çektiği rivayet edilmiştir. Ona, “Bu çok değil mi?” diye sorduklarında; “Günahlarım sayısınca söylüyorum.” şeklinde cevap vermiştir. Devs’ten gelip ashâb-ı suffe arasına giren, uzun süre İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda bulunan, O’ndan en fazla hadis rivayet eden ve Allah Rasûlü’nden sonra herkesin kendisine başvurduğu bir menhelü’l-azbi’l-mevrud haline gelen o Devs’in aslanının bir günahı olacağını zannetmiyorum. Fakat o kendi ufku itibarıyla bunu gerekli görüyordu. O halde günahlarla delik deşik olmuş bizim bugünkü hayatımızı göz önünde bulundurunca, her gün birkaç bin defa istiğfar etsek yine de az sayılır.

*Hâsılı; ne şatahat ne naz, ne faikiyet ne de imtiyaz; bize düşen, mazhar olduğumuz her şeyi O’ndan bilip sürekli temkin ve daimî niyaz.

Sevinç Vaktine Doğru

Herkul | | BAMTELI

Sevgili dostlar,

Önceki yıllardan hatırlayacağınız üzere, Ramazan-ı şerif boyunca sohbetlere ara veriyor, bir ay Bamteli neşretmiyorduk.

Fakat bu sene sizlerden gelen yoğun talebe hürmeten hiç olmazsa birkaç “nağme” ve “Bamteli” neşretmeye karar verdik.

Ezandan iki saat önce mukabelemizin akşam faslıyla başlayan, dua vaktiyle devam eden, sonra şirin misafirlerimizle şenlenen ve “yiyip içebilirsiniz” komutuna kadar hasbihal ve niyazlarla süren “iftar programı”mızdan bir demet sunmak istedik. Bu niyetle, iki günlük kayıtlarımızdan bir kısım bölümleri seçip altyazı şeklinde bazı açıklamalar da ekleyerek bir video hazırladık.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurur:

“Oruçlu için iki sevinç (ânı) vardır; birisi iftar vakti, diğeri de oruç tutmanın verdiği huzurla Allah’a kavuştuğu zamandır.”

İşte bu hadis-i şeriften iktibasla “Sevinç Vaktine Doğru” dediğimiz videoyu Ramazan’a özel Bamteli olarak arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

477. Nağme: Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi (2)

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Mukabelenin 75 dakika süren akşam faslı.. dualarla karşılanan iftar.. ellerde hurma, kıpır kıpır dudakların eşlik ettiği ezan.. bir oruç vazifesini daha tamamlamanın huzuruyla eda edilen namaz.. her yiyeceğin ve nimetin kıymetinin idrak edildiği sofra.. iki rekatta bir dualar ve salavatlarla ikâme edilen teravih.. kitap okuma, derse hazırlık, gece ibadeti, hacet namazı.. bereketini derinden hissettiren sahur.. ruhları kanatlandıran atmosferde salât-ı fecr.. mukabelenin 80 dakikalık sabah faslı.. iç salonda muhterem Hocaefendi’nin duygu yüklü hasbihali.

İşte bu programın akabinde odalarımıza çekileli henüz on on beş dakika oldu. “Nağme” neşretmek için bilgisayarın başındayız.

Allah Teâlâ’ya kulluğu hissetmek ne azim bahtiyarlık!..

İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmak ne büyük talihlilik!..

İslam’la şereflenmek ne eşsiz nimet!..

Ramazan ne sevimli.. oruç ne iyi.. Kur’an ne güzel!..

Allah’ın rızasından başka muradı olmayan ve hayatını insanlığın saadetine adamış bulunan Hocaefendi’yi tanımak ne bihemta bir nasip!..

Gelecek nesiller için yaşayan hasbî ağabeyler ne hoş.. onlara benzemeye çalışan halis kardeşler ne şirin!..

Bir ders halkasında Ganj esintilerinin Nil meltemleriyle buluşması ve beraberce Sakarya nefhasına karışması ne tatlı!..

Haşyetle atan yürekler.. muhabbetle bakan gözler.. sevgiyle uzatılan eller.. ve şefkat konuşan diller ne latif!..

Bir de dünyanın hemen her yerinde bu duyguları paylaşabileceğiniz dost, arkadaş ve kardeşlerin bulunması ne lütuf!..

Evet, ekseriyetle hata, kusur ve günahlarımızın hacâletini taşıyoruz. Ümmet-i Muhammed’in (aleyhisselam) içler acısı haline ve iniltileri yürekler dağlayan mazlumların ahvaline ağlıyoruz. Sanki kapkaranlık bir asırda yaşıyoruz.

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen hala şehr-i Ramazan’ın nazlı ikliminde neler neler duyup tadıyoruz.

Ya Rabbenâ!.. Sen cemîlsin; ne çok cemal cilvesi var etmişsin!..

Sana hakkıyla hamd ü sena etmekten ve usulünce tahdis-i nimetten aciziz. Aczimizi itiraf ediyor; “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik.” diyoruz. Bununla beraber, bilhassa şu mübarek günlerde minnet ve şükran hisleriyle dopdolu bulunduğumuzu Senin her şeyi kuşatan ilmine havale ederek, Söz Sultanı’nın beyanlarıyla Sen’den dileniyoruz:

اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ، وَأَكْرِمْناَ وَلاَ تُهِنَّا، وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَ، وَآثِرْناَ وَلاَ تُؤْثِرْ عَلَيْناَ، وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِناَ.

“Allahım, üzerimizdeki nimetlerini artır, bizi noksanlığa maruz bırakma! İkramlarınla değerimizi yükselt, bizi zillete düşürme! Bol bol vererek bize ihsanda bulun, mahrumiyet yüzü gösterme! Bizi tercih et, başkalarını üzerimize tercih eyleme! Bizden razı ol ve bizi razı kıl!..”

***

Kıymetli arkadaşlar,

“Pennsylvania’da Ramazan Mukabelesi” başlıklı “nağme”ye gösterdiğiniz ilgi ve ziyadesine olan talebiniz üzerine bugün bir bölüm daha arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

475. Nağme: Yenilenme Mevsimi ve Ramazan Mukabelesi

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, kahır ile lütfu bir bilmek ve derdi dermanmış gibi değerlendirmek lazım geldiğini hatırlatarak sözlerine başladı.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu aktardı ve bu dört maddelik nasihatin manasını anlattı:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Özellikle “ihlas” konusuna dikkat çeken Hocamız, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri’nin şu sözünü nakletti: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım!”

Daha sonra, tevcih ettiğimiz bir sual üzerine, Hocaefendi, Ramazan ayının bereketi ve ona ayrı bir derinlik katan mukabele sünneti üzerinde durdu.

