Posts Tagged ‘kararlılık’

Dirilişin Esasları

Herkul | | KIRIK TESTI

“Diriliş” kelimesi, ilk akla gelen manasıyla, ölümden sonra yeniden hayata kavuşma demektir. Dolayısıyla da daha ziyade canlı varlıklarla ilgili bir kavramdır. Bunun yanında kelime, yer yer başka şeyler için de kullanılır. Bir düşüncenin dirilişi, bir kurumun dirilişi gibi. Buna mecazi kullanım denecekse, hakiki kullanımıyla arasındaki ortak nokta, canlılığını kaybetmiş, hayatî fonksiyonlarını eda edemez hale gelmiş, bitme noktasına varmış herhangi bir şeyin yeniden eski halini kazanması, canlanması, yeni bir hareket ve atılım içerisine girmesidir. İşte bu manada biz de, iki üç asırdır perişan hâle gelmiş Müslümanların yeniden belini doğrultmasını ifade sadedinde “diriliş” kelimesini kullanıyoruz.

İşin doğrusu, insanın ahirette ayaklarının üzerinde doğrulması ve hakiki anlamıyla bir diriliş yaşaması da burada dinî düşünce adına dirilmesine bağlıdır. Burada böyle bir diriliş yaşamayanın öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. İdama mahkûm edilmiş mücrimlerin elleri bağlı bir şekilde darağacına götürülmesi gibi, dünyada işlediği cürümlerin cezasını görmek üzere boynuna vurulan zincirlerle Cehenneme götürülen bir insanın yeniden kabrinden kalkmasının onun için ifade ettiği şey nedir? İşte bu yönüyle diriliş burada başlar. Burada ruhlarının abidesini ikame etmek suretiyle mecazi bir dirilişe mazhar olanlar, onu hakikatiyle ahirette yaşayacaklardır. Allah bizi öyle bir basu ba’de’l-mevte (dirilişe) mazhar kılsın ve öbür tarafta da gerçek dirilişin neşvesini yaşayacağımız bir hayata uyandırsın!

Hz. Pîr-i Mugân Şem-i Tâbân, “Cismaniyetten çık, hayvaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” şeklindeki sözleriyle dünyadaki bu dirilişin yolunu gösteriyor. Çokları bu dünyada nefsî arzularının peşinde, cismaniyet yörüngeli bir hayat yaşıyor. Yeme, içme, yatma, gezip eğlenme gibi duygularla oturup kalkıyor. Yani gözü dünyada. Âdeta ölümsüzmüş gibi dünyadan kâm almak istiyor. Elde ettikleriyle yetinmiyor ve sürekli “daha daha” diyor. Gözünü bolluk ve nimet içinde yaşayan kimselere dikiyor ve “Ben niye bu güzelliklerden mahrum kalayım ki!” diyor. Lüks ve şatafat içinde bir hayat yaşamayı arzuluyor. Bunun adı dünyaperestliktir. Ondan kurtulamayanın bir dirilişe mazhar olması mümkün değildir. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Hazretleri bizlere kalb ve ruh ufkunda bir hayat yaşamanın yolunu gösteriyor.

Kalb ve ruh ufkuna yükselen insan, orada çok farklı ve geniş bir dünya ile karşılaşacaktır. Allah’ın kendisiyle yaptığı anlaşmayı hatırlayacak, “kâlu belâ” sırrını anlayacaktır. Başkaları böyle bir ahd ü misaktan haberleri olmadığını söyleyedursunlar, o Cenab-ı Hakk’ın “elestü birabbiküm” (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) sorusunu da, kendisinin buna verdiği “belâ” (Evet, Rabbimizsin) cevabını da vicdanında duyacaktır. Hâdiselere daha mahruti bakacak, onları daha bütüncül bir nazarla değerlendirecek, tığını sebep-sonuç arasında oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örecek ve böylece o, ayrı bir enginliğe ulaşacak, insanca bir hayat yaşamanın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissedecektir. Bütün bunları vicdanında derinlemesine duymayan, yürüdüğü güzergâhın âdâb u erkânına riayet etmeyenlerin dünyada bir diriliş yaşamaları söz konusu değildir. Hz. Pîr böyleleri için şu ifadeleri kullanıyor: “Ey mezar-ı müteharrik (hareket eden mezar) bedbahtlar, gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedid gelsin!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 82)

Ayrıca o, “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 126) sözleriyle de gelecekte bir dirilişin yaşanacağını müjdeliyor. Burada başkalarını görmezden gelme, kınama, hafife alma yoktur. Zira Bediüzzaman, başka bütün sadaların kesileceğini, İslâm’ın sesinin bütün sesleri boğacağını söylemiyor. Bilâkis en yüksek ve gür sesin İslâm’ın sesi olacağını ifade ediyor. Demek ki daha başka sesler de duyulmaya devam edecek ama İslâm’ın sesi onlar içinde fark edilecek, öne çıkacak, yükselecektir. İnsanlar başlarını kaldırıp ona baktıklarında, “Şimdiye kadar şurada burada beyhude dolaşmışız. Meğer aradığımız ses ve soluk buradaymış.” diyecek; ruh ve vicdanlarının aradığı ses ve soluğu onda bulacaklardır.

Böyle bir dirilişin yaşanabilmesi için inananların kalıp ve şekillerden sıyrılarak ruh ve manaya yönelmeli, teşriî ve tekvinî emirler üzerinde yapacakları detaylı araştırmalarla inandıkları esaslarda yakîn ufkuna ulaşmalıdırlar. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, eşya ve hâdiseleri hallaç pamuğu gibi atarak, analiz ve sentezler yaparak yeni yeni mana hüzmeleri, bal petekleri elde etmelidirler. Marifet yolculuklarını doyma bilmeyen bir iştahla sürdürmeli, sürekli imanlarını derinleştirmeli ve ihsan ufkunu ihraz etmeye çalışmalıdırlar. Yani Allah’ı görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla yaşayıp, hayatlarını buna göre tanzim etmelidirler. Aksi takdirde eğrilikten, büğrülükten sıyrılmaları, müstakimce hareket etmeleri çok zordur. Maalesef günümüzde böyle bir iman, ihlâs, yakin ve ihsan ufku yakalanamadığından çokları dünyanın cazibesine kapılıp gidiyor. Villalarda, yatlarda keyif sürme, parmakla gösterilen biri hâline gelme, makam ve koltuklara bağlı yaşama gibi Allah belası gaileler sarmalı içinde bir ömür geçiriyorlar.

Allah’ı görüyor gibi yaşayan, en azından O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket eden bir insanın gözünden bütün görme ve görülmeler silinir gider. Böyle biri Allah için başlar, Allah için işler, Allah için verir, Allah için alır… hâsılı bütün tavır ve davranışlarında O’nun rızasını gözetir. Duygu ve düşünce dünyası itibarıyla ihsan şuuruna ulaşan bir insanın amellerinde de ihlâs ve rıza-yı ilahi olur. İhlasa eren ve rıza hedefinde yürüyen biri, hayatının her saniyesini nurlandırmış, pırıl pırıl hâle getirmiş olur.

Tekrar başa dönecek olursak, işin başı iman-ı billah’tır, yani Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Fakat iman sathi olarak kalmamalı, insan bu imanını o kadar güçlendirmelidir ki matematiksel kesinliğin üstünde bir kabulle, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’ın varlığını kabul etmelidir. Allah’a ve diğer iman esaslarına en küçük bir şüpheye bile meydan vermeden inanmalıdır. Buna imanda iz’ana ulaşma, yani onu bütünüyle içe sindirme de diyebiliriz. Kur’ân, imandan bahsettiği çoğu yerde hemen arkasından salih amele vurgu yapar. Salih ameli âdeta imanın bir gereği gibi arz eder. Dolayısıyla samimi bir mü’min, Allah’a sağlam inanmanın yanında, her tür şirk, riya ve ucubdan salim, Allah’ın rızasından başka hiçbir mülahazanın içine girmediği, saf, katışıksız, arızasız, kusursuz ameller ortaya koymalıdır. Yani tüm ibadet ü taatini ihlâs yörüngesinde götürmelidir.

Süreklilik arz eden böyle bir iman ve ibadet hayatı muhabbetullahı doğuracaktır. Hayatlarını iman ve ibadet derinlikli yaşayan mü’minler, Allah’ı deli gibi seveceklerdir. Bu ise “iştiyak-ı likaullah”ı (Allah’a kavuşma aşk ve iştiyakını) netice verecektir. Bizim hedeflememiz, talip olmamız gereken şey de işte bu zirvedir. Onu elde etme adına ne kadar dua dua Allah’a yalvarsak değer. Kişinin kıymeti, talebinin kıymeti ölçüsündedir. Cenab-ı Hakk’ın rıza ve rıdvanını talep eden biri, kıymetler üstü bir kıymete ulaşır. Fakat insan zirveye talip olurken, kendisini oraya ulaştıracak yol ve köprüleri göz ardı etmemeli, öncelikle tek tek bunları kat etmeye, geçmeye çalışmalıdır.

Maalesef dinin ruhu öldürüldü.. aşkımız, heyecanımız çalındı.. biz bizden uzaklaştırıldık.. din, mevcut sistemlerin, siyasi iradelerin vesayetine sokuldu ve üç beş kuruşluk dünya menfaatine kurban edildi.. geriye sadece şekil Müslümanlığı kaldı; şekil Müslümanlığıyla teselli olduk. Kaldı ki şeklî olarak dahi olsa ibadetlerimiz ne seviyede, o bile tartışılır. Başka bir iş çıktığında acaba ibadetlerimizi feda ediyor, onlardan taviz veriyor muyuz? Önemli bir kısım işler yapıyoruz bahanesi ve vehmiyle acaba evrad u ezkarı terk ediyor muyuz? Rabbimizi deli gibi sevmeyince O’nu başkalarına nasıl sevdireceğiz? Kendimiz O’nun yolunda olmayınca başkalarını nasıl O’nun yoluna çağıracağız? İç dünyamızda bir diriliş yaşamayınca insanlık âleminde nasıl bir dirilişe vesile olacağız?

Maalesef bütün bunlar bizim yitiğimiz. Belki el âleme Müslümanlık adına bir şeyler dayatıyoruz ama kendimiz bu konuda oldukça yayayız. Acaba sevilmesini arzu ettiğimiz Zat’ı burnumuzun kemikleri sızlayacak ölçüde kendimiz seviyor muyuz? Ferhat’ın Şirin’e olan sevgisinden ötürü dağları deldiği söylenir. Acaba biz mahbubumuza ulaşma adına ne yapıyoruz, neleri göze alabiliyoruz? Âyetü’l-kübra’da anlatıldığı gibi marifet peteğimizi doldurma aşk u iştiyakıyla kâinat kitabını hallaç edebiliyor muyuz? Elde ettiğimizle yetinmeyip sürekli “hel min mezid-Daha yok mu?” diyebiliyor muyuz? Yani O’nu yürekten sevebilme ve O’na hakkıyla kul olabilme adına nasıl bir azim ve cehd ortaya koyuyoruz? İşte bizim en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlardır.

Şayet böyle bir azim ve kararlılığımız, ceht ve gayretimiz yoksa taklitte kalırız. Mızraklı İlmihal Müslümanlığından öteye geçemeyiz. Durumu bu olanların da yeni bir diriliş ortaya koymaları mümkün değildir.

***

Not: Bu yazı, 1 Mart 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Üslûba Kurban Edilen Hakikatler (2)

Herkul | | KIRIK TESTI

   Hakkın Hatırını Bütün Hatırların Üzerinde Tutma

Özellikle Peygamber davasının temsilcilerinin, muhataplarında tesirli olabilmeleri için mutlaka hâl ve tavırlarının yumuşak olmasına ihtiyaç vardır. Öyle ki sağdan-soldan gelen meteorlar bile onların atmosferine girdiğinde tuz-buz olmalı ve insanlara maytap zevki yaşatmalıdır. Onlar hakkın hatırını âli tutmalı, onu bütün hatırlara tercih etmeli ve katiyen usûlü üsluba feda etmemelidirler. Bilakis öyle bir üslup kullanmalıdırlar ki bu, usûllerine de saygı duyulmasına, takdir görmesine sebep olsun.

