Posts Tagged ‘kibir’

Kendini İfade Etme Zaafı

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Sohbetlerde sık sık üzerinde durulan “kendini ifade etme” konusunu biraz açabilir misiniz?

Cevap: Öncelikle, kendini ifade etmeyle neyi kastettiğimizi belirleyelim. Kendini ifade etme derken, insanın kendini göstermesini, kendini öne çıkarmasını, sözü döndürüp dolaştırıp kendine getirmesini, sadece sözle değil, hal ve tavırlarıyla da kendini insanların gözünde görünür kılmaya çalışmasını kastediyoruz ve bunu bir ahlâkî zaaf olarak görüyoruz. Bizim insanları uyarmaya çalıştığımız problem budur. Yoksa kendini ifade tabirinin kullanıldığı her durum ya da her kendini ifade etme mahzurlu değildir.

Mesela insanın Allah Teâlâ karşısında kendini ibadet ve ubudiyetiyle ifade etmesi makbul bir tavırdır. Şöyle ki, iç ve dış donanımı itibarıyla her insan, üzerinde sanatkârına ait çizgi ve desenler taşıyan harikulâde bir sanat eseridir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle insana varlığın fihristi, özü nazarıyla bakılabilir. Dikkat edilirse insanın, aklıyla, mantığıyla, ruhuyla, kalbiyle, iradesiyle, vicdanıyla, şuuruyla mükemmel bir yaratılışa sahip olduğu görülür. Cenab-ı Allah onu âdeta canlı ve şuurlu bir abide şeklinde ikame etmiştir. İnsan, duyan, hisseden ve duyup hissettiğinin de farkında olan bir varlıktır. İşte bu muhteşem donanıma mazhar olan insanın, sahip olduğu bütün bu güzellik ve derinliklerin Allah’tan geldiğini bilmesi, mahiyetine dercedilen bütün bu ayrıcalıkları düşündükçe “elhamdülillah” deyip şükretmesi, Allah’ın azamet ve mehabeti karşısında “Sübhanallah”, “Allahuekber” deyip gürlemesi ve O’na karşı ubudiyet tavrı içinde kendini ifade etmesi, onun kulluğunun gereğidir. Aslında böyle bir tavır, insanın konumunun farkında olmasının, sahip olduğu her şeyi gerçek sahibine verebilmesinin bir ifadesidir ve Zat-ı Rububiyet ile arasındaki münasebeti dile getirmesi anlamına gelir.

Nefsî Hastalık

Bizim mahzurlu telakki ettiğimiz ve her fırsatta kendimizi uzak tutmaya, başkalarını da uyarmaya çalıştığımız kendini ifade etmeye gelince o, insanın eda ve endamıyla, hâl ve hareketleriyle, fikir ve düşünceleriyle, hatta ibadet ü taatiyle önde görünmeye, başkalarının takdir ve beğenisini kazanmaya çalışması manasınadır. Sahip olduğu fazilet ve meziyetleri başkalarına göstermeye çalışan ve bunlarla övünen biri, aslında o mazhariyetlerin asıl kaynağını unutarak bunları kendine mâl ediyor demektir. Böyle birinin, bilerek ya da bilmeyerek Cenab-ı Hakk’a ait olanı gasp ettiği söylenebilir.

Kendilerinde büyüklük vehmeden, takdir ve alkış peşinde koşan kimseler, farklı yollarla kendilerini ifade etmeye çalışırlar. Böyleleri, kendilerini göstermek ve duyurmak için her yola başvurur, her fırsatta kendilerinden bahisler açarlar. Konuştuklarında da, kalemi ellerine aldıklarında da bir şekilde kendilerini anlatmak için girizgâh arar ve bulurlar. Doğrudan olmasa bile ima ve işaretler ile kendi meziyetlerine dikkat çekerler. Bir resim yapacak olsalar mülahazaları şu olur: “Bir resim yapayım da millet nasıl resim yapılırmış görsün.” Bir yazı yazsalar aynı şekilde, “Bu çok güzel oldu, mutlaka görülmeli, okunmalı, takdir edilmeli” düşüncesine kapılırlar. Hatta yazı hakkında olumsuz kritikte bulunanlara hoş bakmazlar. Zat-ı Uluhiyet’in mübarek ve müteal ismini yazarken bile kendilerine bir hisse çıkarmaya çalışırlar. Kürsüye çıkıp Allah’ı anlatacak olsalar, asıl dertleri, O’nu ne kadar güzel anlattıklarını cemaate göstermek olur. Hatta bağırmaları, ellerini kürsüye vurmaları bile kendilerini ifadeye matuf olur. Sözle, yazıyla kendilerini ifade etmenin yanı sıra hayat tarzlarıyla, bindikleri arabalarla, yaşadıkları evlerle, kullandıkları eşyalarla da kendilerini ifade edebilirler. Bunları yaparken kibirlerine ve riyakârlıklarına kılıf bulmayı da ihmal etmezler. Bazen sun’î tevazu gösterir, bazen de bu iç hastalıklarını estağfirullahlarla gizlemeye çalışırlar.

Bu ruh illetine maruz hastalar, söz, tavır ve davranışlarıyla, yaşam tarzlarıyla sürekli kendilerini anlattıkları gibi, başkalarının da hep kendilerinden bahsetmesini isterler. Kendi kendilerini ifade etmeyi yeterli bulmayan bu hasta ruhlar, sürekli kendilerinin borazanlığını yapacak, sürekli onlardan bahsedecek birilerini yanlarında isterler, konumları el veriyorsa bunun için müesseseler bile tesis ederler. Konuşulan bir sözde, yazılan bir yazıda, telif edilen bir kitapta onlardan söz edilmiyorsa, bunların hiçbiri onlarca bir önem arz etmez.

Bu illetle malul zavallılar aynı zamanda hasetçi ve kıskanç tiplerdir. Başkalarının faziletlerinin konuşulmasından, öne çıkarılmasından fevkalâde rahatsız olurlar. Birileriyle yan yana geldiklerinde riyakârlık yapıp onları övseler de arkadan onların kuyusunu kazar, onları devirmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu tipler kendi büyüklüklerini ifade adına sürekli başkalarının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olurlar. Çevrelerinde devamlı çukur kazarlar ki kendileri yüksekte görünsün. Bütün bunlar, insana kaybettiren, onu helaket ve felaketlere götüren tavırlardır. Bu tür kimselerde mesâvî-i ahlak (ahlakî kötülük) adına ne arasanız bulabilirsiniz.

Kendini Sıfırlama ve Temrinatla Ruh-İrade Terbiyesi

Oysaki insanın övündüğü, kendini anlatma istikametinde kullandığı her ne varsa hepsi Allah’tandır. İnsan kariyer de yapsa, ilim irfan sahibi de olsa, mal mülk de edinse, farklı maharetlere de sahip olsa, bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği kabiliyetlerin değerlendirilmesiyle ve Allah’ın insanın önünü açması neticesinde elde edilen şeylerdir. Kaldı ki bunların da ne ölçüde yerinde kullanıldığı, ne ölçüde değerlendirilebildiği sorgudan muaf değildir. Evet, üstüne basa basa söylemek gerekirse insanın Allah’tan gelen mevhibeleri, O’nu unutarak kendine mâl etmesi ve bunlarla kendini ifade etmesi bir yönüyle hak gaspıdır. 

Bu durumda insana düşen vazife, Rabbinin kendisine ihsan ettiği bütün istidat ve kabiliyetleri -kendini değil- Allah’ı anlatma yolunda kullanmak olmalıdır. Onun sesinden, sözünden, bakışından, duruşundan hep Zat-ı Ulûhiyet’e ait mânâlar dökülmelidir. Sözlerinden damla damla marifetullah ve muhabbetullah akmalıdır. Onu dinleyenlerin Allah’la münasebetleri güçlenmeli, aşk u iştiyakları artmalı, heyecanları tetiklenmelidir. Her konuşması âdeta bir münacat, bir tevhit, bir yakarış olmalıdır.

İnsanın kendini ifade etme zaafından kurtulması, genel anlamda ahlâk-ı âliye-yi İslamiyeyi, daha özelde ise tevazu ve mahviyeti tabiatına mâl etmesine, sık sık tekrar ettiğimiz ifadeyle ‘kendini sıfırlamasına’ bağlıdır. Bu da uzun süreli bir nefis terbiyesiyle elde edilebilecek bir seviyedir. Tevazu ve mahviyeti tabiatına mâl edemese bile insan bu konuda kendini zorlamalıdır. Kendini ifade etme iradî bir tavır olduğu gibi, bunu engelleme de yine iradeye bağlıdır. İradî olan şeyler yine iradeyle önlenebilir. Temrinat (alıştırmalar) yapa yapa bir süre sonra bunlar insan karakterinin bir parçası hâline gelir. Fakat o ana kadar insanın sürekli iradesini bu istikamette kullanması gerekir.

Allah’a inanan bir mü’min, ‘kendini ifade’ sayılabilecek her tavrı bir daha hortlamamak üzere toprağa gömmeli ve üzerine de ağır kayalar koymalıdır. Esasında tasavvuf geleneğinin gayesinin bu olduğu söylenebilir. Tekke ve zaviyelerde insanlara böyle bir nefis eğitimi veriliyordu. Çilelerle, riyazetlerle, seyr u sülûk-i ruhanîler ile hedeflenen şey, insanların benlik ve enaniyet kokan tavırlardan sıyrılarak güzel ahlâk ile bezenmeleriydi. Marifetullahın delillerini takip etmek suretiyle Allah’ı çok iyi tanımaları, bunun neticesinde de muhabbetullaha açılmalarıydı. Bu sayede her şeyin O’ndan olduğunun farkına varmaları, O’nun büyüklüğünü, O’nun karşısında da kendi küçüklüklerini görmeleriydi.

Hastalığın Megaloman Hali

Maalesef günümüzde insanlara böyle bir ruh terbiyesi verilemediği, nefisler ciddi bir tezkiyeye tâbi tutulamadığı, kalbler tasfiye edilemediği için enaniyetler daha çok ön plana çıkıyor. Çokları kendini ifade etme, kendinden bahisler açma adına fırsat kolluyor. Hatta bazılarında bu, tabiat hâline gelmiş durumda. Nefislerini, ağzına gem, sırtına eyer vurmak suretiyle dizginleyemeyen ve onu itaatkâr bir binek haline getiremeyen kimseler, sürekli onun sözcülüğünü yapıyor. Nefisler serazat (serbest) bırakıldığından rahatlıkla şahlanabiliyor, keyfince hareket edebiliyor. Çokları da nefislerine binek haline geliyor ve onun altında kalıp eziliyor.

Hele bir de insanın neş’et ettiği ortam buna açıksa; yani o ortamda insanlar kendilerini “kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadı” olarak görüyor, sürekli mensup oldukları millete hamasi destanlar kesiyor ve başkalarına da tepeden bakıyorlarsa, böyle bir zeminde kendini ifade etme zaafı herkese sirayet edebiliyor demektir. İnsanlar farkına varmasalar da bu olumsuz atmosferden etkileniyorlar. Hatta daha dar dairede bir mezhebe, bir cemaate, bir müesseseye, bir mesleğe, bir üniversiteye mensup olma bile insanların kendilerini farklı ve üstün görmelerine yol açabiliyor, onların egolarını şişirebiliyor. Böylece her fırsatta kendi üstünlüklerini ve meziyetlerini anlatıyorlar. Bazen bu gurur ve bencillik o kadar büyüyor ki, topyekûn bir devletin, bir heyetin, bir camianın fertleri megaloman hâle gelebiliyor. Fakat herkes aynı hastalığa müptela olduğundan kimse durumun farkına da varamıyor.

İnsanın kendini başkalarından üstün görmesi, her fırsatta kendini öne çıkarması aslında nefiste bir illete işaret eder. Tıpkı beden gibi nefis de hastalanabilir. Maalesef günümüz insanlarının önemli bir kısmı nefsî hastalıklara müpteladır. Bedenî hastalıklara nispetle nefse ait hastalıkların tedavisi daha zordur, daha uzun zaman ve büyük gayret ister. Bunları tedavi etme adına psikologlara başvurulması gerektiği gibi, insan fıtratını iyi tanıyan mürşid-i kâmillere de başvurulmalıdır. Aynı hastalığa müptela kişiler birbirlerindeki problemi göremeseler de Allah’ın nuru ile bakabilen feraset sahibi müminler onların tavır ve davranışlarındaki sun’îlikleri, tekellüfleri, riya ve süm’aları fark edebilirler.

Aslında her insan; içinde riya, süm’a, gurur, fahir, kendini ifade etme gibi duyguların gelişmesine açık olarak yaratılmıştır. Bu bir yönden onun için imtihan unsurudur. Diğer yönden, bu duygulara kaynaklık eden hisler, aslında hayra da şerre de açıktır. İnsandan istenen, içinde oluşabilecek kötü duygulara karşı hep tetikte olmak, oluşanları iradesiyle baskı altına alabilmek ve mahiyetine yerleştirilen her şeyi hayra kanalize etmektir. İradesinin hakkını veren, nefsini ciddi bir tezkiyeye tâbi tutarak kendini sıfırlayabilen kişi, Nesimî ve Hallac gibi kendi varlığı üzerinde raks edebilir. 

Kibir Marazı

Herkul | | KIRIK TESTI

Kibir, şeytanı doğru yoldan saptırdığı ve şirazeden çıkardığı gibi, her devirde de şeytanın avene ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Şöyle de denebilir: Şeytan, kendisini Allah’tan uzaklaştıran bu çirkin sıfatı, kendi çıraklarını yoldan çıkarmak için kullanıyor. Onlara kendilerini büyük gösteriyor, onlar da büyüklük psikozlarına giriyorlar. İş burada da kalmıyor. Bunlar, büyüklüklerinin başkaları tarafından da kabul edilmesini arzuluyorlar. Herkesten alkış ve takdir beklentisine giriyorlar. Sürekli “sen, sen…” seslerini duymak, övülmek, pohpohlanmak istiyorlar.

Şüphe yok ki bu bir iç marazdır, kalb hastalığıdır. Böyle bir hastalığa yakalanmış, bünyesine böyle bir virüs girmiş birinin iman dairesinde sabit kadem kalabilmesi kolay değildir. Zira kibir, dine girmenin önündeki en önemli engellerden biri olduğu gibi, dinde sabit kadem kalabilmenin önünde de aşılmaz bir engeldir. Kendini büyük gören kibir âbideleri, bazen başını alır nifak vadilerinde dolaşır, bazen de tepe taklak küfür gayyasına yuvarlanırlar. Evet, kibir hastalığına yakalanan kimseler şekil ve kalıp itibarıyla Müslüman görünebilir, Müslümanların yaptıklarını yapabilir, namaz kılıp oruç tutabilirler. Fakat çoğunlukla bunların Allah’la münasebetleri ya çok zayıftır ya da hiç yoktur. Çünkü bunlar, mahiyetlerinden habersiz birer gafil, Rabbilerini hakkıyla tanıyamayan birer cahil, Rabbileriyle aralarındaki münasebeti doğru tayin edemeyen birer aldanmıştır.

Ucüb, fahir, gurur, kibir gibi vasıfların her biri, -İmam Gazzâlî’nin yaklaşımıyla ifade edecek olursak- “mühlikât”tandır, yani insanı helâket ve felakete sürükleyen birer virüstür. Bu tür virüslere yakalanan ve yenik düşen bir insanın camiye gelmesi, namaz kılması, oruç tutması onu kötü akıbetten kurtaramayabilir. Zira bu tür hastalıkların varlığı daha başka hastalıklar için de birer çağrı ve davetiyedir. Kendilerinde büyüklük vehmeden, başkalarına tepeden bakmayı alışkanlık hâline getiren kibir budalaları, marazdan maraza intikal eder, bir marazlar fasit dairesi içinde dolaşır dururlar. Bir kere böyle bir deryaya -daha doğrusu gayyaya- yelken açtıktan sonra artık bir daha geriye dönemez, kibirlerinin kendilerini sürüklediği fikrî, bedenî günahlardan sıyrılamazlar. Hafizanallah.

Gerçek Müslümanlık

Tevazu, mahviyet ve hacalet; Müslümanlığın çok önemli esaslarıdır. Hususiyle iman ve Kur’ân davasına gönül vermiş adanmışların, Allah karşısındaki konumlarını bilmeleri, acziyet ve fakirliklerinin farkına varmaları ve sürekli kendilerini sıfırlayabilmeleri çok önemlidir. Onlar Allah’a karşı her tür iddiadan uzak durmalı, sürekli yüzü yerde olmalı, mahlukata karşı da tevazu kanatlarını açabildikleri kadar açmalıdırlar. Öyle ki aynanın karşısına geçip kendilerine baktıklarında veya iç yapıları itibarıyla vicdanlarında kendilerini temaşa ettiklerinde, “Olduğum kadarına da binlerce hamd ü sena olsun. Bu kadarı da olmayabilirdi. Fakat işin doğrusu, gerçek insanlığın da, ideal Müslümanlığın da çok uzağında duruyorum. Müslümanlık nerede ben nerede! Allah beni nereye koymuş ama ben nerelerde dolaşıyorum!” diyebilmelidirler. Bunu sun’i olarak dile getirmeden bahsetmiyorum, kalbleri böyle diyebilmelidir.

Aslında bir mü’minin günde beş defa Allah karşısında el pençe divan durması, bel kırıp boyun bükmesi, yüzünü yerlere sürmesi, tevazu ve mahviyetin birer sembolüdür. İnsan bunlar vasıtasıyla Allah karşısındaki konumunu hatırlar, gurur ve kibrin kendisine yakışmadığını anlar. Çünkü büyüklük Allah’a mahsustur. Azamet ve kibriya Allah’ın sıfatlarıdır. Kudsî bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bu konuda kim bu sıfatlara sahiplik iddiasıyla ortaya çıkar, yani Allah’a mahsus olana sahip çıkarsa, tepetaklak Cehennem’e atılır. Zira Allah karşısında kibirlenen bir insan, bir yönüyle kendini O’na ortak görüyor demektir. İşte namaz kılarken önemli olan, namazın bize hatırlattığı bütün bu manaları vicdanda duyabilmek, içimizin sesi ve fıtratımızın bir yanı hâline getirebilmektir.

Tevazu ve mahviyeti fıtratının bir derinliği hâline getiremeyen, kendi konumunu doğru belirleyemez, muhasebe ve murakabe endeksli bir hayat yaşayamaz. Dolayısıyla hata ve kusurlarını göremez. Göremeyince de sürekli dışarıda suçlu arar durur. Kendini yerden yere vurmayan, bunu başkalarına yapar. Böyle biri, enaniyet girdabı içinde çırpınıp durur. Kusur ve kabahatlerini örtmek için türlü türlü yollara başvurur. Gerektiğinde sun’i gündemler oluşturur. Gerektiğinde atf-ı cürümlerle yeni suçlular bulur ve efkâr-ı âmmeyi onlarla meşgul eder. Kendi mesâvîleri konuşulmasın diye dikkatleri başka noktalara çeker. Ne yapıp edip irtikâp ettiği hata ve günahların içinden sıyrılmasını bilir.

Münafık Müşrikten Daha Tehlikelidir

Bazı kimselerde kibirle birlikte bir de nifak marazı bulunur. Bunlar zaten birbirini besleyip büyüten şeylerdir. İşte en tehlikelisi de camiye geldiği, Müslümanlardan biri gibi göründüğü hâlde gerçekte dine, diyanete düşmanlık yapan insanlardır. Çünkü bunları gerçek yüzleriyle tanıyabilmek çok zordur. Aynı safta omuz omuza durduğunuz, birlikte secdeye gittiğiniz, beraber Kâbe’yi tavaf ettiğiniz bir insan hakkında suizan etmezsiniz. Dolayısıyla aldanırsınız. İşte bu yüzden dine düşmanlık yapanların en tehlikelisi bunlardır.

Mekke’de Allah Resûlü’nün karşısına dikilen Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler, İbn Ebî Muaytlar vardı. Fakat Medine’de bütün bunları unutturacak öyle birisi vardı ki belki hepsinden daha tehlikeliydi. O da münafıkların başı Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’dü. O da diğer sahabeyle birlikte camiye geliyordu. Müslümanlar ne diyorsa o da aynısını diyordu. Dudaklarından dökülen kelimelerin kalbinin sesi soluğu olup olmadığını nasıl anlayacaksınız? Peygamber fetaneti lazımdı ki bu gibileri gerçek yüzleriyle tanıyabilsin. Çünkü kendilerini çok iyi kamufle ediyorlardı. Gerçekte şeytan oldukları halde kendilerini melek gibi gösteriyorlardı. Bu yüzden sahabeden bile niceleri onlara inanıyordu. Mü’minlerin aleyhine takındıkları tavırlardan ötürü biri münafıkların üzerine yürüdüğünde, “Mü’min bir kardeşimize nasıl bunu yaparsınız?” diyerek onları koruyorlardı.

Maalesef çağımızda da hem kibir hem de nifak başını almış gidiyor. Hz. Pir bu çağa süfyaniyet çağı diyor. Onun da değişik merhaleleri vardır. Bunun ne zaman biteceğini kestirmek de mümkün değildir. Hakiki mü’minler gözlerini açacakları, hakkı bâtıldan tefrik edecekleri âna kadar süfyaniyetin değişik fasılları yaşanmaya devam edecektir. Nifak şebekesi, saf Müslümanları arkalarına alıp istedikleri yere sürükleyecek ve onlara istediklerini yaptıracaklardır. Tabii bu arada nice nesiller heder olup gidecektir.

İşte bu sebepledir ki en çok ihtiyacını duyduğumuz insan, tevazu ve mahviyetle Hak karşısında iki büklüm duran ve kendini yerden yere vuran insandır. Kalben inanmış samimi bir mü’min, yüzüne karşı övgü makamında söylenen maşallahlara, bârekallahlara prim vermez, övülmeyi sövülme gibi görür. Ortaya koyduğu başarılar yüzüne karşı söylenince mahcup olur. Bunların asıl sahibinin Allah olduğunu bilir. İnsanlığa hizmet edecek olanlar da, nifak ve süfyaniyetle mücadele edecek olanlar da işte bu tevazu kahramanlarıdır.

***

Not: Bu yazı, 1 Şubat 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Bamteli: NURLU UFUKLAR ve ZULMANÎ PERDELER

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Allah’ı sevdik ama O’na iştiyakla ölüp ölüp dirilemedik; Habîbullah’a muhabbet duyduk, heyhat O’na delice gönül veremedik; fakat o yolda yürüyor bulunmamıza da binlerce hamd ü sena olsun!..