Bildiğiniz gibi, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibrîl (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâya) Kur’an âyetlerini Cibrîl Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kâinatın İftihar Tablosu ile Cibrîl-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i sâlihîn efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terk etmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek Kur’an’ı çokça okumaya kendimizi alıştırabileceğimizi söyleyen Hocaefendi, bu kutsal ayın bizim için bir başlangıç sayılabileceğini ve yeniden Kur’an-ı Kerim’e dönüşe vesilesi olabileceğini vurguladı.

“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahi maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”

diyen Hocamız, farklı bir “mukabele” teklifinde bulundu. Mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etti.

Kıymetli Hocamız özetle şu hedefi işaretledi:

Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihîn efendilerimize ittibâen, can u gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Mevlâ-yı Müteâl, hepimizi Ramazan-ı şerifi hakkıyla değerlendirmeye muvaffak kılsın; bayrama kurtuluş beratını alarak kavuşan kullarından eylesin; bu kutlu zaman diliminde ümmet-i Muhammed’e inşirah versin; Hakk’a adanmış ruhlara nusret, ferec ve mahreç lütfetsin. Amin!..

“Ebu Cehil, Kıtalar Dolaşıyor!..”

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli arkadaşlar,

Ebu Cehil, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü yere sürteceğine dair Lat ve Uzza’ya yemin etmişti. Bir gün, dediğini yapmak için namaz kılmakta olan Allah Rasûlü’nün yanına varmış; fakat tam yaklaşıp hamle yapacakken birdenbire arkasına dönmüş, elleriyle yüzünü koruyarak geri çekilmişti. “Sana ne oldu?” denildiğinde de “O’nunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var!” cevabını vermişti. İnsanlığın İftihar Tablosu ise, “Bana yaklaşsaydı, melekler onu parça parça ederlerdi.” buyurmuştu.

Bu hadise üzerine, “Hayır, gerçek şu ki; Rabbinin bunca nimetlerine rağmen insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. Oysa dönüş elbette Rabbinedir! Namaz kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?“ (Alak, 96/6-11) mealindeki ayetler indirilmiş; Cenâb-ı Hak, bu ilahi beyanlarla devam eden Alak Suresi’ni tamama erdirmişti.

Sebeb-i Nüzul Bir Mercektir Ama…

Geçtiğimiz günlerde tefsir dersinde bu sure-i celileyi işledik. Mealini verdiğimiz ayetler müzakere edilirken sebeb-i nüzul olarak Ebu Cehil’in Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazdan alıkoymak üzere yemin ettiği anlatılıp, tefsir sadece bunun üzerinden götürülünce, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi tatlı bir ikazda bulundu:

“Esbab-ı nüzul sadedinde rivayet edilen hadiselerin her biri çok önemli bir mercektir; meseleleri daha iyi anlayabilmemiz için ışık tutucudur. Fakat ilahi beyanları sadece indirilişlerine vesile olarak gösterilen hadiseler zaviyesinden ele alırsanız, Kur’an-ı Kerim’i yalnızca bir tarih kitabı gibi okumuş olursunuz. Hâlbuki Kur’an sırf bir tarih kitabı değildir; o mazi, hal ve istikbale beraber bakmakta; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e inerken aynı zamanda her devrin insanına ve tabii her birimize hitap etmektedir. Onun için ayetleri daha kapsayıcı olarak düşünmeli! Mesela, burada hangi devirde ve kim olursa olsun, bir insanı ibadetten alıkoymanın Ebu Cehil davranışı olduğu vurgulanmalı.”

Bu yaklaşımını şerhettirmek ve konuyu daha iyi anlayabilmek için meseleyi Bamteli sohbetine taşıdık; muhterem Hocamıza şu suali yönelttik:

“Kur’an ayetlerini günümüze ve şahsımıza da doğrudan hitap ediyor saymayıp sadece esbâb-ı nüzule bağlayarak okumanın onu tarihî bir kitap gibi görme hatasına bâdi olacağı ifade ediliyor. Bu zaviyeden, bir misal olarak

كَلَّا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَيَطْغَى أَنْ رَآهُ اسْتَغْنَى إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى عَبْدًا إِذَا صَلَّى

ayetlerini hangi mülahazalarla okumalıyız?”

Aziz Hocamız, bu sorumuzu cevaplandırırken şu konulara vurguda bulundu:

Kur’an Her Ayetiyle Bize de Hitap Ediyor

*Kur’an, Fatiha’dan Nas suresine kadar, baştan sona her birimize hitap ediyor. Bazı ayetleri, doğrudan doğruya üzerimize alırız; tavırlarımız, davranışlarımız, uymamız gerekli olan şeylere uymamız, uymamamız gerekli olan şeylere uymamamız açısından onlara öyle bakarız. Mesela iman ve İslam’a müteallik meseleleri anlatırken, Allah bize hitap ediyor gibi meseleyi alırız. Cenâb-ı Hak, “Namaz kılın, oruç tutun, imandan sonra salih amelde kusur etmeyin!.” buyuruyorsa, “Tam bana dedi” deriz. Bazen de duygularımız ve düşüncelerimiz itibarıyla belli ölçüde inhiraflar yaşarız. Oysa falan düşünce, bir küfür düşüncesidir, filan sıfat bir kâfir sıfatıdır! Bu açıdan da onlarla ilgili ayetlerin dahi bir yönüyle bizimle alakalı olduğunu düşünürüz.

*Kur’an-ı Kerim, ister mü’min, ister kâfir, ister münafık, ister hukukullaha riayet etmeyen insanlarla alakalı meseleleri anlatırken, ya yaptığımız veya yapmadığımız ya da düşündüğümüz şeyler itibarıyla, detaya ait bir kısım tavır ve davranışlarımız açısından şöyle böyle bize de hitap etmektedir. Zira Hazreti Pîr’in de dediği gibi: “Her mü’minin her sıfatı mü’min değildir; her kâfirin her sıfatı da kâfir değildir.” Bazı mü’minlerde kâfir sıfatı bulunur; bazı kâfirlerde de mü’min sıfatı bulunur. Mesela, insaf bir mü’min sıfatıdır; bu kâfirde de olabilir. Mesela, ne olursa olsun insanı saygıyla karşılama; dini, mezhebi, mizacı, mezakı.. ne olursa olsun onun muhabbetiyle yaşama, fakat başkalarına da adavet etmeme; “İnsan Allah’ın antika bir sanatıdır. İnsan olması itibarıyla her insana karşı saygı duymak lazım.” deme, mü’min sıfatıdır. Diğer taraftan küfran-ı nimet, tembellik, atalet, hakikati görmezlik, ahlaksızlık; başkalarının hukukuna tecavüz, adaletsizlik ve toplum içinde herc ü merce sebebiyet verme gibi vasıflar da kâfir sıfatlarıdır. Bunu çoğaltabilirsiniz. O kâfir sıfatlarına “mühlikât” dersiniz; mü’min sıfatlarına da “münciyât” dersiniz (İmam-ı Gazzâlî’nin terminolojisine göre). Onlar insanı tepetaklak “hâviye”ye götüren faktörlerdir. Berikilere gelince, onlar da insanı -bir yönüyle- cismaniyetten, hayvaniyetten kurtarıp a’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta yükselten, cismaniyetine rağmen insanı melekleştiren, mülk olan bir varlığı bir yönüyle melekûte yönlendiren ve melekler arasında seyr ü seyahata muktedir kılan sıfatlardır.