Başkaları ne kadar kabalık ve sertlik ortaya koyarsa koysun, eğer onlar hâl ve tavırlarıyla kendilerine yönelen hiddet ve şiddetleri kırabilirlerse, düşmanlık yapanlar bugün olmasa da yarın kolları-kanatları kırık bir hâlde onların yanına gelecek ve “Özür dileriz, meğer biz sizi tanıyamamış, bilememişiz.” diyeceklerdir.

Hususiyle Allah’ı ve Resûlü’nü insanlara sevdirmeyi gaye-i hayal bilmiş ve peygamber yoluna baş koymuş adanmışlar; saçlarını ağartan, bellerini büken, huzurlarını kaçıran, uykuyu kendilerine haram eden bir kısım amansız hâdiseler karşısında, hakkın hatırı için dillerini ısırmasını, bir “la havle” çekmesini, yaşadıklarını hazmetmesini ve hatta yer yer kendi cinnetleriyle baş başa kalmasını bilmelidirler.

Bir insanın bu konuda göstereceği her gayret nezd-i ulûhiyette ibadet sayılacaktır. Çünkü insan-ı kâmil olma yolunda bir gayrettir. Bunu merdiven çıkmaya da benzetebiliriz. İnsan her basamağa adım attıkça ayrı bir sevap kazanacaktır.

Aynı şekilde bir insanın, inandığı değerlere sataşılması karşısında, ızdırapla kıvranmasına, iki büklüm olup inlemesine ve şakaklarını tutup sızlanmasına rağmen bunlar karşısında tavır ve davranışlarını kontrol altına almaya çalışması, tepkisel ve aşırı tavırlardan kaçınması ve âdeta -Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle- “öz beynini burnundan kusarak” bu olumsuzlukları en makul ve yumuşak yollarla nasıl defedebileceğinin ince hesaplarını yapması da insanı Allah’a yaklaştıracak çok önemli bir ibadettir.

   Peygamberane Bir Azim ve Kararlılık

En temel hakların ihlâli karşısında bile üstün insanî değerlere saygılı kalarak ihak-ı hak etmeye çalışma, en kaba fikirler ve en hoyrat düşünceler karşısında dahi peygamberane bir temkinle hareket etme ve feverana kapılmama hakikaten sahip olunması gereken çok zor şeylerdir. İnsanın bu zorların üstesinden gelebilmesi için evvela duygu ve düşünce itibarıyla peygamberane bir ahlâka, iradeye, azme ve kararlılığa talip olması gerekir.

Kur’ân-ı Kerim’in bize nakletmiş olduğu peygamber kıssalarına bakacak olursak, onların hepsinin bu konuda bizim için ittiba edilmesi gereken çok önemli birer üsve-i hasene olduğu görülecektir. Zira onlar, kavimleri tarafından sürekli hakarete, saldırıya ve işkencelere maruz kalsalar da çizgilerini hiç değiştirmemiş, karakterlerinden hiç taviz vermemiş ve hak bildikleri davanın temsilcisi olmaya devam etmişlerdir. Onların kavimleriyle yaptıkları konuşmalara bakılacak olursa her birisinin birer üslup kahramanı olduğu görülecektir.

Mesela bunlardan biri olan Hz. Nuh, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle 950 sene kavminin içinde kalmış ve yıllarca kavmini hak ve hakikate davet etmiştir. (Ankebût sûresi, 29/14) Hakarete maruz kalmış, hırpalanmış, dövülmüş fakat hakkın hatırını âli tuttuğundan, kızmadan, öfkelenmeden onların kapılarını çalmaya devam etmiştir. Öyle ki onun tebliğ ve irşat mevzuundaki ikdamı ve cehd u gayreti karşısında hâlâ temerrütlerini devam ettiren insanların durumu en sonunda gayretullaha dokunmuştur.

Evet, yapılan zulüm ve haksızlıkların gayretullaha dokunma kertesi vardır. Bu eşik aşıldıktan sonra artık Allah affetmez. İşte kavminin inkâr ve temerrütleri gayretullaha dokunduktan sonra Allah Teâlâ, Hz. Nuh’a gemi yapmasını emretmiştir. Fakat Hz. Nuh, gemisini inşa ederken bile kavminin şakileri gelip gidip ona sataşmaya devam etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim onların bu durumunu şöyle anlatır: وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِنْ قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ إِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ * فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ “Nuh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler ise her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı. Nuh, ‘Siz’ dedi, ‘şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir. Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca ahiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.” (Hûd sûresi, 11/38-39)

Azabın yaklaştığı anlarda kavminin hâlâ küfür, ilhat, inat ve temerrütlerini devam ettirmeleri ve her fırsatta alay etmeyi sürdürmeleri karşısında bile Hz. Nuh, tavrını hiç değiştirmemiştir. Gemiyi bitirince de iman edenleri çağırarak onları gemiye veya donanmasına almış ve Allah’ın takdirini beklemeye koyulmuştur. O, gökten bardaktan boşanırcasına yağmurlar  yağmaya, yerden sular kaynamaya başladığı anlarda bile kavmi aleyhine “Hani bir şey olmaz diyordunuz. Alın ağzınızın payını!” şeklinde tek bir söz söylememiştir. Hatta sular yükselmeye başladığı hengâmda, iman etmeyen oğluna söylediği, يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرِينَ “Evladım, gel sen de bizimle beraber gemiye bin de kâfirlerle beraber kalma!” (Hûd sûresi, 11/42) şeklindeki sözlerine bakacak olursak kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin duruşunu hiç değiştirmediğini görürüz.

   Sabretmek ve Affetmek Fazilettir

Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim, وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, (en fazla) size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha ötesine geçmeyin).” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesiyle misliyle mukabeleye cevaz vermiştir. Fakat âyetin devamı, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin daha hayırlıdır, bir fazilettir.” şeklindeki beyanıyla daha kâmilane bir tavra dikkat çekmiştir.

Buna göre şayet çirkin, hırçın ve kaba muamelelere, eziyet ve işkencelere aynıyla mukabelede bulunmaz, dişinizi sıkar katlanır, yeniden bir frekans ayarlaması yapar, tam doğru sesi bulabilme adına kendinizi ciddi bir kalibrasyondan geçirir, bir kere daha muhataplarınızın hissiyatını okur, atacağınız her bir adımın nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap eder ve buna göre onlara karşı en doğru davranışı ortaya koyarsanız Kur’ân’a göre hayırlı olanı yapmış olursunuz.

Biraz daha açacak olursak Kur’ân’ın “misliyle karşılık verme” hükmünü zayıf insanlar için gösterilmiş bir cevaz ve ruhsat olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü âyet-i kerimenin devamı çıtayı daha yüksek tutabilen ve himmeti âli olan insanlar için sabır yolunu göstermiştir. Bu açıdan mü’minlere düşen vazife, peygamberane bir himmete, peygamberane bir sabra sahip olmaya çalışmaktır. Vahiy kapısı kapandığına göre bundan sonra hiç kimsenin peygamber olması mümkün değildir. Fakat insan, peygamber ahlâkına, onların sahip oldukları âli sıfatlara sahip olma adına gayret gösterebilir.

   Musibeti İkileştirmeme

Meselenin bir diğer yanı da şudur. Bazıları gerek usûlde gerekse üslupta hata yaptıklarından ötürü bir kısım tahriplere sebep olabilirler. Bu tür insanlara karşı nasıl bir tavır alınacağı da yine üslupla ilgili bir meseledir. Eğer yaşanan sıkıntılardan onlar sorumlu tutularak, “Senin yüzünden bunlar başımıza geldi. Sen şöyle demeseydin, böyle yapmasaydın bunlar başımıza gelmeyecekti.” gibi sözler söylemek de yine üslup hatasıdır. Bu tür atf-ı cürümler musibeti ikileştirecek, yaşanan acı ve felaketleri daha da büyütecektir.

Birileri üslup hatası yapmış olabilir. Hatta bu hatası usûle de dokunmuş olabilir. Bu durumda yapılması gereken, onu bir ders ve ibret olarak almak ve daha sonra aynı hatayı irtikâp etmemeye bakmaktır. Yoksa meydana gelen hata ile bir kısım zararlara maruz kaldık, bir yara aldık diye karşı tarafı ta’n u teşni etmeye başlarsak insanları ürkütmüş, kendi dostlarımızı kaçırmış ve kuvve-i maneviyeyi sarsmış oluruz.

Bu konuda Uhud’da yaşananlar karşısında nazil olan âyet-i kerimeler ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı bize çok şey anlatmaktadır. Bilindiği üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz Okçular Tepesi’ne yerleştirdiği sahabilere oradan ayrılmamalarını sıkı sıkıya tembih etmişti. Fakat onlar emre itaatteki inceliği tam kavrayamadıklarından düşmanın bozguna uğradığını ve kaçtığını görünce harp bitti sanmış ve bir içtihat hatası olarak düşmanı takip etmek ve ganimet için yerlerini terk etmişlerdi. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı. Müthiş bir askerî dehaya sahip olan Halid İbn Velid meydana gelen bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve İslâm ordusunu arkadan kuşatarak saldırıya geçmişti. Sonrasında da yetmiş sahabe şehit olmuş, neredeyse yara almadık kimse kalmamış, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yüzü yarılmış, dişleri kırılmıştı.

Böyle bir tablo karşısında herkesin aklına bir kısım eleştiriler gelebilir. Zira atf-ı cürmü gerektirecek önemli olaylar yaşanmıştır. Böyle bir anda onlar, “Bütün bunlar falanların yüzünden oldu.” diyebilirdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabeye sitem edebilirdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali kükreyebilir ve bir anda orada ciddi bir hercümerç yaşanabilirdi. Bütün bunların neticesinde de yarı mağlubiyet, yarı zafer sayılan Uhud daha büyük felaketlere sebep olabilirdi.

Fakat Cenab-ı Hak meydana gelen bu hâdiseler üzerine indirdiği şu âyet-i kerimelerle yaşanabilecek bu türden muhtemel sıkıntıların önünü almış ve sonrakiler için de önemli mesajlar vermiştir: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılır giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/159)

Cenâb-ı Hak ilk olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak kalbli olmasını methettikten sonra, “Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” buyuruyor ve bir taraftan yumuşak davranmanın önemine dikkat çekerken diğer yandan da hiddet ve şiddetin muhtemel neticelerine dikkat çekiyor. Bununla da kalmıyor, Efendimiz’e, sahabeyi affetmesini, yani onların kusurlarını görmezden gelmesini emrediyor. Daha sonra onlar için Allah’tan mağfiret talebinde bulunması emrediliyor. Ardından üçüncü bir emir olarak da onlarla istişare etmesi talimatını alıyor. Yani istişare neticesinde sahabenin çoğunluğunun kararına uyarak Uhud’a çıkan Allah Resûlü’ne, yaşanan bütün bu sıkıntılardan sonra tekrar onları toplayıp istişare etmesi emrediliyor.

Esasında Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeyle mü’minlere çok önemli bir üslup dersi veriyor. Ezkaza bazılarının yaptığı kusur ve hatalar sonucunda bir kısım fiyaskolarla karşı karşıya kalındığında nasıl hareket edileceğini talim buyuruyor. Etrafımızdaki insanları suçlamak suretiyle musibeti ikileştirmememiz gerektiği dersini veriyor.

   Duaya Sığınma

Belki en başta söylenmesi gereken bir husus da şudur: Eğer siz, birilerinin sahip olduğunuz değerlerle tanışmasını ve sırat-ı müstakime gelmesini arzu ediyorsanız öncelikle bunu Allah’tan istemelisiniz. Eğer onlar için beş-on defa geceleri kalkmıyor, başınızı yere koymuyor ve “Allah’ım ne olur bahtına düştüm! Falanlara hidayet eyle!” demiyorsanız, bu konuda samimi değilsiniz demektir. Zira Allah (c.c.), Kelâm-ı Kadimi’nde şöyle buyuruyor: لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin yine de onların kalblerini birleştiremezdin, buna gücün yetmezdi. Fakat Allah’tır ki, onların arasını telif buyurdu, kalblerini birleştirdi.” (Enfâl sûresi, 8/63)

Kalbler Allah’ın elinde olduğuna göre onları telif edecek de hidayet nasip edecek de O’dur. Bu açıdan öncelikle kavlî dua ihmal edilmemeli, sonrasında da Allah’tan talep edilen şeyleri fiilen gerçekleştirme adına beşer olarak elimizden gerekenler yapılmalıdır.