Allah’ı delice sevemedik; sevdik ama delice sevemedik. “Her şeysiz olabilir ama Sensiz olamaz!” yürekten diyemedik. O’nun sevdiğini gönülden sevemedik; Habîbini (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden, delice… Her gece uykularımıza girmesi sevdası ile yatıp-kalkamadık. O’nu görmeden hayata (güne) gözlerimizi açtığımız zaman, kendimizi suçlayamadık!.. Oysa O, her şey idi, her şey; gecemizde, gündüzümüzde, gözlerimiz açık iken, uyanık iken, uyurken…

“Niye Rasûlullah’ı göremiyorum rüyamda?!.” diyen birisine -menkıbe- Hak dostlarından birisi demiş ki, “Gece yatmadan evvel birkaç avuç tuz yutuver, o gece görürsün!” O da bir avuç tuz yutuvermiş. Susuzluk, bütün gece canına tak edince, şuuraltı müktesebat susuzluk adına hortlayıvermiş. O çeşmeden o çeşmeye koşuyor, o çeşmeden o çeşmeye koşuyor; rüya faslından rüya faslına geçiyor, geçiyor, geçiyor; bir rüya fasılları -“Fâsid dairesi” mi, yoksa “doğurgan döngüsü” mü?- arkasından koşturup duruyor. Sabah, kendisini bu işe irşad eden insanın huzuruna dikiliyor ve diyor: “Sen bana dedin: Bir avuç tuz yutunca, Peygamber’i görürsün rüyanda!” “Ee ne gördün?” diyor o. “Şunu gördüm…” deyince, “İşte o tuzu içmiş gibi yansaydın, bu defa O’nu da görürdün!” cevabını veriyor.

Eskiden derlerdi ki: -Ben, kitapta görmedim, Sünnet-i Sahîha’da da rastlamadım. Rastlamadığım şey “Yok!” demek değildir; çünkü her şeyi bilme iddiasında değilim.- “Bir Perşembe günü yüz rekât namaz kılarsanız ve aynı zamanda bin defa “Li-îlâfi” (Kureyş Sûresi) okursanız, o gece Rasûlullah’ı mutlaka rüyanızda görürsünüz!” Bilmem ki hayatında böyle bir şey deneyen kaç tane insan var?!. O “Mir’ât-ı Mevlâ” olan, Cenâb-ı Hakk’ı bir ayna gibi tam aksettiren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı.. varlığın O’nun nurundan halk edildiği insanı.. dünyada Rehber’i, öbür tarafta Şefaatkânî’i.. “Livâu’l-Hamd” Sâhibi’ni.. Cennet’e “Buyur!” Eden’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görme arzusu ve iştiyakı…

Ama o yolda olmaya bile binlerce hamd u senâ olsun! Çünkü işin mebdeinde bulunmak bile çok önemlidir; nihayetine niyet edilmiş ise şayet, Cenâb-ı Hak, nihayete ulaşılamasa da lütfedeceği şeyleri lütfeder. Olumlu şeylerin mebdeinde, o olumlu şeyler için lüzumlu olan olumsuz bazı icraatta bulunursunuz ama o olumlu şeyleri -esas- gönülden edâ etmek için. Mesela daha açık konuşayım: Namazda huzurlu olabilmek için ıtrahâtta bulunma, bağışlayın. Vehbe Zuhaylî diyor ki: “Bu işe (hâcet gidermeye) giderken abdeste niyet etmek esasen ondan sonraki işleri de, daha sonraki istibrayı da, ondan sonraki abdesti de birer ibadet haline getirir.” Demek ki, bir iş müntehâsı hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o işin mebdeinde bir adım atma o mevzuda müntehâda atılacak adımların sevabını kazandırıyor; rahmeti gazabına sebkat etmiş Allah (celle celâluhu) hemen o sevabı lütfediyor.

Birisi geliyor huzur-i Risâletpenâhi’ye; postnişin oluyor, O’nunla diz dize dokunuyor. “Ben de Senin peygamber olduğuna inandım: Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” diyor. Ve oradaki niyeti, her hususta O’nunla beraber olmak; ölümde beraber olmak, kalımda beraber olmak, yaşadığı sürece hep sağında-solunda pervane gibi dönmek, ışığa koşan kelebekler gibi hep O’na doğru koşmak. Niyeti bu; fakat bunların hiç biri nasip olmuyor. Hemen bir savaşa katılıyor; bir tek namaz bile kılmadan, orada şehit oluyor ve bir şehit sevabı ile ahirete yürüyor. Neye niyet etmişti? Ne büyük şeye niyet etmişti? İşte, o büyük şey, bütünüyle Allah’ın rahmetinin vüs’ati olarak ona veriliyor.

Bu itibarla, bir yönüyle, işin “elif-be”sinde olabiliriz; fakat derdimiz, Ebced’e çıkmak ise, Fatiha’ya ulaşmak ise, عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ * عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ ile başlayan Nebe’ Sûresi/Amme cüzü okuma niyetimiz var ise, يس * وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ heceleniyorsa, الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ mülahazası ile oturulup kalkılıyorsa şayet; işte en sonunda neyi niyet etmiş iseniz, neyi hedeflemiş iseniz, onu, orada bulursunuz.

Bir yönüyle şu iki şey arasında da bir telâzüm (iki şeyin karşılıklı olarak birbirini gerektirmesi) vardır: Bakın, bu belki çok defa Kıtmîr’in de aklına gelmeyen şeylerdendir; belki sizin engin aklınıza gelmiş olabilir. Böyle büyük şeylerde işin sonuna, tam hedefte yakalanması gerekli olan şeye niyet ettiğiniz zaman, Cenâb-ı Hak, o mevzuda, o koşuşta koşmanızı da kolaylaştırır. Önünüzdeki engelleri/mâniaları Kendi lütfuyla aştırır, kandan-irinden deryaları geçtirir, aşılmaz görülen tepeleri aştırır Allah, lütfuyla… Bu iki şey arasında bir birini destekleyici bir telâzüm vardır; o, onu gerektirir, o da onu gerektirir. Siz, çok büyük şeylere niyet eder durursanız, Allah (celle celâluhu) o mevzuda yolunuza su serper sizin; çok kolaylıkla o hedefinize ulaşırsınız.

Onun için oturup kalkma… Arabanın kontak anahtarına dokundunuz, bir yola çıkıyorsunuz. “Boş gitmeyeyim!” diye orada “Yahu dinim adına, diyanetim adına daha ne yapabilirim?!” diye düşünüyorsunuz. Belki arabanın gürültüsünden, arabanın harekete geçmesinden, tekerleklerin dönmesinden, hızdan, değişik çağrışımlar ile, tedâîler ile bazı mülahazalara dalıyorsunuz. “Yahu, demek, daha hızlı gitmek de varmış. Demek ki gaza basmakla, araba, biraz daha hızlı gidiyormuş. Öyle ise bizim de gaza basmamız lazım, vitesi değiştirmemiz lazım; üçü, dört; dördü, beş; beşi, altı; altıyı, yedi; yediyi, sekiz; sekizi, dokuz; dokuzu, on; onu, yirmi; yirmiyi, otuz yapmamız lazım!..” Bunlardan bile değişik çağrışımlar ile manalar çıkararak, orada niyetinizi çok engin şeylere bağlayacaksınız. Oturup kalkıp hep aynı şeyleri düşüneceksiniz; dolayısıyla maiyyet-i İlahiyeyi korumuş olacaksınız.

   Başınıza inip kalkan balyozlarla biraz sarsıldığınız anlarda, rüyalarda veya yakazalarda temessül ediyor; “Kardeşlerim, sabredin; az kaldı!” diyor; fakat “az”ın ölçüsü ne acaba?!.

Bu arada, benim gibi olmayacaksınız: Ben her gün diyorum onu, belki on defa; özür dilerim ama en az on defa diyorum: اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı.. ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı.. dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı.. vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı.. hıfz u sıyanetinle korumanı.. aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı.. bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka ve Sana kavuşma iştiyakı talep ediyoruz.” Bunu diyorum ama benimki lafta; siz, tavır ve davranışlarınızla bu ulvî mülahazaları sergilemek suretiyle, âdetâ o blokaj üzerinde yürüyor gibi batmadan yürüyeceksiniz. O, sularda sizi yüzdürecek, dağlarda-taşlarda size kanat olacak. Üveyik gibi kanat açacak ve Allah’ın izni-inayetiyle, aşılmaz gibi görülen uçurumları aşacaksınız.

Ve hiç farkına varmadık şekilde, bir gün kendinizi, O’nun huzurunda bulacaksınız. Hayret edeceksiniz: “Yahu biz çok âhesterevlik ediyorduk, yavaş yavaş yürüyorduk. Böyle huzur-i Risâletpenâhi’ye varmak nerede, biz nerede?!. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek nerede, biz nerede?!. Rıdvan nerede, biz nerede?!. Nasıl oldu da buraya geldik?!.” Evet, siz, niyetlerinizdeki enginlikle…

Başınıza balyozlar inip-kalkıyor ve size Yezîd’in yapmadığı zulümler yapılıyor, Haccâc’ın yapmadığı şeyler yapılıyor, Hitler’in yapmadığı şeyler, Amnofis’in yapmadığı şeyler yapılıyor. Fakat sarsıntıya sebebiyet verecek bu şeyler karşısında sarsılmadan yerinizde sabit duruyorsunuz.

Belki hafif ihtizazlar yaşıyoruz; tekme yemiş bir insan gibi, tabiatımızın muktezası, bir ileri-bir geri. Belki dize geliyoruz; fakat gözlerimiz hep ileride, bizi ayağa kaldıracak Zât’ta. O, Kendisine doğru gelenleri hiçbir zaman o yolda yüz üstü bırakmamıştır; hemen elimizden tutuyor, yine kaldırıyor.

Evet, siz, durduğunuz yerde devamlı durma kararlılığı içinde bulunuyorsunuz. O da sizin bu güzel niyetinize göre, durduğunuz yerde sizi kararlı durmaya muvaffak kılıyor. Doğru yerde durmak, çok önemlidir; Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne vesiledir; Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın elinizden tutmasına vesiledir. Fakat oradaki temâdî daha başka türlü bir şeydir; belki kucaklanmaya vesiledir: “Hoş geldiniz benim kardeşlerim!”

Size “Kardeşim!” diyor. Bu bir avanstır esasen. Bence onu bir avans kabul ederek, ona liyakat peşinde koşmak lazım; gerçekten “kardeş” olmaya bakmak lazım. Kendi dönemindeki insanlara “Ashâbım, yol arkadaşlarım!” diyor. On dört asır sonra, fitne ve fesadın kanatlandığı, her şeyin tarumar olduğu bir zamanda, “‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer / Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler. (…) Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar // Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum / Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” tablosunun yaşandığı bir dönemde bu meseleye (İ’lâ-i kelimetullah hizmetine) omuz vermeniz, sizin O’nun tarafından kucaklanmanıza vesile olur.

Nitekim o mağduriyeti, o mazlumiyeti bilfiil yaşayan insanlar, belki şimdiye kadar beş yüz defa -belki bin de olabilir, beş yüz defa- Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı gördüler. O, bazen rüyalara girdi, bazen de temessül etti; “Dişinizi sıkın, sabredin; çok fazla kalmadı, az kaldı, az kaldı!” dedi.

Ama “Az kaldı!” neye göre? Kendisine göre ise, kendisi on sekiz sene çekti; fakat “Az kaldı!” ile savdı onu, “Az kaldı!” Hendek’e kadar çekti ama hep “Az kaldı!” mülahazaları ile savdı onları. Görmedi önüne gelen musibetleri; halinden hiç şikâyet etmedi. Ne sırtına konan işkembe, ne boynunun sıkılması, ne ölüm için akla-hayale gelmedik tuzakların kurulması… وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfâl, 8/30) Onlar, hile-komplo peşinde; “Öldürsek mi? Derdest mi etsek? Zincire mi vursak?!.” Oturup kalkıyor, hep böyle şeytanca şeyler düşünüyorlardı. Çağın “Müslüman” geçinen şeytan avenesi gibi, hep şeytanca düşünüyorlardı. Allah da (celle celâluhu) buyuruyor ki: “Onların keydlerine, mekirlerine, komplolarına, hilelerine Benden de mukabele var!” “Mekr”i Kendisine nisbet etmesini, biz “mukabele” manasında anlıyoruz. Allah, hile yapmaktan münezzeh ve müberrâdır, “keyd”den münezzeh ve müberrâdır. Fakat dilin hususiyeti açısından mesele öyle ifade ediliyor: “Onlar keyd yapıyorlar, Ben de yapıyorum!” إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا وَأَكِيدُ كَيْدًا “Onlar, planlar yapıp tuzaklar kurmakla meşguller ama elbette Ben onların tuzaklarına mukabele eder, hilelerini başlarına dolarım.” (Târık, 86/15-16) “Onlar, bir komplo peşinde koşuyorlar; Ben de komploya mukabelede bulunuyorum!” manasına… عُذْرًا مِنْكُمْ، عَفْوًا مِنَ اللهِ تَعَالَى (Sizden özür, Allah’tan da af dileyerek bunları ifade etmiş oldum.)

   Allah, evrensel bir davayı, Türkiye darlığına mahkûm etmemek için sizi âleme duyurdu ve her birinizi bir iklime savurdu; tâ ki oralarda birer tohum gibi başağa yürüyesiniz ve birer fide gibi söğüt olasınız.

Yürüdüğünüz yolu iyi seçmişsiniz. Ama ben bir şey daha diyeyim: O yolu size seçtirene binlerce hamd ü senâ olsun!.. Değişik şeylere maruz kalmışsınız. Allah’tan… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ // İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” Esasen “hamd” kelimesi, Allah’tan gelen her şeye karşı rıza ve hoşnutluk ile mukabelede bulunma manasına gelir; şükür ise, O’nun lütuf ve ihsanları karşısında memnuniyet ve minnettarlıkla iki büklüm olma demektir. Tariflerde böyle ama Hazreti Gazzâlî musibetler karşısında da şükürden bahsediyor. Bence Hazret’in o mülahazasını esas alarak, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ denebilir. Nitekim Hazret, o mülahazaya izah getirerek, haşiye düşerek diyor ki: “Ee daha kötüsü var!”

Hani, ilk Hristiyanların çarmıha gerilmesi gibi bir şey var.. ellerinden çivilenmeleri gibi bir şey var.. güneşin altında aç-susuz bırakılmaları gibi şeyler var.. Bilal-i Habeşî’yi kuma yatırmalar var, üstüne vücudunun ağırlığından çok daha fazla taşlar koyma var.. Yâsir’i zincire vurma var, Sümeyye’yi zincire vurma var; yetmedi hınçlarını almak adına onları öldürme var.. ve oğulları Ammâr’ı da öldürme tehdidinde bulunma var… Daha niceleri ve daha niceleri…

Evet, Dakyanus’lar da aynı şeyi yapıyorlar; Ashâb-ı Kehf döneminde de inananları zincirlere vuruyorlar, çarmıhlara geriyorlar. Saraydandır esasen, saraydan bir insandır onların başındaki Yemliha. İranlılar çevirdikleri filmde farklı isimler koymuşlardı ama biz “Yemliha” diyoruz ona; yedi tane sayarken de Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş ve bir de köpekleri Kıtmîr. Evet, o (Kıtmîr) da onlarla beraber Cennet’e girecek. Üstad’ın ifadesiyle, sermest-i câm-ı aşk olan (yaratılışı adeta aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen) koca Mevlâna Câmi diyor ya:

یَا رَسُولَ الله چه بَاشَدْ چُونْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف،

دَاخِل جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ أَصْحَابِ تُو،

أَوْ رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ وَمَنْ دَرْ جَهَنَّمْ، کَيْ رَوَاسْت،

أَوْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف، مَنْ سَگِ أَصْحَابِ تُو

“Yâ Rasûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashâb-ı Kehf? / Dâhil-i cennet şevem der zümre-i ashâb-ı tû / O reved der cennet, men der cehennem, key revast? / O seg-i Ashâb-ı Kehf, men seg-i ashâb-ı tû!..” “Revâ mı yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, onlara refakatten dolayı onlar ile beraber Cennet’e giriyor. Ben ise, Senin ashâbının köpeğiyim. Nasıl olur o köpek Cennet’e girer de ben -Senin ashâbının köpeğiyim, ben- dışarıda kalırım?!.”

Evet, çekenler çekiyor; çektiklerine katlanıyorlar. Onlar, ona katlandıkça, Allah da sevaplarını, Kendine yakınlıklarını katlıyor: “Alın size bir muzaaf yakınlık! Alın size bir mük’ab yakınlık! Alın size bir mük’ab der mük’ab yakınlık!” Mübalağa mı yapıyorum? “Kulum, bana bir karış gelince, Ben, bir adım yaklaşırım!” beyanı bu yaklaşmayı anlatıyor. “O, bana bir adım atarsa şayet, Ben, gezerek gelirim. O, gezerek Bana doğru geliyorsa…” Bu kudsî hadiste geçen “karış”, “zirâ/kulaç”, “gezinerek gelme”, “koşarak gitme” gibi ibareler, ona doğru gitme keyfiyetini ifade etme adına “müteşâbih” kelimeler, te’vîle muhtaç kelimeler… “O, Bana gezerek geliyorsa, Ben, koşarak gelirim!” Ee ben bir şey ilave edeyim buraya: Onlar koşarak geliyorlar ise şayet, Ben onları bağrıma basarım!.. İstemez misiniz, Cenâb-ı Hak tarafından “Hoş geldiniz, Benim bendegânlarım, Benim samimi kullarım!” buyurularak karşılanmayı?!.

Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor?!. Biri, her gün bir zulüm ile intikam alıyor, bir şey kazandığını zannediyor. Siz ise bazı şeylere maruz kalıyorsunuz ama yolun başında mı, ortasında mı, sonuna doğru mu, bir yerde bulunuyorsunuz. Bunların hepsi -bir yönüyle- benim zanlarıma göre bina edilmiş şeyler; başında mı, ortasında mı, sonuna doğru bir yerde mi? İnşaallah sonuna doğru bir yerdedir. O’nun o rüyalarda dediği gibi “Bitti artık bu!” Ve dünya da sizi duydu artık, bütünüyle duydu. Bütün nöronlara Türkiye’de böyle bir cemaat, böyle bir hareket olduğu işlendi. Size düşen şey, dünyanın sağına-soluna saçılmışsınız, bu duyuşu iyi değerlendirmektir.

Bu gayr-ı iradî bir reklam. Trilyonlar verseydiniz, böyle duyuramazdınız kendinizi; böyle bir hareket, böyle bir hizmet, böyle bir cemaat olduğunu duyuramazdınız. Sağ olsunlar (!) Hüsn-i niyet ile yapsalardı, onlar da Cennet’e girerdi. Zalimler, hüsn-i niyet ile sizi tutup savursalardı, onlar da “Cup!” diye Cennet’e girerlerdi. Ama insanlar, niyetlerine göre mükâfat görürler; onların niyeti o değildi. Niyetleri kötü ama olan şeyler güzel. Allah (celle celâluhu) evrensel bir davayı, Türkiye darlığı içinde mahkûm etmemek için, “Bütün dünya duysun!” dedi; âlem duyduktan sonra da sizi savurdu, “Gidin!” dedi.

Şimdi herkes sizi duydu: Mağdurlar, mazlumlar, mehcûrlar, mescûnlar, mahkûmlar, mahrumlar, ma’zûllar… Hep “ism-i mef’ûl” kipi ile ifade ettim; bunlar, maruz kalınan şenaatler, denaetler, maruz kalınan şeyler. İnsanlar -bir yönüyle- kalblerini açtılar buna ve sizi dinlemeye kulak kesildiler. Ee hazır böyle bir pozisyon oluşmuşken, kendinizi anlatma çok önemli bir şeydir. Dolayısıyla bütün dünyaya Allah Rasûlü’nün o evrensel davasını (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyuracaksınız.

Siz hiç farkına varmadan, Allah, sizi sağa da savurdu, sola da savurdu, şimale de savurdu, cenuba da savurdu, savurdu, savurdu. Aynı zamanda sizi bir duyulmuş olmanın, bir bilinmiş olmanın üzerine sağa-sola savurdu tâ birer tohum gibi başağa yürüyesiniz, tâ birer fide gibi söğüt olasınız. Bir gün Söğüt’teki metamorfoz ile tırtılların kelebeğe dönüşüp dünyanın kaderine hâkim olduğu gibi, Allah’ın izni ve inayeti ile… Mefkûreniz ile.. sevgi mefkureniz ile.. şefkat mefkureniz ile.. Kur’an’ın elmas düsturları ile.. hınçlara karşı, kinlere karşı, nefretlere karşı onları kırıcı “re’fet”, “şefkat”, “inayet”, “kerem” malzemeniz ile, materyalleriniz ile… Kat’iyyen “silah” tabirini kullanmıyorum ben; silah yok bizim cephanemizde, silah yok. Bizim cephanemizde şefkat var, re’fet var, merhamet var, mülayemet var; dövene elsiz, sövene dilsiz olma var, gönülsüz olma var, kırılmasız olma var.

Cenâb-ı Hak, bu fırsatı verdi. Yolun neresinde olursak olalım, madem meseleyi sonuna kadar götürmeye, son soluklarımızı orada soluklamaya niyet etmişiz, Allah, o son noktada, insanlara lütfedeceği şeyleri, daha şimdiden size/bize lütfetmiş sayılabilir. Emin olabilirsiniz!..

Allah’ım! Beni, arkadaşlarımla, onları da benimle mahcup etme! Bizi bu Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’de sâbit-kadem eyle!..

   Kibir, taklit ve alışkanlıklar gibi pek çok perdeler vardır ki, bunlar hakikatleri idrak etmeye manidir; en büyük hidayet ise, hicâbın kaldırılması ve hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görebilmektir.

Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “En büyük hidayet, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” “…görmektir” de diyebilirsiniz. İnsanın tabiatının icabı, insanın gözünde bir perde vardır. Gözün görmesi, “basar”; basarda perde vardır. Esas “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Görmede “basiret” harekete geçer ve insan, onun ile görür. Tabir-i diğerle, bakmada, değerlendirme meselesi yoktur; esasen görmede, değerlendirme meselesi vardır. “Ne nedir?” Yani, “Bu resim, bana ne anlatıyor?” onu görmede…

Bunun için de “hicâbın kaldırması” adına önemli şeyler vardır. Bazıları üç tane şeyden bahsetmişler. Bunlardan bir tanesi “kibir”dir.

Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi, aynı zamanda, “Kalbinde zerre kadar büyüklenme olan, Cennet’e giremez!” Ebu Cehil’e Peygamber karşısında -esasen- kaybettiren, Utbe’ye kaybettiren, Şeybe’ye kaybettiren, karşılarındaki bütün insanlığın medâr-ı iftiharı olan bir Peygamberi “Ebu Tâlib’in yetimi” ve kendilerini de çok büyük insan görmeleridir. “Urve İbn Mes’ûd es-Sekafî veya Velid İbn Muğîre; bu din inecek idi ise şayet, biri Tâif’te, birisi de Mekke’de olan bu iki zâttan birine inmeliydi. Çünkü bunlar, namlı, nişanlı, adlı, unvanlı insanlardı!” diyerek meseleyi büyüklüğe bağlayan, kibre bağlayan insanlar…

Hafizanallah, insanın kalbinde zerre kadar kibir var ise, o, İslamiyet’e girmesine mânidir. Bir hicap, budur. Bu büyüklenmelerin, böyle elli araba, altmış araba, yetmiş araba, zırhlı arabalarla fahir yapmaların arkasındaki şey de, bu kibirdir, bu alkış ve takdir bekleme hissidir. “Âlem, beni gördüğü zaman ayağa kalksın, herkes beni alkışlasın!” arzusudur. “Tasfîk” (alkış), İslam’da mekruhtur; (elleri çırpılıyor) bu, mekruhtur. Allah Rasûlü tarafından “tasfîk” deniyor. Ama “Mekruh olursa olsun, haram bile olsa, âlem beni alkışlıyor, göklere çıkarıyor ya, o, yeter!” Bunlar öyle hicap, öyle perdelerdir ki, apaçık Allah Rasûlü karşılarına çıksa, “Acaba -O bile- bir başkası tarafından bir temessül mü?!” diye belki O’nu bile hafife alırlar; inanın, hafife alırlar.

Bir ikinci mesele “taklit”tir; esas “tahkik”e geçememe mevzuudur. Meseleleri “tefekkür” ederek, “tezekkür” ederek, “tedebbür” ederek, arka planı ile ele alarak, analizlerde bulunarak çok doğru sentezlere ulaşmak suretiyle hakikate “Hakikat!” demek, o hicâbın, o perdenin yırtılması mevzuunda önemli faktörlerden bir tanesidir. Taklit, gözünüzde perde olduğu sürece, hakikati, kâmet-i kıymetine uygun göremezsiniz. Bu da ayrı bir davadır.

Onun için taklitten tahkike geçmek lazım. Taklit, bir adımdır, fakat çocuk adımı. Çocuk, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla annesi-babası hangi dili konuşuyorsa, o dili konuşur; hangi aksanda konuşuyorsa, o aksanı konuşur; Erzurum’da yetişmiş ise “Gelirem, gelir, gelirik, gelirsiz.” derler; Trabzon’da yetişmiş ise, Rize’de yetişmiş ise, “Calayum, calaysun, calayuz.” derler; daha başka yerde de öyle derler. Çocuk, kültür ortamında ne aldı ise, onu taklit eder.

Usûlüddin ulemâsı, “taklid”i makbul görmüşler. Ee öyle bir kültür ortamında yetişen insanların mebde’de öyle bir taklit yaşamaları muhakkaktır, kaçınılmazdır. Fakat o taklit, tahkikin bir basamağı olması itibarıyla makbuldür; yoksa sürekli orada kalma itibarıyla merduttur, hafizanallah ve şeytanın kaydırması için de şeytana bir fırsat verme demektir.

İnsan, hiçbir zaman tırmanma mecburiyetinde kaldığı o helezonun basamaklarında, o asansörün basamaklarında, o me’âricin -Meâric de Kur’an-ı Kerim’e ait bir tabir; merdivenler, çıkılan yerler, yükselme dereceleri anlamına gelen me’âricin- basamaklarının hiç birinde kalmaya kanaat etmemeli. “Ayetü’l-Kübrâ”da (nazara verilen mütefekkir yolcu gibi) hep “Hel min mezîd!” demeli. O evvelâ kendi ufku itibarıyla, kendi ufkuna müracaat ediyor ve bir şeyler dinliyor oradan ve bir heyecan duyuyor. Sonra bir mürşîd-i kâmile müracaat ediyor, mür-şîd-i kâ-mi-le; o da ona bir şey diyor. Sonra o mürşîd-i kâmil, O’nu işaret ediyor, Efendimiz’i işaretliyor. Peygamberler meclisinde Peygamberler ile hemhâl oluyor, peygamberler ile postnişin oluyor, diz dize geliyor, oturuyor. Onlardan dinliyor gibi oluyor ve yine diyor ki kendi kendine: “Yâ Rabbi, daha ötesi var mı onun?!”

Neden böyle diyor? Çünkü “Nâmütenâhî istikametinde yol bitmez bir türlü.” Sen kim oluyorsun ki, Allah’ı ihata edesin?!. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) O, basarların, basiretlerin ihata edemeyeceği, kuşatamayacağı Zat’tır. “Muhît, muhit olduğu aynı zamanda muhât olamaz!” O (celle celâluhu) her şeyi kuşatmış ise şayet, O (celle celâluhu) kuşatılamaz artık. Dolayısıyla o mülahaza ile, en yüksek merdivende, en yüksek basamakta, insanın yükselebileceği her yerde, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ulaştığı yerde, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) buyurulan, fâniyi Bâkî’den ayıran noktada, “imkân”ı, “vücûb”dan ayıran o ufukta da “Yâ Rabbi! Dahası var mı?!” falan, diyecek kadar o mevzuda gözün hep yukarılarda olması…

Böylece insanın taklitten sıyrılarak “tahkik”e açık yaşaması, bir gün gözündeki perdeyi sıyıracak, görülmesi gerekli olan şeyleri “mahiyet-i nefsü’l-emriyeleri”ne -bu da eskilerin tabirlerinden, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine- uygun olarak görecek. Ne, nedir? Onu olduğu gibi görecek, o mevzuda yanlış hükümlere saplanmayacak. Gözdeki perdelerden bir tanesi de bu; bunu da yıkmak lazım.

Bir insanda bu perde var ise… Ebu Cehil’de o da vardı. Maşallahı var, her şey var onda; günümüzün Firavunlarında, Yezîdlerinde, Haccaclarında olduğu gibi; kibir olduğu gibi, böyle bir perde de var. Taklit basamaklarında emekleyip duruyorlar; sürekli adım atıyorlar fakat aynı basamakta adım atıyorlar.

Diğer bir hicap da bu mevzuda “alışkanlık”lardır; esasen atalardan gördüğü şeylere takılıp kalmaktır. حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide, 5/104); بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” (Bakara, 2/170) Bütün kâfirlerin, peygamberlerin nûr-efşân mesajı karşısında, diyalektik adına söyledikleri sözler, hep bunlardır. “Sizin mesajınız bir yana, biz atalarımızı hangi yolda buldu isek, o yolda…” falan.. “Dedelerimizi hangi yolda buldu isek, o yolda…” Dünden bugüne bu tekerrürler devr-i dâimi içinde hep böyle devam edegelmiştir hiç farkına varmadan. Ve böyle bir anlayış, gözde hicap ise şayet, bir yönüyle hakikat görülemez, hakikate bunlar nikaptır, perdedir, hicaptır.

   Basiretimizin önündeki hicapların sıyrılıp kaldırılması adına günde yüz defa şu nebevî duayı tekrar etsek sezadır: “Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve ona tabi olmakla bizi rızıklandır; bâtılı da bâtıl olarak göster ve bize ondan gereğince kaçınmayı lütfet!..”

Onun için bizler, sürekli, sabah-akşam, gece-gündüz, namaza yürüdüğümüzde, namazı kılıp ellerimizi kaldırdığımızda şöyle dua etmeliyiz: اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ “Allah’ım! Bize hakkı, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun, hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır!..” Âmin. وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً “Batılı da, bâtıl ne ise, o şekilde bâtıl olarak göster!” وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ “Göstermekle de kalma, aynı zamanda ondan fersah fersah uzaklaşmakla bizleri serfirâz kıl, şereflendir!”

Fatiha sûre-i celîlesinde de biz, Cenâb-ı Hakk’ı tazim u tekrimde bulunduktan sonra, bu hidayeti talep ediyoruz. Bir de Kendisinin bize “Sen” deme izni vermesi, Kendisine öyle hitap etmemizi işaret buyurması lütfuyla bizleri şereflendirdiğinin ifadesi olarak إِيَّاكَ diyoruz. Hani adeta diyor ki: Bana tek başıma (müfret muhatap -2. Tekil şahıs- sigası ile) hitap ediyor gibi hitap edebilirsiniz. Yani, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dediniz, Beni andınız. اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ dediniz, Beni andınız. Öbür âleme geçtiniz; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dediniz, Beni andınız. Sonra Ben de size izin veriyorum, “Sen!” diyebilirsiniz: إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yapıyoruz.”

Ama bu öyle zor bir şey ki; altından kalkamayız Sana kulluğun. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey topyekun varlık tarafından, kendilerine has dillerle, yâd ve zikredilen Mezkûr, Seni hakkıyla zikredemedik!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!.. Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Ma’bûd-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik!.. Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!..” Sen, böyle bir Zâtsın. Sana, ne hakkıyla hamd etmek.. Sana, ne hakkıyla kullukta bulunmak.. Seni, ne tesbih u takdiste bulunmak.. ne de idrak u ihâtada bulunmak… لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Sen, bu Sultansın!.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Allah’ım! Yalnız Sana kulluk yapıyoruz!”

Bir de “mütekellim maa’l-gayr” (birinci çoğul şahıs kipi) ile hitap ediyoruz. Kendi ibadetimizi az görüyor, Hazreti Pîr’in işareti içinde adeta şöyle düşünüyoruz: Şu Kâbe’nin etrafında halkalar var ya, onlardan başlayarak, dünyanın değişik yerlerinde namaz kılanların halkalarının hepsi… Bakın, Amerika’da siz, o halkanın içinde bulunuyorsunuz. İngiltere de o halkanın içinde bulunuyor. Tayland da, Tayvan da o halkanın içinde bulunuyor. Penguenler dünyasına kadar, ne kadar insan var ise, hep o halka içinde bulunuyor. Böyle hayalen baktığınız zaman, sürekli halkaları halkalar takip ediyor; halkalar, halkalar, halkalar, halkalar, halkalar… Hepsi kemerbeste-i ubudiyet içinde; el-pençe divan durmuş hepsi. Kendimi onlardan bir parça görerek hepsi adına diyorum: إِيَّاكَ نَعْبُدُ Çünkü benim kulluğum yetmez Sana karşı Allah’ım; bunların kulluğunu da Sana takdim ediyorum! Kulluğumu, bunların kulluğu kadar Sana takdim ediyorum!.. Hazreti Pîr’in izahı, bu. إِيَّاكَ نَعْبُدُ

Ama bu, öyle çetin bir şey ki, ben kim, bunu demek kim?!. Ben kim, bunu hazmetmişlik kim?!. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Böyle bir mesele karşısında, şu hepimiz var ya, yine hepimiz bu mevzuda yardımı da Senden istiyoruz, istiânede bulunuyoruz! “İstif’âl” babında “sin” harfi, talep içindir. “Efendim sin-i istif’âl gelir bir nice manaya / Âna bir hoş nazar eyle, eresin bir yüce fehvaya / Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman / Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A’lâ’ya!..” Sual ile talep, vicdan… Hem isteme, hem de talep… Tahavvül, itikad, iman… Tahavvül de diyebilirsiniz; yani, “Kendi kupkuru halimden sıyrılıyorum ve aynı zamanda onun öyle olduğuna da inanıyorum, itikad ediyorum.” manasına… Gördüğünüz gibi “Sin” harfinin bütün manalarını ifade ediyor. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yardımı da Senden diliyoruz; şu halkalar var ya, yine onların yardım dileklerini, kendi yardım dileklerim içinde mütalaa ederek, Senden kocaman bir yardım dileğinde bulunuyoruz.” إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Ama yetmiyor, bakın: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz. İşte bu, o; yani, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl görme/gösterme şeklindeki en büyük hidayetin talebi. Ama sırât-ı müstakîme hidayet edildik fakat -hafizanallah- teminatımız yok. “Âkıbetinden endişe etmeyenin âkıbetinden endişe edilir.” Herkes, her adımını korku ile atması lazım. Hafizanallah, ya çıktığım merdivenlerde, en yukarısında bile, şeytan bir oyun oynayarak bir çelmeyle, bir el-ense ile, beni oradan tâ geldiğim yere iterse!.. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ*صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “İn’am’da bulunduğun nebiler, sıddîklar, şehitler ve sulehâ -sâlihler; amelini katışıksız, riyâsız, süm’âsız, ucubsuz, fahirsiz yapan insanlar- zümresine bizi dâhil eyle, ilhak buyur!” diyoruz. Tamam… Ama her şeye rağmen, önceki cümleden “atf-ı beyan” veya “bedel” olarak devam ediyoruz: Allah’ım, böyle yaptın.. ben de böyle bunları istedim.. hatta bunları istedik hepimiz beraber.. isteme korosu oluşturduk.. toptan hepimizin sesi, tâ Sidretü’l-Müntehâ’da, o tavaf edenlerin seslerine ulaştı.. zannediyorum Cibrîl de aynı şeye ses kattı.. Mikail de aynı şeye ses kattı. Buraya kadar geldik ama muktezâ-i beşeriyet, nefsimiz var, cismâniyetimiz var, hayvaniyetimiz var. Ne olur ne olmaz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Gazabına uğramışların ve sapıp gitmişlerin yoluna düşmekten bizi muhafaza buyur!..”

Vesselam.

Bamteli: GÜZEL ÂKIBET MÜTTAKÎLERİNDİR!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Kasas suresinde Kârûn ile alakalı şöyle buyuruluyor: إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لاَ تَفْرَحْ إِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْفَرِحِينَ “(Sapkınlardan biri olan) Kârûn Hazreti Musa’nın kavmindendi; fakat (Firavun’la işbirliği yapıp) onlara karşı saldırgan bir hâl aldı. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı. Halkı kendisine, ‘Servetinle gururlanıp şımarma. Muhakkak ki Allah şımaranları sevmez!’ diye ikazda bulunurdu.” (Kasas, 28/76)

Kârûn, İsrailoğulları’ndandı; Hazreti Musa’nın yanında idi. Fakat servet ve imkan yolları açılınca ona, o servet ile, imkan ile, kuvvet ile, şöhret ile zehirlendi.

  Kuvvet, ikbal arzusu, dünyevî imkânlar ve hased gibi duygular çoklarını zehirlemiştir; Kârûn da bunlarla zehirlenmiş bir talihsizdir.

İnsanı zehirleyen bu türlü şeyler vardır: Bazen kuvvet insanı zehirler; insan farkına varamaz; başı döner, bakışı bulanır, ne yapacağını bilemez hale gelir. Belki de çok defa bu mesele biraz daha onu ileriye götürünce, o sağa-sola saldıran saldırgan bir mahlûk haline gelir, önüne gelen herkesi ısırır. Hatta böyleleri ısıracak kimse bulamayınca kendilerine zarar verirler; hani bazılarının gidip duvarlara tekme attıkları gibi, önlerindeki yemek masalarına tekme atıp onları devirdikleri gibi, yemek tabaklarını elleriyle alıp sağa-sola savurdukları gibi, duvarlara tekme savurdukları gibi, tekme atacak birini bulamayınca, kendi kendilerine tekme atar, kendi kendilerini yumruklarlar, hafizanallah.

Bu, zehirlenmenin neticesidir. Dünyevî imkânlar, insanı zehirler. Kuvvet, insanı zehirler. İkbal duygusu, insanı zehirler.

Evet, dünyevî imkânlar da insanı zehirler; o insan da sarhoşa döner, ne yapacağını bilemez hale gelir. Zavallı Kârûn, servetiyle, böyle sersemleşmişti. Evvelâ Allah’tan kopmuştu, sonra Hazreti Musa’dan kopmuştu.

Kur’an’da zikredildiği yerde, bazen “Firavun, Hâmân, Kârûn” şeklinde sıralanıyor. Fakat siyak-sibak itibariyle servetin insanı çıldırttığı yerde, “Kârûn, Firavun, Hâmân” deniyor ki, orada Kârûn, Firavun’un bile önüne geçiyor.

Bazen zehirlenmeler, insanı o hale getirir ki, insanlığından çıkarır. Mesela hased zehirlenmesi, mesela çekememezlik zehirlenmesi, mesela yapamadığı şeyleri başkalarının yapması zehirlenmesi, insanı o hale getirir ki!.. Dünyanın dört bir yanında elli türlü dinî telakkiye sahip insanlar bağırlarını açtıkları halde, hased, yanı başınızda, belki çok defa sizinle beraber secdeye kapanan ve el-pençe divan duran o insanları öylesine zehirler ki, hafizanallah, gâvurdan daha fazla kötülük yapmaya salar onları. Şairin ifadesiyle, öyle bir isyan deryasına yelken açarlar ki, bir kere daha geriye çıkmaya fırsat bulamazlar; o derya, alır sürükler götürür onları, tâ mezar çukuruna kadar götürür; mezar çukuruna kadar, hafizanallah.

Kârûn, servetle, halayığıyla (kapıkullarıyla), mele’siyle (işbirlikçileriyle) baştan çıkmış bahtsızlardan sadece bir tanesi. Diyor ki Kur’an-ı Kerim: وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ “Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı.” (Kasas, 28/76) Demek öyle bir cimri adam ki, siyaktan sibaktan anlaşıldığına göre, hazinelerini de bir yerde saklamıyor: “Ne olur ne olmaz, hepsini bir yerde saklarsam, bir hırsız gelir dalarsa, hepsini alır götürür. En iyisi ben onu on yerde, yirmi yerde yapayım.” On yerde, yirmi yerde… Bir de her yer için birkaç tane anahtar olunca, Kur’an-ı Kerim diyor ki; “Güçlü bir cemaat, hazinelerinin anahtarlarını ancak taşıyabiliyordu!” Kur’an öyle buyuruyor. Bir de öyle halayığı var, anahtar taşıyanları var. Belki o imkânlarıyla Firavun’a da tesir ediyor, Hâmân’a da tesir ediyor, onlara dediğini yaptırtıyor ve İsrailoğulları’ndan bazılarını da servetle satın alıyor.

  Ne acıdır ki, satılmayacak insan çok az, sadece fiyatlar farklı; Allah, bizi o “az”lardan eylesin!..

Çünkü dünyada satın alınabilecek, peylenebilecek çok insan vardır; günümüzde emsal-i kesîresine şahit olduğunuz gibi. Fakat fiyatlar farklıdır; bazıları bin dolara satın alınabilir, bazıları “Ben on bin dolar istiyorum!” der, bazıları da “Bir villa istiyorum!” der. Fedakâr, çok ciddî müstağni bir arkadaş, “Bana on tane villa verdiler ama ben o cephede yer almaktan içtinap ettim!” diyor açıkça. On tane villa. Bazıları da on tane villaya bile satılmaz, bazıları birkaç tane filoya bile satılmaz. Fakat satılmayan insan çok azdır. Ne var ki, fiyatlar farklıdır. Bazen bir yerdeki bir muhtarlığa satılır adam, muhtarlık pâyesine. Bazen belediye başkanlığına satılır. Bazen bir milletvekilliğine satılır. Bazen bir bakanlığa satılır. Bazen bir müsteşarlığa satılır. Peylenmeyen, karakterli, müstağni insan, çok azdır.

Allah, sizi o “az”lardan eylesin!.. Allah, bizi o “az”lardan eylesin!.. Cennet’i bile verseler, “Allah’ın rızası var mı, yok mu?” sormadan, biz ona bile peylenmeyiz. “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu… Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur!” duygusuyla Allah serfiraz kılsın! Kârunlaşmaktan uzak kılsın!..

Nice kimse vardır ki, bir Hârun gibi çıkmıştır yola. Fakat hiç farkına varmadan, dünya, zinetini, debdebesini, ihtişamını, onun yürüdüğü yollara serpiştirince, her yer onun başını döndüren meşher haline gelince, başı dönmüştür zavallının, kendisini kaptırmıştır o rüzgâra veya o akıntıya, bir daha da geriye dönememiştir. Kârûn’u böyle bilin.

Kârûn vesilesiyle Kur’an-ı Kerim diyor ki: تِلْكَ الدَّارُ الآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لاَ يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الأَرْضِ وَلاَ فَسَادًا وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ “Şu âhiret yurduna gelince, Biz onu yeryüzünde ululuk peşinde olmadıkları (büyüklük taslamadıkları) gibi, bozgunculuk peşinde de olmayanlara nasip ederiz. Hayırlı âkıbet, kalbleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan, O’na itaatte kusur etmeyen ve O’nun azabından sakınanlar içindir.” (Kasas, 28/83) “O âhiret yurdu var ya..” “Lâm-ı tarif”, ahd için olursa şayet, “o dâr”, bilemediğiniz şekilde özel bir dâr. Özel dâr olmasını şu hadis-i şerifle anlayabilirsiniz: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Öyle bir yurt ki orası, orada Ben’im size (sâlih kullarıma) ihsan edeceğim şeyleri göz görmemiş, kulak işitmemiş; onlar hiçbir kimsenin aklına da gelmemiş!”