*Bazen o mü’min sıfatlarını takdir edip nazara veren, bazen de kâfir sıfatlarını anlatıp yeren Kur’an’ın her harfinin, her kelimesinin, her ayetinin, her paragrafının, her makta’ının bize hitap ediyor gibi algılanması çok önemlidir. Yoksa belli bir dönemde Muhammed (Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem) isminde bir zâta nâzil olmuş, o da etrafındakilere telkin etmiş; sonra biz de kalkmış mü’minler ortamında neş’et etmişiz; onlar ne demişlerse biz de onları kabullenmişiz; hatta Ramazan’da almış o Kur’an’ı okumuşuz.. şeklinde meseleye yaklaşırsak büyük hata etmiş oluruz. Evet, onu hafife almıyorum; “mukabele” de kendine göre kıymetlidir, çok sevabı vardır. Allah’ın kelamı; siz o kelimeleri telaffuz ettiğiniz zaman, mele-i a’lânın sakinleri hayranlıkla size bakarlar, çünkü melekleşme yoluna girdiniz. Fakat bir yönüyle Kur’anlaşma mevzuu esastır! Kur’an’ı sana hitap ediyor gibi algılama mevzuu. Her harfinin, her kelimesinin senin için bir şey ifade ettiğini anlama, “Allah Allah” deme mevzuu. Bazı vesilelerle ifade edildiği gibi; -insan her zaman öyle duyamasa da- bazen önünde Kur’an-ı Kerim, namaz kılıyorken, şaşkınlıkla elini külahına atıp da onu yukarıya atasın gelir. “Yahu nasıl böyle kalbimden beni vurdu bu?” dersin. Fakat bu Kur’anlaşmaya bağlı! Konsantre olmaya bağlı! İm’ân-ı nazar etmeye bağlı! “Allah benimle konuşuyor” demeye bağlı! Hadis-i şerif de öyle ifade ediyor: “Kur’an okuyan birisi ‘Allah ile konuşuyorum’ diye yemin etse, yemininde hânis olmaz.” İşte o ufku yakalamak lazım.

Özgüven ve Menfî İstiğnânın Azdırdığı Kimseler

*Sorduğunuz ayetlere gelince; “Hayır, gerçek şu ki; Rabbinin bunca nimetlerine rağmen insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder.“ Kur’an-ı Kerîm, bu ayetlerdeki mesajıyla; küfür ve dalalet içinde gözü kapalı, kulağı sağır, kalbi hareketsiz ve aynı zamanda mantığı işlemeyen bir prototipten bahsediyor. Hafizanallah, herkesin o duruma düşme ihtimali vardır.

*Cenâb-ı Hak bazen nimetle, bazen de nıkmetle imtihan eder. Bazen güç verir, imtihan eder. Servet verir, imtihan eder. İnsanların takdirine mazhar eder, imtihan eder. Parmakla işaret edilen bir insan haline getirir, imtihan eder. Bazı şeylerde başarılı kılar, imtihan eder. Bütün bu imtihanlarda -hafizanallah- insan şirazeden çıkar, Allah’ın koyduğu kanunları tanımazsa, işte o bir tuğyana sapmış demektir. Nereden tuğyana sapıyor? Kendini müstağnî görüyor; “Ben bana yeterim!” diyor. Özgüven! Allah’a güven değil.

*Allah’ın iradesi mi büyük, sizin iradeniz mi? Allah’ın ilmi mi büyük, sizin ilminiz mi? Allah’ın kudreti mi muhît, sizin kudretiniz mi muhît? O zaman kendi irade, kendi ilim ve kendi kuvvetinizden bahsetmeniz Allah’a karşı saygısızlık olur. Sizinkiler bir şart-ı âdîdir sadece! Sizi istihdam etmek için, bir yönüyle o misyonu eda etmeniz adına size verdiği, müsâvi-i tarafeynden ibaret, iki husus arasında bir meyelan ve meyelandaki tasarruftur. Bir eğilim gösterme sadece, iradeniz odur!

Dönüş Allah’adır!..

*Kendini müstağni, ihtiyaçsız gibi gördüğünden başkaldırıyor. “Ben ben” diyor. “Benden büyük ilah mı var?” diyor, aynen Firavun gibi. Şimdi bu da bir kâfir sıfatıdır. Firavun kâfir olduğundan dolayı, kâfir sıfatı; numarası, drobu ona uyuyor olabilir. Fakat mü’min olduğu halde gücü, kuvveti, imkânı, serveti ve halkın takdirini yanına alınca, bu türlü mülahazalara girmesi; alkış beklemesi, kendisini kast sistemine göre zirvede görmesi, başkalarına tepeden bakması ve herkesi birer ahmak gibi mütalaaya alması, bunlar da birer kâfir sıfatıdır! Kimde varsa… Onun -bir yönüyle- iman iklimine veya kalbî ve ruhî hayatına güve düşmüş demektir. Hiç farkına varmadan, öleceği âna kadar, yünü didik didik ettiği gibi o güve, onun kalbî hayatını da didik didik eder. Sonra da bir muhalif rüzgâr eser, “savrulan tüyler” veya riyâha maruz birer tibn-i bîkarâr haline getirir.

*“Oysa dönüş elbette Rabbinedir!” Ey zavallı insan senin er geç muhakkak, şüphen olmasın, dönüşün Allah’adır. Şu halde, neden başarıları kendinden biliyor, nimetlerle şımarıyor ve hayatının hesabını vereceğini göz ardı ediyorsun?!. Hadiseleri sana nispet ettikleri zaman, “Allah Allah! Bunlar Allah’ın yaptığı şeyler. Benim öyle şirke açık bir yanım mı var ki bunları bana nispet ediyorlar?” demelisin. El-âlem senin hakkında böyle düşünebilir; bunu da içtihat hatası kabul etmelisin. “Bu vifak ve ittifaka Cenâb-ı Hakk’ın tevfiki.” demelisin. İnsanlar kendilerini bir yolda bulduklarından esasen onun avantajlarını değerlendirmiş, konjonktürel olarak bazı muvaffakiyetler elde etmiş olabilirler. İnsanlara nüfuz etme.. ama o yolu sen açmamışsın ki.. orada sen ilk değilsin ki.. izlerinden belli, önünde yürüyen insanlar var. O işin çilesini çeken insanlar var. Nefyedilen insanlar var. Tehcirle tehditle ezilen, preslenen insanlar var. Her şeyden evvel Peygamberler var ve Peygamberlerin Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) var. Şimdi bütün bunlar varken, böyle az buçuk bir muvaffakiyetinden dolayı kendini bir şey görme, konuşurken sözleri ağzında geveleme, mimikler ve el-ayak hareketleriyle kendini ifade etme, ses tonu ve musikisiyle bunu ifadeye çalışma bir egoizmanın, bir egosantrizmanın, bir narsizmin ifadesidir. (“–izma” yı Üstad Necip Fazıl kullanırdı.) Bunlar bir yönüyle kendini müstağni görme şaşkınlığının ifadesidir. Ve bir diğer yönüyle de âkıbetinden haberdar olmamanın ifadesidir. “Oysa dönüş elbette Rabbinedir!”