Farklı bir ifadeyle tâlî bir mesele olan üslubun, aslî olanı temelinden yıkmaması adına çok temkinli ve dikkatli olunması, akıl ve mantığın sonuna kadar kullanılması gerektiği gibi, kalb ve ruhla Allah’a yönelme, O’na sığınma ve O’nun yardım ve inayetini talep etme de ihmal edilmemelidir. Dualarımızda sürekli “Allah’ım, Seni, Senin Habibini anlatmak istiyorum. Yanlış anlattırma!” demeliyiz.

Yeis Zincirlerini Kırın!..

Herkul | | KIRIK TESTI

Halk arasında hayırlı işler için kullanılan “Allah tamamına erdirsin” ifadesinin muhtevasını da taşıyan “tamamiyet”in iki manası vardır. Birinci manası, bütünlük, tam olmak, bir meselenin küllî olarak ele alınması demektir; ikincisi ise, bir işi tamamlayana kadar devam ettirmek, bitirmek, neticeye bağlamaktır.

   Hangi konu olursa olsun, her hayırlı işte kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir.

Nitekim, Allah Teâlâ, İslâm’ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslâm’a bağladım.” (Mâide, 5/3) der; bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun bütün emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Öyleyse, İslâm, ancak bütün emir ve yasaklarıyla, cüzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah’ın bizim için seçtiği din ve tamama erdirdiği nimet olur. O bir bütün olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Çünkü, dinin bir bütün olarak yaşanması tıpkı bir insan vücudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz çalışması gibidir. Nasıl ki, bir eli çok sağlam ve güçlü olsa bile diğeri sakat olana ya da hiç olmayana özürlü veya bugün daha çok kullanılan ifadesiyle “engelli” deniyor.. nasıl ki, bir gözü çok iyi görse de diğeri hiç görmeyen ya da kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor; aynen öyle de, iman hakikatleri dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır; ahlâk-ı hasene ve sosyal münasebetler adına vaz’ edilen esaslar dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parçasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cüzler, bir hakikati tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların herbiri Cenabı Hak tarafından nasıl tespit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, Müslümanlık tamam olarak ortaya konmuş olur.

Evet, ferdî, ailevî, içtimaî hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir bütün olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruç gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hâle getirmiş oluruz. Ve dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir görüntü ortaya çıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam’dan bilinir ve günümüzde bazılarının dediği gibi, “İslam niçin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım içtimaî dertlerimize de derman olmuyor.” denir. Oysa, siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz. Onun uygulanmasına imkan vermeniz lazım ki, ondan sonra “Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?” diyebilesiniz. İşte bu manada tamamiyet hem Allah’ın teveccühüne vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi açısından çok önemlidir.

Tamamiyetin diğer bir yanı da sabır, ısrar ve devamlılıktır. Kur’an-ı Kerim, “İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah’a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar, imanla küfrün arasında bir yerde durur. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Bundan dolayıdır ki, dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11) buyurarak kulluğunu ganimet elde etme gibi bazı hesap ve çıkarlara bağlayan kimselerden bahsetmektedir. Öyle bir insan, iyi günlerde dinin kenarından, köşesinden tutar; “Bir parça da biz katkıda bulunalım.” der ama bunu derken bile “Amaaan, olduğu kadar olur!” düşüncesini terk edip onu bütünüyle kucaklamaya da yanaşmaz, dine tam sahip çıkmaz. Ona sağlam bir imanla değil de, âdeta pamuk ipliği ile bağlanmıştır. Tehlikeli dönemlerde ve sıkıntılı günlerde dini de dindarları da yüzüstü bırakıp kendi şahsî dünyasını garanti altına alacağını zannettiği yerlere ve kimselere sığınır.

Oysa, hangi konu olursa olsun, kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir. Siz belli bir mevsimde bütün himmet ve gayretinizi ortaya dökebilirsiniz. Mesela, ekim yaparken karlar erimiş olsa da hâlâ hava soğuktur ama siz ona katlanarak tarlaya tohumu atarsınız. Fakat, daha sonra onu koruma mevzuunda hiçbir tedbir almazsanız, sulama hususunda bir gayretiniz olmazsa, hasat mevsimini aktif sabırla beklemez ve tarlayı biçeceğiniz zaman da en iyi ürünü alabilmek için üzerinize düşeni yapmazsanız, işin ilk bölümünü ve bir yanını yapmış olsanız da katiyen ürün elde edemez ve dolayısıyla, avam ifadesiyle, hava alırsınız. İşe herhangi bir yerinden girseniz ve sadece bir faslını yapsanız, mesela, tarlayı sürseniz de hiç tohum saçmasanız ya da ekini biçseniz de onu harmanda dövmeseniz veya sapı-samanı birbirinden ayırmasanız yine beklenen semereyi elde edemezsiniz. Nasıl ki böyle dünyalık bir işte sabır, sebat ve devamlılık esastır; aynen öyle de, bir hakikati temsil etme ve insanlar arasında yerleştirme mevzuunda da sabır ve devam çok önemlidir. Rahat zamanda, kendinizi, duygu ve düşüncelerinizi ifade eder ama bir tazyike maruz kaldığınız an geriye durursanız, hem kader birliği ettiğiniz arkadaşlarınızı şaşırtmış, hem dostlarınızı tereddüde sevk etmiş, hem de imtihanın hakkını vermemiş ve tohum attığınız halde ürün elde edememiş olursunuz.

   En Mükemmel İnsan

Bundan dolayı, insanın tamamiyet peşinde olması, her şeyi kemale erdirmeye çalışması, kâmil olanı araması ve hatta insan-ı kâmil olmaya yönelmesi önemli bir esastır, dahası bir fazilettir. Çünkü, bugüne kadar kitleler, kâmil insanların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş; onlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Ne var ki, o seviyede bir kemale erişmek her zaman herkese müyesser değildir. Varlık âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahıs göstermenin mümkün olmadığını söyleyen Cîlî’nin “İnsan-ı Kâmil”ini mütala edenler, kemale ermenin ve insan-ı kâmil ufkuna ulaşmanın nasıl çetrefilli yollardan geçmeyi gerektirdiğini göreceklerdir. Fakat, o yol uzak olsa da, hedefe varmak için pek çok menzili aşmak icap etse de, bir insanın öyle bir mertebe-i kusvâyı ve aksâ’l-gâyâtı talep etmesinde bir problem olmasa gerek. Evet, o işi temsil eden zâtın bir hakikatı vardır; O nübüvvetle serfirazdır. Nübüvvet zincirinin halkaları bitmiştir; bundan sonra peygamberliğin rüyasına tâlib olmak bile bir saygısızlık ve bir küstahlıktır, hatta küfürdür. Peygamberâne evsâfa, bir nebide var olan güzel sıfatlara gelince, bir insanın o sıfatlarla müzeyyen olmayı istemesi ve peygamber ahlakıyla ahlaklanma ardına düşmesi bir fazilettir.

Mesela, Peygamber Efendimizin şahsında fevkalade bir sıdk, bir sadâkat görürsünüz. O, Allah kapısında sâdık, davasında sâdık, kardeşlerine karşı sâdık, İslâm’ı yaşamada sâdıktır, adeta sıdkın timsalidir; çünkü, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Allah Rasûlü, o kadar sözünün eridir ki, daha sonra sahâbe olma şerefine eren bir zat şöyle der: “Cahiliye devrinde Allah Rasûlü’yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık. Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığımız yere gittim. Baktım ki Peygamber Efendimiz orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece, “Ey genç! Bana meşakkat verdin; üç gündür seni burada bekliyorum.” dedi.

Emanet de bir Peygamber sıfatıdır. Efendimiz o kadar emindi ki, Mekke halkı, henüz gün yüzü görmemiş kızlarını birine emanet edecek oldukları zaman bile akıllarına ilk gelen O’ydu. Çünkü, Efendimiz’in gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O’nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O’nu “Muhammedü’l-Emin” diye çağırırlardı. Efendimizin hayatına ve ahlakına baktığımızda, O’nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hiyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda îmanın sadık temsilcisi olma gibi hususlar O’nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “Mü’min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve îman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar.

Efendimizin çok ehemmiyetli özelliklerinden bir diğeri tebliğ vazifesini, yani, İslâm hakikatini anlatmayı veya “emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker”i hayatının gayesi bilmesiydi. O gelmeseydi, “Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz?” gibi müthiş sorular, sürekli bir matkap gibi beynimizi delip duracaktı. Biz Efendimiz sayesinde anladık ki, dünyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Ölüm, yokluk ve hiçlik değil, o sadece bir mekân değiştirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret âlemine açılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz Peygamberimiz sayesinde öğrendik ki, bizim en büyük vazifemiz nâm-ı Celil-i İlahî’yi ve Efendimiz’in adını bayraklaştırmak, dünyanın dört-bir yanında dalgalanmasını sağlamak; bunu yaparken de akıllıca davranmak, O’nun hayatında örneklerini gördüğümüz fetanetle hareket etmektir.

Fetanet, peygamber mantığı demektir. Bu mantık, ruh, kalb, his ve letâifi bir araya getirip mütalâa edilecek hususu bütün olarak ve her yanıyla ele almanın adıdır. Efendimiz, Allah’tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca ve usulünce yapmıştır. O, insanı bir bütün olarak ele almış ve vereceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim etmiştir. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gönül, his ve duygulardan hiçbiri katiyen terke uğramamış ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmamıştır. Ayrıca, Efendimiz’in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir; bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdeta bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır; bazıları, ticarî ve iktisadî sahada uzman olanlar; diğer bir kısmı harp meydanlarında yetişmiş kumandanlar, büyük siyasî dehalardır; büyük bir bölümü de bedevî insanlardır. Bunların hepsinin kendilerine göre problemleri vardır. Fakat, Allah Rasûlü, öyle söz söylemiş ve öyle izahlar yapmıştır ki, bedevîsinden en medenîsine kadar herkes, bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilmiştir.

   Günahlar, Ahh Günahlar!..

İşte her insan, Efendimizde zirve noktada örneklerini gördüğü bu güzel sıfatların hepsine sahip olmayı isteyebilir. Bu âlî sıfatlara tâlib olarak diyebilir ki, “Allah’ım, Sen Efendimizden sonra peygamber yaratmazsın. Çünkü hatimeyi çekmiş, “bu son” demiş ve peygamberlik sarayının Sultanını göndermişsin. Fakat ben de, Peygamberimizi “üsve-i hasene” olarak gönderip O’nunla bize gösterdiğin güzel ahlakla ahlaklanmak istiyorum; O’ndaki evsâf-ı âliye’ye tâlibim. Beni de öyle sâdık eyle, Onun gibi emin kıl; beni de tebliğ insanı yap, o vazifeyi eda ederken fetanetli hareket etmeye muvaffak eyle. O’na yetişmem mümkün değil ama O’nun ardında yürümeme de bir mani yok. Peygamberliğe tâlib değilim, böyle bir talep en başta Sana karşı saygısızlıktır; fakat, peygamberâne evsâfa tâlibim. Bana da o evsâfı nasip et ki, elimi uzattığım her yerde Senin rızanı tahsile muvaffak olayım.”

Evet, bu duygu ve düşüncede olmak, tamamiyete ve kemale tâlib olmaktır. Fakat, siz tamamiyete tâlib olsanız da, niyetinizle bunu isteyip davranışlarınızı ona göre ayarlasanız ve insan-ı kâmil ufkunu yakalama yolunda gayret etseniz de hata etmek, bazen tökezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü, “Küllü’n-nâs hattâûn” demiş ve “hattâûn” kelimesini özellikle kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun çok büyük hatalar yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, “Ve hayrul-hattâîne et-tevvabûn: Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.” buyurmuştur. Demek ki, bu yavuz hataları, bu sevimsiz kabahatları ortaya koyan insanların en hayırlısı hata eder etmez, kabiliyetine, seviyesine göre, tevbe, evbe, inâbe kurnalarına koşarak hemen arınıp yeniden Allah’a yönelendir. Öyleyse biz, mükemmeliyete tâlib olsak da, muktezâ-yı beşeriyet bazı zâaflarımız nüksettiği yerde, mânen hastalanabilir, sürçüp düşebiliriz. Önemli olan düşüp kalmamak, düşüp kalkmaktır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hazreti Âdem gibi, “Rabbimiz kendimize zulmettik!” (A’râf/23)) deyip, nefsin zulmünden Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktır.