“Ed-Dâru’l-âhire” الدَّارُ الآخِرَةُ diyor. “Âhiret” son demektir. Kur’an-ı Kerim çok defa “ûlâ” (birinci, ilk, evvel) ve “uhrâ” (âhiret, son, diğer) der. Burası “ûlâ” oluyor, bir yönüyle, mukaddime gibi. Bu tabir, tasavvurî mantığa ait bir ifade. Fakat burası öyle bir “ûlâ” ki, işte orayı, âhireti, “uhrâ”yı bağrında besliyor. Bunu ifade eden beyanlar da var: Mesela, اَلدُّنْيَا مَزْرَعَةُ اْلآخِرَةِ “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Öyle bir “ûlâ” ki, âhireti besliyor. Ama yüzlerin âhirete müteveccih olması lazım. Bu “ûlâ”, bütün hezâfiriyle, bütün debdebesiyle, bütün ihtişamıyla, bütün servetiyle tamamen âhirete müteveccih olmalı, değerlendirilmeli. Kıymet-i harbiyesi itibariyle, bir taraftan, mecâli-i İlahiye; Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecelli ettiği yer, sıfât-ı sübhaniyenin tezâhür ettiği yer. Ve aynı zamanda âhiretin mezraası, öbür âlemin koridoru. O yönüyle kıymet ifade ediyor. Dünyanın kendine bakan yönüyle ise; اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ وَطُلاَّبُهَا كِلاَبٌ “Dünya bir pislik yığınıdır; onu dileyip peşinden koşanlar da köpeklerdir.” Demek ki, ahiretin mezraası olması, esmâ-i İlâhiye’nin tecelligâhı olması, sıfât-ı Sübhaniye’nin mezâhiri olması itibariyle dünya hakikaten bî-hemtâ (eşsiz, benzersiz); çünkü kazandırıyor, sermaye.

  “Âhiret yurduna gelince, Biz onu yeryüzünde ululuk peşinde koşmadıkları (büyüklük taslamadıkları) gibi, bozgunculuk da yapmayanlara nasip ederiz.”

O âhiret yurdu ki, نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لاَ يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الأَرْضِ وَلاَ فَسَادًا “Biz onu yeryüzünde ululuk peşinde olmadıkları (büyüklük taslamadıkları) gibi, bozgunculuk peşinde de olmayanlara nasip ederiz.” (Kasas, 28/83) Ayet-i kerimede, “ca’l” kelimesiyle “Biz onu, kılarız!” deniyor. “Kılma” ifadesi “ceale” جعل kelimesinden geliyor. Babalarının malı gibi değil, “Bizim ca’limiz olur!” manası nazara veriliyor. Cenâb-ı Hak, seyyidina Hazreti Âdem’in halife olmasını ifade ederken de “ceale” kelimesini kullanıyor; “Seni Ben yaratmışım. Dolayısıyla, halife yapacak da Ben’im. Bilmelisin ki, senin halifeliğin âriyet, emaneten sende. İstesem, vermem onu.. ve istediğim zaman da hemen alırım.” Çoklarından aldığı gibi… Evet, “ceale” kelimesinde de bu mana görülmeli: نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لاَ يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الأَرْضِ وَلاَ فَسَادًا O âhiret yurdu sizin hayatınızla elde edebileceğiniz gibi değil!.. 60-70 yaş ortalamasıyla, bir kısmı çocuklukta geçen, neredeyse yarısı uykuda geçen, çoğu bilmem kimlerle meşguliyette geçen, yeme içme ve yan gelip yatma ile geçen bir ömürle kazanılacak gibi değil!.. Ebedî.. Ebedî… İki kutup arasındaki rakamlara sığmayacak kadar bir zaman, ebedî. “Trilyon” deseniz, “sıfır” kalır onun yanında. “Katrilyon” deseniz, “sıfır” kalır ebediyetin yanında. Ebedî… Ebedî bir hayat… “Onu da Ben size kılacağım! Bakın, o da sizin ca’linizle değil. Benim ca’limle veriyorum, o da Benim ca’lime ait. Ama kim onlar, kime vereceğim onu?!.” لِلَّذِينَ لاَ يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الأَرْضِ  “Yeryüzünde kendini büyük görmeyenlere…”

Hadis-i şerifin ifadesiyle, مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ “Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” Kim Allah için yüzü yerde, iki büklüm, asâ gibi bükülürse, Allah, onu yükselttikçe yükseltir. Kim tekebbüre/kibre girerse, onu da alçalttıkça alçaltır. Zira Cenâb-ı Hak, bir kudsî hadis-i şerifte, الْعَظَمَةُ إِزَارِي، وَالْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي، فَمَنْ نَازَعَنِي فِيهِمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ buyuruyor: “Azamet izârım, kibriya ridâm Benim; bunları Benimle paylaşmaya kalkanı, derdest ettiğim gibi, tepetaklak Cehennem’e atarım!” O’nun sıfatı.. Sıfât-ı sübhaniye.

Yeryüzünde büyüklük taslamayacak; “Ben ne dersem, o olur! Benim dediğim mutlaka yapılmalı! ‘Asın!’ dediğim zaman, asılmalı!.. ‘Kesin!’ dediğim zaman, kesilmeli!.. ‘Üzerine gidin!’ dediğim zaman, hemen gidilmeli üzerine!.. Söz, bende başlamalı, bende bitmeli!.. Her şey bana bağlanmalı!..” Bu, yeryüzünde bir büyüklük taslama kompleksi…

  Müfsitler bir de “fetva eminleri”, daha doğrusu “fetva hainleri” bulurlarsa, ifsatlarını dini kurallara da dayandırarak ve bir kısım senaryoları sahneye koyarak melek gibi insanları terörist göstermeye çalışabilirler.

“…Bozgunculuk peşinde de olmayanlara.” لِلَّذِينَ لاَ يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الأَرْضِ وَلاَ فَسَادًا Yeryüzünde kendini büyük görenler “fesad”a da açıktırlar. Onlar, sürekli “ifsat” yaparlar. Hele bir de ifsatlarına, “yalancı müftîler” bulurlarsa, fetvâ eminleri -veya “fetvâ hâinleri” demek daha uygun- bulurlarsa, yaptıkları mesâvîyi bir de dinî kıstaslara/kurallara dayandırırlarsa, artık bunların ifritliklerinin önünü almak mümkün değildir. O, akla-hayale gelmedik fesada, şirazeden çıkmışlığa delalet eder; bir yönüyle, çizgi tanımama, sınır tanımama işi demektir.

Antrparantez; birileri o kadar mesâvî irtikâp ettiler, fısk u fesâda girdiler, çizgi tanımamazlık içinde hareketlerini sürdürdüler. Fakat Allah’a hamdolsun, o kadar rehabilitasyondan geçmemiş ve bu mevzuda -belki- o kadar terbiye dersi almamış olmalarına rağmen, bu Hizmet’e gönül vermiş insanlardan, yükselen bir sese bile şahit olmadık! Evlerinin kapıları vahşice kırıldı.. alın teriyle kazandıkları müesseseler işgal edildi.. temellükleri tagallüpler, tagallüpleri tasallutlar, tasallutları bilmem neler takip etti… Fakat Hizmet gönüllülerinin hiçbiri -halk ifadesiyle, onu da bağışlarsanız- “gık” demedi, bu hadiseler karşısında. Bunlar, karıncaya basmazlar. Bunlar, yılanın da belini kırmazlar. Ama kompleksi olan insan, kendini haklı göstermek için, değişik yalanlarla, dalaverelerle, belki bir yerde o türlü senaryolarla, öyle bir senaryo hazırlamak suretiyle, bu melekler gibi olan insanları karalamaya çalışabilirler.

Mülk âleminden ziyade melekûta açık bulunan.. dâr-ı âhirete müteveccih.. Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsan edeceği şeylere müteveccih.. “âkıbet” deyip inleyen.. aynı zamanda, “takva” deyip Cenâb-ı Hakk’ın vikayesine sığınan.. haramlardan içtinap eden.. helaller dairesinden asla ayrılmayan.. hatta bazen, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, الْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ ، وَبَيْنَهُمَا مُشَبَّهَاتٌ لَا يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ، فَمَنِ اتَّقَى الْمُشَبَّهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ، وَمَنْ وَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ كَرَاعٍ يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى يُوشِكُ أَنْ يُوَاقِعَهُ، أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى، أَلَا إِنَّ حِمَى اللَّهِ فِي أَرْضِهِ مَحَارِمُهُ “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır.” fehvasınca “sınırda bulunma” endişesiyle bazı mubahları bile terk edecek kadar hassas davranan insanlar… Evet, bu insanları bile vahşî, anarşist, terörist göstermek için sun’î, ca‘lî, uydurma belli senaryolarla bir şeyler yaptırabilirler. Bu suretle, ille de kâğıtlara yazıp bir kısım ahmaklara imzalattıkları “terör örgütü” (!) mülahazasını ve dünyaya yaymaya çalıştıkları şeyleri gerçekmiş gibi gösterme adına, o hıyaneti de yapabilirler. Antrparantez, bunu da arz etmiş olayım.

Çünkü şimdiye kadar yaptıkları fesat, çizgi tanımamaları, kırmızı çizgilerinin olmaması, hudut bilmezlikleri, sınırı aşmaları, haramı-helali birbirine karıştırmaları, din-i mübin-i İslam’ın değerlerini lafta söylemek suretiyle onunla dünyayı peylemeleri, onları Kârûn gibi öyle kör etmiş ki, âkıbetten haberleri yok.

Oysa ki, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ “Âkıbet, müttakîlere aittir!” “İttekâ – yettekî” kelimesi “vikâye” kökünden geldiği için, orada “vav”, “yâ”ya kalbolmuş; aslı, “ivtekâ-yevtekî” إِوْتَقَى-يَوْتَقِي şeklindedir. Takva dairesi içine girme demektir. Aynı zamanda, Sarf’taki kipleri itibariyle, “Takva dairesi içine girmeyi tabiatlarının bir derinliği haline getirmişler!” manasını ifade etmektedir. Bir de onun başındaki “li’l-müttakin” لِلْمُتَّقِينَ ifadesinde yine harf-i tarif var. Orada da yine harf-i tarif var; “lam”, “lâm-ı tahsis”; “onlara mahsus” demek. وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ “Âkıbet, onlara mahsustur!”; “onlar için” değil, “ta’lîl” değil; doğrusu, “Onlara mahsustur!”

Bir de “el-müttakîn” deniyor, “harf-i tarif” var orada da; özel işte o, esas takva, hususî. Takvadaki hususiliğe işaret ediliyor. Nasıl bir hususilik? Haramlardan fersah fersah uzaktırlar!.. “Amanın, bir haram içine girerim!” endişesi taşırlar.. ferâizi harfiyen yerine getirirler.. vaciplerde katiyen kusur etmezler.. Kitap ve Sünnet ne demişse, onu yaparlar.. Onlar, Hazreti Ebu Bekir’in bendeleri, Hazreti Ömer’in bendeleri, Hazreti Osman’ın bendeleri, Hazreti Ali’nin bendeleri. O dört şehsuvara ruhlarımız fedâ olsun, Allah da onlardan trilyon trilyon defa razı olsun!.

Evet, öylesine takvayı içtenleştirmişler, tabiatlarının bir derinliği haline getirmişlerdir. Öyle olunca ne olur? Takvâ, insanda o hale gelince, işte o akıbet, onlara mahsus olur. “Ben onlara kıldım ama onun fiyatı o (takva). Onu verdikleri zaman, onu (güzel âkıbeti) peyleyebilecekler; Ben de onu vereceğim onlara!..” Evet, وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz, Bana verdiğiniz sözünüzde durun; Ben de ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de dediğimi yapayım!” Mukabele bunlar; Belagat ilmindeki mukabele ile yorumlayabilirsiniz. Takvayı böylesine içtenleştiren insanlara, böylesine Allah’ın himayesine sığınan insanlara, hatta “şüphelidir” diye bazı mubahlara karşı bile mesafeli duran insanlara, “İşte âhiret yurdunu Ben onlar için kıldım, verdim onlara!” diyor Allah (celle celaluhu).

  Namaz, sözden ziyade hal ve tavırla tavsiye edilmelidir; arkadan gelen nesiller, önden gidenlerde bunu görmediklerinden dolayı, maalesef yol yorgunluğuna düştü ve döküldüler.

Bir başka ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلاَةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا لاَ نَسْأَلُكَ رِزْقًا نَحْنُ نَرْزُقُكَ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى “Ailene ve ümmetine namazı emret ve kendin de ona hassasiyetle devam et. Biz, senden rızık istemiyoruz, bilakis senin rızkın Bize aittir. (Dolayısıyla, bütün kulluk vazifelerin bizzat senin faydana ve senin içindir.) Nihaî başarı ve mutluluk ise, (kulluğun özü olan ve bütün ibadetlerden Allah’a ulaşan) takvadadır.” (Tâhâ, 20/132)

Öncelikle, “Ehline, aile efradına namazı emret!” buyuruluyor. Buradaki o emrin şekli ve keyfiyeti üzerinde derinlemesine durulabilir. Sizin engin idrakinize havale ediyorum. Belki burada emretme mevzuundaki en önemli husus da yine temsil ve hâl ile emirdir.

Kıtmîr’de, (söylemek doğru değildir belki) dört yaşında namaza başlama arzusunu uyaran, dedemin namaza karşı olan delice hayranlığı idi. Bilmiyorum, sabaha kadar mı kılardı, hanın peykesinde.. sabaha kadar.. ne zaman yatardı, bilmem ben!.. Bazen yanında dururdum ben de onun, daha dört-beş yaşındayken, onunla beraber ben de yatıp kalkayım diye. Fakat sonra uyuyakalırmışım, beni alıp yatağa koyarlarmış; o hâlâ orada kemerbeste-i ubudiyet içinde namaz kılarmış, durmadan. O halin tesiri.. halin ve temsilin te’siri…

Babaannem, başını yere koyduğu zaman, bir kere “Allah!” dendiği an, yirmi dört saat ağlardı. Bunu, bütün o köy halkı bilir. Munise Hanım… Bir kere “Allah!” de yanında, bazen ürperti ile, bazen iştiyakla yirmi dört saat ağlar; öyle birisi. Şimdi bunların tesiri öyle güçlüdür ki!.. Hâlin ve temsilin tesiri… Demek ki böyle olacak!.. Demek ki Allah’a müteveccih olma böyle!.. Demek ki benim neş’et ettiğim kültür ortamı, benim de böyle olmamı iktiza ediyor!.. Sonra siz bu çevrede yetişmiş birine “Namaz kıl!” dediğiniz zaman, “Sallî!” dediğiniz zaman, Türkçe’deki “namaz kılmak” ifadesinden hareketle, “Vec’al’is-salâte – Namaz kıl!” dediğiniz zaman, hemen eda eder onu.

Bu arada, bizim namazlarımızı ifade etme adına “kılma” kelimesi de çok şık düşüyor. Aslında, Kur’an أَقِمِ الصَّلاَةَ – أَقَامُوا الصَّلاَةَ gibi beyanlarıyla namazı “ikâme” etmeyi nazara veriyor. “İkâme”nin esas olduğunu gösteriyor. İç-dış mahiyetiyle, şerâiti ve rükünleriyle, hudû ve huşû’u ile, ihsan şuuru ile edâ edilene “ikâme” deniyor. O âbideyi, namaz âbidesini ayağa kaldırma, bir namaz âbidesi dikme, namazlaşma.. evet adeta namazlaşma.. görülüyor olma mülahazasıyla yapma ve görüyor olma mülahazasına kilitlenme… Öyle yapmaya “ikâme” deniyor.

Zamanı gelince, “namaz kıl!” diyeceksiniz ona; zaten hal ve tavır onu diyordu. Esasen o mesele, İslam dünyasında ve bizim ülkemizde, hal ve temsil ile tam ifade edilemediğinden namazı ikâme eden de çok az. Geçende arkadaşlar ifade ettiler: “İmam Hatip’lerde namaz kılma nispeti yüzde kırk idi, yüzde yirmi dörtlere veya yirmilere düştü!” diyorlar. “Türk toplumunda da devamlı namaz kılma nispeti yüzde kırk beşlerde idi, yüzde on dokuzlara düştü!” dediler. Ben, denen şeyi söylüyorum. Neden? Hâliyle, temsiliyle, Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmayı sergileyen insan azlığından dolayı!..

Cenâb-ı Hak, إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ “Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar.” (Ankebût, 29/45) buyuruyor. Namaz, fuhşiyât ve münkerâttan nehyeder!.. Denebilir ki, şayet namazın seni fuhşiyât ve münkerâttan nehyetmiyorsa, sen namaz kılıyor değilsin; sen sadece yatıp kalkıyorsun!.. Demek ki meseleyi ruhuyla, içtenleştirerek yerine getirme mevzuu çok önemli. Arkadan gelen nesiller, önden gidenlerde bunları görmediklerinden dolayı, yol yorgunluğuna düştü ve döküldüler. Bilgi, marifetle taçlandırılmazsa, insanlar yol yorgunluğundan kurtulamazlar!.. Bilgi marifetle, marifet muhabbetle taçlandırılmazsa, o yolda yürüyenler yol yorgunluğundan kurtulamazlar!.. Doğru yolda dökülüp yollarda kalırlar. Ondan dolayı namaz kılma nispetleri de düşüyor. Ama hâlâ kendilerini sırat-ı müstakimde zannediyorlar.

  “Ailene/çevrene namazı emret ve kendin de ona hassasiyetle devam et. Biz, senden rızık istemiyoruz, bilakis senin rızkın Bize aittir.”

Evet, evvelâ, namazı öyle emretmek lazım. وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلاَةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا İnsanları evvela tavır ve davranışlarla, “namaz”a, yani “Allah’tan rahmet”e, “meleklerden istiğfar”a, “mü’minlerden dua”ya çağırmak lazım.

“Salât” kelimesi, aynı zamanda “salv” kökünden geldiğinden dolayı, namaz içindeki hareketleri ifade ediyor. Mesela, rükûa giderken belinin eğilmesi, belini oynatman; secdeye giderken yine belini oynatman “salv” kelimesiyle ifade ediliyor. “Es-Salât” الصلاة Allah’tan, rahmet; meleklerden, istiğfar; mü’minler den de dua. Demek ki namaz, aslında bir dua. Namazda, Allah karşısında durunca, daha başta hemen سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، وَتَبَارَكَ اسْمُكَ، وَتَعَالَى جَدُّكَ، وَلا إِلَهَ غَيْرُكَ diyorsunuz. Cenâb-ı Hakk’ı ta’zîmden sonra, Fatiha’yı okuyorsunuz. Ne diyorsunuz orada? O’na karşı arz-ı ubudiyetimizi: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana kulluk yapar, yardımı da sadece Sen’den isteriz!” Öyle ise, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım, sırat-ı müstakime; nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin, sâlihlerin yürüdükleri yola hidayet buyur!” Dua… İnsan o yolda yürür de, farkına varmadan, Kârûn gibi, bazen “mağdûbu aleyhim”den olabilir, “dâllîn”den olabilir. Onun için, صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

Evet, وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلاَةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا Namazı, emretmekle kalma!.. Aynı zamanda, ister halin ile, ister temsilin ile, isterse doğrudan doğruya, “Kıl!” de!.. Veya “Ekım! Ekım! Ekım!” أَقِمْ، أَقِمْ، أَقِمْ “İkâme et namazı!” de!.. Sonra da “Bunda dişini sık, sabret!..”

“Istabir” kelimesi de yine “ifti’âl” babından gelmesi itibariyle, “Onu içtenleştir; vird-i zebân et; tavır ve davranışlarınla, beyanınla sürekli onu sergile dur!” demek oluyor, Seçilen kelimeler… Kur’an bu, Allah beyanı… وَاصْطَبِرْ diyor, وَاصْبِر değil. “Vastabir”  وَاصْطَبِرْ diyor; “tavır ve davranışlarınla, aynı zamanda beyanda da samimiyetinle emir ve tavsiye edip o konuda da devamlı ve sabırlı ol. İçinin sesi olsun, dediğin her şey; duygu ve düşüncelerin, inancın, kalbine inen bir mızrap gibi ses çıkarsın.. ve senin dilinden-dudağından dökülen ses de, o ses olsun!”  اِصْطَبِرْ kelimesinden onu anlayabilirsiniz. Ayrıca, وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا buyurularak, mananın “Alâ” على harf-i cerri ile ifade edilmesi, zorluğu gösteriyor. “Alâ”, isti’lâ içindir. İşte o salât böyle olunca, hakikaten biraz zor bu mesele.

Şimdi “Biz bunları böyle yaparken, işimiz-gücümüz aksayacak; tarlaya gidemeyeceğiz; bağışlayın, sürülerin arkasından koşturamayacağız; bağışlayın, ineğe bakamayacağız, koyuna bakamayacağız, villa yapamayacağız, filo edinemeyeceğiz!..” gibi düşünceler akla gelebilir; dolayısıyla bunlara takılmalar olabilir. İşimizi-gücümüzü bırakacak, namazı emredeceğiz ve onda da hep böyle dişimizi sıkıp sabredeceğiz! Aktif sabır… Aktif sabır… Durağan sabır değil, aktif sabır: Şartlar ve konjonktür, meselenin şu kadar yapılmasına müsaade ediyor; işte o yapılabilecek şeyi yapma sabrı. Allah (celle celâluhu) vadediyor: Siz bunları yaptığınız zaman, لاَ نَسْأَلُكَ رِزْقًا “Biz sizden rızık istemiyoruz.” نَحْنُ نَرْزُقُكَ “Biziz Biz azimüşşan, esas sizi rızıklandıran Biziz!” diyor. “Mütekellim ma’a’l-gayr” (birinci çoğul şahıs kipi) ile ifade etmek suretiyle, beyan ta’zime delalet ediyor. Bazen böyle “innâ” gibi edatlarla, bazen de burada olduğu gibi “mütekellim ma’a’l-gayr” ifadesiyle tazime (ve sebeplerin de bu işte kullanılmasına) işarette bulunuluyor. “Biz azimüşşan…” eskilerin ifadesiyle, “Sizi rızıklandıran Biziz, Biz. O rızkı veren Biziz!”

Sabah, Pencereler’de (Risale-i Nur Külliyatı / Mektubat / Otuzüçüncü Söz’ün Otuzüçüncü Mektub’u) okuduğumuz gibi; tohum, topraktaki kuvve-i inbatiye, güneşten gelen şualar, oksijen-karbondioksit dengesi, bildiğimiz-bilemediğimiz daha değişik faktörler, tohumun/dânenin hususiyeti… Sadece bir “dâne” açısından meseleye baktığınız zaman, küre-i arz kadar bir mesele karşınıza çıkar. “Niam-i İlahiyeyi saymaya kalkıştığınız zaman, hesap edemeyeceğiniz kadar şeylerle karşı karşıya kalırsınız. Hazreti Bediüzzaman, Pencereler’de menfezler açıyor, o pencerelerden çok derin şeylere baktırıyor. O pencereden bakın, نَحْنُ نَرْزُقُكَ  “Biz rızıklandırıyoruz!..” beyanına.