Ebu Cehil Bir Prototiptir, Benzerleri Her Yerde Görülebilir

*“Namaz kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?” İşte o tuğyana sapan, kendini müstağni gören; küfürde, dalalette, kalbindeki inanma istidadını perdelemede tipik biri olan o insan, namaz kılan bir kulu namaz kılmadan menetmeye çalışıyor. Kim olursa olsun. Her devirde olabilir bu. Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Ebu Leheb, İbn Ebi Muayt; bunlar İnsanlığın İftihar Tablosu Kâbe’nin karşısında el pençe divan durduğu zaman, O’nu namazdan menediyorlardı. Oradaki o prototip ister Ebu Cehil olsun, ister Utbe olsun, ister Şeybe olsun, isterse de başkası olsun farketmez. Meseleyi sadece sebeb-i nüzule bağlı ele alacak olursanız, o bir yönüyle işi birine fatura etme ve o işten sıyrılmadır. Esasen meseleyi bizimle ve zamanımızla da irtibatlandırarak ayetleri öyle okumak lazımdır. Kur’anlaşma ve vahy-i semavi içinde erime dediğimiz şey de budur.

*Maalesef çoğumuz itibarıyla Kur’anlaşma ve vahy-i semavi içinde erime ufkunu yakalayamadığımızdan dolayı bugün camilerde cansız cenazeler vardır. Namaz kılarken, yetiştikleri kültür ortamının verdiği “kültür Müslümanlığı”nı temsil edenler vardır. Bayılıp düşen yoktur o camide. Kürsüde bayılıp düşen insan yoktur. Minberde kendinden geçip deliren insan yoktur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, minberde ihtizaz meydana gelecek şekilde sarsıldığından bahsedilir. Başını secdeye koyduğu zaman veya namazın içinde “Tasa ve dağınıklığımı Sana şikâyet ediyorum Allahım!” mealindeki ayetin kelimeleri dudaklarından dökülürken tâ arka saflarda Hazreti Ömer’in hıçkırıkları duyulur. Ebu Bekir de öyledir, Osman da öyledir, Ali de öyledir (radiyallahü anhüm ecmain). Çünkü onlar namaz kılmazlar, onlar namazı ikâme ederler. Ca’lî değildir onların ibadetleri, hakikidir. İç ve dış yapısı itibariyle ona da “namazlaşma” diyoruz. Dualaşma, rükûlaşma, secdeleşme, namazın içinde eriyip tamamen namaz olma, kendini unutma, etrafındakilerini görmeme.

Niyetlerin Kirliliği Aynı, Tahribatın Şekli Farklı

*İlahi beyanın kuşatıcılığı açısından, bu ayetler camilere kilit vurulmasına ve imanlı nesiller yetiştiren eğitim kurumlarının kapatılmasına da bakar. Bu, bazı dönemlerde çok şiddetli olmuş. Bir dönem Orta Asya’da, Doğu Türkistan’da çok şiddetli olmuş, bütün camiler seddedilmiş. İspanya’da olduğu gibi, Müslümanlar tehcir edilmiş, teb’id edilmiş, oradaki mabedler müze haline getirilmiş, belki bazıları kiliseye çevrilmiş. Doğuya bir kısım seferler halinde geldiklerinde de değişik şeyleri tahrip etmiş, yakmışlar. Bunun gibi çok ciddi şeyler yaşanmış; orada ezanlar yasak edilmiş, namaz yasak edilmiş, Kur’an yasak edilmiş, hatta o milletin kendi dili adına kullandığı alfabe de yasak edilmiş, değiştirilmiş. Bu ağızdaki, aksandaki değişiklik bizi birbirimizden uzaklaştırmış. Dolayısıyla da çok korkunç bir tahribat meydana getirmişler. Belli bir dönemde Kapadokya’da da böyle olmuş; ezana dokunulmuş, kâmete dokunulmuş, namaza da dokunulmuş.

*Günümüzde ise eskilerinden biraz daha farklı. İnsanlar yapamadıkları, yapmaya muktedir olmadıkları, sürekli değişik alternatifler çıkardıkları halde hem de devletin imkânlarına rağmen bir türlü dikiş tutturamadıkları için, 170 küsur ülkeye yayılma meselesini hazmedemediler. Onun için o mevzuda yıkma adına hem kazma, hem balta, hem manivela kullandılar. Hem yabancı misyon şeflerini topladılar, onlara dediler: “Amanın.. falan…” Kime nasıl dediler? Şöyle böyle İslami hassasiyeti olanlara karşı dediler ki “Bunlar Sam amcanın çocukları ile anlaşma içindedirler, Siyonistlerle anlaşma içindedirler.” Onlarda öyle bir nefret duygusu uyarmaya çalıştılar. Bir diğer yerde, dinin sistematik halde toplum hayatında olmasından endişe duyanlara da dediler ki, “Amanın, bunlara karşı dikkatli olun. Bunlar esasen şer-i şerifi ikâme etme niyetindeler!” Onları da öyle ürkütmeye çalıştılar. Yani kimin, hangi hususa karşı alerjisi varsa, hangi husus onda bahar poleni şeklinde alerji yapıyorsa, alerji yapacak o polenleri kullanmak suretiyle onlarda alerji meydana getirmeye çalıştılar.

*Bugün kullanılan argümanlar bunlardır, o dönemde de kullanılan onlardı. Esas bu konuda önemli olan, niyetin kirliliğidir, hased duygusudur; “bana benze, beni kabullen” düşüncesidir; dize getirme, pes ettirme kâfirce mülahazasıdır. Bunları yapan herkes kâfir olmaz ama bu tavırlar kâfircedir.

“Paralel, paranoyanın nesebi gayr-i sahih veledidir; ya paralâl?!.”