Hata karşısında Âdem tavrı ortaya koymak çok önemlidir; Allah’ın kapısında akıllıca hareket etmeyi Hazreti Adem’den öğrenmek lazımdır. Onunki bir zelledir; mukarreb hatasıdır. Buna rağmen Hazreti Âdem, zellesinin hemen ardından Rabbine yönelmiş; şeytan ise, temerrüdünde devam etmiştir. İşte bu noktada, sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılmıştır. Biri, Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirmiş, Hakk’ın kapısına karşı vefalı ve sadık olmuş, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışmıştır. Diğeri ise, mütemadi bir inişe geçmiş; kibir, gurur ve isyanından dolayı her geçen dakika biraz daha gayyâya yuvarlanmıştır.

Hazreti Âdem’in çocukları olarak biz de hataların ağına takılabilir ve onlar cibilliyetimiz üzerinde ciddi tesir icra edince, aradığımız mükemmeliyete giden yollarda bir tereddüt yaşayabiliriz. Kâmiliyet ve tamamiyeti yakalamak adına yürürken tökezleyebilir ve bir hendeğe düşebiliriz. Fakat, insan için, düşüp kalmak değil; düşse de hemen kalkmaktır esas olan. Değişik münasebetlerle arz ettiğim gibi; elden geldiğince günaha en az hayat hakkı tanıma civanmertliğini göstermek çok önemlidir. Gözün bir harama kaysa, bu günahın üzerinden bir dakika bile geçmeden, o günahtan sıyrılmak için hemen huzura koşmalı, Allah’ın huzurunda af fermanı arayacağın bir seccade bulmalı, başını yere koymalı ve tevbe etmelisin. Günahın canlı kalmasına meydan vermemelisin; çünkü Efendimizin ifadesiyle, işlenen her günah ruhta yaralar açar; kalbde bir leke bırakır ve aynı zamanda her günah bir başka günahın davetçisi olur. Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde hatm olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. Bundan dolayı, “Her günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Evet, insan günah işlemekle ne kafir olur, ne de küfürle iman arasında bir menzile asılı kalır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; günah işleyen insan imandan bir adım uzaklaşmış, küfre de bir adım yaklaşmış olur. Eğer, iki günah işlerse, iki adım atmış ve küfre iki adım yaklaşmış, kendisiyle küfür arasındaki mesafeyi daraltmış olur. Bundan dolayı, hakiki bir mü’min, özellikle alerjik bir insanın arı veya akrep sokması gibi şeylerden sakındığı gibi günahlardan sakınmalı; yılandan, çıyandan kaçtığı gibi günahların en küçüğünden bile kaçmalıdır. Çünkü, tamamiyetin ve kemâlin tâlipleri aradıklarını ancak böyle bir teyakkuzla bulabilirler.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, “Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” buyurmaktadır. Demek ki imanın tadını almanın ilk şartı, “Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık sevmek”tir. Bu sevgi, insanı “Allah için sevme” mülahazasına taşıyacaktır. Bunu da hidayet yolundan ayrılma korkusuyla tir tir titreme ve günaha, dalalete girme endişesiyle sürekli teyakkuzda yaşama hâli takip edecektir. Evet, sevgi iradî olarak başlar. Sonra gayr-i iradî bir muhabbete inkılap eder. İnsanlara karşı duyulan mecazî sevgilerin başlangıcında bile bir irade söz konusudur; bir görme, bir karşılaşma, bir görüşme vardır ve bunlar iradîdir. Bu mevzuda iradî bir adım atılınca zamanla gayr-i iradî alaka başlar. İşte, Allah’la olan münasebetlerimizi derinleştirme, Rasûlullah’a karşı alakamızı daha engin bir sevgiye dönüştürme mevzuunda da işin başı iradedir.

   “Hey Mübarek Allah Hey!”

Derin bir muhabbete yürümek istiyorsan iradenin hakkını verecek, Allah’ı tanımaya bakacak, O’nun nimetlerini düşüneceksin; kudret eserlerini seyredecek, arzı senin için nasıl bir beşik yaptığını görecek, bir meşher gibi yarattığı semalara nazar edecek, kâinatı okuyacaksın. Ve bu iradî bakmaların, düşünmelerin, okumaların neticesinde âdeta kendinden geçeceksin. Alvar İmamı’nın derslerine devam eden, ondan feyz alan yaşlı bir zat vardı. Cenab-ı Hakk’ın ef’âl, âsâr ve esmâsının tecellilerinden bahsedildiği zaman, Erzurumlulara mahsus o kendine has lisanıyla “Hey mübarek Allah hey!” der ve âdeta kendinden geçerdi. Sen de baktığın her şeyde O’nun mührünü görecek, için için coşacak ve “Hey mübarek Allah hey” demekten kendini alamayacaksın. Böyle hissedip, böyle görmeye irade adımıyla başlayacaksın ama bir gün gelecek, sen ilahi üns esintileri sağanağıyla sırılsıklam olacaksın. Öyle ki, artık O’ndan başka hiçbir şey duymayacak, hissetmeyeceksin.

Efendimizle alakalı bir kitap okusanız, bir şemâile baksanız; mesela, “Şifâ-i Şerif”e, “Sıfatu’s-Saffe”ye, hatta “Sonsuz Nur”a göz gezdirseniz, O’na karşı içinizde iradî bir alaka meydana gelecektir. Fakat, O’nun hakkında değişik kitaplar okumaya, O’nunla alakadar olmaya devam ederseniz bir süre sonra o iradî alakanız, gayr-i iradî bir sevgiye, aşkın bir muhabbete inkılap edecektir. Öyle ki artık O’nsuz edemeyecek, “Teveccühünden beni mahrum bırakma, Sensiz nefes alamam” diyeceksiniz. “Ben evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız, çoluksuz-çocuksuz edebilirim; fakat Efendimsiz edemem” diye inleyeceksiniz. Bir Peygamber aşığının “O’nun huzûr-u pürnurundan bir an mahrum olduğumu hissetsem ölürüm” dediği gibi siz de O’nsuz yaşayamayacağınıza kanaat getireceksiniz. Bir Şah-ı Geylânî’nin nabzını tutsanız; Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, Şah-ı Nakşıbend, İmam Rabbanî, Akîl Menbicî, Şeyhu’l-Harrânî ve Ebu’l-Hasan Harakanî gibi Hak dostlarının nabızlarına el vursanız kalblerinin aynı hislerle attığını göreceksiniz. Öyle ki, onlardaki gayr-i iradî bu muhabbet, alaka ve irtibatı gönüllerinden koparmak için elli tane zincir atsalar, Cenâb-ı Hakk’ın bir mekri olmazsa, onu oradan koparmak mümkün olmayacaktır.

   Yeis Zincirlerini Kırın!..

Meselenin bir diğer yanına gelince; biz başkaları hakkında hüsn-ü zanna memur olsak ve onların tamamiyeti yakalamış olabileceklerini düşünsek de, kendi nefsimize “Ey eksik, pürkusur, zavallı nefsim, bir türlü olgunlaşamıyor, kemali yakalayamıyorsun” diyebiliriz. Fakat, bunu derken ye’se düşmemeye de dikkat etmeliyiz. “Yağmur” şairi gibi biz de,

“Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım!..”

diyerek O’na karşı aşk u alakamızı seslendirebiliriz. Ne var ki, zihnimizin bir köşesinde de sürekli “Olduğuma da çok şükür. Ya seni tanımasaydım, ya Senin nurundan mahrum kalsaydım.” mülahazasını canlı tutmalıyız. Hani Hazreti Ömer, Yemâme Savaşında kardeşi Zeyd bin Hattâb’ın şehid olduğu haberi karşısında, çok hayıflanmış; “Sabâ yeli estikçe Zeyd’in kokusunu alıyorum.” diyerek hüzünlenip ağlarmış. Bir gün şâir Mütemmem bin Nüveyre onu ziyârete gelmiş. Mütemmem’in kardeşi Mâlik de Yemâme Savaşında yer almış ama mürtedlerin safındayken ölmüş. Hazreti Ömer’in hüznünü gören Mütemmen, “Ey Ömer, Yemâme’de senin kardeşin şehid olup Cennet’e giderken benim kardeşim mürted olarak Cehennem’e girdi. Eğer benim kardeşim de senin kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hiç üzülmez ve hiçbir zaman ağlamazdım” demiş. Malumdur ki, Hazreti Ömer’in hüznü bunları bilmediği için değildi, ama kader-i ilahîye razı olmakla beraber sevdiklerden ayrılanın kalbinin hüzünlenmesi, gözünün yaşarması da insanın tabiatının icabıydı.

Evet, olduğumuza da hamd olsun; ya sokaklara korku salan şu serâzât, çakırkeyf insanlar gibi olsaydık; ya talihsizler safında yer alsaydık… bu hâlimize de hamd olsun, demeli. Mükemmeliyet ve tamamiyetin peşinde olurken diğer taraftan da meseleye böyle bir hamd u senâ mülahazasıyla yaklaşmalı ve katiyen ye’se düşmemeli. Tamamiyeti arama ve işin ciddiyetini görme insanı ümitsizliğe değil daha fazla gayret göstermeye sevketmeli..

Bildiğiniz gibi, hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün – Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî gibi insanlar rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış, hayatlarını havf ufkunda sürdürmüş; hayır adına yapıp ettiklerine ve ibadet u taatlerine hiç bel bağlamamış, imanlı olarak ölememe endişesini hep taşımışlardır ama bütün bunlara rağmen ümitsizliğe de katiyen düşmemiş, rahmet-i ilahiyenin onların imdadına da yetişeceği recasını gönüllerinde hep canlı tutmuşlardır. Allah dostlarının hiçbirisi ye’se düşmemiştir; çünkü Hazreti Üstad’ın ifadesiyle; Yeis, mâni-i herkemâldir. Ümitsizlik hastalığına yakalananların kemale ve tamamiyete yürümeleri mümkün değildir. İnsanın kendisini yetersiz, eksik ve nâkıs görmesi onu ümitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak için daha ciddi bir cehd u gayrete sevketmelidir. M. Akif’in meşhur şiiri bu hususda ne tatlı ve yürekten bir çağrıdır:

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!

Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”

Biliyor musunuz, korkudan yüreğimin ağzıma geldiği anlar çok olmuştur!.. “Acaba ölünce bir çukura mı yuvarlanırım, ne olur benim hâlim?” gibi endişeler zihnimi, hayâlimi sarınca saatlerce kıvrandığım, uyuyamadığım geceler vardır. Ama eksiklerime, daha iyi bir kul olma adına fevt ettiğim fırsatlara rağmen, hiçbir zaman ye’se, ümitsizliğe düşmedim. Rüyalarda insanlar bazen harikuladeden olarak uçar ya; koşuyorsunuzdur dolu dizgin, beklemediğiniz anda bir uçurum geliverir önünüze. Aslında o uçuruma yuvarlanmanız muhtemeldir; fakat, rüyadaki o fevkalâde uçma kabiliyetinizle aşar geçersiniz bütün uçurumları. İşte, ümitsizliğe düşebileceğim anlar olmuştur, mehib bir dağ gibi ufkumun önüne geçen ve onu karartan hadiseler yaşamışımdır ama Allah’ın rahmeti rüyadaki uçma kabiliyeti gibi imdadıma yetişmiştir her defasında Rahmet-i ilahiye iki kanat haline gelmiş, en çaresiz anlarımda bile rahmetin enginliğine bağlılık bir kurtuluş kaynağı olmuştur.

Hâsılı, kemâle ve tamamiyete tâlib olma kadar ye’se düşmeme de çok önemlidir. “Tam olamadım!” deyip sa’ye sarılma bir fazilet olsa da, “olamadım” duygusundan dolayı “olma” düşüncesinden bütün bütün vazgeçme de bir aldanmışlıktır.

Bamteli: SIZINTI’DAN ÇAĞLAYAN’A

Herkul | | BAMTELI

   Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Eğer mâruz kalınan tazyikler, baskılar, zulümler, insafsızca saldırılar ve gâvurun yapmadığı şeylere maruz kalmalar, gönülden, bütün benliğimizle O’na yönelmemize vesile oluyorsa, kazanıyoruz demektir.