Şayet, O (celle celâluhu) tohumu öyle yaratmasaydı.. öyle karbondioksit, oksijen, filan dengesini ortaya koymasaydı.. ağaçlar onu emip sizin ihtiyacınız olan oksijeni dışarıya ifrâz etmeselerdi.. toprakta kuvve-i inbatiye olmasaydı.. tohumda neşv ü nemâ bulma, toprak altına atıldıktan sonra hususiyetini koruma ve yerine göre bereketlenip birkaç başağa yürüme olmasaydı… Sebepler açısından, rızkı nereden bulacaktınız?!. Ağacı, ona göre kıyas edin.. denizi, ona göre kıyas edin.. balı, ona göre kıyas edin.. yağmuru, ona göre kıyas edin.. bulutları, ona göre kıyas edin.. zâid-nâkıs (artı-eksi) bulutların birleşmesini, ona göre kıyas edin.. şimşekleri, yıldırımları ona göre kıyas edin… İşte riyazî düşünce bu. İhtimal hesaplarına göre, trilyon trilyon ihtimalden bir tanesi ile bile bütün bunlar bu şekildeki bir denge ile meydana gelmez. Riyazî düşüncenin gereği. (O husus söz verilmiş ama yazılmamış bir mesele; fakat parça parça, yeri geldikçe, ifade edilen şeyler…) Bütün bu hususlara işaret sadedinde, نَحْنُ نَرْزُقُكَ deniyor.

  Cenâb-ı Hak, vahşice şehid edilen kardeşlerimizi Firdevs’i ile sevindirsin ve ülkemizi fitneden, fesattan, anarşiden muhafaza buyursun!..

Sonra, وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى “Âkıbete gelince, o takvaya dairdir, esasen.” Burada (takva) isim olarak ifade buyuruluyor. “Esas sonuç, âkıbet, hüsn-i âkibet, takvaya dairdir, takva esasına bağlıdır.” Siz, takva dairesi içinde olursanız, bir güzel âkıbeti -Allah’ın izni ve inayetiyle- elde etmiş olursunuz. Levhalarda da var, bir farklı kelime ilave ediyorlar: “Güzel âkıbet, müttakîler içindir!..”

Cenâb-ı Hak, takva dairesi içinde yaşama, takva dairesi içinde öbür tarafa yürüme, takva dairesi içinde berzah hayatını atlatma, takva dairesinin semerâtıyla Mizan’ı rahatlıkla geçme, takva dairesinin semeratıyla Sırat köprüsünü aşma, takva dairesinin berekât ve semerâtıyla Cennet’in kapılarının tokmağına dokunma, açılmasını sağlama ve orada nebilerle, sıddîklerle, şehitlerle, sâlihlerle beraber olma bahtiyarlığına ulaştırsın!..

Evet, buraya “şehit” kelimesi gelmişken, taziye ilanında yazı ile ifade edildiği gibi, bir de sözlü dile getireyim: Cenâb-ı Hak, yakında şehit olan o kardeşlerimizi, o masum insanları, zâlimce, vahşice şehid edilen o insanları da Firdevs’i ile sevindirsin. Öyle sevindirmek suretiyle muvakkat dünya hayatında kaybettikleri şeylere karşılık, ebedî hayat saadetini onlara lütfeylesin!.. Ve Cenâb-ı Hak, mübarek ülkemizi, uzun asırlar boyu İslam dünyasında ve bütün dünyada muvazene unsuru olabilmiş o mübarek ülkemizi de fitne ve fesattan, anarşiden, kargaşadan, insan öldürme canavarlığından, zulmetme canavarlığından, haksızlık yapma canavarlığından muhafaza buyursun, masûn ve mahfuz buyursun!..

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ 

هُوَ الْحَبِيبُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ لِكُلِّ هَوْلٍ مِنَ اْلأَهْوَالِ مُقْتَحَمِ

مَوْلَايَا صَلِّ وَسَلِّمْ دَائِمًا أَبَدًا عَلَى حَبِيبِكَ خَيْرِ الْخَلْقِ كُلِّهِمِ

509. Nağme: Kibir Marazı ve Büyüklüğün Mikyası

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

“Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!”

*Üstad Hazretleri On Dördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor.

*Evet, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı kalbin zümrüt tepelerine taşıyabilecek olan latîfeleri öldürebilir. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayr-ı meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen sahte bir tavır, yalan bir beyan, faydasız bir söz onu manen ölüme götürür. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir. Kibir de kalbi öldürücü virüslerden biridir.

Kibir, basireti kör eden bir perdedir.

*Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kâinatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlûkatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Bundan dolayı olsa gerek, Peygamber Efendimiz, “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan insan Cennet’e giremez.” buyurmuşlardır. Çünkü kalbinde kibir ve gurur bulunan kimse için hidayet yolları tıkanmıştır.

*Nitekim Cenâb-ı Hak, mütekebbirler hakkında şöyle buyurmaktadır:

سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آيَةٍ لاَ يُؤْمِنُوا بِهَا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الرُّشْدِ لاَ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلاً ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ

“Hiç hakları olmadığı, olması da mümkün bulunmadığı halde yeryüzünde büyüklenip çalım satanları âyetlerimden yüz çevirteceğim. Öyle ki onlar, yolumuzun doğruluğuna dair ne kadar iz, işaret ve delil görürlerse görsünler yine de onlara inanmazlar. Olgunluk ve doğruluk yolunu görseler, onu izlenmesi gereken yol olarak benimsemezler; buna karşılık, eğrilik ve taşkınlık yolunu görseler, hemen onu takip edilecek yol olarak benimserler. Böyle yaparlar, çünkü onlar âyetlerimizi baştan ve peşinen yalanlamış olup, onların anlam ve faydalarını idrakten bütün bütün uzaktırlar.” (A’râf, 7/146)

*Hazreti Üstad, tevazu ve tekebbür adına bir ölçü ortaya koyuyor: “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” İşte mü’minin kendi hakkındaki düşüncelerini bu esaslar belirlemelidir. Çünkü insanın halk ve Hak nezdindeki büyüklüğünün gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır.

Hazreti Âdem’den İnsanlığın İftihar Tablosu’na kadar bütün peygamberler birer tevazu ve mahiyet kahramanı olmuşlardır.

*Bütün peygamberler, Hakk’a teveccühlerinde, ibadet ü tâat ve diğer muamelelerinde hep edepli olmasını bilmiş ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Hazreti Âdem’in, maruz kaldığı o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdirde bulunup onu infaz ettin.” diyeceği yerde, “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” türünden sızlanışları.. Hazreti Yunus’un “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” yakarışı.. Hazreti Eyyub’un, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” şeklindeki arz-ı hâle bedel “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” mahiyetindeki iç çekişi.. Hazreti Musa’nın, bir zelle karşısında mazeret döktürmeden hemen “Ey Rabbim, ben nefsime zulmettim beni bağışla!.” demesi; aç-susuz bir gölgeliğe sığındığında, “Yedir, içir, karnımı doyur.” yerinde “Rabbim! Lütfedeceğin her nimete muhtacım.” şeklindeki beyanları hep bir tevazu, bir saygı ve yüksek bir edep emâresidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ise, tam bir tevazu ve mahviyet âbidesidir. Huzur-u Risalet penahide birisi O’na, “Seyyidimiz” dediğinde –hakikatte O, öyle olsa bile– o sahabiye bu ifadesinden dolayı itapta bulunmuştur. “Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) âyet-i kerimesi nazil olduğunda Ashab-ı kiramdan bazılarının aklına farklı bir düşünce gelebilir diye, “Beni, Yunus ibn-i Metta’ya tercih etmeyin!” buyurmuştur. Başka bir zaman kendisinin mehabet ve heybetinden titreyen birine, “Korkma! Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum.” demiştir.

*Bir sahabi ile bir Yahudi aralarında tartışırlar; yahudi, “Hazreti Musa daha büyüktür!” derken, sahabi de Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’in daha büyük olduğunu söyler. Muhatabı ısrar edince, sahabi ona bir tokat vurur. Peygamber Efendimiz hadiseyi öğrenip o sahabinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca hemen olaya müdahale eder; “Beni, Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim!” der ve orada meseleyi ta’dil eder.

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in her sabah ve akşam tekrar ettiği şu dua tek başına O’nun tevazu ve mahviyetine delildir. Buyuruyor ki:

اَللّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ شَيْأً وَأَنَا أَعْلَمُ وَأَسْتَغْفِرُكَ لِمَا لاَ أَعْلَمُ

“Allahım, bile bile Sana bir şeyi ortak koşmaktan Sana sığınırım, bilmediğim şeylerde de Senden mağfiret dilerim.”

Raşit Halifelerin tevazu ve mahviyetlerini ortaya koyan şu çarpıcı sözlere bakar mısınız?

*Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ tevâzu ve mahviyetle iki büklüm yaşayan Hazreti Ebû Bekir Sıddık efendimizin Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ

مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ

ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ

إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مُذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ

مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ

مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

“Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan, onunki nisyan ve hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.”

*Hazreti Ömer (radıyallahu anh) öyle tevazu ve mahviyet abidesiydi ki, sadece şu duası bile bunu göstermeye kâfidir: “Allahım, ben sert ve şiddetli biriyim, bana yumuşaklık ihsan eyle. Ben güçsüzüm, bana kuvvet ver. Ey Rabbim, idaresini üzerime aldığım bu ümmeti doğru yola irşat için bana güç ve kuvvet lütfet.”

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını, tevazu ve mahviyetini çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

Allah aşkına, ilk günkü nezahet içinde Hizmet şiirinin kâfiyesini koymaya çalışın!..

*İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görünen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı (ayrılmaz parçası/vasfı) değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değildir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.

*Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini, fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” diyor. Evet, Allah, bu dini, fâcir adamla da te’yid eder. Dine ve insanlığa hizmet eden herkes kendisine bu açıdan bakmalıdır.

*Râbia Adeviyye validemiz, kendisine dünyevî nimetler teklif edenlere “Allah Allah, beni niye böyle hakaret zeminine çağırıyorsunuz. Ben ‘İlle rü’yet-i Mevlâ.. ille rıza-yı ilahî!..’ diyorum.” şeklinde cevap verirmiş. Zavallılar, cahiller; (sadece “Rabia İşareti” yapıyorlar) o kadar biliyorlar. O büyük kadın, kendisine izdivacı kastederek “Anacığım, o işi düşünmediniz mi?” diyen iki Hak dostuna “Allah Allah!.. Ben de sizi Allah’a gönül vermiş insan zannediyordum. Neyden bahsediyorsunuz siz?” diyor.

*İnsan, gerçekten bir şeye kilitlenmişse, kendisini bir kısım meşru haklardan bile mahrum edecek kadar o işte fani olur. Ona “fenâ fi’l-fiil”, “fenâ fi’l-Hizmet”, “fenâ fi’l-Hareket”, “fenâ fi i’lâ-i kelimetillah” denir. Hizmet’te fâni olma.. Hareket’te fâni olma.. İ’lâ-yı Kelimetullah’ta fâni olma.. nam-ı celil-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselam)’ın dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde fâni olma…

*Bir yere kadar Allah bunu size yaptırdı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Günümüzde kendini Müslüman zanneden kimselerin, metres kullanan kimselerin, taaddüd-i zevcâta giden kimselerin, uyuşturucuya kendisini salan kimselerin, kirli yurtlar/pansiyonlar açan kimselerin gırtlaklarına kadar kirlilik içinde bulunmalarına karşılık, siz meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifâ ederek, gayr-ı meşru daireden gözünüzü keserek, üzerinize zerre kadar çamur sıçratmadan, istikamet içinde, nezahet içinde, nezafet içinde, temizlik içinde bu hizmet şiirinin kafiyesini koymaya çalışın. Buyuruyor ki: “Benim nâmım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” Allah aşkına, Peygamber hatırına bu kafiyeyi koymaya çalışın; Efendimiz’in adını oralara kadar götürmeye çalışın!..

Güç Zehirlenmesi ya da Tiranlaşma

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Belirli bir alandan sorumlu olan veya herhangi bir yerin idaresini üstlenen insanlar bir süre sonra kendilerini oranın maliki gibi görmeye başlayabiliyorlar. Bu konudaki mü’mince mülâhaza ve davranış nasıl olmalıdır?

Cevap: İnsanların sevk ve idaresiyle vazifeli olan bir insanın, yaptığı işin sorumluluğunu üzerinde taşımasıyla, sorumlu olduğu yeri kendi mülkü gibi görmesi arasında çok fark vardır. Fakat ne yazık ki bu durum çoklarının zühulüne, gafletine kurban giden bir hâldir. Haddizatında insanları sevk ve idare sorumluluğunda olan kişiler, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile O’nun Râşid Halifeleri’nin (rıdvanullâhi aleyhim) yolunu takip etmedikleri takdirde, kendilerini bulundukları makamlarda bir emanetçi gibi görmeyip de aksine bulundukları yerin maliki gibi görmeye başladıklarında despotluk ve tiranlığa giden yolun taşları döşenmeye başlamış demektir.

Olumsuzlukları Öncelikle Kendinden Bilen İnsanlar

Böyle bir felâketten korunmanın en önemli esaslarından birisi, idareci konumunda bulunan insanların sürekli kendilerini muhasebeye çekmeleri ve sorumlu oldukları dairede meydana gelen bütün olumsuzlukları da öncelikle kendileriyle alâkadar görmeleridir. Esasen böyle bir idare anlayış ve felsefesi bizim dinî duygu ve düşüncemize dayanır. Bu konuda Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) tavrı bizim için ne güzel örnektir! O, halifelik yaptığı on senelik zaman diliminde Osmanlı ve Selçuklu dönemlerindekine denk fütuhat gerçekleştirmiş büyük bir devlet adamı olmasına rağmen, kıtlık baş gösterdiğinde bir harabede başını secdeye koyup “Allah’ım benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i helâk etme!” sözleriyle sızlanmıştır. Dolayısıyla önde bulunan insanlar, yaşanan olumsuzluklardan, kırılma ve çatlamalardan öncelikle kendilerini mesul tutmalı, dua dua Allah’a yalvarmalı ve problemlerin çözümü adına ellerinden geleni yapmalıdırlar.

Ruhlarındaki ilhamı muhtaç sinelere boşaltmak maksadıyla insanlık yolunda koşturan ve bu uğurda bazı sorumluluklar alan adanmış ruhlar, kimi zaman hiç beklemedikleri arıza ve problemlerle karşılaşabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hak, kendilerine halkın takdir edip alkışlayacağı bazı başarılar lütfeder. Bu durum karakter zaafı olan bazı kimselerde adanmış ruhlarla aynı kare içinde görünme arzusunu tetikler. Neticede menfaat düşüncesi ve çıkar mülâhazasıyla işin içine girenler beklediklerini bulamayınca iftira, tezvir dahil her türlü kötülüğe başvurabilirler. Elbette Allah (celle celâluhu) böyle bir kötülüğün hesabını bu kötülüğü yapanlara sorar. Fakat bu sıkıntı ve problemin yaşandığı yerden sorumlu olan insan, “Acaba ben nasıl bir hata işledim ki burada böyle bir musibete maruz kaldık?” demeli ve en başta kendisini hesaba çekmelidir.

Başarıları Kendinden Bilmeyen İnsanlar

İdareci konumunda bulunan insanlar, böyle bir muhasebe ve murakabe duygusuna sahip olmazlarsa, zamanla onlar tamamen kendi yanlış kararlarından kaynaklanan problemlerde bile hiçbir hata ve yanlışı kabul etmek istemez, suçluyu hep dışarıda arar durur, etraflarına atf-ı cürümlerde bulunurlar. Hata ve kusurlar dile getirildiğinde ise bu durumu kendilerine bir tehdit gibi algılar, farklı sesleri kısmak ve susturmak isterler. Hâsılı onlar, kendi çaplarında tiranlığa başlarlar. Evet, toplumun ortak gayretlerinin neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği başarıları kendinden bilme gafletine düşen idareciler, her şeyin kendilerinde başlayıp kendilerinde biteceğini zannedecek; kendilerinin mebde ve münteha oldukları vehmine kapılacaklardır ki, esasında bu durum, zımnî dahi olsa bir çeşit ulûhiyet iddiasında bulunma demektir. Böyle bir iddiaya kalkışan kimsenin feci âkıbeti ise bir hadis-i kudsîde şu şekilde ifade edilir: اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26) Kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır.

Ortak Akıl ve Meşveret İnsanları

Hâlbuki hiçbir şey bizimle başlamadığı gibi, hiçbir şey bizimle sona ermez de. Aksine kendimize bağlı götürdüğümüz işler, âkıbetleri itibarıyla akamete uğrar; bencillikten ve benlik iddialarından uzak durulduğu takdirde ise yapılan işler kopukluğa ve kırılmaya maruz kalmazlar. İnsan, kendisine ve istihdam edildiği hizmetlere hep böyle bakmalı, meseleleri şahsına bağlı götürme yerine ortak akla değer atfetmeli, müşterek aklı kullanmalı ve asla istişare mekanizmasına karşı müstağni tavır takınmamalıdır. İşin altından kalkamadığını, sorumluluğunu lâyıkıyla yerine getiremediğini gördüğünde de iki adım geriye çekilmesini bilmeli, çok rahatlıkla, “Ben, bulunduğum konum itibarıyla insanlarda vifak ve ittifak duygusunu geliştirmeye ve onların kalblerini telif etmeye çalışarak tevfik-i ilâhîye çağrıda bulunuyorum. Eğer konumumun hakkını veremiyor, gerekli temsili ortaya koyamıyor, hâlim ve görüntüm itibarıyla inandırıcı olamıyorsam, beni bu vazifeden azledip daha küçük bir yere verebilirsiniz.” demelidir. Kendilerini hakka, hakikate, millete adamış oldukları iddiasında bulunan insanların duygu ve düşünceleri bu istikamette olmalıdır.

Dünyevî ve Uhrevî Hiçbir Beklentiye Girmeyen İnsanlar

Onlar yapmış oldukları vazife itibarıyla dünyevî ve uhrevî hiçbir beklentiye girmemelidirler. Ne yüksek makamlara gelme, ne değişik payeler ihraz etme, ne de parmakla gösterilen bir insan olma gibi düşünceler onların gönlünde yer etmemelidir. Çünkü nefse ve dünyaya bakan yönü itibarıyla gözün hep yukarılarda olması, kendini beğenmenin, gururun ve kibrin ifadesidir. Kibirli insanların ise bu konuda dengeli hareket edebilmeleri, konumlarının hakkını verebilmeleri ve mesuliyetlerinin farkında olabilmeleri çok zordur. Zira onlar, kendilerini arzın altındaki öküz gibi görürler. Kendileri vazifeden el çektiğinde fay kırılması yaşanacağını ve zelzele olacağını düşünürler. Bu ise büyük bir gaflet ve sapıklıktır.

Tâbiiyeti, Sebeb-i Mesuliyet ve Hatar Olan Metbuiyete Tercih Eden İnsanlar

Hazreti Pîr’in “İhlâs” ve “Uhuvvet” risalelerinde verdiği ölçülerin birçoğu bu istikamette serdedilmiş altın ölçülerdir. Onlara riayet edilmesi, bu tür kaymaların önüne geçme adına çok önemlidir. Mesela o, bir yerde, tâbiiyetin, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete tercih edilmesi gerektiğini ifade eder. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.192 (Yirminci Lem’a, Birinci Nokta)) Yani insan liyakatli birine tâbi olmayı, sorumluluk, tehlike ve risk içeren başkalarının kendisine tâbi olmasına tercih etmelidir. Diyelim ki bir yerde cemaatle namaz kılınacak. İnsan, orada hemen imamlığa talip olmamalı, iki adım geriye çekilmeli ve kendisiyle birlikte secde eden bir başkasına cemaat olmasını bilmelidir. Hatta birileri tarafından lâyık görülüp kendisine teklif edilmesi hâricinde müezzinliğe bile talip olmamalı, bunu bir başkasına havale etmelidir. Namaz kıldırma, bir yerde konuşma yapma gibi toplum hayatında insanı görünür kılan hususlarda böyle bir hassasiyet gösterilirse şayet, zamanla bu ahlâk insanların gönlüne yerleşir, onların tabiatına mal olur. Kendini geri çekmeyi tabiatının bir derinliği hâline getirebilen insanlar da idarî bir vazife aldığında hemen tiranlık derdine düşmez, despotça tavırlara girmezler.

Teveccüh ve Alkıştan Kaçan Mütevazı İnsanlar

Fatih, Yavuz ve Kanunî (aleyhimürrahmetü velğufran) gibi Osmanlı sultanları, bu konuda ciddî bir terbiye ve rehabilitasyondan geçtikleri için dünya hükümdarı oldukları dönemde bile tiranlığa girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamışlardır. Onlar hakkında bir kısım nâseza, nâbeca sözler söylenmesi, ta’n u teşnide bulunulması ise cehaletten kaynaklanan ezbere konuşmalardır. Düşmanlığa kilitli olanlara karşı ömrünü cepheden cepheye koşarak tüketen Kanunî Cennetmekân, halkın karşısında hep yüzü yerde olmuş, teb’asına ve mü’minlere karşı tevazudan hiç ayrılmamıştır. Onun, büyük zaferlerden döndükten sonra yatağını koridora serdirerek nefsiyle hesaplaştığı rivâyet edilmektedir. Aynı şekilde Yavuz Cennetmekân, Mercidabık ve Ridaniye seferlerinden dönüp Üsküdar’a geldiğinde, halkın teveccüh ve alkışlarından kaçmak için gece yarısına kadar Üsküdar’da kalmış; halk uykuya dalınca da gece yarısı sessizce Topkapı Sarayı’na girmiştir.

Mânevî Beslenme İhmal Edilmemeli

İşte dine, insanlığa hizmete kendini vermiş insanların daha baştan böyle bir temrinden geçmeleri çok önemlidir. İnsan, dar bir daireden sorumlu olduğunda küçük bir tiran kesilmemelidir ki, sorumluluk alanı büyüdüğü zaman da kendisini cihan hükümdarı zannedip, realize edilmesi mümkün olmayan projelerin arkasına düşen, bütün bunları gerçekleştiremeyince de insanları ezen, söz dinlemeyen kocaman bir hayalperest tiran olmasın. Bilâkis o, elde edilen olumlu neticelerin Allah’ın izni ve inayetiyle gerçekleştiğine inanmalı, kendisinin sadece küçük bir “sebep”ten ibaret olduğunu unutmamalı ve hangi konumda bulunursa bulunsun haddini bilmelidir.