*Himmetiyle, gayretiyle, vifak ve ittifakıyla, tevfik-i ilahiyle kanatlanarak milletimizin yaptığı işleri bazı önde görünen insanlara mâl etmek suretiyle, onları karalayıp tesirsiz hale getirerek, itibarlarını yıkarak bu meseleyi de yıkma adına ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bir senedir o düşüncelerini ve o dimağlarını Türkiye’yi kalkındırma adına teksif etselerdi, ona konsantre olsalardı, zannediyorum Türkiye böylesine yalnızlaşmamış olurdu, ekonomik problemlerle karşı karşıya kalmamış bulunurdu; bütün çevremizdeki devletler bize koşma adına yarışa girerlerdi. Bu ifsat etme dehası, ıslah için kullanılsaydı, öyle olurdu. Fakat etrafta çeşit çeşit yangınlar varken, onları görmezden gelerek, hatta onlara bir kısım avantajlar tanıyarak; dün şekavetle karaladıkları, idam edilmediklerinden dolayı başkalarını suçladıkları kimselerle şimdi el ele, omuz omuza, diz dize, topuk topuğa kardeş gibi olarak bütün himmetlerini ve gayretlerini vatan evladıyla uğraşmaya teksif ettiler. Kafalarını takmışlar paranoyaya bağlı paralele. Paranoyanın nesebi gayr-i sahih evladıdır paralel. Bazen de “paralâl” diyorum; parayı alınca seslerini kesen dilsiz şeytanlar. Evet bir paralel var, bir de paralâl. Bütün himmetlerini bu noktaya teksif etmek suretiyle bir neo-Stalinizm, bir neo-Leninizm, bir neo-Hitlerizm… Sadece aradaki fark neo (yeni) olması.

*Krallar gibi yaşama imkânlarına sahip olunca ve rahatı elde edince zehirlenmiş dimağların bundan başka yapacakları bir şey de yoktur. Çünkü öyle yaşama Amnofislerin, Ramseslerin, İbnüşşemslerin, Sezarların, Antonilerin hayat tarzıdır.

*Allah taksiratımızı affetsin; bizim de, kötülüğe kilitlenmiş başkalarının da kalblerini ıslah eylesin.

408. Nağme: İnsanın Konumu ve “Hodri Meydan!..”

Herkul | | HERKUL NAGME

Tekvinî emirlerin bir fihristidir insan. O muamma o fihristle çözülmezse, o geniş âlemde çok defa belli tümseklere takılma ihtimali vardır. Hazreti Pir’in de buna benzer mülahazası var. Burada mesele yerli yerine oturtulmazsa, o geniş âlemde meseleyi kendi künhüne uygun kavrama çok zordur. Orada insan bazen “natüralizme” bazen “materyalizme” bazen “ateizme” bazen de “deizme” yuvarlanıverir de hiç farkına varamaz.

Koskocaman kâinat, Kur’ân’ın aslı; Kur’ân ise, onun tefsiri, kavl-i şârihi, burhan-ı vâzıhı… “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’ân hep o kâinatı okuyor.” O Kur’ân ile kâinat arasında münasebet olsun diye Allah nebiler göndermiş. Nebilerle o muammanın sırlı anahtarını insanlığa bağışlamış. O sayede siz kainâtı doğru okuyabilirsiniz. Yoksa biraz evvel bahsettiğim o değişik “izm”lerden bir tanesine takılmanız kaçınılmaz olur.

İnsan Kendisine “Hüve” Penceresinden Bakmalıdır!..

İnsanın evvela kendisine bakması lazım. Muhyiddin İbn-i Arabi’nin ifadesiyle, “min haysü ene ene” değil, “min haysü hüve hüve” veya “min haysü ente ente” açısıyla kendimize bakmamız lazımdır. “Sen, Sen”, “O, O” hesabıyla kendimize bakmak, yanıltmayan mülahaza budur. Kendine doğrudan doğruya kendin olarak bakarsan, 30. Söz’de ifade edildiği gibi bir vahid-i kıyasi, O’nun varlığını göstermeye bir ölçek olan o şeyi kendi hesabına kullanmış ve olumsuz neticelere, neticesizliklere yuvarlanmış olursun. “O” mülahazasıyla, “Hüve” ile kendine bakmak lazım.

Cenâb-ı Hak, “İns ve cinni Bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” buyurur. İbn Abbas hazretleri ayeti tefsir ederken, “İns ve cinni Beni bilsinler, bilip Bana kulluk yapsınlar diye yarattım!” açıklamasını yapar. Ama o kulluğu yaparken de onu adabına uygun yapacaksınız. Kulluğa delice kendinizi verseniz dahi “kulluk” diyoruz. En basit avamca ifadesiyle “ibadet”, havasça ifadesiyle “ubûdiyet”, ehass-i havasça “ubûdet”; O’nun mâbudiyeti karşısında bütün bütün kendinden geçmek, kendini düşünmeyerek sadece meseleyi O’na kulluğa bağlamak, kendini bilmeyecek kadar O’nda fena bulmak. Sofice ifadesiyle buna “fenâ fillah”, “bekâ billah maallah” denir.

Mü’minlik, Muameleyle Belli Olur; İstikametle Taçlanır

Kulluk kendi çerçevesiyle çok derin bir şeydir. İnsan, esas insanlığını kullukla ortaya koymuş olur. Fakat gerçek mü’minlik muamele ile belli olur.

Peygamber Efendimiz, “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” buyurmuş; bu beyanı ile “Emrolunduğun gibi, istikamet üzere, dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işârette bulunmuştur. İstikamet; itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ göstermek demektir.

İstikamet emriyle adeta şöyle buyuruluyor: “Sen ne isen ve Allah’ı nasıl biliyorsan, seninle O’nun arasındaki münasebet O’na ne türlü kulluk yapmayı gerektiriyorsa, ona göre kulluk yap.” O zaman diyeceksin ki: Beş vakti vallahi billahi tallahi aksatmadan eda ettim; nafileler ilave ettim buna, cebren lin-noksan olsun diye, kaçırmışımdır o yırtıklar onunla telafi edilsin, sargısı yapılsın, yama olsun diye nafileleri de kıldım; hatta gece kalktım, ekstradan namazlar kıldım; hatta -yetmiyor diye bunlar- dualarda, tazarrularda, niyazlarda bulundum… Ama ne yaparsak yapalım O’nun bize olan nimetleri karşısında bence soluklarımız hep Sana hakkıyla ibadet edemedik; ibadet yapıyorsak ubudiyette bulunamadık veya ubudiyet yapıyorsak ubûdet çerçevesinde -o kulluk bizim vazifemiz, Senin de hakkındı- onu yapamadık.” şeklinde olmalıdır.

Ne Kadar Şükretsek Az Olur

Onca ilahi nimet karşısında O’na karşı ne kadar hamd etseniz, otursanız kalksanız “Elhamdulillah Elhamdulillah Elhamdulillah” deseniz, yine de azdır. Neye Elhamdulillah? Allah’ın (celle celaluhu) var etmesine Elhamdulillah, canlı yapmasına Elhamdulillah, insan olarak yaratmasına Elhamdulillah, insanlık şuurunu lütfetmesine Elhamdulillah, Hazreti Muhammed Mustafa gibi bir serkârın arkasında yürüme imkanlarını bahşetmesine Elhamdulillah, böyle bir Elhamdulillah şuurunu size lütfettiği için o lütfa da bir Elhamdulillah!.. Bir Hak dostunun dediği gibi, hep hamd edip dursanız, yine de O’na karşı o mevzuda vazifenizi eda etmiş, O’nun hakkını yerine getirmiş olamazsınız. O zaman da “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” Elfu elfi Elhamdulillah da desek, trilyon trilyon Elhamdulillah da desek Senin hakkını eda etmiş olamayız.