Öbür taraf, çok uzak gibi görünüyor. Oysaki dün aramızda dolaşıp duran insanların bugün gölgeleri bile yok aramızda; başka bir dünyadalar. قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ “Sonra Allah, der: Yeryüzünde yıl hesabıyla ne kadar kaldınız?” (Mü’minûn, 23/112) قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلِ الْعَادِّينَ “Bir gün veya günün sadece bir kısmında kaldık! Ama tam da kestiremiyoruz; bunu zamanın hesabını bilebilen ve aklında tutabilenlere sorsanız, diye cevap verirler.” (Mü’minûn, 23/113) Dünyada ne kadar kaldınız/yaşadınız? Bir gün, belki günün bir parçası; hayır, ondan da az!.. Zaman üstü bir âleme açılınca, bu dünyadaki her şeyin bir “saniyelik şey” olduğunu göreceğiz/görecekler.

Burada ebedî kalacakmış gibi sadece dünyaya taparcasına, balıklamasına onun içine saplanan insanlar, onun bir “hiç” olduğunu orada duyunca/görünce, öyle bir ızdırap yaşayacaklar ki, zannediyorum, yine “acıma” size düşecek. Zalimleri orada kıvranır görürken, “acıma” size düşecek. Binlerce aileyi dağıtan “Zalimlere dedirtir bir gün Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ…” (Düşün ki, Hazreti Yusuf’a ne kadar zulmettiler. Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf’un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf, 12/91) dedirtir.)

   Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir; insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ihsan eder.

Şu halde, “Mü’mine sadakat yaraşır, görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Mü’mine, sadakat yaraşır doğransa da, tazyik görse de, cenderelerden geçse de, paletler altında kalsa da, başına balyozlar inip-kalsa da, haksız iftiralara maruz kalsa da… Bütün bunlar, sabırla meseleyi göğüslüyorsa, onun için kazanım yollarıdır. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Çekilen sıkıntı ölçüsünde, seviye elde edilir.”

Allah (celle celâluhu), Hazreti Eyyûb (aleyhisselam)’ı, bir sabır kahramanı, bir sabır âbidesi olarak nazara vermektedir: إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ “Biz O’nu (Eyyûb’u) gerçekten sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu O! Tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” (Sâd, 38/44) Cenâb-ı Hak, Hazreti Eyyûb hakkında “Ne güzel kul!” demişse şayet, O’nun (aleyhisselam), çektiği şeyler karşısında, dişini sıkıp sabretmesi sonucunda olmuştur.

Evet, بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي Bu ifadeyi, biraz farklı manalandırıyoruz: “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir!” Ne kadar ızdırap çekiyorsanız, ne kadar iğneli fıçılardan geçiriliyorsanız, o ölçüde Nezd-i Ulûhiyet’te değerler üstü değerlere ulaşırsınız!..

Hazreti İbrahim (aleyhisselam) öyle yüce bir karakter. Fakat o yüce karakterin “Halîlullah” unvanını alması, ateşe atılmasını müteakip olmuş.

Hazreti Musa’nın (aleyhisselam), “Kelîmullah” unvanıyla şereflendirilmesi de öyle. O da daha çocukluğunda bir korku zemini içinde hayata gözlerini açmış. Ne sıkıntılarla, Firavun sarayında, boy atıp gelişmiş!.. Başına ne gâileler gelmiş!.. Senelerce maskat-ı re’si olan Mısır’ı terk ederek, Medyen’de yaşamış, senelerce. Dönüp gelmiş, çekmeler devam etmiş. Ama Allah (celle celâluhu), O’nu (aleyhisselam) muhatap olarak seçmiş ve Kitâbullah O’na “Kelîmullah” demiş, “Allah ile konuşan insan”.

Hazreti İsâ’ya (aleyhisselam) da “Rûhullah” denmiş. Az mı çekmiş?!. Hâşâ, sıradan bir insan gibi eşkıya tarafından, zalimler tarafından, çağın zalimlerine denk zalimler tarafından, adım adım takip ediliyor. O (aleyhisselam) da onların önünde, kâh orada, kâh burada hakkı-hakikati dillendiriyor. “Nâsıralı Genç”. İnsanları Allah’a çağırıyor/dâvet ediyor. Gönüllere, Allah’ın O’na (aleyhisselam) verdiği, o “Rûhullah”ın esrârını duyurmaya çalışıyor. Ama en seviyesiz insanın maruz kaldığı şeylerin çok çok ötesinde, daha derince şeylere maruz kalıyor. Nihayet, Allah, O’nu Kendine yükseltiyor. Cenâb-ı Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha hayattayken “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle öbür âlemlere yükseltip sevindirdiği gibi, Hazreti İsâ’yı “vücûd-i necm-i nûrânî”si itibariyle öbür âlemlere yükseltiyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç seyahatinde O’nu (aleyhisselam), o makamında, o konumunda ziyaret ediyor; bizzat, O’nunla (aleyhisselam) da görüşüyor.

Çekmeyen yok, onların içinde; Nuh “Neciyyullah” (aleyhisselam), Hûd (aleyhisselam), Salih (aleyhisselam)… Hepsi çekmişler. Onların her birinin çektikleri şeyler, topyekûn bir milletin başına balyoz gibi inse, milleti ezer; o kadar şeye maruz kalıyorlar. Bunlar, Allah’ın sevdiği kullar ama her devirde, hayâsız zâlimler de var. Zulmederken, utanmayan talihsizler var; ehl-i dalalet var; ehl-i hüsran var. Ve bunlar karşısında iki kelimeyle olsun, sesini yükseltmeyen “dilsiz şeytan”lar var; seslerini yükseltirken bile, zalimi alkışlama şeklinde sesini yükseltenler var; etrafa zift saçanlar var. Bir manada, çağın müsaadesi ölçüsünde, insanlar ancak o kadar melek olabilir/melekleşebilir; melekleşmiş insanları şeytan gibi gösterenleri alkışlayanlar var. Dünyaya açılmak suretiyle, maarif ile beşerin gözlerini açmaya çalışan insanların üzerine “Mâ-a’rif” ile giden densizler var, hayâsızlar var, edepsizler var. Hiç eksik olmamış bunlar, dünyanın hiçbir döneminde!..

İlk Ulû’l-azm peygamber Hazreti Nuh (aleyhisselam) ile başlamış; Hazreti Âdem’in çektiği başka bir şey; İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar, o yolun yolcuları, Peygamber yolunun yolcuları hep çekmişler. Her dönemde de, farklı zift yuvaları olmuş; şeytanî fikirleri üreten merkezler olmuş; diyalektik üreten, demagoji üreten, Makyavelist fikirlerle hedeflerine varmak isteyen densizler olmuş. Bir tarafta çektirenler; bir tarafta da çekenler olmuş. Dünyada çekmişler fakat “â’lâ-i illiyyîn-i kemâlât”a yükselmeleri için, o bir vesile olmuş. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir!” Ne kadar çekiyorsanız, ne kadar sıkıntıya maruz iseniz, o ölçüde nezd-i Ulûhiyette değeriniz/dereceniz var.

Bu açıdan müteessir olmamanız lazım. Kazanan, Allah’ın izni ve inâyetiyle, siz ve sizin çizginizde, hâlâ sarsılmadan, ayakta dimdik duran, dimdik durmayı temâdî ile taçlandıran insanlar!.. Vazife ve misyonlarını edâya devam ediyorlarsa, Allah’ın izni ve inâyetiyle, kazananlar, onlar olacaklar. Öbür taraftakiler de; “Yâ leytenî, yâ leytenî, yâ leytenî!..” (Vah başıma… Keşke!.. Keşke!.. Keşke!..) ile homurdanıp duracaklar. “Homurdanıp duracaklar!” mı diyelim, “Yâ leytenî mırıldanıp duracaklar!” mı diyelim, “Yâ leytenî deyip ‘keşke’lerde teselli arayacaklar!” mı diyelim?!. Diyecekler, hiç tereddüdünüz olmasın.

   Ahiret, zannettiğinden de çok yakın; ölüm, çıkıp gelir bir gün ansızın; seni bekliyor kabir ki o amel sandığın!..

Uzak görülen o âlem, o kadar yakın ki, burnumuzun dibinde âdeta. Nasıl diyor?

يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ   قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ   حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً   وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا   لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

(İbn-i Hacer el-Askalânî hazretlerinin “Münebbihât” adlı eserinde, Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen bu sözler) يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ nidasıyla başlıyor. “Ey kendini dünyaya salmış…” “İştigal” kelimesi seçilmiş. Demek, dünya ile meşguliyeti tabiatının derinliği haline getirmiş: Bir saray yetmez, bir tane daha olsun!.. Bir filo yetmez, bir tane daha olsun!.. Bir ton parayı bir yere kaçırma yetmez; adam, bir tane daha olsun!.. Dünya ile öyle bir meşguliyete girmiş ki, o meşguliyet, tabiatının derinliği haline gelmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun nûr-efşân beyanıyla, iki dağ altını olsa, aralarına otursa, bunların bir üçüncüsünü isteyecek!.. يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ İşte böylesine dünya ile iştigali/meşguliyeti, tabiatının derinliği haline getirmiş, öyle içtenleştirmiş ki onu, dünyadan başka bir şey görmüyor.

Öyle ki; كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise terk edip bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, hayır!.. Siz, hemen, âcil olan şeyi, peşin olan şeyi tercih ediyorsunuz, seviyorsunuz. Ama sonradan verilecek şeyleri görmezlikten gelme körlüğüne kendinizi salıyorsunuz. Öyle körlük çağlayanına salıyorsunuz ki kendinizi, Nebî eli bile sizi çıkaramıyor oradan; Ebu Cehil gibi, Utbe gibi, Şeybe gibi ‘Kalîb-i Bedr’e (Bedir kuyusuna, Bedir Harbi’nin yapıldığı yerdeki kuyulara) kadar sürüklenip gidiyorsunuz!.. Siz değil, o zavallılar!..

Zavallı!.. قَدْ غَرَّهُ طُولُ اْلأَمَلْ Kendisini tûl-i emel aldatmış. Şeytana “garûr” diyor Kur’an-ı Kerim; dünyanın aldatıcılığından bahsettikten sonra, Şeytana da “aldatan” manasına “garûr” diyor; mübalağa kipli bir kelime ile ifade ediyor: Çok yaman, yavuz bir aldatıcıdır. Sağdan gelir; suret-i haktan görünerek, “İslam!” der, “İman!” der, “Kur’an!” der, “Demokrasi!” der, “Hümanizm!” der, “Evrensel değerlere saygı!” der. Efendim, şunu vadeder, bunu vadeder; güzel şeyler vadetmek suretiyle sağdan gelir. İnsanın hevâ-i nefsini tetikler; şehevânî duygular içine, tûl-i emellere, tevehhüm-i ebediyetlere salmak suretiyle, onu soldan vurur. Bir yönüyle, önünü, geleceği karartır onun için, âhireti görmez hale gelir; perde perde üstüne, dünyayı bütün câzibedâr güzellikleriyle/hezâfiriyle onun önünde öyle tablolaştırır ki, insan, o resim karşısında bayılır, daha ötesini göremez; böylece önden gelir, vurur. Sonra, geçmişiyle alakasını keser/koparır; bu suretle bazı kimseleri arkadan vurur. Geçmişin lafını ederler fakat bizim geçmişimiz Allah Rasûlü’nün hayat-ı seniyyeleridir, Ebu Bekir’in hayat-ı seniyyeleridir, Ömer’in hayat-ı seniyyeleridir, Osman’ın hayat-ı seniyyeleridir, Ali’nin hayat-ı seniyyeleridir; sahabenin, tâbiînin, müçtehidînin, muhaddisînin hayat-ı seniyyeleridir bizim geçmişimiz. O geçmişten koparır. Hâlbuki “Ben, kökü mazide bir âtiyim!” Geçmişten kopanların, geleceği de yoktur onların.

Bunlar, aynı zamanda Şeytan’ın da birer oyunudur: قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ * ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Çoğunu o insanların, şükürden nasipsiz olarak göreceksin! Şükretmeyecekler Allah’ın nimetleri karşısında!” diyor.

Evet, أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ * حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ “Ve lem yezel” وَلَمْ يَزَلْ de diyebilirsiniz. وَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ * حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ Gaflette öyle temâdî etti ki, öyle kendini körlüğe saldı, öyle bir görmezliğe saldı ki!.. Siz bir yerde, taylasanı ile filan, görüyor zannediyorsunuz ama adam körün teki, “görmez” katiyen. Görmediğinden dolayı da neler neler, ne densiz şeyler mırıldanır durur. حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ Derken, ecel birden bire gelip çatar. اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً Ölüm, ansızın gelir; beklenmedik bir yerde.