Bunun için de, idarî konum açısından en aşağıdan en yukarıya, hiç kimse mânen beslenme konusunda boş bırakılmamalıdır. İnsanlar, İslâmî, insanî ve evrensel ahlâkî disiplinler çerçevesinde sürekli rehabilite edilmeli ve bir “insan” olarak yetişmelerine yardımcı olunmalıdır. Eğer insanlar mânen beslenmez de başıboş bırakılırlarsa, boşluğa düşer, kopup giderler. Bir kere de koparlarsa hep “ben, ben” der gezer dururlar. Kendilerini mahvedecek bir kopukluk içinde yaşarlar, hakikî dost ve yakınlarını kaybederler de benliklerinin dar mahpesinde hayatlarını tüketir dururlar.

Bamteli: Toplumsal Cinnet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

*Allah her halükârda istikâmetten ayırmasın; önemli olan, odur. Fırtınalar karşısında savrulmama, devrilmeme.. selin önündeki bir kütük gibi sürüklenmeme.. toprağa düştüğü zaman hemen çürümeme.. çürüdüğü zaman ise başağa yürüme.. ya da bir ağaç gibi ser çekme yolunda olma.. ve sürekli değişip durma fakat iyiliğe doğru değişip durma; her tebeddül ve tagayyürle, tebeddül ve tagayyür etmeyen Zat’a birkaç adım daha yaklaşma… İşte bunlar bizim yolumuzun gereğidir.

İrşat Yolunun Şiarı Beklentisizlik ve İstiğnadır

*Beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşat yolunun hususiyetidir.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdîden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil demirden mâmul zırhını rehin bırakmıştı. Hâlbuki Nebîler Sultanı’nın uğrunda ruhlarını dahi feda etmeye âmâde bulunan Ashab-ı Kiram efendilerimiz küçük bir işaret görselerdi, bütün varlıklarını çok rahatlıkla verebilirlerdi. Fakat İstiğnâ İnsanı (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) Sahabe-i güzine borçlansaydı, onlar, verdiklerini kat’iyen borç olarak görmez ve onu asla geri almazlardı. Hele Hazreti Sâdık u Masdûk’un zırhını borcun teminatı olarak ellerinde tutmaya hiç yanaşmazlardı. İşte, İnsanlığın Medâr-ı Fahrı, böyle bir minnet altında kalmaya kesinlikle razı olamayacağından dolayı, Ashâb-ı Kiram’dan değil de bir yahûdîden borç istemiş ve karşılığında kalkanını rehin bırakmıştı.

*Daha da önemlisi, Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan hiçbir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîni tebliğ ve temsil etmesine, insanlara saadet-i dareyn vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine yine hüsn-ü misal olmuştu.

“Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır” Sözünün Aslı

*Ashab-ı Kiram efendilerimiz mütevazı yaşadıklarından büyük oldular. Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde:

مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir.

*Tekebbür, kip itibarıyla büyüklendikçe büyüklenmek demektir; tabiatında büyüklük bulunmayan, zatında büyük olmayan, sıfır ibn-i sıfır, sıfır ibn-i sıfır birinin kibirlenmesidir. Aslında küçük olan insanlar bir aşağılık duygusunun gereği olarak büyük görünme kompleksine girerler.

*Aslında kelam-ı kibâr olan ama hadis diye şâyi bulunan “Et-Tekebbürü ale’l-mütekebbiri sadakatün –  Mütekebbire karşı tekebbür sadakadır.” sözü yanlış yorumlanmakta ve uygulanmaktadır. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in beyanları arasında böyle bir söz yoktur. Eğer bir büyük tarafından söylenmişse, ona da makul bir mahmil bulmak lazımdır: Şayet birisi seni hor hakir görüyor ve sana tepeden bakıyorsa, ona zillet göstermek insanlığına karşı saygısızlıktır. Fakat bu sözü -haşa ve kellâ- “Biri geldi, ayağını ayağının üstüne attı; o halde ben de atayım. Çünkü kibirlenen birine karşı kibir tavrı sergilemek sadaka sayılır!” deyip o şekilde davranmak doğru değildir. Rica ederim, dünyanın süper güçlerinden vezir seviyesinde elçiler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzuruna gelip kendilerine göre bir tavır aldıklarında O (aleyhissalâtü vesselam) Şah İsmail’in tahtı gibi bir tahta kurulup ayağını ayağının üstüne mi attı?!. Öyle yapmadığı gibi, dışarıdan gelen insanlar çoğu zaman O’nu cemaat içinde tefrik dahi edemiyorlardı.

Allah Rasûlü, “taayyün-i evvel”in kahramanıydı ama insanlardan bir insan olarak yaşardı!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği) كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Belki çoğu kimselerde Abdullah İbn-i Selam’daki firaset yoktu; o, Efendimiz’i görür görmez, “Vallahi bu simada yalan yok!” deyivermişti. Doğrusu, Allah Rasûlü’nün güzellerden güzel cemalini gören bir ehl-i basiret O’nu hemen fark ederdi. Fakat o firasette olmayan, o ölçüde kıvamı bulunmayan kimseler İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ilk bakışta tefrik edemezlerdi; zira O aralarında bulunduğu insanlardan farklı bir duruş ve hareket ortaya koymazdı. Mesela; Hicret esnasında Kubâ’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayyün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.”

*Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuyor ki: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!”

*Kibir, ataları/öndekileri körü körüne taklit ve bakış zaviyesindeki inhiraf imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan marazların başında gelir.

Ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek sağlam imanın önündeki engellerden biridir

*Evet, ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek de sağlam imanın önündeki engellerden biridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâyüs’el”dir; yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok tehlikeli bir marazdır.

*Taklit ve geçmişlerin izinde yürüme bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru, kafaları Hak’la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma’nevî huzura erdiricidir. Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Zararlı taklit ise, akl-ı selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânâsına hakarettir; insanı, iman-ı kâmilden uzak tutar ve kendi gibi aciz zayıf varlıklara köle yapar.

*Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

“Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ

“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir.

Bakış açısını doğru ayarlayamayanlar en açık hakikatleri dahi göremezler

*Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb’i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. Yoksa Firavun’un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışması; Nemrud’un gökyüzüne ok atarak O’nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. 20. asırda, firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah’a rastlamadım” diyebilmiştir. O’nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl’ın şu sözü çok manidardır: “A be ahmak! Allah’ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”

*Mekke müşrikleri, İnsanlığın İftihar Tabosu’na bakarken sadece Abdülmüttalip’ten Ebu Talib’in himayesine kalmış bir yetim görüyorlardı. (O yetime canlarımız kurban olsun!..) Onun maddeten fakirliğini -haşa- bir eksiklik sayıyorlardı. Mekke’de Velid b. Muğire’yi, Taif’te de Urve b. Mesud’u kastederek, “Bu Kur’ân, Mekke’de veya Taif’teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir ‎birisiydi. Ebû Talib’in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O’nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak ‎kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı.

Günümüzde Sadece “Hücûmat-ı Sitte” Değil, Belki “Hücumât-ı Sittîn” Mevcut

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enâniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Günümüzde “hücumât-ı sittîn”den de bahsedilebilir; yani o altı asla irca edilebilecek belki altmış hastalık mevcuttur. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bugün peylenen kimseler de söz konusu marazlardan bir ya da birkaçına müptela olduklarından dolayı bir meta gibi alınıp satılmaktadırlar. Meselâ, bohemlik, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret tutkusu ve para/mal düşkünlüğü tehlikeli birer marazdır; bunların yalnızca biri bile insanın iradesini felce uğratabilir.

*Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır.

“Paranoya ne demek; toplumsal bir cinnet yaşanıyor!..”

*Böylelerine “deli” nazarıyla bakabilir ve onların arkasından koşanlara da “deli” hükmünü verebilirsiniz. Genel manada bakar, görür, değerlendirirsiniz; eğer sonunda bir de kendi ülkenize bakacak olursanız, zannediyorum, yeryüzünde o ölçüdeki delileri istiâb edebilecek bir tımarhanenin olmadığı kanaatine varırsınız. On beş-yirmi sene evvel, Hizmet Hareketi için pozitif düşündüğünü zannetmediğim, sizin de bildiğiniz meşhur gazetecilerden bir tanesiyle aynı sofrada oturuyorduk. Bir aralık “Bu ülkede günümüzde korkunç bir paranoya yaşanıyor!” demiştim. O, “Hocam paranoya ne demek? Toplumsal bir cinnet yaşanıyor!” dedi. Şu uyumuşluğa ve uyuşmuşluğa bakılınca, sahiden bir cinnet hali müşahede ediliyor.

*İnsanın zaafa açık noktalarından birisi de “tûl-i emel” duygusudur. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. Tûl-i emelin menşei ise tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir.

*Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.”

İstemez misiniz dünya onların olsun, ahiret de bizim?!.

*Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikâyet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lütfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti. Hatta Habîb-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı bu şekilde tavır ayarlamasına ve hücre-i saadetine kapanmasına bir yönü itibarıyla “Îlâ Hâdisesi” denmiştir.

*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hazreti Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Rasûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” buyurmuştu.

“Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” Söndüremeyecekler, Allah’ın inayetiyle!..

*Önemli olan, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Çünkü ahiret adına dünyanın çok önemi vardır. Kârun kadar bile zengin olabilirsiniz. Fakat iktiza ettiği dönemde, hiç tereddüt etmeden, “Alın bunu, götürün, bir yerde üç-dört tane üniversite açın!” diyebiliyorsanız, bir yönüyle dünyayla Cennet’i peyliyorsunuz demektir. Gününüzde sizin zenginlerinizin çoğu bu felsefeye göre hareket ediyorlar; Allah adetlerini çoğaltsın, birlerini bin etsin.

*Başkaları bundan rahatsızlık duyuyor, baskınlar yapıyor ve yapılan himmetlerin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat “Takdir-i Hudâ kuvve-yi bâzû ile dönmez / Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!” (Ziya Paşa) Bu yol peygamber yoluysa, bu yol sahabe yoluysa, bu yol Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali yoluysa, bu yol Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Hazreti Fatıma yoluysa -Allah bu yoldan bizi ayırmasın- bunu değil öyle zayıf insanlar, Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar, Amnofisler, İbnüşşemsler bile önleyemeyeceklerdir.

*Hizmet Hareketi bir kere çağlamış gidiyor, Allah’ın izni ve inayetiyle. Dünya ve mâfîhâyı kafalarından silip atmış insanlar da kendilerini o çağlayana salmışlar. Deryaya, deryalara boşalacağı âna kadar da bu akıntı devam edecektir. Bunun önünü, falan yerdekiler de, filan yerdekiler de alamayacaklardır.

*Sadece bir şeyden endişe ediyorum: Bahreyn’den gelen ganimetler oldukça çoktu. Dünya nimetleri Sahabenin gözünün önüne dökülünce, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek parmaklarıyla ganimet mallarını işaret buyurdu; “Ben şu düşmandan, bu düşmandan, şundan bundan endişe duymuyorum; fakat bir gün bunun karşısında tenafüse girip birbirinizle rekabet etmenizden korkuyorum.” dedi. Evet, bu mübarek hareketin gönüllüleri, bu Peygamber yolunda yürüyenler, bu sahabe yolunda hizmet edenler, peylenemeyen bu insanlar peylenememeyi devam ettirirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu iş de devam eder gider. Ama birileri dünyaya meylederlerse, dökülür yollarda kalırlar hafizanallah!..

Ey İnsan!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Ölmeye yüz tutmuş vicdanlar kalb masajı bekliyor!..

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce, لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolsaydı, organları da huşu duyardı.” Evet, kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır.

*Vicdanların öldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bazıları cankeş, bazıları sarhoş, bazıları yoğun bakımda. Bütün bütün kaybetmiş değiller; şöyle bir himmet eli uzandığı zaman zannediyorum onlar yeniden cana gelecekler. Kalb durmalarında yapılan spazm müdahalesi neyse, zannediyorum bu mevzuda da ruhumuzu okuyan, düşüncelerimizi okuyan, bize doğruyu gösteren, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunu gösteren, Sahabe yolunu gösteren, dediklerini yaşayan ve yaşadıklarını söyleyen rehberlerin mualecesi de aynı şeydir. “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” (Saff, 61/2-3) ikazını bir tokat gibi kabul eden, “Amanın, yaşamadığım şeyi söylememeliyim; söylediğim her şey yaşadıklarımın ifadesi ve hecelemesi olmalı; hatta sarih, açık delaletle de değil, hecelemesi olmalı tavırlarımın!” diyen, ne kadar derin olursa, o kadar da mütevazi, mahviyet ve hacalet içinde bulunan, halinden “Bu hakikatler kim, ben kim? O doğruluk kim, ben kim?” mülahazası dökülen insan -inanın- adeta bir sinerji kaynağı olur.

Evvelki gün müsemma vardı, dün isim müsemma birlikteliği, bugün ise sadece isim!..

*Bir dönemde Hakk’a teveccühler “isimsiz müsemma” şeklindeydi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi.

*Bir dönem geldi kalb ve ruh hayatına isim katan insanlar oldu ve zamanla meşrepler o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve “isim müsemma birliği” oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. O dönemde isim müsemma at başı gidiyordu.

*Ne var ki bir gün de geldi, (istisnaları vardır) bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. Çok hakikat ad, unvan, şekil ve surete takılıp kaldı.

Melekler Hazreti Âdem kıblesine doğru Allah’a secde ettiler ama Şeytan kibirlendi!..

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Adem’i yaratacağı zaman, melekler, istifsar (işin aslını sorup öğrenme, meselenin açıklanmasını isteme) niyetiyle “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın (ca’l edeceksin)?” (Bakara, 2/30) diye suâl tevcih etmişlerdi. İşin aslını ve Hakk’ın hikmetini öğrenince ise, سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) demiş ve Hazreti Adem’e secde emrini yerine getirmekte bir an bile tereddüt etmemişlerdi.

*Haddizatında bu secde Allah’a (celle celâluhu) yapılıyordu. Kâbe mihrap olarak önümüze konduğu gibi, o zaman meleklerin önüne de Hazreti Âdem (aleyhisselâm) konmuştu. Burada secde, Allah’ın isimlerinin en câmi aynası olan insanda odaklaşan esmâ-i ilâhiyeye ve hilâfet unvanlı o büyük mânâya müteveccihen oluyordu. Şeytan ise bu hassas dönemde virajı alamamış ve uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Emre itaatteki inceliği anlaması lazım gelen yerde, “Ben çamurdan yarattığına hiç secde eder miyim? Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten O’nu topraktan yarattın.” (A’râf, 7/12) demişti. Bu, küstahlık ve bir su-i edepti ki, ondaki kibir, haset ve hazımsızlığa delâlet etmekteydi. Belli ki şeytanın içinde bir hastalık vardı da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde bahane olmuş ve bununla şeytanın küfrü açığa çıkmıştı.

Kibrine takılan Şeytan hak ve hakikati bile bile inkar etti; çağlar boyu onun tuzağına düşenler de!..

*Şeytan emre itaatteki inceliği anlamadığından fahre, gurura, kibre, enaniyete kapıldı. Kendi enaniyet gayyasında boğuldu. Her devirde enaniyet gayyasında boğulanlar gibi… Firavunlar gibi, Şeddadlar gibi, Nemrutlar gibi, Tiranlar gibi… Onlar enaniyet gayyasında, ziftinde boğuldukları gibi Şeytan da boğuldu gitti ama manen öldü. Öyle ki, hak ve hakikati bildiği halde “Öldükten sonra diriltilecekleri Gün’e kadar bana süre tanı!” (A’raf, 7/14) dedi ve insanları yoldan çıkarma kasdıyla mühlet istedi.

*Demek enaniyet öyle bir Allah belası ki, İblis hakikati gördüğü halde, yine de gelip gelip ona takılıyor. Çünkü o enaniyetin menfur meşcereliğinde kibir neşv ü nema buluyor, gurur neşv ü nema buluyor, müşarün bilbenan olma (parmakla gösterilme) mülahazası neşv ü nema buluyor, takdir edilme mülahazası neşv ü nema buluyor, herkes tarafından alkışlanma mülahazası neşv ü nema buluyor, rahat etme mülahazası neşv ü nema buluyor, saray mülahazası neşv ü nema buluyor… Enaniyet dediğimiz, Allah belası böyle bir meşcerelik!..

*Şeytan gerçekleri gördüğü halde “Bana fırsat ver, uğraşayım bunlarla!” dediği gibi, bugün de bir kısım insanlar bütün hakikat önlerinde olduğu halde bakıyorlar ama göremiyorlar. Görüyor gibi oluyorlar ama değerlendiremiyorlar. Nur’a “zulmet” diyorlar. Ruh-u Revan-i Muhammedi’nin şehbal açmasına, kendilerine karşı açılmış bir bayrak nazarıyla bakıyorlar. O’nun mübarek namının yükseltilmesini, kendi kadir ve kıymetlerini yere çalma şeklinde yorumluyorlar. Bakın aynı körlük Amnofis devrinde, Ramses devrinde, Hitler devrinde, Stalin devrinde, Lenin devrinde, Jul Sezar devrinde devam ettiği gibi, bütün çağlar boyu da hep devam edegelmiştir. Allah, bu bakıp da göremeyen insanların gözlerini açsın!..

Bencillik bağlarından kurtulmanın yolu yüce bir mefkûreye bağlı kalmaktır.

*Kayıp gibi gördüğünüz şeylerde bile yemin ederek söyleyebilirim, hep kazanıyorsunuz. Hep kazanıyorsunuz çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.

*İnsan yüce bir gaye-i hayale bağlanmalı; yüksek hedeflerin peşinden koşmalı ve himmetini hep âli tutmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdırlar. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

*Hakk’ı anlatmak ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse, artık hareket, tavır ve davranışlarını o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışır. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır.

Allah ve Rasûlü için hicret edenler, gittikleri yerde mutlaka Rabbimizin rızasını ve Efendimiz’in hoşnutluğunu bulurlar!..

*İmam Buhari Hazretleri’nin Sahih’inde ilk hadis şu mübarek beyandır:

إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ

“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti neyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur (orada onu bulur).”

*Tavsiye ederim; gidin Afrika’da yatırım yapın. Oralarda belli zeminler oluşturun. Türkiye’nin zenginliğine zenginlik katın. Dünyanın zenginleri haline gelin. Ve gittiğiniz yerlerde kendi irfan dünyanızı takviyeye bakın. Orada isterseniz okullar yapın, üniversiteler açın, talebelere bakacağınız yurtlar açın.

*Enaniyetten uzaklaşmanın, kendine takılmamanın, Allah’la arasındaki şeylerde hüsufa-küsufa sebebiyet vermemenin tek yolu vardır. Altından, zebercetten, zümrütten döşeli bir yolu vardır o da budur, yüksek bir gaye-i hayale dilbeste olmak, gönlünü kaptırmak.

Dünyanın Üç Yüzü

*Dünya bir yandan çok kıymetli ve değerlidir; diğer taraftan ise o, hadislerde bir cîfe, bir leş yığını olarak tarif edilmekte ve onun talipleri de köpeklere benzetilmektedir. Hazreti Üstad bu ikilem gibi gözüken meseleyi “dünyanın üç yüzü” vardır diyerek açıklığa kavuşturuyor.

*Hazreti Bediüzzaman şöyle diyor: “Dünyanın üç yüzü var: Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar. Onların nukûşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır. İkinci yüzü, âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir. Kur’ân-ı Hakim’in kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabilerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.”

“Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.”

*Geçmişten bugüne İslâm uleması, o baş döndüren cehd ve gayretleriyle, enbiya-i izâmın esmâ ve sıfat mevzuunda beyan buyurdukları hususları biraz daha açmış, meselenin vuzuhu adına şerhler yapmış, o hususları bizim daha iyi anlayacağımız hâle getirmiş ve netice itibarıyla Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış telakkilere düşmekten bizi sıyanet etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, mesela sıfatlar Zât’ın aynı mı gayrı mı diye münazara ve münakaşalar söz konusu olmuştur.

*Malum olduğu üzere, ilim, hayat, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvîn gibi sıfatların Zât’ın aynı olarak kabul edildiğinde, bu sıfatların da tek tek kadim olmuş olacağı, dolayısıyla taaddüd-ü kudemâ lazım geleceği, bunun ise Allah’ın vahdaniyeti hakikatine aykırı olacağı ifade edilmiştir. Buna karşılık sıfatlar Zât’ın gayrı olarak görüldüğünde ise, sıfat-ı sübhaniyenin Allah’ın gayrında mülâhazaya alınmış olacağı, bunun ise Allah’ı hâdis (sonradan meydana gelmiş) bir şeyle ittisaf mânâsına geleceği, dolayısıyla bu durumun da kabul edilemeyeceği söylenmiştir. İşte bu mülâhazalarla ortaya konan vartalara düşmemek için Ebû’l-Hasen el-Eş’arî Hazretleri, “Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.” diyerek işin içinden sıyrılmak istemiştir. Bu izahın kaçamak bir yanı olduğu söylenebilir, ancak böyle bir ifadenin ulûhiyet hakikatine duyulan bir saygının neticesi olduğu muhakkaktır. Bu meseleler beşer idrakini aşan mevzular olduğundan, vahyin bize bildirdiğinin ötesinde kesin ve net bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleme cüretinde bulunanlar ise bir sürü çarpık anlayış ve tenakuzun içine düşmüştür/düşmektedir.

İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır.

*Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakan yanıyla dünya mektubât-ı Samedaniyyedir, çok güzel ve sevgiye layıktır. Bu yönüyle dünyaya bakınca ağaca sarılır öpersin, “Benim Rabbim’in bir kelimesi!” dersin. İnsana sarılırsın, aşkla-iştiyakla kucaklarsın, “Benim Rabbim’in ahsen-i takvimi bu!..” dersin. Bütün insanlığa bakarken “Bunlar benim Rabbim’in kelimeleri, cümleleri, paragrafları, kitapları!..” dersin. Kitap kadar mana ihtiva eder insan, çünkü insan bütün kâinatın fihristi mahiyetindedir.

*İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır. Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; hâlbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” der. M. Akif, seyyidina Hazreti Ali’nin sözünü nazmen ilaveleriyle şöyle ifade etmiştir: “Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen. / Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”

*“Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü / Ferd ü Vâhid bârgâhında karar eyle yürü.” (İsmail Hakkı)

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: BASİTLİĞİN GÖRKEMİ

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

Lügat itibariyle “kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme” manalarını muhtevi olan “kibir” ıstılah manası itibariyle; insanın sahibi olduğunu vehmettiği servet, makam, soy, ilim, ibadet ve güç gibi herhangi bir meziyetinden dolayı hem hemcinsi olan insana hem de Rabb’isine karşı büyüklük duygusuna kapılmasına sebep olan hastalığın adıdır.

Şüphesiz yaratılan her şeyin bir hikmet-i vücudu olduğu gibi, kibrin de bir vücut hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak bu duyguyu “insan fıtratına, İslâm’ın izzetini, Kur’an’ın şerefini, Din’in haysiyetini, ulvî görülen şeyleri, cemaatini, ırzını, namusunu ve benzeri kıymetlerini koruması için yerleştirmiştir. Bu duygu su-i istimal edilirse, geri tepen silah gibi kişinin aleyhine işleyerek azgınlığa, sapkınlığa ve küfre düşmesine sebep olur. Allah’ın sıfatı olan “büyük olmak”tan ferde tecelli edecek şey; Allah’ın, İslâm’ın Kur’an’ın ve Rasûlullah’ın izzetini, şerefini ve haysiyetini koruma uğruna başını eğmemek, küfür adına yapılan her şeye karşı tavır alarak yüksekten bakmak, büyüklenmek, başını dikmektir. Tefekkürsüzlük ve düşüncesizlik neticesinde su-i isti’mal edilen bu duygu çok zaman müminlerin aleyhine işlemiş, onların şirazeden çıkmalarına sebebiyet vermiştir. Neticede insan, anlayışındaki çarpıklık sebebiyle, bu hakikati var ediliş hikmetinin aksi istikamette kullanarak hem hakikate hem de nefsine zulmetmiştir.

Bir başka yaklaşımla kibir; insanın Rabbi karşısında kendi konumunu tayin edememesi demektir. Kibir, kula bir konum tayin eden “Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım” beyan-ı sübhânisini anlayamamış yahut kabul edememiş olmanın tezahürüdür. Bu manasıyla kibrin alemdarlığını şeytan üstlenmiştir ki bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın! Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah, ‘Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.”

Ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere, şeytan Cenâb-ı Hakk’ın kendisini ateşten, Hz. Âdem’i (aleyhisselam) topraktan yaratmış olmasının kendi sözde faikıyetine bir medar olabileceği vehmine kapılmakta, neticede bu duyguyu da Hz. Âdem’e (aleyhisselam) secde etmemesine meşruiyet kazandıracak bir amil olarak ileri sürmektedir. Yukarıda da temas edildiği gibi, bu durum şeytanın hakikate yanlış bir açıdan baktığının göstergesidir. Zira hakikatte yaratılmışların vücuda getirildiği öz-mâye asıl itibariyle bir faikıyet sebebi değildir. Zira kâinatta var edilen her madde asıl değerini Kadir-i Zül-Celâl’in ona takdir buyurduğu değerle elde eder. Allah (azze ce celle) neye ne kadar değer atfetmiş ise, o ancak o kadar değerlidir. Bu açıdan Rabbinin değerli kıldığı bir varlığa hakettiği değeri çok gören İblis, kendince ona yeni bir değer vermek istemiştir ki bu onun kaybettiği noktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Müslim-i şerifte geçen bir kutsi hadiste “Büyüklük ridâm, izzet de izârımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azap veririm” buyurmak suretiyle kibir ve büyüklenmenin yalnızca Yüce Zat’ına ait olduğunu beyan buyurmuştur.

Abdullah ibni Mes’ud’un (radıyallâhu anh) bildirdiğine göre bir hadis-i şeriflerinde ise Aleyhissalatu Vesselâm Efendimiz:

عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ مَسْعُودٍ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ

قَالَ رَجُلٌ: إِنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أَنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَنًا وَنَعْلُهُ حَسَنَةً، قَالَ:

إِنَّ اللهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ، الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ، وَغَمْطُ النَّاسِ
***

“Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse cennete giremez” buyurdular. Bir zât: ‘İnsan elbisesinin güzel, ayakkabının güzel olmasını sever?’ dedi. Bunun üzerine Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem): ‘Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever, Kibir; hakkı inkâr ve insanları hakir görmektir’ buyurdular.”

İlk hadis-i şerifin bize sundukları ile ikinci hadis-i şerif arasında bir iltisak noktası kuracak olursak; Cenâb-ı Hakk’ın “ridâmdır” buyurduğu büyüklük libasını kendi sırtına geçiren insan mahiyet itibariyle o libası taşıyacak kamette yaratılmadığından, evvela bu libas kendisine büyük gelecek ve hiç şık durmayacaktır. Oysaki “Allah güzeldir ve güzelliği sever.” Bu açıdan insan hakikatte liyakati olmadığı halde, taşıyabileceği zehabına kapıldığı kibir ve azamet libasının öncelikle üzerinde güzel durup durmadığına, yakışıp yakışmadığına bir bakmalı ve ettiği-eylediği her amelde kendisine yakışanı yapmalıdır. İnsan belini bükecek bu türden kıymetli libasları sırtına geçirmek suretiyle ne kendine ne de o libasa zulmetmemelidir. Zira hak ve liyakati olmadığı halde başkasına ait bir şeyi müsadereye kalkmak bir zulümdür. “…Zalimlerin (ise) ahirette yardımcıları yoktur.”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifte devamla “kibir, hakkı inkârdır” buyuruyor. Bu ifade evvel emirde Allah’ın (celle celâluhû) varlığını ve birliğini inkâr etmek şeklinde anlaşılır. Kibre bu açıdan bakacak olursak; “Kibrin, Allah ve Peygamber tanımazlık şeklindeki en kaba olanını, ‘İblis dışında bütün melekler Âdem’e secde ettiler; o kibrine yediremedi ‘ııh!’ dedi ve küfrü seçenlerden oldu’ beyanında da görüldüğü gibi şeytan ortaya koydu. Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da ‘Demek size ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir kısım mesajlarla peygamber geliverse, böbürlenecek, ona kafa tutacak, sonra da kiminiz onu yalan sayacak, kiminiz de öldürmeye kalkacaksınız’ beyanında görüldüğü gibi şeytanı takip ettiler. ‘Büyüklük tasladı ve mücrimler gürûhundan oldular’ mazmunu etrafında şeref-nüzul olmuş ayetler âdeta bu türden devrilmiş pek çok kavmin kara yazısı gibidir. ‘Kibre girdiler, zira onlar kendilerini faik ve yüce görüyorlardı’ ifadesi de bu konuda ayrı bir talihsizliğin şahidi. ‘Biz; Karun, Firavun ve Hâmân’ı da helâk ettik, zira Musa (aleyhisselam) onlara apaçık mucizelerle gelmişti ama bu (mütekebbir)ler o yerde büyüklük tasladılar ve (inanmadılar) ama başlarına gelecek şeyin de önüne geçemediler’ beyan-ı sübhanîsiyle sunulanlar ise, tarihî bahtı karalardan sadece birkaçı.”

“Kibir, hakkı inkârdır” ifadesine, doğru ve gerçek olanı, olduğu gibi kabul ve ifade etme mürüvvetini gösterememe şeklinde yaklaşmak da mümkündür. Böyle bir hastalığın pençesinde biri için, başkalarının doğrularının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Böylesi bir hastanın karşısına bütün bir toplum hakikatin heykeli olarak konulsa o kendi sigarasını yakmak adına o toplumu ateşe vermekten geri durmaz. Zira hakikatin ifade ettiği azamet ve görkemin onun dilinde (zorbalık- despotizm- yezitlik) bir karşılığı yoktur. Onun dili yalnızca “insanları hakir görme”ye döner ki; aşağılama, hakaret, iftira, tezvir gibi her türden bühtan, bu dilin en önemli ve güçlü silahıdır. İnsanı buna sevk eden, ya elindeki servet-ü samanı, ya toplumdaki nam u nişanı ya da başkasının bilmesini istemediği bir hıyanet ve günahıdır. Bu hasta ruhlara göre; irtikâp ettiklerini gizleyebilmek için, meleknûma tabiatta olan insanların bile, kamuoyu nazarında şeytanlaştırılmaları gerekiyorsa şeytanlaştırılmalıdırlar. Din ve vatan uğrunda canını dişine takmış kelle koltukta gezen insanlar hıyanetle itham edilecekse edilmelidirler. “Karıncaezmezler” olarak bilinen insanlar terör ve teröristlerle aynı kefeye konulacaksa konulmalıdırlar, vs. Görüldüğü gibi kibir yalnızca Rabbe karşı had bilmeme değil, aynı zamanda insan ve hakikate karşı da bir zulümdür.

Yazının başında kibri bir hastalık olarak ifadelendirdik. Çünkü sadece yeryüzü dinlerinin yahut salt ahlakın bir problemiymiş gibi algılanan kibrin, son dönemlerde yapılan bazı araştırmalar neticesinde, aynı zamanda tıbbın da konusu olduğu gerçeği ortaya konmuştur. Modern tıpta bu hastalığın adı ise “hubris sendromu” olarak bilinmektedir. Tıbbın bu hastalıkla alakalı ortaya koyduğu veriler son derece ilginçtir:
• Bu hastalık daha ziyade makam ve mevki sahibi insanlarda görülmektedir.
• En önemli emaresi “güç zehirlenmesidir”.
• Tekrarlanan başarı bu hastalığa yakalanma riskini artırmaktadır.
• Kriz dönemleri, savaşlar, ekonomik faaliyetler daha fazla kibre sebebiyet vermektedir.
Bu insanlar:
• Görüntü ve tavırlarıyla orantısız bir endişe halindedirler.
• Toplumun varlığını kendi varlığıyla bir görürler.
• Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi görülür.
• Diğer insanlar ya da iş arkadaşları gibi sıradan bir mahkemeye değil de sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verebilir olduğu duygusunu taşırlar.
• Uygulamaların, sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için, uygulamalarını ahlak, dürüstlük hakkında “geniş tasavvurlarına” dayandırırlar.
• Aşırı özgüvenleri, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.

Bu biçilen kıyafet genelde makam ve mevki sahiplerine uygunmuş gibi görünse de, sahibi olduğu kendi küçük dünyasında yaşayan diğer insanlarında da bu türden saplantılara düşme tehlikesi her zaman için söz konusudur. O yüzden kişi ister kendini, ister bir aileyi, ister bir köyü, isterse bir ülke ve dünyayı yönetme pozisyonunda bulunsun, düz bir insan olmanın görkemini hiçbir şeyle kıyas etmemelidir.

Kibriya ve azamet Hakk’a yarar. Kul olanda bu sıfatlar ne arar!

Sefa Salman

487. Nağme: Ey nefis haddini bil!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları söyledi:

Mü’min, iddiadan uzak insandır!..

*İman, insanı iddiadan alıkoymalı. Olmayacak şeyleri iddia eden müddei, hakiki mü’min olamaz.

*Her şeyi yüzde yüz ihlas dairesi içinde, rıza hedefli ve sonuçta bir aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olmaya vesile sayarak yapıyorsak, yaptıklarımız bir şey ifade eder. Yoksa dağlar cesametinde yaparız da -bu mülahazalardan uzaksa şayet- boşuna samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz; başaksız samanlar üzerinde döven yürütmüş oluruz.

*İnsanı esfel-i sâfilîne sukuttan alıkoyacak iki zümrütten kanat: Allah’a yürekten iman ve sâlih ameldir.

*İnsan, iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak hususlarında doyma bilmemeli, hep “Daha yok mu?” demeli. Zira nâmütenâhî istikametinde seyr ü sülûk nâmütenâhîdir, bitmez.

Meyveli ağaçların dalları sarkık olur!..

*İnsan terakki edip yükseldikçe daha bir tevazu ve mahviyet eri olmalıdır. Dalları meyve ile dolu olan ağaçlar aşağıya doğru sarkarlar. Çamlar, kavaklar, meyve vermeyen ağaçlardır ki, onlar hep dik dururlar, kendilerini ifade ederler. Mü’minin namazı esasen her zaman böyle bir hususu hatırlatır.

*Allah’ın varidâtı karşısında kula düşen, eğilmek ve yüzünü yerlere sürmektir.. ama hayatın her safhasında: Kalem safhasında.. daktilo safhasında.. mastır safhasında.. doktora safhasında.. vaaz u nasihat safhasında.. hutbe safhasında.. imamet safhasında.. aktif hizmette bir eleman olma safhasında… Bir ülkeye gidiyorsunuz; Allah vüdd (gönülden alaka ve hüsn-ü kabul) vaz etmiş orada sizin için, gönüller sevgiyle sonuna kadar kapılarını -kale kapıları gibi- açıyor ve insanlar size hüsn-ü teveccühte bulunuyorlar, siz de iş yapıyorsunuz. Bir ülkeye gidiyorsunuz, orada birden bire bir iki sene içinde yüz tane okul açıyorsunuz. Bu sizin asâ gibi bükülmenizi gerektirir.

O “mış”lar Şeytanın Karbondioksit Atması

*“Gitmiştim de ben oraya.. demiştim de.. arkadaşlar da böyle yapmışlardı.” gibi bu “mış”lar var ya!.. Bunların hepsi şeytanın karbondioksit atmasıdır ve biz onları yudumluyoruz demektir hafizanallah. Evet, gitmiştik, etmiştik fakat o işleri yaratan Allah’tı (celle celaluhu).

*Hazreti Pir-i Mugan’ın ifadesiyle, birisi sana güzel bir cübbe giydirse, sen de o cübbeyle ayna karşısına dikilip kendi edana endamına bakıp kırıtsan ve “Ben çok güzel oldum, var mı benim gibi bir güzel?” desen, bu gurur olur, kibir olur. Fakat “Nerede o güzellik nerede ben, hiçbir şey yok bende!” desen, bu da nankörlük olur. Bu ikisi ifrat ve tefrittir. Bir de bu ikisinin ortası vardır; ona sırat-ı müstakim diyoruz. Orta yolu şudur: “Evet bir güzellik var fakat o güzellik bana o cübbeyle, o atlasla geldi, dolayısıyla da o güzellik o atlası bana giydirene aittir.” Bu da tahdis-i nimet olur.

*Hizmetimiz içerisinde en tehlikeli faktörlerden biri belki budur: Muvaffakiyetleri kendimizden bilmek ve gurura, kibre kapılmak. Hâlbuki Cenâb-ı Hak teveccüh sağanaklarını başımızdan aşağıya yağdırırken ve biz O’nun karşısında eğilirken, üzerimize düşen, daha bir mahviyet, daha bir tevazu, daha bir hacâlettir.

İstidraçtan kork ve kendini sıradan biri gör!..

*Tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. “Ben yaptım.” değil, “Yaptın Allahım, yaptırdın! Kullandın.” demeli ve nimetlerin birer istidraç olabileceği endişesiyle yaşamalı.

*İstidraç, nimet şeklinde gelen, insanı Allah’tan uzaklaştıran nıkmettir.

*Mülahazalarımızı çok duru, çok temiz ve O’na karşı çok ciddi bir saygı içinde korumamız lazım. Mülahazalarımızı koruduğumuz nispette korunmaya mazhar oluruz.

*Mefkûre insanı, bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol, kendini sıradan biri gör!” düsturuna riâyet etmelidir.

Gavs mı, kutup mu, mehdi mi?!.

*İnsanların içinde çok değişik şeyler karşısında başı dönen dengesiz kimseler vardır. Üç beş tane insana tesir edince, “Acaba gavs mı derler, kutup mu derler?” diye düşünen ve -günümüzde enflasyonu yaşanıyor- mehdi, mesih sapıklığı içinde bulunan bir sürü sergerdan var. Evet, o mevzuda aldanmamak lazım. Milyonlar arkanıza takılabilir ve gözünüzün içine bakabilirler. O zaman genel mülahazanız itibarıyla, Alvar İmamı’nın dediği gibi, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelisiniz.

*İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.

*İnsanın aldanma noktalarıdır bunlar: Yazınız okunuyorsa, şiirinize kulak veriliyorsa, besteniz zevk u şevkle dinleniyorsa, Hizmet adına aktiviteleriniz takdir ve alkışla karşılanıyorsa, siz bir imtihandasınız demektir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, Allah Teâlâ, bazen hasene ile, bazen de seyyie ile imtihan eder.

Duygu ve Düşüncedeki İsi Pası Silecek İksir

*Duygu ve düşüncelerdeki isi pası silecek bir iksir varsa o da ortak akla müracaat etmek, meşveretle iş görmektir.

*Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Te’vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, “Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 3/159), diğeri de “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (Şûra, 42/38) mealindeki fermân-ı Sübhânîdir. Bu konuda, “Meşverette bulunan pişman olmaz. İstişâre eden zarar görmez.” beyanı gibi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sâdır olmuş pek çok güzel söz ve tavsiye de vardır.

*İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; saf kimseler azıcık parıltı gördükleri insanları hemen kutup, gavs zannedebilirler. Önemli olan, takdir edilen insanın o övgüleri temellük etmemesi ve “ben oyum” dememesidir. Aksini düşünmek aldanmışlık olur.

Firavunları küstahlaştıran kibirdir!..

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:

مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

“Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

*Firavun’u küstahlaştıran kibirdir. Deccal’ı küstahlaştıran kibirdir. Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’ü küstahlaştıran kibirdir. Hitler’i küstahlaştıran kibirdir. Mussolini’yi küstahlaştıran, en aşağı mahluk haline getiren kibirdir. Çağdaş firavunları firavunlaştıran kibirdir, büyüklük tutkusudur, komplekstir. Onlar küçük olduklarından dolayı -bir yönüyle- Allah’ın mazhar kıldığı bir kısım nimetleri, kendi hususiyetleri, kendileri için mutlaka olması lazım gelen şeyler gibi gördüklerinden dolayı, kendini ifade etme kompleksine girmiş insanlardır.

Övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliyiz!..

*Olgun insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radiyallahu anhü ecmaîn) gibi hareket ederler. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle Kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.

*Oysa İnsanlığın İftihar Tablosu olmasaydı, ne yazardık ki biz? Bilebilir miydik kâinatın manasını, tekvini emirlerin mahiyetini, esmâ esrârını, sıfât esrârını bilebilir miydik? Zat-ı Baht nedir? Orada insanın tevakkuf etmesi gerektiğini bilebilir miydik? Cennet’e giden güzergâhı bilebilir miydik? Bütün bunları O’nun sayesinde, O’nun neşrettiği nurlar sayesinde, O’nun önümüze tuttuğu projektörlerin aydınlatması sayesinde öğrendik ve o işi öyle götürüyoruz.

*Kardeşlerimiz, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeliler. Hazret Pir’in bir sözüyle irtibatlandırayım bunu: “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenleri de beğenmiyorum.” Sizi takdir ettikleri zaman, belki “Bu adamlar bir çeşit hüznüzanlarını ifade ediyorlar.” demelisiniz. Eğer övgüleri vicdanımızda sövme gibi hissedip rahatsızlık duymuyorsak -hafizanallah- boynumuzun kırılması kuvvetle muhtemeldir. Hadiste ifade edildiği gibi, birisi birinin yüzüne onu methedince İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşinin boynunu kırdın!” buyurmuştur.

*İnsanız; unutabiliriz. En büyük nisyan, insanın kendi konumunu unutmasıdır; sadece bir sanat-ı ilahi olduğunu ve her türlü takdirin Allah’a ait bulunduğunu unutmasıdır.

İlmin arttıkça zühdün de ziyadeleşmelidir ki, Allah’tan uzaklaşmış olmayasın!..

*İlim hakkında rivayet edilen bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurmuştur:

 مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ في الدُّنْيَا زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا

“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.”

*Zühd kısaca dünya ve içindekileri kalben terk edip, yüzünü ahirete çevirmek ve gönlünü hep Allah’a müteveccih tutmak olarak anlaşılabilir. Hazreti Pir’in tarifiyle, zühd, dünyayı kesben değil, kalben terketmek; dünya bütünüyle gelse sevinmemek, bütünüyle elden gitse hiç üzülmemektir.

*Bazıları zühdü dünya ve mafihayı bütünüyle terketmek şeklinde anlamışlar. Mesela, Fuzuli’ye göre “Hikmet-i dünya vu mafiha bilen arif değil / Arif oldur bilmeye dünya vu mafiha nedir?” diyebilendir zahid. Fakat onun ötesinde gönlünü Allah’a kaptırmış, âşık-ı dilhaste vardır. “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib)

*O’na hasta olan gönlün sahibi, her şeye O’nun emrettiği çerçevede bakar: “Eşim bir emanettir; emanet vermiş, emanete hıyanet olmaz ki! Münafıklıktır bu! Evlatlarım bir emanettir, sahibi O. Mal mülk adına verdikleri birer emanettir. Sa’y ü gayrete terettüp eden muvaffakiyet bir emanettir. Bunların hepsi O’nun değişik tecelli dalga boyunda iltifatlarıdır. Hepsi O’na aittir.” der.

*Evet, bir insan ilim açısından donanımını artırdıkça artırdı ama o istikamette dünyayı kalben terk etmediyse, o sadece Allah’tan uzaklığını artırmış olur. Sâdî de Gülistan’ında “Bir insan malumatıyla amel etmiyorsa, o cahil sayılır.” der.

“Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil!..”

*Bir insan bilgisiyle amel etmiyorsa, o bilgisini kalbinin bir derinliği haline getirmiyorsa ve malumatını aksiyona çevirmiyorsa, sırtında çok ağır bir yük taşıyor demektir. Kur’an böylelerini hımara ve kelbe benzetir ki, Kur’an’ın nezih lisanı açısından o kimselerin bu türlü resmedilmeleri, meselenin ciddiyetini aksettirmesi bakımından çok önemlidir.

*Bu açıdan, Cenâb-ı Allah’ın lütufları karşısında ister ilim, ister beyan gücü, ister yazma kabiliyeti, isterse çevreye müessir olmak, bütün bunlar sahibinden bilinirse, sırtımızda anlamsız bir yük olmaktan çıkar ve Allah’ın eltâf-ı sübhaniyesi olur. Hele öbür tarafta bunlar nasıl buutlaşır, nasıl derinleşir, farklılaşır, karşımıza ne şekilde çıkar, bunu kestirmek mümkün değil!..

*Allah Teâla bir hadis-i kudsî de şeyle buyurmuştur: “Salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki: ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerden birinin hatırından geçmiştir.”