Allah Sizi Zayi Etmeyecek!..

Nerede duruyorsanız, ne ölçüde Allah’la münasebetinizi koruyorsanız ben ona saygıyla mukabelede bulunur ve Cenâb-ı Hakk’ın beni de sizlerle haşr u neşr etmesini isterim. Bir kısım densizler bu mevzuda yalan, tezvir, iftirayla ne derlerse desinler, şeytani karakterlerinin gereğini ifade etmiş olurlar. Hazreti Adem’e secde ile şeytanın iç şeytanlığı dışa vurmuş, iblis içiyle şeytan olduğu gibi dışıyla da şeytan olduğunu ortaya koymuştu; secde emri buna bir sebep olmuştu. Demek, eskiden beri şeytanlıklarıyla bilinen insanlar için de bazı sebeplere, sâiklere ihtiyaç vardı ki bugün iç yüzleri ortaya çıkıyor.

Siz Allah’ın izni ve inayetiyle, elinizden geldiğince, dinde teklif-i mâlâyütak olmaması esprisi içinde takva dairesine girin; Allah’ın himayesine sığının, haramlardan kaçının, farzları yerine getirin, elinizden geldiğince vaciblerde kusur etmeyin; haram yemeyin, hukukullaha ve hukuk-u ibâda dokunmayın; yalan söylemeyin, insanlara iftirada bulunmayın. Kötü akıbet ve ahiretten korkmanın yanı başında, Allah’ın ululuğuna ve azametine karşı kulluğunuzu şöyle böyle, yarım yamalak bile olsa yerine getirmeye çalışıyorsanız, ne dünyada ne de ukbâda Cenâb-ı Hak sizi rezil rüsva etmeyecektir. Emin olabilirsiniz, inşaAllah. Sizin hakkınızda, sizin gibi düşünenlerin hakkında ve bugün değişik gadre, haksızlığa maruz kalan insanlar hakkında mülahazam hep bu çizgide oldu.

Allah size, falana filana “sülük” deme densizliğini yaptırtmadı; “çete” deme aşağılığını yaptırtmadı; kimseye “çete” demediniz, kimseye “paralel” deme bayağılığını irtikâp etmediniz; “Bunların dininden şüphe ederim!” demek suretiyle kâfir olma durumuna düşmediniz; her gün bir yalan, bir iftira ile mü’minleri karalamak suretiyle Allah karşısında kendinizi öyle bir sukuta maruz bırakmadınız. Ve bu güzide halinizi böyle devam ettirirseniz; şayet o türlü densizliklere düşmezseniz, dişinizi sıkmış, en olumsuz şeyler karşısında bile iradenizin hakkını vererek hep istikameti korumuş, muamelenizde hep istikameti gözetmiş ve dininizin emirlerini kemâl-i hassasiyetle yaşamaya dikkat etmiş iseniz, el alem ne derse desin, dünyada sizi utandıracak bir şey yoktur.

Bütün Memurlarınızı Salın, Hodri Meydan!..

Elin âlemin hırsızlıklarının ayyuka çıktığı, irtikâplarının ayyuka çıktığı, ihtilaslarının ayyuka çıktığı, zihinlerin bu kirlerle bulandığı ve bütün dünyaya yayıldığı bir dönemde, bütün maliyecilerini, bütün memurlarını salsınlar.. o kıtmir dediğiniz sizin küçük arkadaşınızın yeryüzünde bir dikili taşı varsa şayet, o dünyanın en aşağılık mahlukudur… Fakat aynı şeyi onlar söyleyebilirler mi? Öyle bir taaddî ile onları karşı karşıya bırakmak istemem! Fakat azıcık imanları varsa, dememe mevzuunda zorlanırlar; demeyi de o yalancı onurlarına yakıştıramazlar.

Onun için, mübâheleyi anlayamamış, muhâveleyi anlayamamış, müzâkereyi anlayamamış, mülâaneyi anlayamamış echel-i cuhelâ, cehl-i mürekkep mahlûku bazı kimseleri, böyle bir taaddî ile altından kalkamayacakları bir şeye zorlamak istemem.

Yürekleri Varsa, Onlar da Şöyle Desinler…

Biliyor musunuz çok defa aklımdan ne geçti? Şayet onlar, sizin cemaatinizin, arkadaşlarınızın, hizmet erlerinin, adanmışların ve onların yanında kuyruk sallayıp onlarla beraber olmaya çalışan kıtmirin hakkında söyledikleri şeylerin doğru olduğuna inanıyorlarsa, ortaya bir yemin şekli koysunlar. Ben çok rahatlıkla o mevzuda iftira olduğuna “vallahi, billahi, tallahi” derim.

Fakat şunu demek de aklımdan geçiyordu: Onlar hakkında da denen şeyler oldu! “Hırsızlık” dediler, “para transferi” dediler, “Banka numaraları var elimizde!” dediler, “Fuhuş irtikâp ediyorlar!” dediler, “Mut’a nikâhı kullanıyorlar!” dediler. Zaten mut’a konferansına karşı çıkan o insanların, düşüncelerini bu şekilde deşifre etmeleri, hangi gayyada yaşadıklarını gösterme adına çok önemli bir emaredir. Şöyle aklımdan geçti. Mezheplerdeki farklılığı da gözeterek şöyle demeyi düşünüyorum: Diyebilecek yürekleri varsa, Allah’a, Kur’ân’a ve Kütüb-ü Fıkhiye’ye inanıyorlarsa şayet, hepsi desinler ki: “Eğer hakikaten bizim hakkımızda denen bu şeyler doğruysa, -Doğru değil! Bunlar dublajdır, bunlar montajdır!- eğer bunların bir tanesi, onda biri doğruysa, benim eşim üç talakla boş olsun! Bir! Ebediyyen boş olsun! İki! Ebediyyen boş olsun! Üç!” Niye 3 dedim? Çünkü İbn Teymiye gibi bazıları “Tek seferde ‘3 talak’ deyince, o bir sayılır” diyor. Onların da böyle ucuzcu müftüleri olduğundan dolayı, Mezâhib-i Erba’a”nın mütaalasından daha ziyade, meseleyi kaçamak yaparak burada “taça” -vebali onun boynuna olsun- atma olabilir.