Şu anda hepimiz buradayız. Allah, ihlas içinde, rızası istikametinde, hâlis aşk u iştiyak mülahazasıyla, uzun ömür yaşamaya muvaffak kılsın. Ömür, öyle yaşanmayacaksa, bu camiden çıkmadan emanetini alması daha iyidir. Allah, size, öyle uzun ömür ihsan eylesin ve sizi, yolunda koştursun!.. Koştuğunuz yolda Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep izlerini görüverin; Ebu Bekir’in izlerini, Ömer’in izlerini, Osman’ın izlerini, Ali’nin izlerini görüverin, Radıyallâhu anhüm elfe merrâtin. Az oldu değil mi?!. Milyon merrâtin, katrilyon merrâtin. (Allah onlardan binlerce, milyonlarca, katrilyonlarca razı olsun.) Hayır, بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ، رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ أَجْمَعِينَ Allah Teâlâ, onların hepsinden ilmi ve malumâtı adedince razı olsun!.. Onların izlerini göreceksiniz. Esasen kendinizi o izlere saldığınız zaman, kime ulaşacağınız bellidir; ulaşacağınız “İmam”a ulaşmışsınız demektir. Bir yönüyle O’nun arkasındasınız demektir. Ve O’na ulaşan da, ulaşması gerekli olan her şeye ulaşmış demektir; “ihlas”a da ulaşmış, “rıza”ya da ulaşmış, “iştiyak likâullah”a da ulaşmış, ulaşacak hiçbir şey kalmamıştır. Yol, o; yöntem, o.

Ama beride اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً * وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ “Ölüm, ansızın gelir, çarpar; kabir ise, bir amel sandığıdır.” Ne kazanmış isen -âdeta bir gelin gibi- oraya gittiğin zaman, çeyizin ile orada karşı karşıya kalacaksın. “Al sana damatlık elbise! Al sana yatacak yatak! Al sana serîr!..” Bir böyle var.. Bir de bunun arkasında çok korkunç ürküten bir “bevâr” (helâk) حَفِظَنَا اللهُ مِنَ الْبُورِ وَالْبَوَارِ (Allah bizi kaybedip helâke uğramaktan, kötü akıbetten ve nihayet felaket yurdu Cehennem’den muhafaza buyursun!..)

Hiç… Zavallı, farkına varmadan, kendini bir gayya içinde bulur. Farkına varmadan, yaptığı o zulümler, o müteessifâne hadiseler, öyle bir gâile olarak balyoz gibi tepesine iner ki, elli defa “Keşke!” dese de hiç fayda vermez, elli defa. Cenâb-ı Hakk, bizi, samimi kulluktan ayırmasın. Haddimizi bilmeye bizi muvaffak kılsın! طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ، وَلَمْ تَيَجَاوَزْ طَوْرَهُ Ne mutlu o insana ki, kendi kulluk çerçevesini, ne olduğunu, konumun neyden ibaret bulunduğunu bilir; haddinin üstünde, kendini aşan şeylere dilbeste olmaz! Vesselam.

Çekme, ne güzel şey!.. Çekenler, çektirmeyecekler fakat öbür tarafta kazanacaklar. Çektirenler, öbür tarafta çekecekler fakat kazanamayacaklar. Hepsi bundan ibaret!.. Çekenler, burada çekecek; fakat, öbür tarafta kazanacaklar. Çektirenler, kaybedecekler; hiçbir şey kazanamayacaklar!.. Hiçbir şey!.. Hiçbir şey!..

   Soru: Çağlayan Dergisi’nin ilk başyazısı olan “Bir Küsûf Daha Sona Ererken” başlıklı makalede, toplumun içinde bulunduğu problemler sarmalı anlatılırken, “mefkûresizliğin yol açtığı nefsânîlik” de sayılıyor. Hizmet gönüllülerine bakan yönüyle, mefkûresizlik ile nefsânîlik arasındaki münasebeti lütfeder misiniz?

   Cevap: Estağfirullah. Evet, inşaallah, ümidimiz, recâmız; bir küsûf daha sona eriyor. Güneş’e perde çekilmez. Ara sıra bir küsûf (güneş tutulması) veya hüsûf (ay tutulması) olsa da… Bazen o araya giriyor, bazen de öbürü araya giriyor; küre-i arz, araya giriyor, bir şey oluyor; kamer, araya giriyor, bir şey oluyor; belki başkaları araya giriyor, bir şey oluyor. Bu araya girmeler, Cenâb-ı Hakk’ın âdet-i sübhâniyesi…

Cenâb-ı Hakk, bizim kalbimiz ile Zât-ı Ulûhiyet arasına böyle bir şeyin girmesine fırsat vermesin; bize hüsûf-küsûf yaşatmasın. En büyük küsûf, bence, O’na (celle celâluhu) karşı yaşadığımız küsûftur; Şemsü’ş-Şümûs’a (celle celâluhu) karşı küsûftur. Sonra Kamer-i Münîr’e karşı küsuftur, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı küsûftur. Ve Sahabe-i güzîn (radıyallahu anhüm) efendilerimize karşı küsûftur, hüsûftur; onlara “hüsûf” diyelim.

   Ümidi her zaman canlı tutmak, doğruya var güçle sahip çıkmak ve hep kararlı durmak lazımdır.

Ama ümit ve recâmızı hiç kaybetmedik. Hiç kaybetmeyin, hiç!.. Evet, gücümüz ne kadarına yetiyorsa, doğruyu o ölçüde sahiplenerek, o mevzuda kararlı durmamız ve hep ümitli olmamız lazım. Antrparantez bir şey arz edeyim:

Yetmiş yılında, askerî darbe olmuştu. Çoklarımızı içeriye almışlardı. Bana göre yüz Diyanet İşleri Reisi vazifesi görmüş Yaşar Tunagür hocamız da içeri alınmıştı. Onu, kırk küsur yaşlarında, müftü olarak tanıdım. Kürsülerde, sözünden daha çok gözyaşları, ağlamaları ve hicranı vardı; cemaati şakır şakır ağlatmaları vardı. Ve beni kendisine meftun eden şeylerden birisi de bu idi. Hakperest bir insandı. Ama bu insana bile gadrettiler. Bugün hâlâ, o gün o sorumluluğu üzerine alanlardan, hayatta olan insanlar var. Bir Diyanet İşleri başkan yardımcısını, Çorum’a vaiz olarak tayin ettiler. Askerî darbede de “Bu da sana çok, ne hakkın var, sen vaiz oluyorsun!” dediler.

Fakat o dönemde bugünkü şenaat ve denaet yoktu. Meseleler ferdî planda, “Suçun şahsîliği” disiplinine, hukukun ifadesiyle -ki İslam Hukuku’nda da öyledir, modern hukukta da öyledir- “suçun şahsîliği” esprisine bağlı götürülüyordu. Mesela Kıtmîr’i içeri aldılar ama “Siz, falanlar!.. Siz de bunun yeğenisiniz! Gel bakalım Mazhar, gel bakalım Kevser, gel bakalım Selman, gel bakalım Süleyman!.. Sizin de akrabalığınız var, uzaktan…” Halanızın torununun torunu!.. “Ha irtibat var, iltisak var; ihtimal, sana da o korku bulaşmıştır!..” Evet, böyle bir Yezîd adaleti, bir Haccâc adaleti… Niye “zulüm” demedim? Ağzımı bozmamak için.

Kendisinden dinlemiştim; Yaşar Hocayı da Ankara’da içeriye alıyorlar. Tevkifhaneye alırken, aynı zamanda saç sakalı kesecekler. Hani Kıtmîr’in de bıyıklarımı kestiler, saçlarımı da kestiler; ben bekliyordum makinanın kaşlarıma ne zaman geleceğini? Neyse ki lütfettiler, “Thank you very much!” Kaşlarımı bağışladılar. Yaşar Tunagür Hocayı da bu konuda zorluyorlar, “Sakalını keseceğiz!” diye. “Ben kestirmem!” diyor. Hakikaten, aşağı yukarı kırk yaşındaydı, ben tanımıştım, sakallıydı. Meğer yirmi beş yaşlarında tâ, sakal bırakmış. “Ben, sakalımı kestirmem! Allah için bıraktım, kestirmem!” diyor. Haberi yukarıya götürüyorlar, çünkü emir/ferman yukarıdan geliyor. “Hayır, ne olursa olsun, sakalını keseceksiniz!” deniyor. “Kestirmem!” diyor, diretiyor. O gel-gitler bile, bir parça insaf emaresi ifade ediyor. Şimdi gel-git de yok!.. Evet, sakalını değil, yukarıdan ferman-ı nâ-hümayun gelince, “Kellesini alacaksınız!” dense, kelleyi bile alırlar! Nice insanlar öldü. Ve bir yönüyle balık istifi gibi insanların bir mekânda çırılçıplak olduğunu dünya medyası aldı ve neşretti.

Evet, o gün askerî bir darbe olmuş, fakat tecziye lokal kalıyor. İşte mesela bizi, bütün Ege’dekileri aldılar oraya, hepsi hepsi on tane insan aldılar içeriye. Evet… “Ben, sakalımı kestirmem!” diyor. “Ee, biz keseriz. Nasıl olsa keseriz!” diyorlar. “Ha bak, şöyle kesebilirsiniz belki: Ben katiyen izin vermem buna ama ellerimi bağlarsınız, ayaklarıma da bir zincir vurursunuz. Kafamı da hareket ettirmemek için, ona da bir yönüyle belki bir şey takarsınız, bir tasma takarsınız. Fakat ben yine siz makineyi gezdirirken -gözümün önünde bugün, onun anlatışı- böyle yapar, o sakalımı yine kestirmem!” diyor. Sonra o gel-gitler de sona eriyor. “Benim son direnmem!” diyor orada. Adamlar yeniden bir tereddüde daha düştüler.

Efendim, mütereddit zalim, kararlı zalime göre Allah huzurunda farklı muamele görür. Evet, iki türlü zalim vardır: Biri, mütereddit; zulmün zulüm olduğunu bilir, endişe duyar, sıyrılma yolu arar. Diğeri ise, kararlı; aklına ne esiyorsa, Şeytan dürtüleri ile onu hemen yerine getirir. “Efendim; söyleyin bana, onlarla iltisaklı/irtibatlı kim varsa, hepsini derdest edelim/atalım; sonra, efendim, aklımıza estiği zaman mahkeme ederiz; yatsınlar orada, içeride/hücrede yatsınlar!” der.

Yaşar Hoca demişti ki: “Tam, ben o son mücadeleyi verirken, içeriye girdiler; ‘Yaşar Hoca, sen, tahliye edildin!’ dediler. Sakal kestirmemede kararlı duruşum benim, o en son direnmem, sanki bir yönüyle benim için dışarıya çıkmanın, tahliye olmanın anahtarı gibi oldu. ‘Yaşar Hoca, tahliye oldun!’ dediler. Ben, sakalıma iliştirmedim, Allah da bana iliştirmedi!” Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsieten. Kararlı durmak lazım… Kararlı durmak lazım…

Evet, “küsûf”tan bahsediyorduk. Hiç ümidimizi yitirmedik. Efendim, korkunç bir küsûf vardı ortada veya bir hüsûf; her ne olursa olsun, bunun da bir gün gideceğine inanıyoruz. Yalnız, zulmün gayretullaha dokunma kertesi vardır. Bu açıdan, katiyen ye’se düşmemek lazım; o küsûf da, vakt-i merhûnu gelince açılacak; murâd-ı Sübhânî o istikamette tecelli edince, o küsûf da gidecek.

   Başlangıçtaki sızıntılar birer çağlayana dönüşüyor; çiseleme şeklindeki rahmet damlaları sağanak yağmurlara inkılap ediyor.

Burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Bir “Yeni Ümit” vardı, bir “Yağmur” vardı, bir “Sızıntı” vardı. Ve bunların hepsi, mütevâziâne isimlerle yâd ediliyordu. “Sızıntı”, hafif hafif suların o kaynaktan, o gözelerden sızması gibi bir şey idi. Bir gün geldi, kendi keyfiyeti, kendi çizgisi açısından, dünyada birinci, ikinci, üçüncü sırada yerini aldı. Bir milyon tirajlara ulaştı. Kimseyi inciten bir şeyi yoktu. Hatta askerî idarenin olduğu bir dönemde, mekteplerde tavsiye bile edildi. Birisinin gammazlaması ile o tavsiye kaldırıldı ama bir dönem mekteplerde bile tavsiye edildi. Bugün de alıp okuduğunuz zaman onu, ne yâra, ne de zülfüyâra dokunan tek kelime yoktur. Tamamen onda milli mefkûre dantelamız işlenmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu temin edebilecek şeyler, Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’ı memnun edebilecek şeyler, mezarlarında yatan ecdâdımızı memnun edecek şeyler, dâsitânî şeyler vardı; manzumesiyle, nesriyle, onları memnun edecek şeyler vardı.