*Cenâb-ı Allah, bizlere o iman ufkuna ulaşmayı -liyakatimiz olmasa bile- lütfeylesin. Bunlar şu paye, bu paye ile değil esasen gönlünü Allah’a vermekledir. “Dervişlik dedikleri Hırka ile taç değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” (Yunus Emre)

466. Nağme: Sen Bilirsin!..

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Yaklaşık iki senedir artarak devam edegelen hakaretlere ilaveten, hayatını iman, din, Kur’an ve insanlık hizmetine adamış ruhları yılana/kertenkeleye benzetme talihsizliğine düşen edep mahrumu zavallılar ve “Ya biat, ya bitiririz!..” tehditleri savuran irili ufaklı gaddarlar karşısında belki bazen gerekli sabrı gösteremiyor ve hata edip kendi üslubumuza aykırı sözler söylüyoruz. Onların seviyesizliğine asla inmesek de bağlı kalmamız icap eden nezahet ufkundan da ayrılmış oluyoruz.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinden hemen önce bazılarımızın bahsettiğimiz türden birkaç cümlesine muttali oldu. Bunun üzerine, ikindi namazını müteakip yaptığı hasbihalde bu konudaki mülahazalarını dile getirdi. Sözleri arasında şu cümlelere de yer verdi:

*Allah herkesi belli bir donanımda yaratmış; kimisi yılan, kimisi çıyan, kimisi sırtlan tabiatlı.. arkalarındaki Hâlık’a bakarak “yaratılış hikmeti” demeli ve bunların hepsini hoş görmeli.. hoş görmeseniz bile nahoş görmemeli.. aşamayıp nahoş görürseniz, o zaman da fâş etmemeli, yutkunmalı.. o bile sevaptır. “Yılan niye ısırdı?” diye öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor. “Falan neden diş gösterdi?” diye kızmayın, karakterinin gereğini sergiliyor. Kur’an ferman buyuruyor: “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler!..”

*Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.

*Her dönemde böyle terbiyesizler, hatta terbiyesizliği zirve yapan kimseler olmuştur. Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde Firavun onlardan biridir. Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

*Bir kere yalan söylemek günah-ı kebâirdir ve münafıklığın ilk sıfatıdır. Fakat umursamadan sürekli yalan söylemek küfürdür. İftira günah-ı kebâirdir; “Bundan bir şey olmaz!” diyerek iftira eden bir kimse kâfir olur. Ve böylelerinin zulüm ve küfürlerini görmeyen insanlar da onlara iştirak etmiş olurlar.

*Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdır. Siz mukabelede bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü muamelesi gecikir.

*Allah hidayet etsin, kalblerini yumuşatsın; gerçek insanî ufku onlara göstersin. Kime? Yılan dilini uzatıp sizi ısıranlara.. salya atanlara.. diş gösterenlere.. haşhaşî, yılan, çıyan, akrep diyenlere.. Allah kalblerine iman ilkâ etmek suretiyle, gerçek imanı, imanda itminanı ve iz’anı duyursun; hakiki mü’min olmaya muvaffak eylesin. Onun ötesinde, Allah bunu murat buyurmamışsa, başlarına bir taş mı vurur semadan, yerin dibine mi batırır… Ne var ki, böyle bir ceza geldiği zaman sadece zalimlerle sınırlı kalmaz. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) buyurulmaktadır.

*Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım. Yiğitçe tavır ve davranış, düşen insana tekme sallamamaktır. Hakiki mü’minlere, bütün dünyada iman, İslam ve millet ruhunu temsil edenlere, ruh ve mana köklerini her yana duyurmaya çalışanlara dünyanın her yanında kötülük yapmak isteyen ve “Ya biat, ya bitiririz!..” diyenler, bütün bütün mü’min olma kabiliyetlerini yitirmişlerse -hafizanallah- cezalarını Allah verecektir. Ceza vermeye kalkmayın siz. O sizin için bir günah, bir cürüm olur.

*İlle de bir şey diyecekseniz, evvela, haklarında hidayet dilek ve temennisinde bulunmalı; kalblerine Allah’ın lüyunet (yumuşaklık) atmasını dilemeli; hak, adalet, istikamet ve insana saygıya hidayet etmesini istemelisiniz. Cenâb-ı Hak bunu yapmayacaksa, Anadolu’da bazı yerlerin kullandığı ifadeyle diyeyim: Allahım Sen bilin!..

*Bize düşen vazife: Allah’ın huzuruna giderken insanî değerlere sımsıkı bağlı olarak, insanî değerleri yıpratmadan, aşındırmadan, kırmadan, onları mukaddes birer emanet olarak koruyup o hamuleyle gitmektir. Tevazu, mahviyet ve hacâlete bağlı kalmaktır.

*Beyazıd-i Bistami Hazretleri buyurur ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım.”

*Kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o büyüklüğüne rağmen, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.

*Bir keresinde, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cebrâil (aleyhisselam) ile beraberken “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” der. Tam o esnada semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” manasına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir.

457. Nağme: Aşağılık Kompleksi, Kibir ve Tevazu

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mealdeki hadis-i kudsîyi hatırlatarak sözlerine başladı: “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.” tesbitine dair Asr-ı Saadetten ve günümüzden çok önemli misaller serdetti.

Tekebbür marazının ancak aşağılık kompleksine yakalanmış kimselerde görülebileceğini, gerçek büyüklerin ise mutlaka mahviyet insanları olduklarını anlatan Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sürekli tekrarladığı “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” duası üzerinde durdu.

Aziz Hocamız hasbihalinin sonunda insanın çok âli bir varlık olduğunu ve hakiki mü’minin asla dünyalıklarla satın alınamayacağını vurguladı.

Muhtevasına kabaca işaret ettiğimiz ama her kelimesinin hüşyar gönüllere dokunacağına inandığımız bu sohbeti 33:34 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Nifak Marazı ve Şeytanî Atmosfer

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özellikle şu konuları vurguladı:

Kibir Kaynaklı Ölümcül Hastalıklar

*Gerçek Müslümanlık adına tevâzu ve mahviyet çok önemli bir esastır. Kibir, şeytanı şirâzeden çıkardığı gibi günümüzde de şeytanın avenesini ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Diğer bir ifadeyle, şeytan kendisini yoldan çıkaran kibir dinamiğini bugünkü çıraklarına karşı da kullanıyor. Onlar da kendilerini olduklarından büyük görüyorlar, büyük kabul edilmek istiyorlar, herkesten alkış bekliyorlar, “sen, sen” denmesini duymak arzuluyorlar. Evet, bu bir iç maraz, bir hastalıktır. Bir insan böyle bir hastalığa tutulmuş, bünyesine böyle bir virüs girmişse -muhakkikîne göre- dinde buna büyüklenme, kibir deniyor.

*Kibirli bir insanın iman dairesine girmesi, bir şekilde girmişse uzun süre o daire içinde kalması çok zordur. O, yerinde başını alır nifak vadilerinde dolaşır; hafizanallah, bir gün gelir tepetaklak küfür gayyâsına yuvarlanır.

*Nifak, bir yönüyle küfür ile iman arasında bir orta menzildir. Zâhiren, şeklen müslüman gibi görünürler; müslümanların yaptıklarını yaparlar; namaz kılarlar, oruç tutarlar. Fakat Allah ile münasebetleri yoktur; mağrurdurlar, kibirlidirler!

*Gurur, aldanmışlık demektir; mahiyetini görememe, bilememe, kendini tanıyamama ve menşeiyle kendini okuyamama demektir. Bunun insanın içine aksedişine “ucub” denir, “iç beğeni” diyebilirsiniz; dışa vuruşuna da “fahr” denir; böbürlenme. Bunlar İmam Gazzâlî hazretlerinin “Mühlikât” tabir ettiği “insanı helâkete götüren faktörler”dendir.

*İnsan bu türlü virüslere yenik düşmüşse, camiye gelmesi, namaz kılması da onu kurtaramayabilir. Çünkü bu marazlar başka marazlara birer çağrı, birer davetiyedir. Bunlara yakalananlar marazdan maraza sıçrayarak/geçerek bir marazlar fâsid dairesi içinde dolaşır dururlar. Sıyrılamazlar bir türlü!..

Tevazu, Mahviyet ve Hacâlet

*İster “hareket” deyin, ister “câmia” deyin, ister “cemaat” deyin; hususiyle bu meslekte yürüyenler için tevâzu ve mahviyet çok önemli bir faktördür. Hazreti Pîr üç kelime ile ifade ediyor: “Tevâzu, mahviyet ve hacâlet.” Yüzü yerde olma; kendini sıfırlama, hiç görme; aynı zamanda bir yönüyle hep bir mahcubiyet içinde bulunma, “Benden de müslüman olur mu?” mülahazasını taşıma…

*Kendini yerden yere vurmayan bir insan, dışta suçlu arar ve onları yerden yere vurmaya çalışır. Kendi konumunu belirleyemeyen ve enaniyet girdâbı içinde çırpınıp duran kimseler kusurlarını, kabahatlerini, fezâetlerini ve fecâetlerini setretmek için sun’î gündemler oluşturarak dışta suçlular ararlar. Hiç olmayacak insanları suçlar, efkârı onlarla meşgul etmeye çalışırlar. Hakikatte, yaptıkları mesâvîden sıyrılmaları mümkün değildir fakat halkın dikkatini başka noktaya çekmek suretiyle, bir yönüyle ca’lî bir sıyrılma ameliyesine kendilerini salarlar. “Böyle yapar ve sun’î mücrimler oluşturursak, milletin dikkatini onlar üzerinde yoğunlaştırmış oluruz ve bizi mesâvîmizle, densizliğimizle göremezler.” mülahazaları hâkimdir onlarda. Bütün mücrimlerde, günahkârlarda fasl-ı müşterek, ortak düşünce, ortak payda bu evsaftır.

İslam dünyasının kaderine münafıklar hâkim!..

*Belki dine, diyanete, dinin ruhuna, Allah ile münâsebete, Peygamber ile irtibata, Kur’an ile alâkaya karşı daha ziyade düşmanlık yapan en tehlikeli kimseler de camiye geldikleri halde o işi yapanlardır. Çünkü insanlar öyle bir şeyde aldanabilirler, onlara inanabilirler. Aynı safta gördüğünüz bir insan hakkında sû-i zan edemezsiniz. Onun için: “Biz ki Müslümanız, aldanırız, aldatmayız!” diyor Hazreti Pîr. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)” buyuruyor.

*Hakiki mü’minler gözlerini açacakları ve bu meseleyi doğru okuyacakları âna kadar, bu nifak şebekesi nifakını sürdürecek ve saf müslümanları arkalarında sürükleyip dediklerini yaptırmaya devam edecektir.

*Onun için bize, kendini yerden yere vuran insan gerek! Her gün tevâzu ve mahviyetle birkaç defa eğilen, Allah karşısında iki büklüm olan insan gerek. Övülmeyi sövülme gibi kabul eden insanlara ihtiyaç var. Hakiki mü’min, övülmeyi sövülme gibi kabul eden insandır. (…) Kalben inanmış insanın tavrı budur! Elde ettiğiniz başarıları yüzünüze söyledikleri zaman, eğileceksiniz, utanacaksınız. Mü’mince düşünce budur! Fakat günümüzde münafık çok; münafıklara aldananların sayısı onlardan daha çok. Bunlar karşısında böyle hayırlı bir hizmete muvaffak olmak da epey zor. Cenâb-ı Hak inâyetini üzerimizden eksik etmesin.

*İnsanlığın doğruyu duymaya; doğruyu hissetmeye, her şeyi doğru görmeye ve doğru okumaya ihtiyacı var. Bütün insanlığın ihtiyacı var ama bu mevzuda en çok ihtiyaç içinde olan da İslam dünyası. Çünkü İslam dünyasının kaderine münafıklar hakim!..

“Kötülüğü iyilikle ve en iyi tarzda sav!..

Soru: “Kur’an-ı Kerim’de

اِدْفَعْ بِالَّتىِ هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

âyetinden sonra

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

buyuruluyor.

Kötülüğü iyilikle savma mevzuundan sonra istiâze emrinin gelmesindeki hikmetleri ve bu âyetlerden anlaşılması gerekenleri lütfeder misiniz?

*Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

*Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü biraz bencilce buluyor, değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.” diyorum. Bir lokma ekmeğe bal kaymak koy, muhatabının dudaklarına tutuştur onu. Bir kısım şeyler geveleyeceklerse, onu yemekle meşgul olsun ve diğerini gevelemesinler.

*Soruda zikredilen ilahî beyana gelince, Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

“Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav. Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını, çirkin vasıflandırmalarını pek iyi biliriz.” (Mü’minûn, 23/96) Burada bizlere yüce bir İslam ahlakı olarak kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunma dersi veriliyor. Hani bir Türk atasözü vardır: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı!”

Rabbimiz, şeytanların dürtülerinden ve atmosferimizi kirletmelerinden Sana Sığınırız!..

*Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî-cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:

وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97-98) De: Allahım şeytanın dürtülerinden, bana bazı olumsuz sinyaller göndermelerinden Sana sığınırım. Aynı zamanda o şeytanların gelip başıma tebelleş olmalarından, onlar tarafından kuşatılıp bir sarmal içine alınmadan da Sana sığınırım.

Şeytanı Rahatsız Edip Kaçıran Ameller

*Bir günah şahsî ve zararı yalnız ferde yönelik ise, o mümkün olduğu kadar setredilir ve mücrim, ıslaha çalışılır. Fakat bir cürüm heyet-i umumiyeye zarar veriyor, toplumu temelden sarsıyor ve bütün bir milleti alakadar ediyorsa, o konuda susmak doğru olmaz. Topluma zarar veren meselelerde mutlaka ya elinle tutup engelleyeceksin veya dilinle irşat edeceksin ya da en azından kalbinle tavır belirleyeceksin. Mesela, sana selam vermek istediği zaman, yüzünü çevireceksin. Bütün bunlar, onu o zift bataklığından çıkarma adına yapılması gerekli olan farklı farklı argümanlardır.

*Şeytan, sizin mü’mince atmosferinizden rahatsızlık duyar. Ebu Hureyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ezan okunmaya başlayınca şeytan kaçmaya durur ve kaçarken de ezanın sesini duymamak için yellenmeye benzer bir ses çıkarır. Ezan bitince tekrar döner. Kâmet okunurken tekrar kaçar; kâmetten sonra gelir ve namazda kişiyle nefsi arasına girer; ‘Şunu da hatırla, şunu da hatırla!’ diyerek ona hatırlayamadığı şeyleri hatırlatır; hatta insan o hale gelir ki namazda kaç rekât kıldığını hatırlayamaz olur.” Evet, ezan okunurken, kemerbeste-i ubudiyet içinde ‘elhamdulillah’ dediğinizde, Cenâb-ı Hak karşısında asâ gibi büküldüğünüzde, başınızı secdeye koyduğunuzda şeytan oradan kaçar.

Şeytanı Zevkten Bayıltan Hareketler!..

*Nefis, insan bünyesinde şeytanın santralidir. Şeytan sinyaller gönderir, nefis de bunları çözer. Sonra bunları insana telkin eder. Şahıs, o olumsuz şeyleri kendisinin söylediğini zanneder; oysaki onlar ilhâmât-ı şeytandır. Üstad Hazretleri buyuruyor ki: “İblisin en mühim bir desisesi, kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.” Bu ikinci bir gaflettir: Birincisi, şeytanın dürtüleriyle mırıldanma, bu muzaaf bir cehalet; ikincisi de “Bunu ben yaptım, şeytan yok, nefis yok!” deme, bu da muk’ap bir cehalet.

*Kur’an-ı Kerim’in şeytanın dürtüleri konusunda vahiy kelimesini kullanmasının hikmetlerinden biri de o işe muhatap olan insanların, içlerine üflenen ve kafalarına pompalanan şeyleri ihtar ve ilham edilmiş gibi düşünmelerindendir: “Nasıl da aklıma geldi? Mesela ‘karmatî’ dedim, ‘haşhaşî’ dedim, ‘kan emici sülük’ dedim; turnayı gözünden vurdum.” Gâfil, bilemiyor ki esas birisi onu gözünden vuruyor; farkında değil. Şeytan arkasında sürekli, “Oh ne güzel tekrar ediyor bu; her dediğimi mırıldandıkça sürurdan bayılıyorum!” diyor.

Beşerî Zaafları Amûdî Velayet Rampası Yapmalı!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 7-8 saat önce sona eren sohbetinde şu konuları anlattı:

*Her gün kalb ve ruha yeni bir bahar yaşatmak lazım ki öteden, nâmütenâhîden gelen esintileri duyabilsin ve canlı kalabilsin.

*Ağaç canlı ise baharı duyar.

*Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz çok büyük başarılara imza attıkları halde kendilerini her zaman bir hiç  (sıfır) görmüşlerdir.

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in mucizelerinden bir çeşidi de duasıyla zâhir olan harikalardır. Hazreti Üstad, Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuda da misaller verir. Bu cümleden olarak, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: Cuma günü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve “Yâ Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın!” dedi. Rasûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu. Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve “Yâ Rasûlallah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil.” dedi. Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.

*Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz’ ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) “Medine’nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı!.” diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. Dahası, umumî musibeti de kendinden biliyor ve “Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helâk etme!..” diye dua ediyor. Hazreti Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münâcâtta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diyerek âdeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi.

*Hadis-i şerif olarak rivayet edilir ki: “Allah Teâlâ Kendisi için yüzü yerde olanı yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası pişmanlıkla Mescid-i Nebevî’ye koşan, suçlarını itiraf eden ve Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek için cezalandırılmak isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, “Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur!” demişti. Onlara tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!” demiş; diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki, eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı, Allah affederdi!” buyurmuştu.

*Bir zaman yine uzun süre yağmur yağmamıştı, Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyordu. Halifeye müracaat edip “Ya Ömer, ümmet muztardır. Allah muztarrın duasına icabet eder. Gel, o kırık kalbinle Allah’a yalvar; bize yağmur ihsan etsin!” dediler. Hazreti Ömer büyüklüğünün alameti olan muhasebe ve mesuliyet duygusuyla, Allah’a el açmak liyakatini kendinde göremiyordu. Aklına bir şey gelmiş gibi birden yerinden fırladı, kalktı. Peygamberin amcası Hazreti Abbas’ın yanına gitti. “Ya Abbas! Sen Rasûlullah’ın amcasısın. Gel birlikte Ümmet-i Muhammed için yağmur duasında bulunalım!” dedi. Rasûlullah’ın, üzerine çıkıp halkı davet ettiği Ebu Kubeys tepesine vardılar. Hazreti Abbas’ın elinden tutup yukarıya kaldırdı ve şöyle dedi: “Ya Rabb, bu Senin habibinin amcasının elidir. Bunun hürmetine yağmur ver!” Sahabi diyor ki: “Allah bu duaya icabet etti. Daha biz aşağıya inmeden, yağmur, her tarafı kapladı.”

*İnsana düşen; kusur, hata ve günahlarının farkında olmak, ahirete temiz gitmek için -Mâiz ve Gâmidiyeli kadın gibi- hemen tevbe kurnasına koşmak ve henüz vakit varken günah lekelerini yuyup yıkamaktır.

*Yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır. İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, günde iki yüz rekat namaz kılsa, savm-ı Davud tutsa, malının kırkta birini değil yarısını Hak yoluna verse, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır.

*Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayılıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhal- “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyor, hemen istiğfara yöneliyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmamak; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulamak.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlamak.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekmek… Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duymak.. işte burada da unutmama çok önemlidir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibarıyla, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Mesela; “Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Allahım, doğu ile batının arasını birbirinden uzak tuttuğun gibi, benimle hatalarımın arasını da uzak tut.” diye dua ederdi.

Soru: Pek çok kimseyi insî cinnî şeytanların ağlarına düşüren insanın mahiyetindeki makam tutkusu, bohemlik, korku ve tama gibi boşluk ve zaaflar mutlak şer midir? Bunların götürüleri olduğu gibi getirilerinden de bahsedilebilir mi?

*İnsî cinnî şeytanların ağlarına düşme, gereken tedbirleri almamak ve onların tuzaklarına karşı açık hale gelmekten kaynaklanır. Racîm olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak kale kapılarını kapalı tutmak gibidir. Felak ve Nas Sureleri gibi sureler ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in talim buyurduğu istiâze duaları gibi niyazlarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak şeytanî ağlara takılmamanın ilk şartıdır.

*Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.

*Bir insanda olumsuz his, arzu ve temayül ne kadar güçlüyse, bu durum karşısında o, Rabbine sığınıp iradesinin hakkını verirse, Allah (celle celâluhu) o insana, o handikapları aşması istikametinde lütuflarını katlayarak ihsan eder. Hemen herkeste şu veya bu seviyede bir kısım kötülükleri yapma hissi vardır. Meselâ, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret ve mal düşkünlüğü nüve hâlinde şöyle veya böyle her insanda bulunabilir. Ama bu hislerin bazıları bazı kimselerde daha güçlü olur. Meselâ öyle insan vardır ki, onu alıp altınların içine koysanız tek bir altına dahi elini sürmez. Çünkü onun bu mevzuda bir zaafı bulunmamaktadır. Ancak aynı kişinin hubb-u cah mevzuunda bu ölçüde sağlam bir duruş sergileyip sergilemeyeceğinden emin olamazsınız. Zira bu mevzuda bir zaafı, bir boşluğu söz konusu olabilir. Hatta bazılarında Üstad’ın Hücumat-ı Sitte’de ifade ettiği virüslerin hepsi birden bulunabilir. Şimdi bu virüslerin hükmünü icra etmek istediği bir insan, iradesinin hakkını vererek, “Ben hayvaniyet ve cismaniyet zebunu bir varlık değilim. Benim bunların yanında aynı zamanda bir kalbim ve ruhum da var. O yörüngede seyahat yapmam lâzım.” diyebiliyor; iradesinin hakkını vererek bütün o duygulara karşı kahramanca mücadelede bulunuyor ve onlara karşı koyuyorsa, ona dönen sevap çok farklı olacaktır. İşte böyle bir insanın derecesi, o ölçüde arzu ve temayülü olmayan sıradan bir insana nispeten çok daha âlî olur ve o insanı alır rampadaki füzeye binmiş gibi, amudî (dikey) bir yükselişle velilik ufkuna ulaştırır.

*Kaynaklarda, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru olan bir delikanlıdan bahsedilir. O genç ismet ufkunun temsilcilerindendir. Bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayetin diline dolandığını farketmiş; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.”