Onun için yürekleri varsa, “Hakkımızda iddia edilen şeylerin onda birini irtikâp etmişsek, onda bir, denen şeyleri çalmışsak, ihaleye fesat karıştırmışsak, yalan söylemişsek, iftirada bulunmuşsak eşlerimiz, hepimizin eşi ebediyyen boş olsun! Ebediyyen boş olsun! Ebediyyen boş olsun!” Allah’a inanıyorlarsa, Allah’ın kitabı olan Kur’ân’a inanıyorlarsa, Kur’ân’da başta Bakara suresi olmak üzere, evlilikle alakalı münasebetler, talakla alakalı münasebetler, îlâ ile alakalı münasebetler, en ince detayına kadar anlatılır, bunlara inanıyorlarsa ve yürekleri de varsa, bu dediğim şeyi deyiversinler.

Benim öyle ailem mailem olmadığından, ben onu onlara bırakıyorum; benim de ne dememi istiyorlarsa, bir araya gelsinler, kafa kafaya versinler, ortak akla müracaat etsinler, “Bu adamın elini kolunu bağlayacak bir şey bulalım, bunu da o meseleye yemin ettirelim!” desinler; onu da kendileriyle baş başa bırakıyorum! Çünkü her hususta bin defa yemin etmeye hazır, bütün insanların huzurunda kasemle ifade etmeye âmâde ve teşne bulunuyorum.

Yalanların Nasıl Döküldüğünü Göreceksiniz!..

Bunları demem bir nezaketsizlik, karakterimize uymayan bir laf ise şayet, Allah beni affetsin, siz de bağışlayın, kusura bakmayın. Fakat denmesi gerekli olan bir şey idiyse şayet, bence, varsa yürekleri, varsa Kitabullah’a imanları, yapıversinler bunu, göreyim ne yalanmış ne doğruymuş!..

Siz de meseleye böyle bakın! Bir yönüyle, bu mülahazayla, geleceği daha iyi temâşâ etmeye hazır olun. Göreceksiniz yalanların nasıl döküldüğünü, hayatını kezibe bağlamış insanların nasıl yüzükoyun -Kur’ân-ı Kerim’in dediği- sürüm sürüm hale geldiklerini.

Burada bel büküp boyun kırdıkları gibi öbür tarafta da -yine Kur’ân-ı Kerim diyor- “sürüm sürüm cehenneme doğru sürünecekler!” Fakat ben şahsen öyle olmalarını da istemem; çünkü dualarımda hep: “Allahım! Bizlerin de, onların da kalplerini ıslah eyle” diyorum. Dua etmediğim, “ıslah et” demediğim gün yok gibidir, belki günde beş defa… Buna da Rabbim şahittir, siz de şahit olun.

365. Nağme: Hocaefendi’nin Elli Sene Önceki Not Defteri

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, gençlik yıllarında, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin bile Darwin nazariyesine meyilli olduğunu duyunca çok üzülmüş. Takdir ettiği bir müfessirin, “İlim bu nazariyeyi isbat ederse, ben de Kur’ân âyetleriyle te’lif ederim” demesi üzerine ise adeta dünyanın başına yıkıldığını hissetmiş. Ülkemizde Batı’dan gelen çeşitli şokların sarsıntısının yaşandığı ve bu şokların, meşhur İslâm âlimlerini de maalesef etkisine almaya başladığı o dönemlerde, Hocaefendi, kâinat kitabını doğru okumanın lüzumuna ve bilimi de hak hesabına konuşturmanın gerekliliğine daha bir gönülden inanmış.

İnananlar nazarında, kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı; bir plâna, programa, ölçüye ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır. Gerçek ilimler ise, Allah’ın kâinattaki icraatından, İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Bundan başka, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır ki, Cenâb-ı Hak, bu kitabıyla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur’ân ile ifade eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış halidir. Böylece Kur’ân, kâinat ve insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah’ı tanıtan üç küllî muarri ve üç küllî kitaptır.

İşte muhterem Hocamız çok genç yaşlarından itibaren bu üç kitabı doğru okumaya, aralarındaki münasebetleri ortaya koymaya ve bunları Hakk’ın sesi soluğu kılmaya çok gayret etmiş.

Geçen gün kıymetli Hocamız elli sene önceki not defterini bulmuş, onu gösterdi bizlere. Kaynak kitaba ulaşmanın bile çok zor olduğu o günlerde medreseden yeni çıkmış bir talebenin üzerinde durduğu meseleleri görmek dahi hayrette bıraktı hepimizi. O esnada kaydettiğimiz kısa bir görüntüyü sizinle de paylaşmaya karar verdik.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Hocaefendi’nin Elli Sene Önceki Not Defterinin Üç Sayfası

Hocamızın not defteri

Hocamızın Not Defterinden

Hocamızın Not Defterinden

 

 

355. Nağme: Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılması, Mealler ve Tefsirler

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bamteli ve diğer ikindi sohbetlerini arz etmeye çalıştığımız gibi, günlük tefsir ve fıkıh derslerimizden bazı nükteleri de sizlerle paylaşmaya gayret ediyoruz.

Bugün muhterem Hocamızın “Cenâb-ı Hak’tan istemek lazım: Kur’an’ı baştan sona bütünüyle görmeyi bize lütfeylesin!” duasıyla başladığı İlahî Kelâm’ın anlaşılması konusundaki sözlerini 10:27 dakikalık ses kaydı olarak sunacağız.

Tefsir dersinin meyvesi olan bu nağmede kıymetli Hocamız şu hususlara değiniyor:

  • Merhum dedesinin Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmedişi,
  • Bir İmam-Hatip talebesi ölçüsünde Arapça bilmenin önemi,
  • Allah kelamının sadece ayetlerinin ve kelimelerinin değil her harfinin de ifade ettiği derin manalar olduğu,
  • Kur’an’ın iç mûsikîsi,
  • Meallerin eksik bırakılan yanları,
  • Mümkünse meal yerine Elmalılı Hamdi Yazır hazretlerinin tefsiri gibi bir tefsir okumanın ehemmiyeti,
  • Tefsirlerde zamanın yorumunun ve değişik bilimlerin katkılarının gerekliliği,
  • Risale-i Nur’da yer alan tefsire ait düsturlar,
  • İlahi Beyan’ı heyet halinde ve müzakere ile anlamaya çalışmanın lüzumu,
  • Müjdesi verilen tefsir heyetinin hususiyetleri.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

345. Nağme: Ağlanası Âyetler

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Önceki nağmelerin birinde, Rasûl-ü Ekrem (sallâllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in talim buyurduğu üzere, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin her zamanı, mekanı ve hali dua için ayrı bir fırsat olarak değerlendirdiğini ifade etmiştik. Evet, Hocamız zaman, mekan ya da hal değişikliği olduğunda mutlaka bunlardan her birini bir zarf olarak kullanıyor; içlerine en samimi niyazları yerleştirip Allah’a ısmarlıyor.

Aziz Hocamız, her gün Tefsir ve Fıkıh derslerimize de dua ile başlamamızı istiyor; bizzat talim buyurduğu lafızlarla Cenâb-ı Hakk’a taleplerimizi seslendirirken kendisi de ellerini açıp niyazımıza “amin” diyor.