Bir dönemde korkuttular, kısmen o tirajı düşürmeye muvaffak oldular. Fakat baktılar ki hâlâ alanlar var, ee gâsıp, mutasallıt, mütehakkim, mütegallip, mütemellik kimseler, geldi, tepesine bindiler. Alın teri ile kazanılmış, yirmi-otuz sene binlerce insanın içinde sa’yi bulunan bir şeyin, hak ve hakikatin nâşir-i efkârı olan bir şeyin tepesine kondular; “Bu, bizimdir!” dediler. Öbür tarafta görürsünüz, ey zâlim oğlu zâlimler!.. “Bizim!” dediler; görürsünüz öbür tarafta, ey zâlim oğlu zâlimler!.. Öyle ki, şimdi bir yerde benzeri, alternatifi bir şeyler neşredilince, bir şeyler çıkınca televizyonda veya işte İnternet’te veya telefonlarda, dijitalde bir şey çıkınca, diyorlar ki, “Biz, buraya el koymuştuk! Tasallutta bulunmuştuk! -Öyle diyeyim ben- tagallüpte bulunmuştuk, tahakkümde bulunmuştuk, temellükte bulunmuştuk, gasp etmiştik! Artık o daire, o câmia içinde bulunan insanların yazıları da -sonradan bile olsa- bize aittir!” Nasıl bir mantık ise bu?!.. Nasıl bir mantık?!. Yirminci asırda… Hukuku görüyor musunuz? “Hukuk” değil, buna, rahmetli Bekir Berk, “guguk” derdi.

“Gönül her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘sâdık’ dedikleri, çıkar münafık.” Hele bir de atıp tutuyorlarsa, iyilik-güzellik adına, hiç farkına varmadan, takılır münafıkların arkasından gidersiniz. Ve nitekim şimdileri köşelerinde yazıyorlar; yani “Bir döneme kadar, belli bir devreye kadar, iltizam oldu!” diyorlar. Demek ki, biz öyle bir günah işledik; “fâsık”ı sezemedik, “zâlim”i sezemedik, “münafık”ı sezemedik. Onları müstakim insan zannettik. Cenâb-ı Hak, adeta “Ne diye basiretinizi kullanmadınız? Ne diye “hüsn-i zan” derken, “adem-i itimâd” mülahazasını canlı tutmadınız? Neden ne olduğunu bilmediğiniz insanlara sırtınızı döndünüz, arkadan hançerlendiniz?!.” dedi. Sebep, bu!.. Sebep, “Yalanlara kandınız!” Yalan, bir lafz-ı kâfirdir. “İftiralara kandınız.” İftira, bir kâfir tavrıdır; isnad, bir kâfir tavrıdır; karalama, bir kâfir tavrıdır; camiye gelen yapsa bile, bir kâfir tavrıdır. Bütün bu sebepleri sıralayabilirsiniz. Fakat bütün bunların arasında çok önemli sâiklerden bir tanesi de, “mefkûresizlik”.

   Çağın insanı, mefkûresizliğin kurbanı olmuştur; acaba biz yüksek bir gaye-i hayale gönülden bağlı kalabildik mi?!.

Mefkûre tabirini, Ziya Gökalp, Fransızca “ideal”in karşılığında kullandı, dilimize soktu. O güne kadar biz, “ideal”i duyduğumuz andan itibaren, “ideal” diyorduk. Fakat Hazreti Pîr-i mugân, şem’-i tâbân -ondan da mana çıkarıyorlar, diğerini de söyleyeyim- Hazreti Bediüzzaman, “gâye-i hayâl” diyor. Ve o meseleye, bir yönüyle, bir hüküm yüklerken, diyor ki: “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” Bir insan, yüksek bir gayeye dilbeste olmamışsa, gönlünü ona vermemişse, onun için oturup kalkmıyorsa, hep onu soluklamıyorsa, hep onun rüyalarını görmüyorsa, hiç farkına varmadan, kendisini nefsânîlik akıntısına kaptırıverir. Bir egoist olur, farkına varmadan, bir egosantrist olur, bir narsist olur, daha bilmem Allah’ın belası neler neler olur.

Bu açıdan, ben, kardeşlerin, bu davaya gönül vermiş insanların, bu kategorilerin herhangi birisine girdiğini iddia etmek suretiyle, onlara karşı saygısızca bir ifadede bulunmak istemem. Fakat herkes, kendine bakarken düşünmeli: Hakikaten çok ciddî bir gaye-i hayalimiz oldu mu? Bir mefkûremiz oldu mu, hakikaten? Hep “Ne olur, Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Güneşin doğup battığı her yere götürelim!” dedik mi?!. Atalarımızdan tevarüs ettiğimiz ve aynı zamanda din süzgecinden geçen, Kitap ve Sünnet referansıyla bu güne kadar gelen.. “Kitap” ve “Sünnet” referansıyla, “İcmâ” referansıyla, “Kıyas” referansıyla, “Tercih” referansıyla bu güne kadar gelen ve bize mal olan.. “gelenek”lerimizi, “tâlî edille-i Şer’iyye”yi, topyekûn dünya çapında ihyâ etme adına ölesiye bir gayretimiz oldu mu? Ölesiye bir gayret!.. Siz, bir tohum gibi, bir mefkûre uğruna, bir başağa yürüme adına, -tıpkı bir ağaç olma adına bir fidenin, bir filizin toprakta uzun zaman kalmaya katlanması gibi- bir ağaç olma, bir selvi olma, bir çınar olma gaye-i hayalini her zaman yaşadınız mı?

Derinlemesine bu mesele yaşanmadıysa, zannediyorum, işte enâniyet, bir yönüyle, bizim için öyle bir küsûfa sebebiyet vermiştir. Ve Cenâb-ı Hak, onun tokadını vurmak suretiyle, kulağımızı çekmek suretiyle, ensemize hafif bir şamar indirmek suretiyle -bu o kadar- “Aklınızı başınıza alın; siz, başka bir davanın yolcularısınız! Oturun-kalkın, hep onu düşünün! Ve kendi kendinize deyin ki: Allahım! Bize öyle bir akıl, öyle bir mantık ver, kafamızdaki nöronların bütününü o mefkûre için çalıştıralım!” Hepsini çalıştırıyor muyuz beynimizdeki nöronların? Zannetmiyorum ben. Nörologlar diyorlar ki, “Onların yarısı bile çalışmıyor!” Çalıştıranlar, çalıştırmış onu, çağın insanına kadar, çalıştıranlar, çalıştırmış. Çalıştırın onları!.. En onulmaz gibi görünen problemleri de çözün, insanlığa sürpriz armağanlar sunun. O size ait geçmişten tevârüs ettiğiniz güzellikleri, hâl ve temsil resimleriyle, meşherlerde öyle bir sergileyin ki, insanların başı dönsün, bakışı bulansın; koşan koşana sizin sergilerinize… Ama bu, bütün o nöronları o istikamette çalıştırmaya bağlı. İnsanın belli, sınırlı bir kapasitesi vardır. Şuna-buna dağıldığınız zaman, asıl “gaye-i hayal”e verebileceğiniz güç ve enerji kalmaz. Güç ve enerjinizi, bir yönüyle o güç/enerji sistemini bütünüyle çalıştırarak en önemli, hayatî noktaya teksif etmek, konsantre olmak suretiyle, bence onu elde etmeye bakın. Ha, biz, o mevzuda, size demem de, benim gibi adamlar gerekeni yapabildik mi?

   Gelin, kendimizi hesaba çekelim, Allah’tan bağışlanma dileyelim ve mazlumların necâtı için hep beraber ızdırapla inleyelim!..

Bir arkadaşımız, bana diyor ki: “Ben öyle hep meseleyi üzerinize aldığınızdan dolayı çok üzülüyorum. Bu mevzuun tek günahkârı siz değilsiniz!” Ama ben, mevzuun önemli bir günahkârı olarak kendimi görüyorum: “Neden beynimin nöronlarını bütünüyle çalıştırmadım? Neden münafığa “münafık!” diyemedim, o teşhisi koyamadım? Neden zâlimi başta keşfedemedim? Edemedim!.. Hüsn-i zannına binaen bütün arkadaşlarımızın mesailerine âdeta bir kerte vurdurdum!..” Ben, kendi kendimi sorguluyorum. Çok samimi söylüyorum. Başımı, Rabbime en yakın olunan secde halinde, yere koyduğum zaman, رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا، وَلاَ تُعَذِّبْناَ بِذُنُوبِناَ وَلاَ تُعَذِّبْناَ بِذُنُوبِناَ “Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma! Bizi günahlarımız sebebiyle azaba uğratma!” diyorum. “Ben ettim ya Rabbî!..” Çok defa içimden, kelam-ı nefsi ile… Hanefi mezhebine göre, meşhur-mütevâtir olmayan şeyler, namazda söylenmez. Ama çok defa, bir yönüyle, kelam-ı nefsiyle dilim onu kıpırdanıyor: “Ben ettim yâ Rabbi, Sen etme!” diyorum. Efendim.. “Benim günahlarımdan, hatalarımdan dolayı o tamamen masum, inanmış, kendini bu işe adamış insanlara çektirme! Kadın, erkek, çoluk, çocuk, zindanlarda, sürgünlerde, ihtifâlarda, yurt içinde gaybubetlerde.. aç, susuz, sefil.. gavurun revâ görmediği şekilde, olmayacak şeylere revâ görülmüş olarak.. o mazlumlar, o mağdurlar, o mehcûrlar, o muhtefîler, o fârrlar (firar edenler)… Eğer benim yüzümden ise, Rabbim… Benim günahlarım dağlar cesametindedir. Senin rahmetinden ümidimi kesmiyorum. “Ger günahım Kûh-i Kâf olsa ne gam, yâ Celîl / Rahmetin bahrine nisbeten “ennehû şey’ün kalîl.” Yine de Senin rahmetinden ümidimi kesmiyorum; fakat vebalimin büyüklüğü karşısında da eziliyorum, eziliyorum, eziliyorum, eziliyorum…

Bence size düşen şey de esasen, vicdanınızda o ızdırabı duymak.. o ızdırabı duyarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek.. Süfyân İbn Uyeyne’nin ifadesiyle, “Bazen, muzdarip bir gönlün inlemesiyle, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!” Evet, bazen muzdarip bir gönlün inlemesiyle, Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!..

Gelin, Allah için hep beraber inleyelim!.. Zâlimlerin def ü ref’i için… Zulüm adına ellerini size uzatanların, ellerini doğruya, müspete, pozitif şeylere döndürmeleri için… Şayet döndürmemede inat ediyorlarsa, onları kırmaları adına, kırıp yüzlerine vurmaları adına… Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunalım!.. Niyazda bulunalım!.. Binlerce mazlum, binlerce mağdur, binlerce mehcûr, binlerce müttehem…  “Terör örgütü ittihamı” ile, “firak-ı dâlle ittihamı” ile, “paralel ittihamı” ile, “irtidat etmişler ittihamı” ile müttehem… Ve dolayısıyla da ezilen binlerce insan, binlerce, binlerce insan… Sağa-sola sığınan, başını sokacak yuva bulamayan binlerce insan…

Cenâb-ı Hak, bu ızdırabı bir an evvel savsın!.. Buna mefkûresizliğimiz, gaye-i hayalimizin olmaması, idealsizce bir an yaşamamız sebebiyet vermişse şayet, o yırtığı yamamak da bize düşer.. o arızayı gidermek, bize düşer.. o tahribatı tamir etmek, bize düşer.

Ama unutmayın, اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ اللهُ، ثُمَّ يُنْتَقَمُ مِنْهُ Zâlim, Allah’ın bir kılıcıdır. Allah, onunla intikam alır, te’dib eder, kulak çeker, şefkat tokadı vurur. Fakat sonra döner, zâlimden de intikam alır.