Bugünkü nağmemizde derse başlarken okuduğumuz dualardan birini daha mealiyle beraber paylaşacağız.

Bir gün önce Elmalılı Hamdi Yazır hazretlerinin eserindeki Zümer Sûresi’yle alakalı açıklamaları tamamladıktan sonra dün sabahki derste de bu sure-i celilenin müzakeresini bitirdik. Dersin 15 dakikalık kısmını ses kaydı halinde arz ediyoruz.

Muhabbetle…

Derse Başlama Duasını Word Dosyası Olarak İndirebilirsiniz.

Derse Başlama Duasını PDF Dosyası Olarak İndirebilirsiniz.

***

Derse Başlama Duası

اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالمِينَ

 وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى سَيِّدِنَا وَنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ.

اَللَّهُمَّ الْعِلْمَ وَالْاِيمَانَ الْكَامِلَ وَالْعُبُودِيَّةَ الْكَامِلَةَ التَّامَّةَ وَالْإخَلَاصَ الْاَتَمَّ وَالْيَقِينَ التَّامَّ وَالتَّوَكُّلَ التَّامَّ وَالْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ وَالْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَالْاِشْتِيَاقَ اِلَى لِقَائِكَ وَالْعِفَّةَ وَالعِصْمَةَ وَالْفَطَانَةَ وَالحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ وَالْحَافِظَةَ الدَّائِمَةَ وَالذَّاكِرَةَ الدَّائِمَةَ وَالصِّحَّةَ الدَّائِمَةَ الْكَامِلَةَ وَالْعَافِيَةَ الدَّائِمَةَ الْكَامِلَةَ وَالْقَلْبَ السَّلِيمَ.

 اَللَّهُمَّ اَسْرَارَ الْاِيمَانِ وَالْاِسْلَامِ وَالْاِحْسَانِ.

اَللَّهُمَّ ثَبِّتْنَا عَلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَالْاِسْتِقَامَةِ وَالْعِفَّةِ وَالْعِصْمَةِ وَالْفَطَانَةِ وَالْاِذْعَانِ. وَثَبِّتْنَا عَلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى.

 اَللَّهُمَّ الْاِخْلَاصَ فِي كُلِّ اَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا وَرِضَاكَ.

 اَللَّهُمَّ اَسْرَارَ الْحَقَائِقِ وَحَقِيقَةَ الْحَقَائِقِ.

 اَللَّهُمَّ بَسْطَ الزَّمَانِ وَبَسْطَ الْاِمْكَانِ.

 اَللَّهُمَّ اَقْرِرْ اَعْيُنَنَا بِانْتِشَارِ الْاِسْلَامِ فِي كُلِّ اَنْحَاءِ الْعَالَمِ.

اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الدِّينِ اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الْقُرْآنِ اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الْاَحَادِيثِ النَّبَوِيَّةِ.

اَللَّهُمَّ افْتَحْ عَلَيْنَا حِكْمَتَكَ وَانْشُرْ عَلَيْنَا رَحْمَتَكَ.

 اَللَّهُمَّ حَوْلًا وَقُوَّةً مِنْ حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ فِي كُلِّ اَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا مِنَ الْخَيْرِ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ.

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ اَجْمَعِينَ.

***

Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden…

Allah’ın adıyla başlarım mâsivâya hiçbir tesir gücü vermeden.. O ki Rahman, dünyada herkese/her şeye merhamet eden.. ve Rahim, ahirette rahmetini mü’minlere tahsis eyleyen.

Bütün sena, şükür ve övgüler Kendisine layık bulunan Âlemlerin Rabbi’ne hamd olsun.

Peygamberimiz ve seyyidimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun nezihlerden nezih tertemiz ailesinin, eşlerinin ve ashabının hepsine salât u selam olsun.

Allah’ım ilim, kâmil iman, eksiksiz kusursuz kulluk, zirvede bir ihlas, şeksiz şüphesiz bilginin ötesinde engin bir yakîn, teslimden tefvize uzanan çizgide derinlerden derin bir tevekkül, gökçek yüzlü kullarına bahşeylediğin üzere kıvamında bir marifet, Zâtına karşı hakiki muhabbet, Sana kavuşma iştiyakı, iffet, ismet, fetânet, hikmet, her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti, ilahi hıfzınla korunuyor olma ihsanı, sürekli Senin zikrinle canlı kalma nimeti, maddi manevi hastalıklardan uzak olma devleti ve kalb-i selim niyaz ediyoruz.

Allahım iman, İslam ve ihsan sırlarını, bu eşsiz hazinelerin kapılarını bize de açmanı diliyoruz.

Allahım bizi hak, adalet, istikamet, iffet, ismet, fetânet ve iz’an üzere sabit eyle. Allahım bizi değersiz işlerin peşinde sürüklenmekten muhafaza buyur, gönüllerimizi hoşnutluğunu kazanmamıza vesile olacak tavır ve davranışlara yönlendir; sevdiğin ve razı olduğun hallere ve amellere bizi muvaffak kıl; kalblerimizi ve ayaklarımızı sırat-ı müstakime perçinle.

Allahım her işimizde ve her halimizde ihlaslı olmayı ve başka değil sadece Senin rızana ulaşmayı diliyoruz, lütfeyle.

Allahım, hakikatlerin sırlarına bizi vâkıf kıl; ruhlarımızı sır, hafî ve ahfâ ufkuna yücelterek latifelerimizi En Yüce Hakikat olan varlığının esrarına uyandır.

Allahım, bizi bekleyen işler, dünyevî imkânlarla ve sınırlı zamanla olacak türden değil; ne olur, zamanı ve imkânları bizim için genişlet.

Allahım, İslam’ın cihanın her yanına yayılmasını lütfederek gözlerimizi aydınlat.

Allahım, bizi dinde fakîh kıl; dini meseleleri anlaşılması lazım geldiği gibi anlayanlardan eyle. Akıl, kalb ve latifelerimizi telakkiye açık hale getir; bizi Kur’an ilimlerinde ve Efendimiz’in mübarek sözlerinde de anlayışlı, yüksek idrakli kıl.

Allahım, hikmet ve rahmet hazinelerinin kapılarını aç; bizi hikmet ve rahmet şualarınla kuşat ve hep onların gölgesinde yaşat.

Allahım, hayır olan her türlü halimizde ve her çeşit işimizde bize Kendi gücünden güç ve Kendi kuvvetinden kuvvet ver.. ey celal ve ikram sahibi Rabbimiz!..

Allahım, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun nebi ve mürsel kardeşlerine ve hepsinin nezih, pak ailelerine, eşlerine, ashâbına, diğer salih kullarına -ki Senin rıza ve Rıdvan’ının hepsinin üzerine olmasını dileriz- salât ve selam eyle.. Âmin.