Kine Doymayan Nifak Şebekesi Karşısında Mü’mince Duruş

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Çevremizde olup biten münasebetsiz ve olumsuz bir kısım hâdiseler karşısında, inanan gönüller nasıl bir duruş sergilemelidir?

Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, menfi bir kısım hâdiselerin cereyan etmesi ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Bu hakikati canlı tablolar hâlinde önümüze seren Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan değişik renk ve desendeki enbiya kıssalarını zikrederken diğer taraftan her biri başlı başına hayret verici hâdise olan muhtelif vakalardan bahsetmiştir. Bunlarla bir yandan Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli ederken, diğer yandan tarihî tekerrürler devr-i daimine dikkat çekmiştir. Bütün bu tarihî hâdiseleri süzdüğümüzde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Cenâb-ı Hak, bozulan ve şirazeden çıkan toplumu her seferinde göndermiş olduğu peygamberlerle yeniden ıslah etmiştir.

Hatemü’l-Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra toplumda yeni bir tecdid ruhunun hâsıl edilmesi ve yaşanan tahriplerin tamir edilmesi ise mücedditler eliyle gerçekleşmiştir.

Zulmün Zevali Aklına Gelmezdi Amma…

Hususiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde beşerin maruz kaldığı olumsuzluklara tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum maruz kalmamıştır. Mehmet Akif,

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle o dönemin fecaat ve fezaatını resmettikten sonra,

“Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi,

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi.”

mısralarıyla sosyal hayatta cereyan eden bu “sünnetullah”a işaret etmiştir.

Evet, bugün ve bugünden sonra da, “aczin” aklına dirilmek, zulmün de aklına ezilmek gelmeyebilir. Fakat bu, Allah’ın izni ve inayetiyle, tarihte elli defa gerçekleşmiştir. Olanlar ise, olacakların en büyük referansıdır. Bizim geçmişe bakmamızın, mâziyle irtibat kurmamızın faydalarından birisi de işte bu hakikati anlayabilmektir. Bugüne kadar tahrip-tamir vetiresinin sürekli birbirini takip etmesi, gece-gündüz münavebesinin hiç kesilmeden devam edip durması, Allah’ın izni ve inayetiyle, bundan sonra da tahripleri tamirlerin, geceleri de gündüzlerin izleyeceğinin en büyük referansıdır.

Hayat Boyu Tazyik Gördüm Fakat Ümidimi Hiç Kaybetmedim

Biraz daha açacak olursak, beşer, elli defa yoldan çıkabilir, elli defa şirazeyi koruyamayabilir, elli defa bağı kopmuş tespih taneleri gibi sağa sola saçılabilir. Başkalaşmaları başkalaşmalar takip edebilir. Toplumda ciddî bir deformasyon yaşanabilir. Fakat hiçbir zaman unutulmamalı ki, yeni bir nur ve yeni bir irfanla insanları derleyip toparlama ve kıvamına koyma Allah’ın elindedir.

Şahsen, imanı güçlü bir insan olduğumu iddia edemem. Bununla birlikte yirmi yaşımdan bu yana hayatım hep baskı ve tazyik altında geçmesine rağmen hiç ümidimi kaybetmedim. Daha askere gitmeden cami penceresinden alınıp karakola götürüldüm, hakarete uğradım, tehdit edildim. Fakat bütün bunların menfi mânâda bana hiçbir tesiri olmadı. Bir ân bile yürüdüğüm yoldan geriye dönmeyi düşünmedim. Alınıp götürülme, bir yere atılma gibi tehdit ve tazyikleri hiç mi hiç önemsemedim. İki tane insan bulduğumda hemen cami içinde oturup onlarla ders okumaya koyuldum. Yaşadığım sıkıntılar askerlikten sonra da devam edip gitti. Fakat ben, hiçbir zaman ye’se düşmedim. Hayatım boyunca hep,

“Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın;

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

mülâhazalarına bağlı kaldım. Zira Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(Yusuf sûresi, 12/87) kavl-i kerimiyle Allah’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğini ve kâfirlerden başka hiç bir kimsenin O’nun rahmetinden ümidini kesmeyeceğini ifade buyurmuştur.

Aslında ben bu sözlerimle, zannediyorum adanmışların hissiyatına tercüman oluyorum. Çünkü onların her birisi maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında, Nesimî’nin ifadesiyle,

“Bir cefâkeş âşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem

Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.”

diyeceklerdir. Çünkü onlara göre önemli olan O’nun rızasıdır ve o rızanın vesilesi hizmet kervanının yürümesidir. Kervan yoluna devam ettikten sonra bizim bir kısım ciğersûz hâdiselere maruz kalmamızın ne önemi olabilir ki! Hem zaten yapılan hizmetlerin hiçbiri bizimle kaim değildir. İronik bir dille ifade edecek olursak, “arzın altındaki öküz” değiliz ki, öldüğümüz zaman yer yıkılsın!

Korkusuzluk ve Kararlılık, Kötü Niyetlilerin Oyununu Bozar

O hâlde ümit kırıcı, şevk söndürücü ve iç bulandırıcı ne tür hâdiselere maruz kalınırsa kalınsın, ne paniklemeli ne de mâni-i her kemâl olan ye’se düşülmelidir. Bilâkis, dikleşmeden ve diş göstermeden her zaman dimdik durmaya çalışmalıdır. İnanan gönüllerin bu korkusuzluk ve kararlılığı, kötü niyetli bir kısım cephelerin de sesini kesecektir. Zira ölüm tehditlerini gülerek karşılamak, öldürürüz dediklerinde, “Kurban olayım, ben de biri eliyle şehadet şerbetini içip bir ân evvel Rabbime kavuşmayı bekliyordum.” demek, karşı tarafı şaşırtır, onları çaresizliğe mahkûm kılar. Evet, mü’minlerin kararlı duruşları ve sarsılmamaları onların Allah’a itimat ve güveninin önemli bir ifadesi olduğu gibi karşı tarafın oyunlarını alt üst edip onları paniğe sevk edecek bir dinamiktir.  

Sabır ve Zafer

Öte yandan sabır, necata ermenin biricik sırlı ve sihirli anahtarıdır. Cennet saadetine ulaşmak, Cemalullah’ı müşahedeye kavuşmak, rıdvana ermek ve ebediyetle serfiraz olmak sabırla elde edildiği gibi, bunların aşağısında yer alan dünyevî sıkıntılardan kurtulmanın ve dünyevî zaferler elde etmenin en önemli vesilelerinden biri de sabırdır. İbadet ü taati aksatmama, günahlara karşı koyma, musibetlere katlanma, zulümler karşısında eğilmeme, zamana merhun hususlarda acele etmeme, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeme ve Cemalullah aşk u iştiyakını hizmet mülâhazalarıyla tadil etme gibi hususların tamamı sabır kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Sabrın türleri diyebileceğimiz bu hususların hiçbirisi ihmal edilmezse şayet, bu sırlı anahtarla nice kapılar açılabilir. Fakat sabırla hareket edilmeyip acele edildiği zaman ise tökezleme mukadderdir. Zira

“Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır,

Erişir menzil-i maksuda aheste giden.”

Acele edenin eteği ayağına dolaşır; fakat temkinli hareket eden insan maksadına erişir. Bu açıdan mü’minlerin hesaplı yürümeleri gerekir. Hesaplı yürüme veya sabırlı hareket, âtıl durmakla karıştırılmamalıdır. Bilâkis insan, sürekli aktif olmalı, hedefine yürümeli fakat yürürken de, tedebbür, tezekkür, teemmül ve temkinle yol almalıdır. İşin önü ve sonunu düşünmeli, hazımsızlık ve çekememezlikleri hesaba katmalı, karşı tarafın kin ve nefretini asla göz ardı etmemelidir.

Kurbağa Ötmesi Temiz Suya Zarar Vermez

Bu arada zâlim ve mütecaviz bir kısım kimselerin aleyhinizde yürüttükleri bir kısım komplolara, iftira ve tezvirlere de takılmamak gerekir. Bir Türk atasözünde geçtiği üzere, “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan!” Yani kurbağa ötmesinin temiz suya hiçbir zararı olmaz. Önemli olan suyun, pak ve temiz olmasıdır. Siz doğru bir yolda, iyi bir güzergâhta yürüdükten sonra, fitne ve fesada kilitlenmiş bir kısım kirli ağızların aleyhinizde söyleyeceği lafların hiçbir önemi yoktur. Burada Hazreti Üstad’ın, Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatanlar hakkında naklettiği şu mısraı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: “Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.” (Beiüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.127)

Bu açıdan da,  havlayan, havlayıp dursun. Fakat salya atanlara takılıp kalmamalı asla. Bu arada şunu ifade edeyim ki, genel tavrımız itibarıyla bu tür ifadeler bizim karakter ve üslûbumuz olmasa da unutulmamalı ki, Kur’ân-ı Kerim’de bile bazı hakikatleri anlatma adına, merkep ve köpekten misaller verilmiştir. (Bkz.: Enfâl sûresi, 8/76; Lokman sûresi, 31/19) Kur’ân-ı Kerim’in mukaddeslerden mukaddes nezih üslûbu göz önünde bulundurulduğunda, demek ki hakikate saygının gereği, o mesele, o şekilde ifade edilmelidir.

Evet, kendinizi milletinizin kendi ruhuyla, kendi aklıyla ve kendi kalbiyle bütünleşmesi, vesayetten sıyrılması, devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini alması için programlamışsanız eğer sağdan soldan gelen çirkin ve nahoş söz ve tavırlara aldırmamalısınız.  Şayet siz yürüdüğünüz yolun doğruluğundan, bu yolda Hakk’ın rızasını tahsilden başka bir hedef peşinde olmadığınızdan eminseniz, aleyhinizde yürütülen faaliyetleri kâle almamalı, bunlar üzerinde durmamalı,  bunlara takılmamalısınız.

Yanlış Yolda Gidenler Korksun Âkıbetlerinden

Asıl endişeye kapılması, paniklemesi, ne yapacağını şaşırması ve paranoyalar yaşaması gereken birileri varsa onlar da yanlış yolda yürüyenlerdir. Nitekim bu şekilde hareket eden insanlar tahribatı temsil ettikleri, tahrip de tamire göre çok kolay olduğu hâlde yine de zikzaklar çizmekten kurtulamıyor, bir arpa boyu yol alamıyorlar. Sindirme, tepeye binme, değerleri yıkma, sizin değerler sisteminize hücum etme gibi her türlü menfi ve yıkıcı yöntemi kullanmalarına rağmen bu tür insanların bugüne kadar bir çuvaldız boyu yol aldıkları söylenemez.

Evet, bu onulmaz dertler, onarılmaz harabeler, insanın içinde ümitsizlik hâsıl etmemeli, onu panikletmemelidir. Fakat bu demek değildir ki, yaşanan tahribata karşı gözlerimizi kapatalım. Bilâkis bu müthiş tahribatın görülmesi çok önemlidir. Zira tahribatı görme, insana sorumluğunu ve yapması gerekli olan vazifeleri hatırlatacaktır. Böylece sorumluluk şuuruna sahip mefkûre insanı, bu tablo karşısında Allah’ın, sadık kullarından ne isteyeceğini düşünecek, “Acaba bir peygamber olsaydı, böyle bir tablo karşısında nasıl hareket ederdi?” diyecek, yapılması gerekenlere odaklanacaktır. 

Fakat tablo tam olarak görülemez de yaşananlar bütün derinliğiyle hissedilemezse, ne yapılması gerektiği de tam olarak bilinemez. Ve bunun sonucunda Allah korusun yaşanan bunca felâkete rağmen bazıları kendini rahata salabilir; toplumun yaşadığı alt üst oluşlara, harabelere, yıkılmış hanlara hamamlara, kimsesiz çöllere aldırmadan kendi işleriyle meşgul olmayı yeterli görebilir. Bu da bir yönüyle bencilliktir, vurdumduymazlıktır, hissizliktir. Bu açıdan tevekkül ve ümitle dopdolu olup çirkin söz ve çirkin tavırlara aldırmamayı, “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” anlayışıyla ızdırapla inleyip, yapılması gerekenleri yapmayı birbirine zıt görmemelidir. O hâlde bir taraftan mevcut tablo genel çizgileriyle çok iyi görülüp analiz edilirken diğer yandan da sarsılmaz bir iman, ümit ve azimle hâlihazırdaki tahribatın, geçmişten tevarüs ettiğimiz statiğe göre yeniden restore edilmesi adına ölesiye bir gayret sergilenmelidir.